Ana Sayfa Blog Sayfa 4552

“Yeni Bir Siyaset İçin” matematiği de aşmalıyız

Sanırım aşıyoruz. Hatta aştık bile. “Yeni Bir Siyaset İçin” sloganıyla yola çıkıldığında, sürekli tekrarladığımız bir hedef vardı. Bu oluşum, iki partinin toplamından daha fazlasını ifade etmeli. Ancak o zaman bir yere varabilir, bir çekim odağı olabilir. Sadece Yeşiller Partisi üyeleri ile, sadece Eşitlik ve Demokrasi Partisi üyelerinin oluşturacağı yeni bir partidense, bu ikisinin ortaya koyacağı siyasal idealler çerçevesinde biraraya gelecek üçüncü kişilerin de aktif ve eşit şekilde kendilerine yer bulabilecekleri bir yeni siyasal oluşumda ortaya koymak gerekliydi.

İşin matematik kısmı ise, hatırlayanlar olacaktır “1+1=2 etmesin, 3 etsin” şeklinde formülleştirilmişti. http://www.yenisiyaset.biz adlı internet sitesinde açılan destek kampanyasına bakıldığında ise 1+1’in çoktan 3 etmeye başladığı anlaşılıyor. Heyecan yaratan, insanların ilgisini çeken, “nihayet” dedirten bir çıkış yaşandı ve devam ediyor. Klasik ve geleneğe bağlı olarak yürüyen, bu sebeple de varlığını her zaman sürdürecek ama büyümesi de pek mümkün olmayan, sol partilerin olduğu bir ortama “Yeni Bir Siyaset” idealleriyle yapılan çıkış, olumlu tepkileri de hemen kendisine çekti. Evrensel bir sol arayışında olan insanların, yüzünü döndükleri bir nokta halini aldı.

Oluşan bu odakta üçüncü kişiler konusu ve misyonu önemli. Üçüncü kişiler; yani iki, üç ay öncesine kadar ne Yeşiller Partisi’ne, ne de Eşitlik ve Demokrasi Partisi’ne üye olan fakat ortaya konan idealler doğrultusunda kendisine bu hareket içerisinde yer bulan kişiler üzerinde önemle durmak gerek.

Öncelikle, bu birleşmeyi ve ortaya çıkan, çıkmakta olan,  hareketi sol ve yeşil iki ayrı hareket olarak düşünmemek gerekli. Çünkü sol bir parti ve yeşil bir partinin ittifak yapması amaçlanmıyor. Pekala o da olabilirdi, fakat amaçlanan nokta o değil. Amaçlanan ve olması gereken nokta yeşil sol bir düşünce bütünü ortaya koyabilmek. Ufak bir tökezlemede yere düşüp, dağılacak şekilde yeşil camı olan bir gözlüğün üstüne, bir de kızıl camı olan gözlük takmayı amaçlamıyoruz. Sol yeşil/yeşil sol ya da ekolojik bir sol/sol bir ekoloji şeklinde adlandırabileceğimiz bir düşünce bütününü gözlük olarak takacağız ve geçmişi, geleceği, idealleri bu perspektifle değerlendireceğiz. Üçüncü kişiler de, yani 9 Ekim’den itibaren bu oluşuma desteğini açıklayıp bizimle olanlar da, yeşil ve sol iki partinin birleşmesine eklenenler olarak değil, “Demokratik, özgürlükçü ve ekolojist bir siyaset için” bu iki partinin üyeleriyle birlikte yola çıkanlar olarak görülmeli.

Öyle de görülüyor. Farklı mesleklerden, şehirlerden, düşünce geleneklerinden yüzlerce insan yeşil sol idealler etrafında buluşmaya başladı. Bir metnin altına imza attılar. Şehirlerde toplantılar gerçekleşiyor, bir taraftan tüzük ve programatik metin taslakları hazırlanıp, “ben de varım!” diyenlerin görüşlerine sunuluyor, daha çok insana ulaşmak için, bu idealleri taşıyacak daha fazla insana dokunmak için çalışmalar devam ediyor. Türkiye’nin ve Dünya’nın çok yakıcı sorunlarına, çağdaş yanıtlar vermenin ve bu yanıtları verirken sesimizi gür bir şekilde, herkesin duyacağı düzeyde çıkarmanın yolu da bundan geçiyor zaten. Çünkü artık fikirlerimizin duyulmasının ve ideallerimizin gerçeğe dönüşmesinin zamanı. Türkiye de, Dünya da evrensel, çağdaş, demokratik, özgürlükçü ve ekolojist bir siyasete gerek duyuyor!

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/#!/Urbarli

Uzaydan tarihi atlayış! – Levent Kurnaz

14 Ekim 2012 günü Avusturyalı paraşütçü Felix Baumgartner 39 km yükseklikten Dünya’ya doğru atlayarak bu konudaki dünya rekorunu kırdı. Yazılı ve görsel basında yer alan ilginç haberler sonrasında benim de bazı konulara açıklık getirmem gerektiğini düşündüm.

Öncelikle, çok daha eski bir teknoloji ile 1961 yılında Joe Kittinger 31 km yükseklikten atlayarak önceki rekorun sahibi olmuştu. Geçen zaman içerisinde daha yüksekten atlamayı kimse başaramadı. Bu atlayışla Baumgartner balonla en yükseğe çıkma, en yüksekten atlama ve atlayışta ulaşılan en yüksek hız rekorlarını kırdı, ancak en uzun süre düşme rekorunu kıramadı.

Bu konuda aklınıza gelebilecek soruların bazılarına cevap verecek olursam:

Neden son elli yılda kimse daha yüksekten atlamayı beceremedi? Aslında sorun olan daha yüksekten atlayabilmek değil o yüksekliğe çıkabilmek. O yükseklikte hava basıncı deniz seviyesindeki basıncın yüzde biri civarında olduğundan o yüksekliğe çıkacak bir balon üretmek çok zor ve çok pahalıdır.

Peki uçakla neden o yüksekliğe çıkmadılar? Çünkü uçaklar da uçmak için havadaki oksijenden faydalanırlar, havanın yoğunluğu çok azaldığında uçak yakıtını ateşleyecek oksijen de bulunmaz hale gelir. Ayrıca havanın uçağı kaldıran aerodinamik özellikleri de havanın yoğunluğuna bağlı olduğundan o yüksekliğe normal uçakların çıkması imkansızdır. O yüksekliğe çıkabilecek uçak/roketlerin yapımı da balon yapımından çok daha pahalıdır.

Yani esas iş o yükseklikten atlamakta değil o yüksekliğe kadar atlayacak olan kişiyi sağ salim çıkartmakta. Evet.

Uzay nerede başlar? Atmosfer birden bitip uzay birden başlamaz, atmosferdeki gazların yoğunluğu gittikçe azalır. Yaklaşık 400km yukarıda bu gazların yoğunluğu neredeyse ihmal edilecek düzeye düştüğünden 400km ve üzeri uzay kabul edilebilir. Dolayısıyla Baumgartner’in atladığı yer uzay falan değil atmosferin içidir.

Baumgartner’in atlayış sırasında ışık hızını geçmeye çalıştığı doğru mu? Işığın hızı saniyede 300,000 kilometredir. Baumgartner’in en yüksek hızı saniyede 372 metre olmuştur. Bu hız ışık hızının yakınına yaklaşmasa da ses hızından gene de %24 daha hızlıdır.

O yükseklikte nasıl nefes alınır? O yükseklikte nefes alınamaz, bu yüzden özel bir “uzay” kıyafeti ile atlayışını gerçekleştirdi. Kıyafet Baumgartner’e oksijen sağlamanın dışında onu yaklaşık -60 dereceye kadar düşen sıcaklıktan ve basınç farkından da korudu.

Bu deneme Red Bull’a reklam yapmanın ötesinde ne anlam taşır? 1 Şubat 2003’de uzay mekiği Columbia dünyaya dönüşte parçalandı ve mekikteki yedi astronot öldü. Mekiğin kalkış sırasında zarar gördüğü ve iniş sırasında parçalanabileceği biliniyor olmasına rağmen inişine izin verildi çünkü uzay uçuşlarında kurtarma mümkün değildir. Baumgartner’in atlayışının bize gösterdiği, gelecekte böyle bir problemle karşılaşılacak olursa uzay elbisesi ve uygun bir paraşütle dünyaya atlamanın mümkün olabileceğidir. Ancak bugün için teknoloji uzaydan dünyaya atlamaya kesinlikle izin verecek seviyede değildir. Yine de bu atlayış o konudaki çalışmaları desteklemek açısından çok önemlidir.

Bu yazı ilk olarak t24.com.tr/ sitesinde yayınlanmıştır.

Levent Kurnaz

 

Prof. Dr. Levent Kurnaz

 

 

Dört güneşi olan yeni gezegen PH1 ile tanışın

Yale Üniversitesi tarafından yürütülen bir program dahilinde çalışan astronomlar dünyadan 5bin ışık yılı uzakta olağanüstü özellikleri olan yeni bir gezegen keşfettiler.

Uluslararası bir ekipten oluşan astronomların yaptıkları ilk açıklama bilim dünyası için bir ilk olma özelliğini de taşıyor. Keşfedilen yeni gezegenin gökyüzü tam dört güneş tarafından aydınlanıyor ki bu duruma şimdiye kadar rastlanmış değildi.

Yale Üniversitesi tarafından yürütülen programa gönüllü olarak katılanlar da bulunuyor ve bu kişilerin tek amacı yeni gezegenler, yeni galaksi sistemleri bulabilmek. Gezegen Avcıları (Planet Hunters) olarak adlandırılan bu gönüllü ekibe atfen yeni gezegene PH1 adı verildi.

PH1 dünyanın 6,2 misli daha büyük bir gezegen, Neptün’den bir parça daha büyük denebilir.

Yeni gezegenler, güneş sistemine benzer, dünya gibi gezegenler bulmak için yapılan Kepler Uzay Teleskobu Mart 2009’da faaliyete geçirilmiş. 2010 yılında amatör uzay meraklılarını gezegen avcılığına çekmek amacı ile The Planethunters.org sitesi kurulmuştu.

(Yeşil Gazete, Al Jazeera)

Tevfik Çavdar vefat etti

Tarih ve iktisat üzerine çok değerli çalışmalar yapan önemli aydınlarımızdan Tevfik Çavdar geçirdiği kaza sonucunda oluşan komplikasyon nedeniyle yaşamını yitirdi.

1931 yılında İzmir’de dünyaya gelen Çavdar, İstanbul İktisat Fakültesi’nden mezun olmasının ardından uzun yıllar Devlet İstatistik Enstitüsü ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yaptı.

Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi İşletme Bölümü mastır programında ve ODTÜ Şehircilik Bölümü’nde akademisyenlik görevlerinde de bulunan Çavdar, Türkiye’nin yakın dönem tarihi ve iktisat alanında birçok değerli çalışamaya imza atmıştı.

Gazeteci Gamze Erbil’in kaleme aldığı “Tevfik Çavdar’ın Kitabı” adlı çalışmada Tevfik Çavdar’ı kısaca anlatan ifadeler şöyleydi:

“Tevfik Çavdar Türkiye’nin en üretken aydınlarından. Emekçi halka ve ülkesine karşı sorumluluk bilinciyle bir iktisatçı olarak üstlendiği görevlerin yanı sıra, sürekli yazan, konferanslar veren, panellere katılan birisi… Çok insan tanıdı, çok gözledi, dolaştı, muhabbet etti, okudu. Aslında bir kitaba sığmayacak kadar dolu dolu yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Anılarını, kaygılarını, hüzünlerini, beğenilerini gazeteci Gamze Erbil’e anlattı. Türkiye’nin birçok “ünlü”sünü Tevfik Çavdar’ca, kendi bakışından değerlendirdi. Siyasetten konuştu, sonra spora geçti, sonra edebiyata odaklandı bir roman düşkünü olarak.”

Çavdar’ın çalışmalarından bazıları:

– Türkiye (1968)

– Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu

-Milli Mücadele Başlarken Sayılarla “Vaziyet ve Manzara-i Umumiye”

– İktisat Kılavuzu

– Milli Mücadelenin Ekonomik Kökenleri

– Özgürlük Kavgasında Yaşayan Geçmiş

– Yüz Yıllık Pahalılık

– Talat Paşa

– “Müntehib’i Sani’den Seçmeme

– İttihat Terakki

– Türkiye’de Liberalizm (1860-1990)

– Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839-1950

– Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1950’den Günümüze

– Bilanço: Yüzyılın Sonunda Dünya ve Türkiye

– Örgüt ve Mücadele ile Tanışırken

– Türkiye Ekonomisinin Tarihi

– İz Bırakan Gazeteciler ve Babıali’den Geriye Ne Kaldı?

– Bir İnkılabın Günbatımı: 1908 – 2008

– Kapitalizmin Yaşattığı Cehennem

– Türkiye’nin Yüzyılına Romanın Tanıklığı

(Sol)

 

Seçimlerden Litvanya galip çıktı. Nükleer inadı sona erdi

Litvanya’daki parlamento seçimlerinden, Rusya doğumlu milyoner iş adamı Victor Uspaskich’in liderliğindeki İşçi Partisi galip ayrıldı. Partinin, ikinci sırada yer alan ve daha önce nükleer santral kurulmasına karşı çıkan Algirdas Butkevicius liderliğindeki Sosyal Demokratlar ile koalisyon kurması bekleniyor.

İlk sonuçlara göre İşçi Partisi oyların yüzde 19.8’ini alırken Sosyal Demokratların oy oranı yüzde 17.8 oldu. Başbakan Andrius Kubilius’un muhafazakar Anavatan partisi oyların yüzde 16.7’sini alırken, hükümet ortakları Liberal Hareket’in oy oranı yüzde 8.5 oldu.

2008’de göreve gelen Kubilius hükümeti, ülkenin iflas etmesinin önüne geçebilmek için vergileri artırmış ve harcamalarda kesintiye gitmek zorunda kalmıştı.

Şu anda Avrupa Parlamentosu üyesi olan Uspaskich, partisiyle ilgili vergi yolsuzluğu skandalı sebebiyle ülkeden kaçmak zorunda kalmıştı.

Lithuania Tribune’a konuşan uzmanlar, hükümette İşçi Partisi, Sosyal Demokratlar ve Rolandas Paksas liderliğinde oyların yüzde 9.74’ünü alan merkez sağ Düzen ve Adalet partisinin yer almasını bekliyor.

28 Ekim’de seçimlerin ikinci turunun gerçekleştirilmesi ve hükümet kurma görüşmelerinin sonlandırılmasının ardından Butkevicius’un başbakan olması bekleniyor.

Seçime katılım ise yüzde 50.1 ile oylamanın geçerli sayılması için gereken yüzde 50’lik eşiğin üzerinde oldu. Parlamento seçimiyle birlikte, Litvanya’da yeni bir nükleer santral kurmaya yönelik referandum da düzenlendi. Referanduma katılımın da barajı geçip geçmediği henüz belirli değil, ancak katılımcıların büyük kısmının 2009 yılında kapatılan Ignalina yerine kurulacak yeni bir santrale karşı oy kullanması bekleniyor.

Bir önceki hükümetin, enerji alanında Rusya’ya bağımlılığı azaltmak için bazı iddialı planları vardı. Yeni kurulacak Visaginas santralinin yanı sıra ülke, Gazprom ile sözleşme sona erdikten sonra LNG terminali kurmayı hedefliyordu.

Visaginas’ karşı çıkan Sosyal Demokratlar LNG terminaline prensipte onay veriyor, ancak projenin Letonya ve Estonya ile birlikte yürütülmesi gerektiğini savunuyor.

AB’ye 2004 yılında katılan Litvanya, 2013’ün ikinci yarısında ilk kez AB dönem başkanlığını üstlenmeye hazırlanıyor.

(Euractiv.com)

Okan Murat Öztürk: “Neşet Baba Türkiye için bir insanlık dersidir”

Açık Radyo Programcısı ve dostumuz Emre Dağtaşoğlu bağlama sanatçısı, akademisyen, araştırmacı ve yorumcu Okan Murat Öztürk ile 25 Eylül’de kaybettiğimiz büyük ozan, saz üstadı, anadoluda kendisine verilen isim ile “Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş hakkında bir röportaj yaptı.

Birkaç gün önce Neşet Ertaş ile ilgili kendi düşüncelerini ” Neşet Ertaş Türkiye’de bir müessesedir” yazısında paylaşan Dağtaşoğlu’nun Okan Murat Öztürk ile gerçekleştirdiği bu keyifli ve öğretici sohbet ile siz değerli okurlarımızı başbaşa bırakıyoruz.

 


Emre Dağtaşoğlu: Neşet Ertaş hakkında birçok şey yazılıp çizildi ve genelde ne kadar önemli bir sanatçı olduğu üzerinde duruldu hep. Ama Neşet Ertaş’ın neden önemli olduğu hakkında pek söz söyleyen olmadı. Bu bakımdan size Neşet Ertaş’ın neden önem arz ettiğini sormak istiyorum ilk olarak.

 

Okan Murat Öztürk: Bana göre Neşet Ertaş’ın önemli olmasını sağlayan birkaç yönü var. Bunlardan ilki, bize geleneğin nasıl bir okul olduğunu, geleneksel müzisyenliğin aslında ne tür bir potansiyele sahip olduğunu gösteren birisi olmasıdır. Bununla kastetmek istediğim icracılık ve bestecilik yönleri. Neşet Ertaş bu iki özelliği de “formel” bir eğitimden değil ama geleneğin içindeki bir eğitimden gelen birisi olarak mükemmel şekilde temsil etmektedir. Dolayısıyla geleneğin nasıl bir okul olduğu ve bu okulun üretmeyle ilgili, icracılıkla ilgili nasıl bir potansiyeli bulunduğunu anlamamıza imkan tanıyor. Önemi öncelikle buradan ileri geliyor. Fakat bugün bu önemi anlamamızı ve daha iyi değerlendirmemizi sağlayacak akademik düzeyde hiçbir çalışma yok.

İkincisi, Neşet Ertaş’ın Anadolu insanı olarak taşıdığı duyarlılıklar ve aldığı geleneksel terbiyenin onun insani mayasına kattığı değerler. Neşet Ertaş gencecik yaşında babasının yanında düğünlere gidip gelen, zaman zaman çengilik yapan, zaman zaman keman, zaman zaman da saz çalan bir adam. Babasının yanında hayatı ve mesleği öğreniyor; meclis adabını, insanlarla iletişimi öğreniyor. Bunlar bize onun aldığı geleneksel terbiyenin nasıl birşey olduğunu göstermesi açısından önemli. Onun, hayatı boyunca o terbiye içinde kalmayı başarabilmesi de ayrıca önemli. Çünkü devlet sanatçılığı verildiğinde “halkımın sanatçısı olarak kalmak benim için en büyük onurdur” diyebilecek kadar olgun, maddi hırslardan ve payelerden arınmış bir insan. Burda bir insan var, bizim o insanı anlamamız lazım.

 

Emre Dağtaşoğlu: Bektaşi ve Melami bir meşrep de taşıyor aslında.

 

Okan Murat Öztürk: Tabi, batıni bir tarafı olduğu kesin; batıni bir özü var. Bu özü belki tüm boyutlarıyla kendisi de bilmiyordu. Bilmek farklı birşey, yaşamak ve yapmak farklı birşey. Çünkü her yapan mutlaka bilmek zorunda değildir, her bilen de yapamayabilir. Bunlar müziğin ve sanatın doğasında ayrı ayrı vasıflar: Bilmek, olmak, yapmak… Neşet Ertaş’ın mayasında insana büyük bir sevgi ve saygı var. Ama en önemli kavramlardan birisi bana göre “gönül”.

 

Emre Dağtaşoğlu: Türkülerinin çoğunda, belki hemen hemen hepsinde geçen bir kavram bu.

Okan Murat Öztürk: Evet, örneğin “bilmez yar gönlümden bilmez” ifadesinde olduğu gibi. Gönlü anlamak, gönlü bilmek… O batıni öz, bir insan gerçekliği olarak, belki kendisini en fazla burada ifade ediyor. Çünkü Neşet Ertaş elli yıldan fazla bir süre bu ülkenin müzik gündeminde hem ürettikleriyle hem de icracılığıyla var olmayı başarmış bir insan. Bu adamın arkasında medya yok, siyasi bir hareket yok, dini bir takım cemaatler yok… Bu adam çırılçıplak bir anadolu insanı.

 

Emre Dağtaşoğlu: Sazı ve sözü var.

 

Okan Murat Öztürk: Sazı ve sözüyle… Hakikaten Neşet Ertaş’ın “Neşet Ertaş” olduğu dönemde arabesk diye bir salgın vardı. Ama o, arabeske hiç bulaşmadı. Halbuki arabesk yapan adamların neredeyse tamamı, Orhan Gencebay da dahil olmak üzere, Neşet Ertaş’ın üslubundan, besteciliğinden, saz çalışından etkilenmiş kişilerdir.

 

Emre Dağtaşoğlu: Bu da onun belli bir gelenekten gelmesi ve demin sözünü ettiğiniz adabı almasıyla yakından alakalı olsa gerek.

 

Okan Murat Öztürk: Tabi ki. Çok zor şartlarda yaşayan, piyasa şartlarında varolmak zorunda kalmış bir insan olarak piyasanın o batağına, o yozluklarına hiç bulaşmamış olması benim gözümde onu çok yücelten birşey.

 

Emre Dağtaşoğlu: Bir de okuldan bahsettiniz. Bu konuya tekrar dönmek istiyorum. Zira Neşet Ertaş’ın o geleneğin son temsilcisi olduğu söyleniyor. Geleneğin bundan sonraki akıbeti hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Orta Anadolu’da birtakım icracılar var, kimileri samimi takipçi, kimileri taklitçi…

Okan Murat Öztürk: Abdallar anadolunun profesyonel müzisyenleri. Abdal geleneği varolmayı, ayakta kalmayı sürdürüyor. Fakat Neşet Ertaş’tan sonra bu gelenek önemli ölçüde değişmiş ve dönüşmüştür. Neşet Ertaş’tan önce Muharrem Ertaş ayrı bir ekol, Hacı Taşan ayrı bir ekol, Çekiç Ali ayrı bir ekol. Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Neşet Ertaş, her üçü de Muharrem babanın öğrencileri, onun yetiştirdiği kişiler. Peki nasıl oluyor da bu üç ayrı insan üç ayrı repertuar oluşturuyorlar.

 

Emre Dağtaşoğlu: Üç ayrı lezzet.

 

Okan Murat Öztürk: Tabi. Başka ilginç birşey şu ki, Neşet Ertaş; Çekiç Ali ve Hacı Taşan’a göre o kadar başka bir üslup ve dominant bir varoluş ortaya koyuyor ki kendinden sonra Neşet Ertaş abdal geleneğinde hemen hemen yegane model oluyor. Yani kendi dışındaki pek çok alanları etkilemiş olması bir tarafa, abdal geleneğinin de en önemli motifi haline geliyor.

 

Emre Dağtaşoğlu: Bu onun dehasından kaynaklanıyor.

 

Okan Murat Öztürk: Kesinlikle.

Emre Dağtaşoğlu: Peki bundan sonra o gelenek devam etmeyi sürdürebilecek mi? Bu önemli bir husus.

 

Okan Murat Öztürk: Devam edecek. Büyük şehir ortamında o geleneğin genç kuşak temsilcilerinden birisi olan İsmail Altunsaray’ı çok takdir ediyorum. Ve bir dileği burda özellikle vurgulamak istiyorum. Ümid ediyorum ki İsmail, İstanbul müzik piyasasının koşulları ne olursa olsun, Neşet Ertaş gibi safiyetini ve cevherini koruyarak ayakta durabilmeyi başarır. Çünkü İsmail bunu başarırsa, Neşet Ertaş’ın bu kültüre yaptığı katkıyı daha da ileri taşımaya aday bir isim. Çok başarılı ve beğendiğim bir üslup, çok değerli bir icracı, çok iyi bir yorumcu. Ama bunları o vermeye çalıştığım mesajı da önemseyerek söylüyorum. Çünkü evet, Neşet Ertaş varolabilmeyi başardı ama bir halk müziği sanatçısı olarak kimlik üzerinden giderek ya da bir politika üzerinden tribünlere oynarayarak, birilerini arkasına alarak, siyasi bir takım mesajlar vererek halk müziği yapmadı hiçbir zaman. Kimseye ne üzerinden oynattı ne de kimsenin borazanı oldu. Neşet Ertaş’ın demin belirttiğimiz üzere batıni bir ruhu var, Bektaşi bir yönü var. Yalın bir müzisyen ve sanatçı duyarlılığıyla onu görmemiz lazım.

Ben cenazesine gittim. Onbinlerce insan yurt içinden yurt dışından, haftaiçi çalışma günü olmasına rağmen oraya geldiler. Bunu hiçbir siyasi hareket yaptıramaz. İnsanlar oraya Neşet Ertaş’ı sevdikleri, ona saygı duydukları ve onun safiyetine inandıkları için geldiler. Belki “bu adam böyle bir insandı, böyle insanlar da var” demek ve bunun mesajını vermek adına oradaydılar.

Emre Dağtaşoğlu: Neşet Ertaş’ın icrası ile ilgili de bir soru sormak istiyorum. Çünkü sık sık onun icrasının çok özel ve önemli olduğundan bahsedilse de bu önemin ve özelliğin nereden kaynaklandığı üzerinde hemen hemen hiç durulmuyor. Neşet Ertaş’ın icrasını özel kılan şeyler nelerdi? Genelde açıklanmadan bırakılan bu hususta neler söylenebilir?

 

Okan Murat Öztürk: Halk müziğinde temel eğitim modeli usta-çırak ilişkisine dayandığı için ustadan öğrendiklerini yinelemek, biraz ona öykünmek ve ona benzemek bu eğitimin bir parçasını oluşturur. Bu da o geleneği sürdüren bir zincir olarak okullaşmayı beraberinde getirir. Neşet Ertaş ise usta-çırak ilişkisiyle yetiştikten sonra köyünden çıkıp büyük şehir ortamına gelmiştir. Burada hayatın belli şoklarıyla karşılaşmış, bedeller ödemiş ve bunların yanısıra müthiş kültürel ve müzikal etkileşimlere açık hale gelmiştir. Bu ortam, dehasında varolan o cevheri geliştirebilmesine imkan vermiştir. Ama Neşet Ertaş’ın köylü özelliklerini ve vasıflarını korurken, dehasını bu etkileşimler ışığında geliştirerek ortaya koyabilmesi onun önemli bir özelliğidir.

İcrasında en bariz farkı yaratan unsur ise Türkiye’nin farklı müzisyenleriyle, farklı yöre müzikleriyle, farklı üsluplarıyla yüzleşmesi ve bunları kendi içinde yeniden sentezleyebilmesidir. Yani Neşet Ertaş’ın üslubunun içerisinde bütün bu farklı etkilerden izlere rastlayabiliriz. Örneğin Mahzuni Şerif’ten, barak müziğinin önemli icracılarından Halit Arapoğlu’ndan ve Bayram Aracı’dan etkiler vardır. Bütün bu etkileşimler Neşet Ertaş’ı “Neşet Ertaş” yapmış ve icracılığındaki büyük farkı, yorumculuğundaki derin yanı, bağlama çalışındaki üstün tekniği var etmiştir.

Bunlara ek olarak, Neşet Ertaş salt melodi çalmaz, aynı zamanda gümbür gümbür sazı döverek vurmalı çalgı gibi kullanır. Çok ilginç tel eşlikleri ve mızrap kullanımlarıyla melodiye armonik eşlikler bulmaya çalışan, okuduğu zaman sazında belli pozisyonlarda pedal tutabilen, adeta bir armonik eşlik ve özel bir dem motifi gibi buluşları olan bir sanatçıdır. Yani sazını mükemmel bir akompanya [accompany: eşlik etmek, refakat etmek] aleti olarak kullanabilen ender müzisyenlerden birisidir. Ritmik yönü çok gelişkindir, buluşları takdire şayandır, melodiye eşlik yapabilecek tarzda bağlamayı kullanabilmesiyle de eşsiz isimlerden bir tanesidir. Büyüklüğü buradan kaynaklanmaktadır.

 

Emre Dağtaşoğlu: Son olarak şunu sormak istiyorum. Yazılan çizilen şeylerde genelde Neşet Ertaş’ın bağlı olduğu gelenek ve bu gelenekten gelen sanatçılar üzerinde durulmakta. Bu ise sanki Neşet Ertaş’ın sadece bu gelenekteki sanatçılar üzerinde etkisi varmış gibi bir izlenim doğurmakta. Siz bir akademisyen, araştırmacı, besteci, aranjör, icracı ve yorumcu olarak günümüzde bu işi en iyi icra eden insanlardan birisiniz. Ben de sizin icranızı bir dinleyici olarak yakından tanıyorum. Üslubunuzda birçok ustanın etkisi var şüphesiz. Ama özellikle Neşet Ertaş’ın icranız üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu merak ediyorum. Bu aynı zamanda Neşet Ertaş’ın sizin gibi sanatçılar üzerinde nasıl bir etkisinin olduğunu anlamak açısından da önem arz etmekte çünkü.

Okan Murat Öztürk: Neşet Ertaş’ın çok bariz bir etkisi var benim icramda. Oğlu Hüseyin benim ortaokul arkadaşım, evlerine gidip gelmiştim. O zamanlar tabi Neşet Ertaş’ı tanımıyordum; orta ikinci sınıf öğrencisiydim. Türkiye’de bugün bağlama çalan hiçbir insan kolay kolay Neşet Ertaş’tan öyle ya da böyle etkilenmeden bağlama çalamaz. Ben çok denemişimdir, Neşet Ertaş’ın çok özel bir hançeresi var, asla başaramadım onu. Hani zenci gırtlağı dediğimiz birşey var ya, herhalde Neşet Ertaş’taki hançere de abdallara, o insanlara mahsus birşey. Biz onun tabiriyle “sonradan bellemelerdeniz”. Kendisi öyle nitelendiriyor, “sonradan bellemeler” diyor. Ama bir yıl önce İTÜ Bağlama Günleri’nde onunla aynı gün sahne aldım. Yıllar sonra Neşet Ertaş’ı ilk defa gördüm. Dışarıda Bengi Bağlama Üçlüsü’nden bizim Özay’la birlikte beklerken, onlar bir grupla sahneden indiler. Arabalarına doğru giderlerken o gruptan ayrıldı ve benim yanıma geldi. Ben şaşırdım, dondum kaldım. Elimi eline aldı ve “senin sazından farklı sesler çıkıyor, seni çok takdir ediyorum, çok beğeniyorum, çalışmalarını severek dinliyorum” dedi. Bu benim için, hatta Türkiye’de bağlama çalan herhangi bir insan için herhalde hayatı boyunca duyabileceği en büyük takdirdir. Bu kadar da olgun bir insandı. Yani Neşet Ertaş sahip olduğu imajla böyle birşey yapmaya ihtiyaç duymayabilirdi ya da beğense bile bunu ifade etme gereği görmeyebilirdi. Bu kadar olgun, bu kadar “insan” birisiydi. Bana bunu söylemiş olması, hayatımda duyduğum, aldığım en büyük payelerden biri ve en güzel hatıralardandır.

 

Emre Dağtaşoğlu: Son olarak söylemek istediğiniz birşey var mı bu konuyla ilgili olarak?

 

Okan Murat Öztürk: Neşet Baba Türkiye için bir insanlık dersidir.. Bütün yokluklar ve yoksulluklarla mücadele etme biçimiyle, tüm bunların arasından damıtılıp bir imbikten süzülerek varolma biçimiyle bir insanlık dersidir. Bugünün Türkiye’sinde herkes birbirinin gırtlağına yapışmışken, Neşet Ertaş’ın yıllarca gönül, sevda, sevgi, aşk demesi, onun insanlara vermeye çalıştığı mesaj adına bence bugün daha da anlam kazanır. Neşet Ertaş, yalnızca bir müzisyen “bir çalgıcı”, “bir düğün müzisyeni” değil, bir halk bilgesi ve hayata karşı gerçekten tecrübeli bir insandır. O yüzden onun söylediği şeylerin benim gözümde kıymeti çoktur. O cenaze gününde tanık olduğum insanların nitelik, sayı ve duruşu zaten bunun en büyük kanıtıdır. Türkiye insanına, doğru bir el uzatılırsa, gönülden bir el uzatılırsa Türkiye insanın bunu anlamaması ve bunun niteliğini farketmemesi gibi birşey söz konusu olamaz.

 

Röportaj: Emre Dağtaşoğlu

Neşet Usta’nın ardından: Gecikmiş bir taziye 2

Bir günden bir güne sormadım seni
Körümüş gözlerim görmedim seni

Neşet Ertaş

Sarisözen ve Türk Halk Müziği Geleneğinin İcadı

Muzaffer Sarısözen, Anadolu yerel müzik geleneklerinin ve bu geleneklere bağlı müzisyenlerin hayatında çok önemli etkileri olan bir müzik insanıydı. Sarısözen’in, ‘mahalli sanatçı’ sıfatıyla radyoya kazandırdığı Neşet Ertaş’ın sanat hayatı üstünde de dolaylı ve dolaysız etkileri oldu.

Sarısözen, 1937’den 1952’ye kadar çıktığı 18 gezide, binlerce halk ezgisinin derlenmesi için çaba harcadı. Ancak bu envanteri Türk Beşlisinin besteleri için ham materyal olarak değil, homojen ve canlı bir THM geleneğine hayat vermek için topladı. Bu projesini ilk olarak 1940’larda Ankara Radyosunda yayınlanan Yurttan Sesler programlarında hayata geçirdi ve aralarında Neşet Ertaş’ın da olduğu ‘mahalli sanatçıları’ radyoya davet ederek, onlarla programlar yaptı. Böylece Anadolu’daki çeşitli yerel müzik geleneklerinin Aşıklar ve Abdallar gibi yaşayan -ve yaşatan- üretken yerel sanatçılarına destek oldu.

Sarısözen’in Ankara Radyosu’ndaki çalışmalarından önce, hiçbir resmi eğitim ve yayın kuruluşunda THM eğitimi ve yayını yapılmıyordu. Ayrıca, Yurttan Sesler programları farklı yörelere ait müzikal geleneklerin karışıp, kaynaştığı bir kap görevi gördü. Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayan yerel ve etnik topluluklar birbirlerinin yerel müziklerini, Ankara Radyosunu dinleyerek öğrendiler. Daha önce birbirlerinin müzikal geleneklerini hiç tanımayan insanlar, ilk kez Türkiye’nin her köşesinden yerel halk ezgilerini dinleme imkanı buldular.

Öte yandan, Sarısözen ve takipçilerinin farklı yerel ve etnik müzikal geleneklere yönelik tutumları ana akım resmi paradigmanın “homojen THM idealine”, yani Anadolu’da tek bir homojen THM olduğu yolundaki öngörüsüne dayanıyordu. Halbuki, bugün THM olarak adlandırdığımız şey aslında Trakya’dan Harran’a, Ege’den Karadeniz’e Anadolu’da öteden beri varolan ve çeşitli yerel- etnik topluluklara ait canlı halk müziği geleneklerinin zengin çeşitliliğini massetmekteydi. Bu gelenekler, özellikle akustik yapılarında ve perde sistemlerinde çeşitli ortak unsurları haiz olsa da her geleneğin özellikle sazlarında ve icra tarzlarında özgün farklılıkları da vardı. Bu nedenle Sarısözen ve tilmizleri Anadolu’nun farklı yerel ve etnik müzikal geleneklerini ortak bir potada eritmeye yönelik olarak bir standartlaştırma ve homojenleştirme çabasına giriştiler. Milliyetçi-modernleşmeci paradigma uyarınca girişilen bu çaba neticesinde, otantik olarak zurna ve kemençe gibi diğer yerel sazlarla çalınan pek çok halk ezgisi bağlamaya uyarlandı; orijinalinde farklı etnik grupların yerel dillerinde sözlere sahip olan halk müziği parçalarına yeniden, Türkçe sözler yazıldı. Büyük koro ve orkestradan oluşan Batılı icra tarzı radyodaki THM programlarına empoze edildi. Bu tarz önce ‘radyo tarzı’ sonradan da ‘TRT tarzı’ olarak adlandırıldı. Radyo tarzı ve bağlama farklı yöre ve etnisitelere özgü halk müziği geleneklerinin icralarında standardizasyonu sağlayan ortak bir pota oluşturdu.

Sarısözen ve takipçileri, THM ile Mûsikî arasında resmi milliyetçi-modernleşmeci paradigmanın öngördüğü keskin ayrımı da benimsemişlerdi.  Nitekim, bu ayrımı belirginleştirme kaygısıyla THM’ye özgü yeni bir notasyon ve yeni bir terminoloji geliştirip, Mûsikî’deki makam sistemi yerine ayak sistemine dayalı dizi adlandırmalarını kullanmaya başlamışlardı.

Sonuç olarak, Sarısözen ve tilmizleri, bir yandan egemen resmi paradigmaya koşut olarak, farklı yerel ve etnik kökenlere ait müzik örneklerinin homojen bir THM geleneği olarak eklemlenmesini sağlarken; bir yandan da halk müziğini yaşayan gelenekler olarak değil de folklorik bir tortu, akademik bir araştırma nesnesi ve klasik Batı tarzı bestecilere ham malzeme kaynağı olarak algılayan milliyetçi-modernleşmeci paradigmadan bir ölçüde uzaklaşarak, bu geleneklerin canlılıklarını bir nebze de olsa korumalarını sağladılar. Böylece bir yandan resmi müzik paradigmasını reddetmeyerek, onun halk müziği alanına yansıtılmasını sağlarken; diğer yandan paradigmanın Türk müziği için alternatif bir modernleşme yolu çizen bir varyasyonunu önerdiler.

THM’nin Anonimliği Dogması

Sarısözen ve takipçileri, milliyetçi-modernleşmeci paradigmanın THM’nin anonim karakterde olması gerektiğine dair önyargısına da sadık kaldılar. Aşık ve Abdal geleneklerine ve Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki bazı yerel halk müzisyenlerine destek sağlamalarına karşın, söz konusu müzisyenleri orjinal beste yapan yaratıcı-üreticiler olarak değil, yerel folklorik materyalin taşıyıcıları (derleyicileri, kaynak kişileri vb.) olarak gördüler. Bizzat Aşık geleneğinin menbaında doğup büyüyen Sarısözen, Aşıkları, Abdalları ve diğer “mahalli sanatçıları” anonim geleneklerin taşıyıcısı olarak görmüş, birer bestekar olarak kabul etmemişti. Bu nedenle onların beste çalışmalarını ve anonim ezgilere kişisel yaratıcı katkılarını düzeltilmesi gereken hatalar olarak görüp, derleme çalışmaları sırasında bu katkıları her yöre için oluşturduğu bir ideal yerel tarz modeline göre “düzeltmişti”.

Anonimlik konusundaki ısrar ve halk müziği bestecilerine karşı önyargı Ankara Radyosunda başladı ve sonrasında TRT tarafından bugüne dek sürdürüldü. TRT’nin THM repertuarı bütünüyle “kaynak kişilerden” derlenmiş anonim halk müziği örnekleri olarak kabul ediliyordu. TRT İcra Denetimi, programlarda bestecisi bilinen, dolayısıyla anonim olmayan halk müziği parçalarını repertuara almıyor ve  yayınına izin vermiyor; parçaların ezgisel yapılarının Mûsikî makamlarıyla benzerlik arzetmesine, bunu parçaların anonim olmadığını gösteren bir delil kabul ederek, hoş karşılamıyordu. Aslında anonim olmayan bir kısım halk ezgisi, sanki anonimmiş gibi kabul edilip,  bestecisi ezginin “derleyeni” ya da “kaynak kişisi” olarak kayda geçiriliyordu.

Anonimlik Dogmasının Müzisyenlere ve Geleneklere Verdiği Zararlar

İşte bu resmi önyargının, içlerinde Neşet Ertaşın da bulunduğu pek çok halk müzisyeni açısından (Aşık Veysel gibi az sayıda örnek dışında) olumsuz sonuçları oldu. Pek çok bestekar halk müzisyeni, Kültür Bakanlığı ve TRT tarafından, yaşayan müzik geleneklerinin yaratıcı, üretken unsurları olarak değil; “mahalli sanatçı”, “kaynak kişi” ya da “derleyen” başlıkları altında, tortulaşmış geleneklerin taşıyıcıları ve derleyicileri olarak görüldüler. Bu taşıyıcı-derleyici rol, yerel halk müziği sanatçılarına andığımız resmi kurumlarca empoze edildi.

Neşet Ertaş, Musa Eroğlu, Hacı Taşan ve Çekiç Ali gibi “mahalli sanatçılar”yıllar boyunca besteler yaptılar. Ancak, TRT’nin yayın tekelini elinde tuttuğu ve henüz özel yayın kuruluşlarıyla müzik endüstrisinin sıçrama yapmadığı on yıllar boyunca kendi bestelerini, derledikleri anonim ezgiler olarak sunmak zorunda kaldılar. Nitekim üretken bir sanatçı olan Neşet Ertaş’ın da pek çok bestesi TRT repertuarına “Neşet Ertaş’tan alınan”, ya da “Neşet Ertaş’ın derlediği” anonim ezgiler olarak alıdı.

THM’nin anonimliği konusundaki resmi ısrar, özel eğlence ve yayın sektörlerinde Aşık ve Abdalların fikri mülkiyet haklarının sürekli olarak ihlaline de neden oldu ve onları büyük maddi zarara uğrattı. Nitekim Neşet Ertaş, kendi ifadesine göre fikri mülkiyet konusundaki yeni düzenlemelerin yürürlüğe girdiği 1996 yılına dek geçen 39 yıllık müzik hayatında, bestelerinin başkalarınca ticari olarak kullanılması neticesinde hiçbir telif alamamış, ilk kez 1996 yılında telif ücreti almıştı.

Aşık Çobanoğlu da bestelerini kullanan çeşitli pop müzisyenleri ile telif konusunda çatışmalar yaşamıştı. Neticede Aşık ve Abdal geleneğinden gelen pek çok halk müzisyeni, bestelerinin kullanılması sonucu hakettikleri maddi ve manevi karşılığı alamamış ve zor ekonomik koşullar içinde ve kırgın yaşamışlardı. Bunun seyrek istisnaları Kültür Bakanlığınca farkedilip gözetilen, ya da Arabesk gibi popüler tarzlara yönelen kimi müzisyenlerdi.

Resmi kurumların, yerel halk müzisyenlerine yönelik tutumlarıyla ilgili diğer bir çarpıcı anekdota göre: Aşık Murat Çobanoğlu, 1990’larda, dönemin Cumhurbaşkanı Özal’ın elinden Devlet Sanatçısı unvanı alan az sayıda şanslı Aşık’tan biri olmuş; ancak bunun için bir bedel ödemiş ve ödülü aldıktan sonra Aşık sıfatını hiçbir kamuya açık müzikal etkinlikte kullanamamıştı. Çünkü devlet sanatçılarının Aşık, Abdal vb. sıfatları kullanması Kültür Bakanlığı’nca yasaklanmıştı.

Geleneksel müzik üzerindeki resmi baskı, 1950’lerde muhafazakar, merkez sağ hükümetlerin yönetiminde yavaş yavaş azaldı ve ilk Türk Müziği Konservatuarı İstanbul Belediyesi Konservatuarı bünyesinde 1975’te açıldı. 90’lı yıllara kadar geçen süre içinde paradigma etkisini büyük ölçüde kaybetti. Bunun yanında, popüler Batı müziğiyle geleneksel müzik akımları arasında bazı kendiliğinden eklemlenmeler ortaya çıktı ve 1990’lara gelinceye kadar eğlence ve müzik sektörüne egemen oldu. 90’lı yıllardan sonra kültür politikalarını uygulayan ve resmi yayın organı TRT’yi idare eden yetkililer, uygulamalarında ve yayın politikalarında paradigmaya ilişkin önceliklerini bir kenara bırakmak zorunda kaldılar. Bunun başlıca nedeni 90’lı yıllarda özel medyanın gelişmesiydi.

Bugün, Aşık ve Abdal geleneklerinden gelen bestecilerin eserleri, kanuni düzenlemelere rağmen hala sanki bedava yararlanılabilecek, kamuya açık, anonim ham malzemelermiş gibi sömürülmektedir. Ancak bu kez TRT tarafından değil, bu eserleri popüler Batı müziği tarzlarında düzenleyip, kendi çalışmalarına katan pop müzisyenleri tarafından.

Popüler müzik akımları çerçevesinde yapılan düzenlemeler, bu gelenekler için, ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. ‘Arabesk’, ‘fantezi’, ‘özgün’ ya da ‘pop’ müzik gibi akımlar yaygınlaşıp, orijinal gelenekleri gölgelemeye, onların yerini almaya başladıkça, bu orijinal geleneklerin içinde yetişen müzisyenler, ekonomik kaygılarla popüler müziğe yönelmekte; bu da bir yandan onların geleneklerinin bozlak, misket ve deyiş gibi orijinal tarzlarını bozmalarına; diğer yandan da yeni nesil içinden geleneklerini öğretip, aktarabilecekleri çıraklar bulmakta güçlük çekmelerine neden olmaktadır. Bu yüzden, örneğin bir Sıra Geceleri geleneği, Eşkiya filminden sonra gelişen bir ilgiye rağmen, neredeyse bitmiştir.

Neşet Usta’yı Anlamak

İşte; Neşet Baba’nın Devlet Sanatçılığı unvanını neden reddettiğini, “halkın sanatçısı” olarak neden kendini ve eserini yalnız ve yalnız halkına emanet ettiğini anlamak için sanat hayatının 40 yılını içinde geçirdiği bu koşulları bir kez daha değerlendirmek gerekiyor. Sanıyorum, bugün bize düşen onun anısını ve eserini daha bir sahiplenmek; sazını, sözünü, hakkını vererek, keyfini çıkararak, bir kez daha, bir kez daha dinlemek olacaktır.

Sana karşı benim bir sözüm yoktur

Haklısın Neşet Baba haklısın,

Hata benim günah benim suç benim

Nur içinde yatasın Neşet Baba!

 

Erol Günaydın hayatını kaybetti

Tiyatro, sinema ve seslendirme sanatçısı Erol Günaydın hayatını kaybetti.

Ünlü sanatçı Erol Günaydın vefat etti. Sanatçının kızı Günfer Günaydın, Twitter’dan paylaştığı mesajda Erol Günaydın’ın hayatını kaybettiğini duyurdu. Günfer Günaydın, attığı Tweet’te ‘Babamı kaybettik’ yazdı.

1933 yılında Akçaabat, Trabzonda doğdu. Tiyatroya Galatasaray Lisesi bünyesinde başlayan Günaydın, 1955’te Haldun Dormen Cep Tiyatrosunda ‘Papaz Kaçtı’ adlı oyun ileprofesyonel aktörlük hayatına başladı. 1960’da ilk sinema filminde oynayan Erol Günaydın, elli yıllık bir süre içinde çok sayıda filmin ve tiyatro oyununun yanı sıra TRT’de yayınlanan Çiçek Taksi adlı dizide de oynadı. Nasreddin Hoca tiplemesi, meddah gösterileri, Ayı Yogi seslendirmesi ve canlandırdığı diğer pek çok karakter günümüzün en tanınan ve kıdemli aktörlerinden biri haline gelmesini sağladı.
Gazeteci-yazar Emine Algan tarafından birkaç aylık bir süre içinde kendisiyle gerçekleştirilmiş bir nehir-söyleşi 2007 yılında ‘İki Kalas Bir Heves’ başlığı altında kitaplaştırıldı.

Ermenistan: Uçağın aranacağını biliyorduk, uçakta sadece gıda maddesi var

0

Erzurum’da indirilerek aranan Ermenistan uçağına ilişkin ilk bilgiler gelmeye başladı.Türkiyeli yetkililerden konuyla ilgili henüz doyurucu bir açıklama gelmezken, Ermenistan, uçağın aranmasının iki ülke arasında yapılan önceki görüşmelerde kararlaştırıldığını ve uçağın insani yardım malzemesi taşıdığını bildirdi.

Suriye’de Esad güçleri ile muhalifler arasında devam çatışmalarına ardından, Avrupa, Amerika ve Ermenistan’da Suriyeli Ermeniler için yardım kampanyası düzenleniyor. Erzurum’a indirilen uçak, bu yardım kampanyası sonucunda toplanan yardımların ilk partisini taşıyordu. Agos’a konuşan Ermenistanlı yetkililer, uçağın aranacağının kendilerine bildirildiğini ve bu şartı kabul ettiklerini söyledi.

Oknir Yeğbort (Kardeşine Yardım Et)  kampanyansın organizatörü ve milletvekili Vahan Hovhannisyan, uçakta yardım malzemesi olduğunu doğruladı. Hovhannisyan, uçağın Halep’te bulunan Ermenilere yardım götürmek için havalandığını ve kontrol edileceğini bildiklerini söylediler.

Türk Dışişleri yetkilerinin, kendilerine, uçağın Türkiye’den geçmesi için Türkiye’de bir yerde arama yapılması gerektiğini söylediğini belirten Hovhannisyan, “Biz de bunu kabul ettik. Dışişleri bize Erzurum’u gösterdi. Aramadan sonra uçak, Halep’e devam edecek” dedi

Hovhannisyan, “Uçakta 13 ton gıda malzemesi var. Başlatılan kampanyanın ilk partisi bu uçakta. Yardımlar gelemeye devam ettikçe, göndermeye devam edeceğiz” dedi.

Uçağın ait olduğu Air Armenia şirketinin müdürü ve kendisi de şu anda uçağın içinde olan Arsen Avedisyan, yaptığı açıklamada, Türk basınında yer alan “uçak zorla indirildi” haberlerinin doğru olmadığını, bu işlemin tamamen iki ülke arasındaki anlaşmanın doğal sonucu olduğunu söyledi. Uçakta sadece gıda maddesi olduğunu belirten Avedisyan, aramanın bitmesinin ardından, yollarına devam edeceklerini ifade etti.

(Agos)

 

Vatan’dan al haberi, “Isınma durmuş(muş)”

Vatan Gazetesi bugün yayınlanan nüshasının arka sayfasında “Isınma Durdu” başlığı ile bir haber yayınladı. Haberde özetle küresel ısınmanın sanıldığı gibi bir tehdit oluşturmadığı, hatta uzun yıllar önce ısınmanın durmuş olabileceği iddiası yer alıyordu. Biz de dünya devletlerinin 20 yıldır her sene uğruna zirveler düzenlediği, bir çare bulmak için göstermelik de olsa toplantılar yaptığı, karar alıcıları harekete geçirmek için oluşan halk hareketinin her geçen gün katlanarak arttığı küresel ısınmanın nasıl olupta dünya üzerindeki hemen hemen tüm bilim insanlarının gözünden kaçarak kendi kendine sona ermiş olabileceğini araştırdık.

Öncelikle haberde adı verilen bilimsel kuruluşların söz konusu araştırması ile ilgili arama motorlarında bilgi taradık. Vatan’ın haberinde suyun yüzündeki buz kütlesi misali çok küçük bir detayı iletilen araştırma ile ilgili tüm detaylara vakıf olduk. İki haberi irdeledikten sonra da ülkemizde küresel iklim değişikliği denildiğinde akla ilk gelen isimlerden Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden Prof. Dr. Levent Kurnaz’a danıştık.

İşte asıl gerçekler.

Vatan’ın haberine konu olan araştırmanın tüm detaylarına  business.inquirer.net sitesinde yer alan Seth Borenstein’in haberinden ulaşmak mümkün. Vatan gazetesinin “Isınma Durdu” başlıklı haberinde değinilen, “Güney Kutbunda iklim değişkliği buz kütlesini arttırdı” haberi doğru ama hoca Nasreddin’in “sen ya sayı saymayı bilmiyorsun ya da hiç dayak yemedin” bahsinde olduğu gibi haberde bir endaze sorunu var. Güney Kutbu’nda buz artmakta, fakat Kuzey Kutbu’nda eriyen buzul kütle ile kıyaslandığında bu artışı hesaba dahil etmek bile zul oluyor.

Seth Borenstein’in haberinde görüşlerine yer verdiği bilim insanlarının da vurguladığı gibi iklim kuşkucuları bu durumu kendi görüşleri doğrultusunda çarpıtarak yorumlamaktalar. Antartika (Güney Kutbu) her on yılda %1 oranında buz kütlesini arttırmış olabilir ancak buna mukabil Arktik (Kuzey Kutbu) sadece Eylül ayında tüm yüzölçümünün %5,7’sini kaybetmiş durumda.

Bunun yanında Arktik’te (Kuzey Kutbu) buzların çok hızlı erimesi gezegenin yerleşimi açısından düşünüldüğünde daha fazla yerleşimin bulunduğu Kuzey Yarımkürede bulunanları çok daha fazla etkiliyor. İklimin değişme döngüsünü hızlandıran bu süreç yüksek hava sıcaklıkları ve ani sel baskınlarını da beraberinde getiriyor.

Öte yandan Kuzey Kutbu Buz kütlesi (Arktik) nerdeyse tüm okyanus yüzeyini kaplayacak denli bir ölçekte iken Vatan’ın haberinde, “Orda buz artıyor, demek ki ısınma durdu” dediği Güney Kutbu Buz kütlesi 1,5 ABD kadar bir bölgeyi kaplamakta.

Vatan’ın haberinde adını andığı tüm bilimsel kurumlar, İngiliz Meteoroloji birimi, Colarado Kar ve Buz Veri Merkezi de bilimsel gerçekleri, “güney kutbunda buz kütlesinin rekor artışını” bildirirken bu durumun kuzey kutbundaki buz kütlesinin erimesi yanında hesaba bile alınamayacını da üstüne basarak vurguluyorlar.

Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. Levent Kurnaz da güney kutbunda gerçektende bir buz artışının olduğunu ancak bunun kuzey kutbundaki buzul erimesinin yanında dikkate değer olmadığını belirtiyor. “Antartika’da buz artışı %10 ise, Arktik’de buzulun erimesi 3 misli” diyen Kurnaz, “Diğer taraftan Kuzey Kutbu’nun altı lacivert, Güney Kutbunun ise beyaz. İklim değişikliğini tetikleyen durumların başında güneş ışınlarının yansıması gelir.  Güney kutbundaki buz artışının bu açıdan da küresel ısınmaya bir etkisi olamaz” şeklinde görüş beyan ediyor.

(Yeşil Gazete, Business Inquirer.net)