Dış Köşe

Liberaller – Gürbüz Özaltınlı

0

 Türkiye, “küçük bir gecikmeyle” 21. yüzyılın başında yeni bir kavramla tanıştı: Liberaller.

Kavramın popülerleşmesi, saldırgan bir dille olumsuzlanması, küçümsenmesi üzerine yürüdü. Otoriter devletçi paradigmanın sözcüleri, çoğunluğu Marksist köklerden gelen laik aydınlardan yükselen özgürlükçü eleştirilere, artık iyice aşınmış boş hamasetleriyle söz yetiştirmeye çalışırlarken “liboş”kavramını icat ettiler. Tam onların meşrebine uygun bir sakillikti doğrusu. Şimdi gülünç geliyor ama o sıralar “entelektüel” hâkimiyetlerinden fazlaca emindiler. Kavganın büyüğünün, İslami tonlar üzerine yükselen Anadolu güçleriyle “medenileşmenin” taşıyıcısı saydıkları kendileri arasında cereyan ettiğini düşünüyorlardı. Devlet katlarında üretilen hukuk, ahlak tanımaz stratejilere fikrî cephane ikmaliyle meşguldüler. Koftular, acımasızdılar, gerçeklik duygusundan yoksundular. Aynı zamanda şaşkındılar. Kendileri gibi yaşayan, Batı değerlerine yaslanan, İslami ritüellerle ve gelenekle mesafeli bir grup aydının sesinin, yükselen Anadolu’nun talepleriyle uyuştuğunu görmekten rahatsızdılar. Buram buram maskülen cinsiyetçilik kokan bu maço ağızla demokratlara saldırdılar. Onlara çok uygundu. Çünkü, aynı zamanda lümpendiler. Şimdi de lümpenler, değişen bir şey yok. Değişen şey “liboş” dediklerinin sözünün ağırlığının yanında kendilerinin esamisinin okunmuyor oluşu. Muhalif siyaset de, onların küflü dilinden kendini sıyırıyor. Kavgayı kaybettiler.

Biz “liberal” kavramıyla böyle tanıştık.

Peki, kimdi bu liberaller, ne istiyorlardı? Uzun, ağdalı açıklamalara girişecek değilim. Yapılan şey; insan haklarına saygılı, toplumsal çatışmaları şiddetsiz medeni yollarla çözmeyi öngören, özgürlüklerin uygulanabilir olduğu, yüksek standartlı demokratik bir siyasal düzenin ve kültürün savunusuydu.

Aslında liberalizm kavramını iyi bilenler, liberal öğretinin çok daha geniş alanları tartışan, kendi içinde saçaklanan, geniş bir söz alanına sahip olduğunu da bilirler. Fakat, Türkiye’de siyaseten demokrat olmanız, Batı’da çok daha fazla katmanları ifade eden liberalizmin savunucusu sayılmanız için yeterli. Kendisini sosyalist olarak niteleyen birçok saygın ismin de bu kimlik altında sınıflandırıldığına tanık oluyoruz. Kavramların yolculuğuna akıl ermiyor. Dilin kendine has bir özerkliği var. Biz şimdilik bu duraktayız. Demokrasiyi savunan laiklerin liberal sayıldığı bir durak bu. İleride kavramlar nasıl renklenir, içeriklenir bilinmez. Çok da önemi yok bunun kanımca.

Liberaller yalnız statünün sözcülerini şaşırtmadılar. Daha geniş kesimler de liberal olarak kimliklendirilen aydınları kafalarındaki alışılmış siyasi haritada nereye yerleştireceklerini bilemediler. Çünkü Türkiye, siyasal angajmanı olmayan, ilke ve değerler üzerinden konuşan, özgür, eleştirel sesi tanımıyordu. Her sözün, meydanı dolduran siyasi aktörlerle ilişkilendirilerek anlamlandırılması alışkanlığından geliyorduk. Denebilir ki, “liberal” aydınların bizzat kendileri için de yeni bir konumdu bu. Onlar da çoğunlukla “siyasal stratejiler”in sözcülüğü geleneğinden geliyorlardı. Özellikle 90’lı yılların ideolojik angajmanları allak bullak ettiği, bir dönemin tayin edici siyasi aktörlerini sahneden sildiği koşullarda, kendilerini yeniden konumlandırdılar. Deyim yerindeyse özgürleştiler.

Biz aydının özgürleşmesinin çarpıcı sonuçlarıyla yüzleşiyoruz şimdi. Ortaya çıkan şey yeni bir siyaset değil, etkin bir eleştiridir.

Bu eleştiri, gücünü sadece aydının “entelektüel” derinliğinden ya da yaratıcılığından almıyor. Onun asıl gücü bağımsız bir vicdanı ve ahlakı çıplak biçimde temsil edebilmesinde. Vicdan ve ahlak asla kimilerinin sandığı kadar göreli bir kavram değil. Elbette hepimiz zamana ve koşullara göre değerlerin farklılaştığını, “makbul” ahlak ve vicdanın içeriklerinin değiştiğini biliriz. Ancak, her zaman toplumun büyük çoğunluğunu kapsayan bir zihinsel zeminin varlığından da haberdarızdır. Hırsızlık, yalan, kibir, güçlünün güçsüzü ezmesi, ikiyüzlülük, çıkarlarına göre çelişik standartlara başvurmak, sözünde durmamak… Bu evrensel standartları çeşitlendirmek elimizdedir. İşte bir tek aydını, arkasında milyonlarca insanın oyu bulunan siyasetçiyi silkeleyecek aktör durumuna getiren tam da bu değerler üstünden konuşabilme özgürlüğüdür. Çünkü, hepimiz biliyoruz ki, siyasetin zayıf karnı ahlak ve vicdandır. Bu zayıflık onun tabiatında vardır. Siyasetçinin kim olduğu çok önemli değildir.


“Reel politika”
: İşin büyüsü bu sözcükte gizlidir. Bütün vicdani ve ahlaki değerlerle reel siyasetin arasında, siyasetçinin “güçlü kişiliği” ile aşamayacağı bir gerilim vardır. Siyasetçi, konjonktürün aktörüdür. Koşullara göre kamu ahlakının ve vicdanın diliyle konuşabilir. Bu onun için bir şanstır ve o şans onun inandırıcılığını güçlendirir, onu idolleştirir. Ancak güç kavgasının koşulları hep aynı kalmaz. Konumlar ve çıkarlar kaygandır, yer değiştirir. Biz aynı siyasetçinin bütün güç enstrümanlarına başvurmaktan kaçınmadığına tanık olabiliriz. Yalan söyleyebilir, bilgi gizleyebilir, devletin zor kullanma tekeliyle karşısındaki (güçsüzü) ezmeye yönelebilir, çıkarlarına bağlı olarak bir sorunda toplumu ikna etmek için savunduklarını başka bir konumda reddedebilir.

İşte daha düne kadar “dost” olan kimi kalem erbabının bugün en lümpeninden, kerliferlisine kadar liberallere sayıp dökmeye başlamasının da sırrı burada yatıyor. Bakmayın koca koca laflara. Ucuz küçümseme oyunlarına. Sorunun düğüm noktası siyasal güce angajmandır. Özgür olanla bağımlı olanın farkıdır.

Bir tek kere Uludere’yi yazmamış olan, işkenceci polisi görmeyen, meslektaşı kudretlilerce azarlanınca haysiyetsizce susan, hayatı bağımlığın gölgesinde geçen “aydınlar” demokratları sevmiyorlar.

Neden sevsinler?

Siyaset her koşulda vicdan ve ahlakın sesini seviyor mu?

Gürbüz Özaltınlı – Taraf

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.