Ana Sayfa Blog Sayfa 4561

Bursa’da köylüler, “Termik Santral istemiyoruz” dedi

Bursa, Keles Kozağacı bölgesine kurulmak istenen termik santral köylüleri isyan ettirdi.1 Kasımda ihaleye çıkacak olan termik santral ile ilgili Kozağacı bölgesinde bulunan 6 köyün halkı toplanarak “Termiğe hayır” mitingi yaptı. Daha önce ihalesi yapılan termik santral 135 megavat gücünde olacaktı. İhale yöre halkının tepkisi sebebiyle iptal edilmişti. Şimdi tekrar ihalesi yapılacak olan termik santral 270 megavat gücünde olacağı belirtildi.
Yaklaşık 2500 kişinin yaşadığı Kozağacı bölgesinde Yunuslar, Harmandemirci, Durak, Davutlar, Denizler, Issızören köyleri bulunuyor. Geçim kaynağı olarak yurtdışına ihraç etmek üzere kiraz üreten köylüler termik santralin inşaatına geçim kaynaklarının sonuna neden olacağı gerekçesi ile karşı çıkıyor.
Durak köyünde toplanan 6 köyün sakinleri eylem yaptı. Durak köyünden Hasan Tekin, “Biz çevrenin kirlenmesini istemiyoruz. Şu an Kozağacı yöresinde üretilen kirazın ülkemize olan katma değeri toprağın altında bulunan kömürün getirisinden çok fazladır. MTA’nın 1980 önceki verilerine göre hareket edilmesi çok yanlıştır. O yıllarda buradaki araziler değerlendirilmiyordu, atıl durumdaydı. Şimdi ise her taraf kiraz ağaçları ile dolu. Kozağacı yöresinde yaşayan hiç kimse kendi topraklarında işçi olmak istemiyor. Termik santrale alternatif olarak Kocasu çayına hidro elektrik santrali yapılsın” dedi.
(Olay)

Sapanca’da taş ocağına karşı dar ağaçlı protesto

Sakarya’nın Sapanca ilçesinin Yanık köyünde faaliyetine 35 yıl önce ara verilen taş ocağının yeniden açılmasını istemeyen köylüler, köyde yapılan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) toplantısını darağacı kurarak protesto etti.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Ankara-İstanbul Hızlı Tren Projesi için kullanılacak malzemeler için Sapanca’nın Yanık köyünde bir taş ocağının kurulmasına izin vermesinin ardından başlayan tepkiler sürüyor. Kocaeli ve Sakarya’nın içme suyu ihtiyacını karşılayan Sapanca Gölü kenarında bulunan ve 35 yıl önce faaliyetleri durdurulan taş ocağının yeniden açılmasına karşı çıkan köylüler, protesto gösterisi düzenledi.

Köylüler ÇED toplantısı için gelen Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Mustafa Yılmaz, İl Müdürü Yardımcı Ali Demirel, TCDD ve taş ocağı işletmesinin yetkililerine tepki göstererek köyün girişine darağacı koydu. ÇED toplantısının yapılacağı köy kahvesi kapatıldı. Köylüler ile ÇED toplantısı için gelen yetkililer arasında gerginlik yaşandı. Sapanca Kaymakamı Osman Sarı, vatandaşları sakinleştirmeye çalıştı. Sakarya İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) ve Şehir Plancıları Odası da köylülere destek verdi.

(Demokrat Haber)

Hobsbawm – Ferdan Ergut

20 yüzyılın son büyük tarihçisini kaybettik. Evet, büyük tarihçiydi Hobsbaswm… Fakat en prestijli kurumlarda öğretim üyeliği yapmasına rağmen kendisini hiçbir zaman akademik tarihçiliğin dar koridorlarına hapsetmedi. Siyasetle ilgisini her zaman canlı tuttu. Britanya Komünist Partisine üyeydi. Ama Bolşevik davaya inandığı yıllarda bile dogmatik olmadı. Onun için Marx, çok önemli bir başlangıç noktasıydı; bitiş değil… Sadece büyük bir tarihçi ve iyi bir Marksist değildi. Görsel sanatlardan edebiyata kadar ince bir zevkin sahibiydi. İyi bir caz dinleyicisi ve dahası, eleştirmeniydi! “Rönesans” insanlarının son temsilcilerindendi. Hobsbawm’ın tarihçiliğini erişilmesi zor düzeye yükselten de ilgi alanlarındaki bu genişliktir.

Öğrencisi olma onuruna eriştiğim bu büyük tarihçi için yazılacak kısa bir yazı, her koşulda tarihçiliğine ve entelektüelliğine haksızlık olacaktı; bu nedenle, genel okuru daha fazla ilgilendireceğini de düşünerek politik tercihlerini ve yaşamını öne çıkaran bir anma yazısında karar kıldım. Tarihçiliğinin değerlendirilmesi ise çok daha önemli bir iş olarak tarihçilerin önünde duruyor elbette.

Eric Hobsawm, 1917 yılında Avusturya’lı bir anne ve İngiliz bir babanın oğlu olarak İskenderiye’de doğdu. Yahudiydi. Faşizmin adım adım yükselişini Viyana ve Berlin’de yaşadı. Hitler’in iktidara gelişiyle birikte 1933’de yeni vatanı İngiltere’ye yerleşti. Hobsbawm’ın gerek tarihçiliğinde, gerekse politik tercihlerinde bu kozmopolit arka plan son derece önemlidir. Uzun süre Ekim Devriminin ideallerine bağlı kalmasının da Sovyetlerin Macaristan işgalinden sonra bütün meslektaşları parti kartlarını iade ederken onun partide kalışının da ardındaki neden Orta Avrupa kültüründe yükselmekte olan anti-semitizmi ve faşizmi bizzat deneyimlemesiydi. Bir konuşmamızda, bütün arkadaşları komünist partiden istifa ederken kendisinin neden etmediğini sormuştum. “Komünizm ve güçlü bir politik örgüt benim için arkadaşlarıma ifade ettiğinden daha farklı şeyler ifade ediyordu” demişti. Daha sonra yazdıklarını okumaya başladığımda ne demek istediğini anlamıştım.

Bir söyleşisinde 1. Dünya Savaşı sonrası yükselen faşizm ile kendi Yahudiliği arasındaki ilişkiyi çok güzel özetler: “Bu koşullarda genç bir Yahudi entelektüel ne olabilirdi? Liberallerin hiçbir türünden olamazdı; zira çöken, -sosyal demokrasinin de dahil olduğu- liberalizm dünyasının ta kendisiydi. Yahudiler olarak bizleri dışlayan milliyetçi partileri destekleyemezdik. Ya komünist olduk; ya da kendi kan ve toprak milliyetçiliğimizi –siyonizmi- seçtik.  Ama genç Siyonist entelektüeller bile kendilerini bir şekilde devrimci Marksist ulusalcılar olarak görüyorlardı. Başka bir şansımız yoktu. Geleceksizlik yerine, kendimize bir gelecek seçtik ki, o da devrim demekti. Olumsuz değil; olumlu anlamda bir devrim: yok olacak dünya yerine, yeni bir dünya.” İşte genç Eric için o anti-kapitalist yeni dünya Sovyetler Birliği’nde kuruluyordu.

1960’lardan itibaren ise Sovyet tipi bir sosyalizmle arasına mesafe koymaya başlamıştı. 1989’da duvar çöktüğünde geniş tarih vukufuyla aslında çökenin reel sosyalizm olduğunu biliyordu ve onu diriltmek ne mümkündü, ne de istenir bir şeydi. Aslında daha 1978 yılında yeni bir sol siyasetin mücadelesine başlamıştı bile. “Emeğin İleri Yürüyüşü Durdu mu?” başlıklı o önemli yazısı, hakikate olan her zamanki sadakatinin sonucuydu. Olgular, kendi teorisine ya da hayallerine uymadığında olguyu değil, hayalini ve teorisini revize ederdi. Sözünü ettiğim yazı İngiltere kapitalizminin ve proleteryasının Marx’ın ölümünden sonra geçirdiği yapısal değişim üzerinedir. İşçi sınıfı içindeki yapısal değişim –iç bölünmeleri, sektörel rekabetleri v.s.- sınıf dayanışmasını veri alan siyasetleri gözden geçirmeyi gerektiriyordu. O dönemde militan İngiliz sendikalarının bütün “sınıf bilinci” söylemine rağmen emeğin ileri yürüyüşünün sonuna gelindiğini söylemekten çekinmedi Hobsbawm…  1979 ve 1983 genel seçimleri onu haklı çıkarmıştı.

Hobsbawm, 1980’lerden itibaren kendi mahallesinden gelen bütün baskılara rağmen yeni bir solun arayışındaydı. Politika yazılarını derlediği kitabına koyduğu isimle “Rasyonel bir Sol için Siyaset” üzerine düşünüyordu. Hayatının sonuna kadar solun evrensel değerlerine bağlı kaldı. Neo liberalizmin küresele serbest piyasa dogmasına soldan bir yanıt verilmediği müddetçe insanlığı bekleyen karanlığa dikkatimizi çekti hep…

2009 yılında Guardian gazetesinde yazdığı bir yazıda şunları söylüyordu: “İlerici siyasetin sınanacağı alan özel değil, kamusaldır; sadece bireylerin artan gelirleri ve tüketimleri değil, fırsatların ve kolektif eylem sayesinde–Amartya Sen’in tabiriyle- herkesin “yeteneklerinin” genişlemesidir. Fakat bu da, -özel birikimlerin yeniden dağıtımıyla bile sınırlı kalsa- kar amacı gütmeyen kamu inisiyatifleri anlamına gelir; gelmelidir. Bütün insan hayatlarının yararlanacağı kolektif sosyal iyileşmeyi hedefleyen kamusal kararlar…” Özelin değil, kamusal inisiyatiflerin başat olması gerekliliğini, “bu yüzyılda yüzleşmemiz gereken en büyük problem olan çevre krizi”ne dayandırır Hobsbawm. Bu gereklilik, başka hiçbir alanda, bu alandaki kadar önemli olmayacaktır. Bu ise, der, “hangi ideolojik logoyu seçersek seçelim, serbest piyasadan kamusal eyleme doğru ciddi bir kayış anlamına gelecektir. Ve iktisadi krizin şiddeti düşünüldüğünde muhtemelen hızlı bir kayış… Zaman, bizim yanımızda değil”

Bütün bir insanlığı ve doğayı yok oluşa götüren küresel serbest piyasa dogması, Hobsbawm’ın son büyük tarihçilik çalışması “Kısa 20. Yüzyıl”ın da temel meselesidir. Kitabın başlığındaki “kısa”, kısaltılmış anlamında değildir. 20. yüzyıl –bir önceki yüzyılın aksine- gerçekten kısa sürmüştür! (“Uzun 19. yüzyıl için 3 kilit kitap yazmıştır Hobsbawm: Devrim Çağı, Sermaye Çağı ve İmparatorluk Çağı). 20. yüzyıl ise Birinci Dünya Savaşı ile (1914) başlamış; reel sosyalizmin çöküşü ile (1989) bitmiştir. O çöküş, bütün bir yüzyılın belirleyici dinamiğinin de çöküşüdür.

Gelecek olan, yeni olacaktır. Fakat “yeni” olan pekala bir kabus da olabilir! “Kısa 20. Yüzyıl” kitabının kapanış paragrafı hepimiz için bir uyandırma zili gibidir: “Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir. Gene de açıkça görülen bir şey var. İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa, bu gelecek geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olmaz. Üçüncü binyılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi, karanlıktır”.

Mücadele ettiğimiz kapitalizmin doğuşunu, yayılışını, krizlerini ve bütün bu süreçlerin sınıf mücadelelerini bizler için somutlaştıran büyük bir tarihçiydi Hobsbawm. Sadece mücadele ettiğimiz sistemi anlamamız için yazmadı ama. Kapitalizme alternatif, adil bir toplumsal düzen arayışımıza da rehberlik etti. O engin tarih vukufu ve hakikate olan saygısıyla, gideni ve bir daha gel(e)meyecek olanı da anlattı, yeninin yeşereceği zeminleri de…

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

 

Ferdan Ergut

 

Güneşin Aydemir: “Düşün ki su yok ama tonlarca petrol var. İçebilir misin? Ekmek yapacak unun yok, altınların var, yiyebilir misin?”

Güneşin Aydemir

Komşu köydaşım Mahmut Boynudelik, Yeşil Gazete için kendimle bir röportaj yapmamı istedi benden. İlk anda ilginç bir öneriydi ama ben halihazırda kendi kendine konuşan bir insanım, olur dedim.  Randevu almakta biraz zorlandım ama hallettik bir şekilde!..

Kendim sordum, kendim cevapladım. İşte, dünyanın gidişatı konulu içsel müzakerelerim….

Merhaba Güneşin, kimsin, ne yapmaktasın, neler yaptın şimdiye kadar? Biraz anlatır mısın?

Ben üniversitede biyoloji okudum. Eğitim hayatım boyunca en zevk aldığım dört senedir. Daha önce diş hekimliğini kazanmıştım ve yarım dönem sonra vazgeçtim gitmekten, tekrar sınava girip tek tercihle biyolojiye girdim. Bütün amacım günün birinde bir doğa bilimcisi olmak, doğayı keşfetmekti. Aslında akademisyen olmak istiyordum. Elime fırsatlar da geçti ama son sınıfta kuş gözlemcileri ile tanışmam hayatımın tüm seyrini değiştirdi diyebilirim. Kuşları gözleyerek doğanın yok oluşuna dur demeye çalışan insanlar ilham kaynağım oldu. Ondan sonra akademisyen olma planım tamamen ortadan kalktı, bir sivil toplum insanı oldum. O günden bugüne (ömrümün yarısından fazlası) çeşitli sivil toplum kuruluşlarında, irili ufaklı projeleri yürütmekle geçti. Türkiye Tabiatını Koruma Derneği, Doğal Hayatı Koruma Derneği, Akdeniz Foku Araştırma Grubu ve en nihayetinde Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği.

Şu anda Buğday’da ne yapıyorsun?

Ne iş olsa yapıyorum! STKlarda iş seçemezsiniz zaten. Resmi olarak Yönetim Kurulu Başkanıyım. Aslında yedek olarak seçilmiştim, ama Victor’un aramızdan ayrılmasıyla görev bana düştü. Kolay bir görev değil ama severek yapıyorum. Önemli olan bu. Başkan olmasına başkanım ama kararları biz 5 kişilik bir koordinasyon kurulunda alıyoruz. Herkes kendi uzmanlığı, deneyimi ve bilgisi ölçüsünde katılıyor bu karar sistemine. Zor olan bu yönetim sistemini oturttuk sanıyorum, herkesin sorumluluk aldığı bir iş ortamında çalışmak gibisi yok. Yöneticilik işlerimin yanında yürüttüğümüz bir çok projenin koordinasyonunda görev alıyorum. Toplantılara katılıyorum, raporların yazılmasında emek veriyorum. Gerekirse ofiste temizlik de yaparım, yemek de pişiririm ki, yapıyorum da.  İş seçmek yok!

Bildiğim kadarıyla Buğday Derneği İstanbul’da. Ama sen Kazdağları’nda yaşıyorsun.

Evet, Buğday’ın merkezi İstanbul’da. Biz bir grup ekip arkadaşı olarak Kazdağları’nda yaşıyoruz. Burada bir eğitim merkezi ve kırsal projeleri yürütüyoruz. Kazdağları bizim için hem ekolojik yaşamı deneyimlediğimiz, kırsalla bağımızı her dem taze tuttuğumuz ve öğrendiklerimizi paylaşabildiğimiz bir yer. Kazdağları’ndaki köyden de çalışmak mümkün. Kazdağları’ndan İstanbul, Ankara  ve Anadolu’nun başka yerlerine de seyahatlerim oluyor.

Bayağı yoğunsun. Şu röportaj için bile bayağı uğraştık. Nelerle uğraşıyorsun yahu?

Hizmet etmek isteyen insan yoğun olur. Çalıştıkça iş biter diye zannediyorsan yanılıyorsun. Çünkü çalıştıkça iş çoğalır. Ben insanların, doğadaki diğer varlıkların sıkıntılarını yüreğimin tam ortasında hisseden bir kişiyim. Kendimi bildim bileli dağlar, börtü böcekle ilgilenmişimdir. Hepsine karşı büyük sorumluluk duyuyorum. Buğday bu sorumluluğu yerine getirmek için müthiş imkanlar sunuyor. Başka işler de yapıyorum. Atlas Dergisi’nde yazarım, Yeşil Atlas dergisinin editörüyüm. Sofra Dergisinde bir sayfam var. Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi’nde eğitimler düzenliyorum, yerel bir derneğimiz var, Kazdağı kültürel ve Doğal Varlıkları Koruma Derneği. Bir de kurulacak yeni bir parti var, o ekibin de içinde de varım.  vs vs.

Sence dünyanın hali ne olacak? Nereye gidiyoruz? Gidişatı bir değerlendirsen….

Bu soruya tek bir yanıt vermek imkansız. Dünya hem büyük bir karanlığa doğru sürükleniyor, hem de bir yandan büyük bir aydınlığa. Çelişkili bir laf gibi ama durumumuz tam da bu. Bir yandan kaynaklar tükeniyor, kirleniyor, açlık, kuraklık, kıtlık, yok oluş, şiddet, mezalim, savaşlar kapımızda. Öte yandan müthiş bir bereket, lezzet, çözümler dünyası içindeyiz. Bir bilge şöyle demiş “şafak, karanlığın en yoğun olduğu andan sonra gelir”. Evet, sanırım böyle bir sözdü. Bunu çok iyi anlıyorum şu anda. Karanlıktan çıkabilmek için sırasıyla olması gerekenler var ama. Önce karanlığın içinde olduğunu fark etmek, sonra bir mum aramak ve mumu yakmak. Sonra birden her şey daha görünür daha belirgin oluyor. Biz karanlığı fark ettik önce. Mumu aramaya çok önce başladık. Ve şimdi de yakıyoruz. O nedenle de yarı aydınlık yarı karanlık bir ortamda hissediyorum kendimi. Çok mutluyum. Bence şu zamanda bir insana bundan fazlası nasip olamaz.

Ya karanlıktakiler?

Onlar oraya buraya çarpıyorlar. Çarptıklarını kırıyorlar. Panik içinde etraflarına saldırıyorlar. Sakinlik içinde dediler ve bir noktada durmak zorunda kalacaklar.

Biraz daha açıkla da şu karanlıktan kurtulalım bizde!!!

Şöyle: kaynaklar azaldıkça paylaşanlar da çoğaldıkça pay küçülüyor haliyle. Payı artırmak için iki yol var: ya kaynakları sonuna kadar kullanacaksın, ya da paylaşanları azaltacaksın. Şu anda her ikisi de oluyor. Örneğin altın madenleri için dağları delmek, sulardaki enerjiye göz dikmek, hala üretim yapmakta olan küçük üreticilerin, zanaatkarların piyasada varlıklarını sürdürmelerini engelleyecek “önlemleri” almak gibi işler. Ama bu eylemlerin de bir sonu var.

Gerçekten var mı?

Elbette var. Ben doğanın işleyişine güveniyorum. Doğa’daki sonuçları tahmin etmek çok zor. En gelişmiş teknolojiler, en mahir bilim adamları, en deneyimli tarihçiler bile şu an yakın bir gelecekte tam olarak ne olacağını kestiremiyorlar. Çünkü değişim çok hızlı yaşanıyor. Her an koşullar değişiyor. Bir takım görüşler var elbette ama bence bütüncül değerlendirmeden uzak tespitler bunlar. Çünkü doğa kaotik çalışır. Daha da genişleteyim yaşamın kendisi kaotiktir.

Kaotik derken?

Doğrusal değildir. Yani bir sebep ve ondan sonra gelen bir sonuç yok. Birçok bileşeni, bilinmeyeni var. Ve bu bilinmeyenler her an değişmekte. Birbirini etkilemekte. Biz mevcut bilgilerimizle bir değerlendirme yaparken çoktan o bilgilerin kıvamı, kompozisyonu değişiyor. Yeni bir değerlendirmeye giriştiğinde yeniden değişmiş oluyor.  Bilimin bu kadar yıl boyunca bize öğrettiği şey de bu zaten. Yaşam hakkında ne kadar az bildiğimizi öğrenmek için araştırırız. Bir arkadaşım var, sınıf arkadaşım, kendisi insan genomunun keşfedildiği projede çalışıyordu. Genomu çözdüklerini açıkladılar. Ben de sordum ona nedir sonuç diye. O da şöyle dedi: “Yaptığımız çalışmalar sonunda insanın genomunu çözdük ama şu anda elimizde ne var diye sorarsan başlangıçtakinden çok daha fazla soru var!” . İşte durumumuz bu. Bu nedenle işin bu kısmıyla ilgilenmiyorum. Ben yaşamı çoğaltmak için ne yapabileceğime bakıyorum.

Bir önceki soruya dönecek olursak…

İşte bu kaotik düzen içinde hesaplar tam olarak tutmayabilir. Yani altınların hepsini çıkarsak, petrolün hepsine sahip olsak, suların bütün enerjisini ampullerde yakmak için depolasak dahi şu anki yaşam düzenlerimizi öyle bir değiştirmek durumunda kalabiliriz ki elimizdeki kaynakları kullanamayabiliriz, bu eylemlerimiz bir anda duruverebilir.  İşte o zaman, o bilge Kızılderilinin sözünü gerçekten anlayacağız: paranın yenmeyeceğini. Bu sözü çok kullanıyoruz ama gerçekten anlıyor muyuz emin değilim.

Nasıl yani?

Düşün ki su yok ama tonlarca petrol var. İçebilir misin? Ekmek yapacak unun yok, altınların var, yiyebilir misin? Metabolizman kaldırmaz! Telef olur gidersin.

Bir durum daha var…

Evet, o nedir?

Aslında daha da acilen düşünmemiz gereken şey kaynakların ne kadar kaldığı değil. Bizim şu halimizde yarattığımız kirlilik ile dünyanın boğuşma gücü. Bu güç azalıyor. Tıpkı bir insanın immün sistemi gibi gezegenimizin de bir immün sistemi var. Biz bu direnç mekanizmasını da etkiliyoruz. Ve immün sistem bir anda çökebilir. O an hala gelmedi, o nedenle devam edebiliyoruz günlük yaşamlarımıza.

Yani diyorsun ki, tufan benzeri bir afet ihtimali ile karşı karşıyayız…

Bilmem, olabilir de olmayabilir de. Tufan gibi bir anda olmasa da, şu anda olan yeterli. Bir zamanlar Yeşil Atlas’ta küçük kıyametler diye bir konu yapmıştık. Bundan 30 sene önce sayıları binleri bulan toy kuşlarının Türkiye’de sadece 500 adet kaldığını ve bu durumun toylar için bir kıyamet olduğunu söylemiştik. Bir kıyametin içinde yaşıyoruz. Sadece sonuçları “henüz” herkese dokunmuyor hala çok zenginiz! Ben bu zenginlikle ilgileniyorum.

Ama teknoloji ve bilim gelişiyor. Belki bir çözüm bulurlar bu felaketleri önlemek için. Mesela kirliliği temizleyen bakteriler, karbon emen elektronik ağaçlar gibi filan…

Bulsunlar tabii (gülüyor). Hiçbir itirazım yok. Sadece bu buluşları yaparken daha fazla enerji harcayacaklar ve doğal kaynak tüketecekler ve kirlilik yaratacaklarsa (ki başka türlüsü için umutlu bir tablo göremiyorum) bu da işe yaramayacak. İstediğimiz kadar enerji üretelim, biz bu şekilde yaşamaya devam ettiğimiz sürece yet-me-ye-cek!

Karanlık yetti! Aydınlıktan bahsedelim.

İşte tam bu noktada aydınlığa geçiyoruz. Yin ve Yang sembolünü bilir misin? Orada iç içe geçmiş zıt dinamikler vardır. Karanlık olmadan aydınlık olmaz zaten. Bizim aydınlık bir döneme girmemiz için bu karanlığa ihtiyacımız vardı. Kör olanlar için fark etmiyor bu durum ama ya görenler? Eğer görme yeteneğini kaybetmeyenler varsa o zaman yeni bir dönem de açılacak demektir. Ki şu an tam da bu dönüşümün içindeyiz.

Bunu da biraz açman gerekecek…

Bu düzenin böyle devam etmeyeceğini kabul ediyorsak eğer, bu yok oluş sürecinde ne yapmamız gerekiyor diye soruyor olman lazım. Güncel bir örnek vereyim, elektrik ve doğal gaza, petrole zamlar oldu değil mi? Bu zamları bütçeleri kaldıramayacak olan kişiler bu kaynakları daha az kullanacaklar. Daha az kullanmanın yollarını arayacaklar. İklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu bas bas bağıran raporlar ortaya konuldu, herkes de kabul etti bunu. Hiç kimseyi durduramadı bu raporlar ama elektrik faturalarındaki kuruşluk oynamalar bir anda bizi az enerji kullanan bir toplum haline getirebilir. Çok farkında olmasak da az enerji kullanmaya başlayabiliriz aniden. Ki zaten bizim bu kadar enerji bağımlısı hale gelmemiz bir sürü gereksiz elektrikli cihazı kullanmamızla başladı. Şimdi bu zamlar sayesinde –çok şükür- kullanamayacağız. Ve çözümler üreteceğiz. Ve aslında pekala daha az enerji ile yaşayabileceğimizi anlayacağız. İşte karanlığın gücü! Ve şu anda çok insan bu soruları soruyor…

Birkaç örnek  daha?

Ben yıllardır buzdolabı kullanmam. İstanbul’da iken de kullanmıyorduk. Köyde de kullanmadık. Suyu ve soğutmam gerekenler için mükemmel bir geleneksel araç var elimizde: küp. Çocukken de mutfakta küpümüzden su içerdik. Yine mükemmel bir geleneksel araç: sepetler. Bütün pazar alışverişinizi bir sepeti hava akımının olduğu bir yere yerleştirip üzerine nemli bir bez dolayarak koruyabilirsiniz. Süt ürünleri ve et konusunu bilemiyorum ama sadece onlar için canavar büyüklüğündeki buzdolaplarına ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Zaten fazla et yemek de havaları ısıtıyor, biliyorsun!

Sen mağara devrine dönmemiz gerektiğini mi söylüyorsun?

Hayır. Dönmemiz mümkün değil zaten. Gerekmiyor da. Bütün ihtiyaçlarımızı öncelikle kendimizin, olmuyorsa en yakınımızdaki kaynaktan elde etmemiz gerektiğini söylüyorum. Enerji ihtiyacımızı da en aza indirmemiz için yaşamlarımızı organize etmemiz gerektiğini, az miktarda enerji ihtiyacımızı da güneş pillerinden yerine göre rüzgardan yerine göre ufak bir dereyi rahatsız etmeden de elde edebiliriz diyorum. Teknoloji bunu mümkün kılıyor şu anda. Zaten enerji ihtiyacını herkes azaltırsa daha az ırmak da katledilebilir. Kaldı ki teknolojiye de karşı değilim. Bu yazıyı teknoloji sayesinde yazdım, teknoloji sayesinde Yeşil Gazete’ye yollayacağım. Yine özlü bir söz var, sanırım Hz. Muhammed söylemiş: “İstifadenin değeri zararına nisbetle verdiği faydadadır”. Yani benim bu yazıyı yazmam bir çok insanı etkileyecek ve yaşama hizmet yolunda eyleme heveslendirecek ise bu amaçla teknolojiyi kullanabilirim. Kullandığım teknolojinin yarattığı hasardan çok daha fazla bir yarar sağlıyorum demektir çünkü.

Düşünce biçimimizi değiştirmek mi önerin?

Sen kaptın bu işi!

Büyük değil bilakis “küçük” düşünmemiz gerekiyor. Küçük kendi içinde kapalı döngüler oluşturmamız lazım. En basitinden kendi ihtiyacımızı kendimiz üretebiliyor muyuz? Azizlerimden Fukuoka’nın bir sözünü burada anmak isterim: “Ne zaman ki insan başkalarının ihtiyacı için üretmeye başladı, o noktada doğadan koptu”. İhtiyaçlarımızı en basite indirgememiz gerekiyor. O zaman göreceğiz ki çok az şeye ihtiyacımız var kaliteli yaşamak için. Ve o küçücük ihtiyacı dünyamız bize verebilir gani gani.

Kendi ihtiyacımızı kendimiz üretemiyor isek ki şu anda bu yeteneğe sahip çok insan yok. Bu durumda da en yakınımızdan nasıl temin ederiz diye düşünmek lazım. Eğer ben köyde komşumun ürettiği domatesi değil de süpermarketteki salçayı alıyorsam burada bir saçmalık var demektir. Bağımlı olmuşum demektir. Önce bireyler olarak bağımlı, sonra bir topluluk olarak, sonra toplum olarak, ardından ülke olarak ve nihayetinde insanlık olarak bağımlı ve borçlu oluruz. Bireysel özgürlükten, bireysel haklardan bahsettiğimiz günümüzde bunları konuşmuyor olmamız da ayrı bir eksiklik.

Ama şehirde bir çok insanın yakınında bir komşu yok ki,  gidip domateslerini alsınlar?

Bu bir ölçek meselesi. Ben köyde yaşıyorsam daha şanslıyım. Komşum iki adım ilerideki bahçesinden bir sepet içinde bana domates getirebiliyor. Ama şehirde de yakındaki bir köyden almak mümkün. Her şehrin çevresi köylerle dolu. İstanbul’un bile. İstanbul’un etrafında evlat edinilecek bir çok çiftçi var.

Yani sen diyorsun ki, yakındaki bir kaynaktan beslenin..

Kesinlikle bunu diyorum. Eğer bir insan yiyip içtiğine dikkat etmiyorsa yaşamla bağı çoktan kopmuş demektir. Yeme-içme bizi doğrudan doğaya, yaşama, suya, toprağa bağlar. Eğer gidip süpermarketten hazır gıda alıyorsak bu işte bir sorun var. Bunu görmeye başlayınca her şey bir anda değişir. Sadece gıdanı değil, evde kullandığın temizlik maddelerinden, kozmetiğe, enerjiden, düşünceye, politikaya kadar her şeyin yaşamla uyumsuz bir mantıkla üretildiğini, kullanıldığını anlamakla başlıyor her şey. Düşün ki o raflarda satılan salçalar kırsalda üretiliyor, salça olmak için fabrikalara gidiyor, oradan depolara aktarılıyor, oradan dağıtım kanallarıyla tekrar kırsala geri dönüyor. Bütün bu sistemin çalışması için ne kadar fosil yakıt kullanılıyor? Kaç kilometre yol yapılıyor? Ne hacimde bir hammadde harcanıyor? Ve ne şekilde? Bunları düşünmeye başlayınca boğazın düğümlerini fark etmeye başlıyorsun.

Tarımın durumu hakkında biraz bilgi versen?

Valla ne diyeyim. Şimdiye kadar söylediklerim tarım için de geçerli. Geçerli düzen sağlıklı gıda, doğanın korunması, üreticinin haklarını, tohumları korumuyor. Ve korumayacak da. Ama tüketici olarak büyük bir gücümüz var ve bu nedenle de sorumluyuz. Bizim küçük üreticiye destek olmamız lazım. Üzerinde düşünüp emek vermemiz gerekenler; küçük tedarik zincirleri, yerel pazarlar, yerel üreticim-tüketim sistemleri, takas ekonomileri…

Benim için insanlar ikiye ayrılıyor. Sorumluluk alanlar ve almayanlar. İnsan istediğini yapabilen bir canlı. Bugün beğenmediğimiz sömürü düzenini biz yarattık. İstersek değiştirebiliriz.

Peki ya Amerika, kapitalizm, GDOlar, Avrupa Birliği, politikacılar, onlara oy verenler…

Bu gerekçeler sadece bizi eylemden alıkoyar, tembel yapar. Sorumluluğu üzerimizden atmamıza yardım eder sadece. Ben gazete okumuyorum. Televizyon seyretmiyorum. Önüme konulanı kabul etmiyorum. Beni durduracak her hangi bir eylemin içinde olmuyorum. Olumsuz söyleşilerin içinde de yer almıyorum, katılmıyorum. Bunları her fırsatta ortaya koyanları da kesinlikle dinlemiyorum. Neden mi? Diyelim ki evet onlar varlar.  Bunu kabul ettik, eee sonra? Ne yapalım şimdi? Hayal kurmaktan, yaptıklarımızı yapmaktan vaz mı geçelim? Dediğim gibi üst politikalar, uluslararası ticaret kuralları, çok uluslu şirketler… Bunlar değişmeyecek. Değişirlerse ne ala, ama ben eyleme geçmek için onların değişmesini beklemeyeceğim. Benim ne yiyip ne içeceğime, neyi üretip neyi üretmeyeceğime benden başkası karar veremez. Ben buna inanıyorum.

Bir kelime ile içinde bulunduğun ruh hali?

Anlaşılmıyor mu? Umut! Herşey çok güzel olacak…

 

Röportaj: Güneşin Aydemir – Yeşil Gazete

İstanbul’da “ekoköy” muhabbeti

Ekoyaşam Projesi Çalışma Grubu, 6 Ekim Cumartesi saat 14:00’de Balat Kültür Evi’nde “Ekoköyler: Sürdürülebilir Yaşamın Tüm Yönleri” adlı bir sunum ve toplantı düzenliyor.

Biyolog ve eğitmen Deniz Dinçel tarafından gerçekleştirilecek sunumda, Türkiye’de özellikle son yıllarda sıkça konuşulan ekoköylerin “içinde bulunduğumuz krize” yalnızca ekonomik ve ekolojik değil, aynı zamanda sosyal ve düşünsel boyutta da bir cevap olabileceği tartışılacak.

Ekolojiyle ilgili kitapları türkçeye çeviren Sinek Sekiz Yayınevi’nden kısa süre önce çıkan, Jonathan Dawson imzalı “Ekoköyler” kitabınında çevirmeni olan Deniz Dinçel, Avrupa’da bir çok ekoköyü ziyaret etmiş ve Küresel Ekoköyler Ağı-Avrupa’nın Yönetim Kurulu’nda da 2008-2012 yılları arasında bulunmuş bir isim.

Katılımın ücretsiz olduğunu tahmin ettiğimiz sunumun gerçekleşecei Balat Kültür Evi, Fatih’te, Vodina caddesi No:39-41’de bulunuyor.

Etkinliğin tanıtım metnine şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz

(Yeşil Gazete)

Hayvanlara ölüm yasası… Çekildi mi, çekilmedi mi, ne oldu?

İlgili komisyonlarca görüşülerek TBMM’ye sunulmak üzere olan, “5199 sayılı Hayvanları koruma Kanunun bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkındaki kanun teklifi”nin, geçtiğimiz pazar günü Türkiye’nin dört bir yanında düzenlenen gösterilerin ardından geri çekildiği iddiası geçtiğimiz saatlerde gündeme bomba gibi düşmüştü.

Ancak haberin ardından bir-iki saat geçmeden, yeni iddialar da ortaya atılmaya başlandı. Hayvan hakları aktivisti kimliğiyle de bilinen oyuncu Yonca Evcimik, twitter hesabından 2 Ekim saat 19:00’da yaptığı açıklamada “Su an sayin Aysenur Bahcekapili ile gorustum..Maalesef yasa’nin geri cekilmesi ile ilgili cikan haberler dogru degil..:(” dedi.

Ayşenur Bahçekapılı’nın AKP’nin grup başkanvekili olması ve Çevre Komisyonu’nda görev alması, haberin ciddi olduğunu gösteriyordu.

Açıklamanın ardından, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nda orta düzey bürokratlarla görüştüğünü bildiren aktivistlerden, bürokratın “Sadece uyutma maddesi çıkarsa çıkar, toplama ve doğal parktan geri dönüş olmaz” dediği bilgisi alındı.

Aktivistler bu durumu “Zaman kazandik. Durumu iyi anlatmalıyız. Sokakta hayvan kalmadıktan sonra ‘kuduz çıkan yerdeki sahipsiz hayvanların öldürülmemesi’ maddesi konse ne yazar? Baroların Hayvan Hakları Komisyonları, Veteriner Hekim Odaları, Fakülteler, müftülük ve STK’ların müdahalesini sağlamalıyız, gidebilen meclise gitmeli… Ne olursa olsun 2-3 gün kazandık. Ne olursa olsun sesimiz oraya gitti.” şeklinde değerlendirdi.

Bu sabah kendilerini Boğaziçi Köprüsü’ne zincirleyerek yasayı protesto eden grupta bulunanlardan hayvan aktivisti ve oyuncu Tuna Arman ise, yine twitter’dan “Ayşenur Bahçekapılı’yla görüştüm. Kendisi hazırlanmakta olan yasanın zaten “ölüm yasası” olmadığını, çalışmaların henüz bitirilmediğini, devam ettiğini söylüyor” dedi.

Kısacası şu an gelen bilgilerden, yaşam savunucularının tepkilerinin komisyon üyelerinin “kulağına gittiği” ve çalışmalarını buna göre revize etme ihtimalini değerlendirdikleri sonucuna ulaşılıyor. Ancak tasarının topyekun geri çekilmesi an itibariyle doğrulanmış bir bilgi değil.

Her ihtimalde yaşan ve hayvan hakları aktivistleri “Tasarı istediğimiz hale gelene kadar mücadeleye devam!” diyor.

Bu ve benzeri bilgileri Yeşil Gazete olarak derleyerek aktarmaya devam edeceğiz.

(Yeşil Gazete)

Direndik ve kazandık. Hayvan hakları yasa tasarısı geri çekildi

Hayvanlarla ilgili köklü değişiklikler getirecek yeni yasa tasarısına yönelik tepkiler hükümete geri adım attırdı. TBMM Çevre Komisyonu’nun gündeminde bulunan 5199 sayılı Hayvanları koruma Kanunun bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkındaki kanun teklifi gelen tepkilerin ardından geri çekildi.

Yeni yasama yılının başlamasıyla birlikte komisyonun gündemine alınması beklenirken bugün sürpriz bir kararla teklif geri çekildi.Komisyon , teklif üzerinde bazı değişiklikler yapıldıktan sonra tasarı tekrar komisyonun gündemine getirilecek. Ancak değişikliklerin hayvan hakları savunucularının  taleplerini karşılayıp karşılamayacağı henüz bilinmiyor.

Tasarı sokak hayvanlarının toplanarak “Doğal Hayat Parkları”na götürülmesini  tedbirini öngörüyordu. Tasarıya karşı çıkan hayvanseverler imza kampanyasının ardından pazar günü on binlerce kişiyi ülkenin dört bir yanında düzenlenen basın açıklamalarında bir araya getirmeyi başarmış, özellikle Taksim Meydanı’nda 50bin hayvanseverin yaptığı gösteri büyük ses getirmişti..

Kanun Tasarısının Tarihçesi

8 Şubat 2012’de TBMM Genel Başkanlığı’na sunulan “24/06/2004 Tarihli 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun Teklif”i 22 Şubat’ta ilgili komisyonlara ulaşmıştı. Ancak teklif önceki yasama yılında yetişmediği için bu yasama yılına kalmıştı. Gelen tepkilerin ardından komisyonda bulunan teklif hükümet tarafından değişiklikler yapılmak üzere geri çekildi.

(Yeşil Gazete)

Yeni partinin/yeni siyasetin odak noktası

Yeşiller’in, EDP’nin ve görüşmeler sırasında sürece dahil olan üçüncü kişilerin katılımıyla ortaya çıkacak parti yavaş yavaş şekilleniyor, son halini almaya başlıyor. Şehirlerde tematik konular etrafında yapılan toplantıların da etkisiyle, yeni bir siyaset için yola çıkanlar iyiden iyiye yeni katılımcılarla kalabalıklaşıyor.

Bu tip toplantılar hangi grupla, hangi şehirde yapılırsa yapılsın konuşulan konular genelde benzer. İki partinin birleşmesinden, yeni bir partinin katılımlarla oluşmasından bahsediyoruz en nihayetinde. İki temel konu üzerinde duruluyor. Bunlardan ilki parti, yani araç. İkincisi ise siyaset, yani yol… Nasıl bir araçla, nasıl bir yol izleneceği konusu etrafında dönüyor genelde konuşmalar. Olumlu öneriler, geçmişten yola çıkarak geleceğe dair eleştiriler, katkılar…

Bu gibi toplantılarda söz bana geldiğinde genelde aynı konular üzerinden bir kaç söz söylemeye çalışıyorum. Yolun nasıl bir yol olacağı konusunda benim fikrim, önerim ve kafam net. Örnekleyebilmem için bir kaç gün ileriye bakmamız gerekli. 7 Ekim 2012 Pazar gününe…

7 Ekim tarihi, Yeni Siyaset’i anlamak için sembolik bir tarih olacak bana göre. Nasıl bir yol sorusunun yanıtını benim için 7 Ekim Ankarası’nda gizli.  Ne var peki 7 Ekim’de Ankara’da?

7 Ekim’de Ankara’da iki adet miting var. Mitinglerden ilki “Biz Aleviler Ankara’ya Yürüyoruz” üstbaşlığıyla, “Laik Demokratik Türkiye İçin Eşit Yurttaşlık Mitingi”. Alevi örgütlerinin oluşturduğu federasyonlar tarafından düzenlenen Türkiye çapında bir Alevi mitingi. Bunun yanında da demokratik Türkiye, eşit yurttaşlık gibi isteklerin de bir kere daha tekrarlanacağı bir platform da olacak. İşte bu miting saat 12.00’de Sıhhiye Meydanı’nda gerçekleşecek. Yürüyüşler ise saat 10.00’da Tren Garı’nın önünden başlayacak. Yani 7 Ekim’in öğleden öncesi Türkiye’nin sorunlarına, Türkiye’ye dair taleplere dönük geçecek.

Bir de öğleden sonrası var.

Sıhhiye Meydanı’nın hemen ilerisinde, saat 14.00’de ise başka bir miting olacak. Sakarya Meydanı’nda 5199 Sayılı Hayvan Hakları Koruma Kanunu’na karşı çıkanlar, yani canlıların yaşam hakkını savunanlar sokaklarda olacak. Aynı geçen pazar İstanbul, İzmir başta olmak üzere on binlerce kişinin sokakta olduğu gibi. Kendi insanı dahil tüm canlılara yönelik olarak yeri geldiğinde ölüm, yeri geldiğinde işkence, yeri geldiğince baskı yapanlara karşı hayvanların hakları için sokakta olunacak.

Kimi insanlar bir mitinge gidecekler, kimi insanlar öbürüne gidecekler. Geçerken uğrayanlar olduğu gibi, ikisine de gitmek için evlerinden çıkacaklar da olacak. İşte Yeni Parti’nin/Yeni Siyaset’in yolu da doğrudan bu iki mitingden geçecek. Yol çünkü buradan çiziliyor en başta. Eşit, özgür bir Türkiye için de sokakta olabilen, hayvan hakları için de sokakta olabilen bir yol bu. Mağduriyetler arasında karşılaştırma ya da hesap yapmayan, birini diğerine göre hafif görmeyen, mağdurların birbirlerini savunmalarıyla bir noktaya gelinebileceğine inanılan bir yol bu.

“Eziliyorum, dışlanıyorum, susturuldum” diyen, (Ve söz konusu doğa olduğunda diyemeyenlerin de) herkesin ve her canlının; hukuk, adalet, demokrasi, yaşam hakkı, özgürlük bekleyenlerin sesi olması gereken bir aracın yolu da zaten başka bir yol olamaz. Hayvanların yaşam hakkı ile, vatandaşların eşit yurttaşlık talepleri arasında bir önem sırası yapanların, bunlardan bir tanesini ciddiye bile almayanların yolu olamaz.

İşte bu yüzden Yeni Parti’nin/Yeni Siyaset’in nasıl bir politika izleyeceğini, büyük kavramların arkasına sığınmadan söylemek gerektiğinde ben Eşit Yurttaşlık mitinginden çıkıp, doğada özgür yaşam mitingine gidenlerin politikasını izleyecek diyeceğim. Kısaca doğanın tahrip edilmediği, insan olmayan canlıların insanın önüne konmadığı, insanlar arasında da eşitliğin sağlandığı bir yaşam için mücadele edenlerin siyaseti…

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/#!/Urbarli

Köprüde, “Hayvan Öldüren Yasaya Hayır” eylemi

5199 sayılı Hayvanları Koruma Yasası’nda yapılması düşünülen değişiklikleri protesto eden yedi hayvansever aktivist bu sabah 11:00’de Boğaziçi Köprüsü’nde kendilerini köprü korkuluklarına zincirledi. Polis tarafından gözaltına alınan ve Üsküdar İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen aktivistler buradaki sorgularından sonra serbest bırakıldı.

2010’da Taksim Meydan’ında 50 gün süren bir oturma eylemi yapan ve eylem süresince topladıkları 250bin imzayı TBMM’ye teslim eden hayvansever aktivistlerden Tuna Arman, Hayvanları Koruma Kanununda yapılması düşünülen değişiklikler, yaptıkları eylem ve bundan sonraki süreç ile ilgili planları hakkında sorularımıza yanıt verdi.

Aynı zamanda tiyatro ve sinema sanatçısı olan ancak kendisini “hayvansever aktivist” olarak tanımlayan Tuna Arman, 2010 Taksim eyleminde amaçladıkları “hayvanlara şiddet ve tecavüz”ün yeni yasada yer aldığını ancak sokakta ve evlerde hayvanların yok edilmesi yoluna gidilmesinin kabul edilemez olduğunu belirtti.

Kendisi ile birlikte köprü eyleminde yer alan arkadaşlarının hiçbir dernek ya da kuruma bağlı olmadan kendi insiyatifleri ile burada bulunduklarını söyleyen Arman, “Kendi hayvanlarımızı, sokakta ya da evde olsun hiç farketmez, kendi canlarımızı korumak için elimizden gelen herşeyi yapacağımızın bilinmesini isterim” diye konuştu.

Tuna Arman’ın dışında Kebire Bozkurt, Sevim Alkoç, Nihal Balbay, Alp Ceylan, Tolga Öztorun ve Barış Soyer’in de katıldığı eylemde eylemcilerin giydikleri tişörtlerin üzerinde “Hayvan Öldüren Yasaya Hayır” ibaresi bulunuyordu.

Taksim’de yaptıkları eylem sırasında, “Bu eylem başarılı olmaz ise köprüye kendimizi zincirleyeceğiz” dediğini ve bugün bunu gerçekleştirdiklerini ifade eden Tuna Arman, “Biz hepimiz evimizde ya da sokaklarda engelli hayvanlara bakan, onlarla ilgilenen insanlarız. Benim yaşamam biçimim bu. Ben evimde birçok hayvan besliyorum. Bu yasa geçip evimize, hayvanlarımızı almaya gelirlerse önce cesedimizi çiğnemeleri gerekir” şeklinde konuştu.

7 Ekim’de Ankara’da yapılacak büyük eylemin sonrasında randevu alınabilirse TBMM’ye gidip iki sene önce teslim ettikleri 250bin imzayı geri isteyeceklerini belirten Arman, ondan sonra ya AİHM’e gideceklerini ya da tüm imzaları yakacaklarını sözlerine ekledi.

(Yeşil Gazete)

 

Güney Kore’de iki ayrı nükleer reaktör arıza nedeniyle kapatıldı

Shingori nükleer santralı

Güney Kore’de bulunan 1000’er megavatlık iki ayrı nükleer reaktörün biribirinden bağımsız nedenlerle bugün kapatıldığı açıklandı.

AFP’nin haberine göre ülkenin günaybatı kıyısında bulunan Yeonggwang santralıyla güneydoğu kıyısında bulunan Shingori nükleer santrallarının birer reaktörü bugün kapatıldı.

Busan kenti yakınındaki Shingori nükleer santralı bu sabah 8:10’da uyarı sinyali verdi ve 1 nolu reaktör kontrol çubuğundaki arıza nedeniyle durduruldu.

Yeonggwang nükleer santralindeki kapatmanın ise soğutma suyuyla ilgili bir arıza nedeniyle olduğu bildirildi. Bu santraldaki başka bir reaktör Temmuz ayında aynı nedenle kapatılmıştı.

Yetkililer her iki reaktörde de radyasyon sızıntısı olmadığı açıklaması yaptılar.

Yeonggwang ve Shingori nükleer santrallarında altışar reaktör bulunuyor.

Toplam 4 nükleer santralda 23 nükleer reaktör bulunan Güney Kore’de hükümet geçen yıl komşu ülke Japonya’da yaşanan Fukuşima kazasına rağmen nükleer planlarına devam ediyordu.

Güney Kore, hükümetin Sinop’ta yapmak istediği nükleer santrale talip olan ülkelerden biri.

(Yeşil Gazete)