Ana Sayfa Blog Sayfa 4548

İstanbul Günlüğü

Ah İstanbul Ah! Sen nelere kadirsin?

Urfa’dan ayak bastım Atatürk Havalimanına. Urfa’nın bombalara rağmen huzurlu, sükunet dolu atmosferinden sonra İstanbul gecenin o saatinde bile fazlasıyla huzursuz, kalabalık ve taşkındı. Havaş’tan Taksim’de indim. Tekerlikli valizim ve sırt çantamla bir taksi arandım, kalacağım yere varmak için, ama nafile. Gecenin saat 1’i ve Taksim’de elinizi kaldırdığınızda duracak tek bir taksi bile yok. Zira sokaklar mahşer yeri gibi kalabalık, herkes sokakta. Yürümeye başladım… Yer Teşvikiye. Saat 01:45. Uzun yürüyüşlerimin İstanbul’u.

Ardarda günler kovalar benim İstanbul zamanımı. Her gün ortalama 3-4 toplantıyla geçer. Bir gün Yeryüzü Derneği ile toplantıya koşturuyorum. İstanbul Modern’de buluşacağız. Konumuz adil ticaret, katılımcı sertifikasyon vesaire. Müzenin bahçesine girmemle flaşların yüzümde patlaması bir oldu. O da ne? Fashion Week’in içine düştüm. Adil ticarete giderken tüketim ananın kucağında buldum kendimi. Çelişkilerimin İstanbul’u.

Bir başka gün Bilgi Üniversitesi’ndeyim. Ekolojik Sosyal Girişimcilik dersi açıyoruz Bilgi Üniversitesi ve Buğday Derneği ortaklığında. Toplantıdayız. Ve Santral Kampüsünde işten çıkarılan temizlik işçileri eylemde. Ellerinde pankartlar, sloganlar eşliğinde rektörlük binasının önündeler. Ne güzel. Hakkını arayan insanlar var hala. Rektörlük binasından çıktım ben de. Kapının içeri tarafından görmek ilginç oldu bu eylemi. Direnişlerimin İstanbul’u.

Sonra Yeşil Atlas zamanı. Yılda bir kere gelir. Oruç tutar gibi Atlas Dergisi binasına giderim. Bu sefer yeni taşınılan binaya gittim. Mecidiyeköy’de Trump Towers. Akıllı bina diyorlar. Atlas Dergisi 30 küsur katlı binanın 21. Katında hizmet veriyor. Yeşil Atlas içindeki konulardan biri Ahmet Atıl Aşıcı’nın yazdığı “Yeşil Ekonomi”, ve bir diğeri Alper Akyüz’ün yazdığı “Büyümenin Sınırları”. Yazıların kafamda oluşturduğu sorularla düşünüyorum ve Atlas’ın Yayın Yönetmeni Özcan’a (Yüksek) soruyorum: “Elektrikler kesilse bu binada ilk bir saat içinde neler olur?”, “Elektriğe ne kadar bağımlıyız?” gibisinden sorular bunlar. Tam akıl yürütürken mevzuu üzerine, elektrikler gerçekten kesiliyor! Pes doğrusu… Durugörülerimin İstanbul’u.

Evet, elektrikler kesildi ve jeneratör de devreye girmedi. Önce serverlar kilitlendi. Ve fotoğraf seçmek için dia arşivine ulaşılamaz oldu. Dolayısıyla dergilerin yapımı için gerekli fotoğraf işi tamamen durdu. Tasarımcı tayfası tümden devre dışı! Ardından editör ve yazar takımının bilgisayarlarının elektrikleri bitmeye başladı ki yazı okuyup, yazması gereken bu insanlar için dayanılması zor bir durum. Bir süre sonra bina klimalar çalışmadığı için ısınmaya başladı. Zira akıllı binanın büyük camları var ancak açılmıyor. Havalandırmalar ise yine elektriğe bağlı olduğu için çalışamadı. Asansörler durdu ve içinde insanlar asılı kaldılar. Katlara giden kapıların hepsi kartlı, kitlendiler. Sonunda bir bina görevlisi geldi ve bize rahatsız edici bir sakinlikle, tane tane bir cümle kurarak “binayı yavaş yavaş boşaltıyoruz. Paniğe gerek yok ancak acele edersek iyi olur, zira merdivenleri inmeniz zaman alacak ve merdiven boşluğundaki ışıklar birer birer sönmeye başladı ve karanlıkta inmeniz çok zor olur” dedi. Hımm. Hafiften korku filmi renkleri görmeye başlıyoruz. Toparlandık ve merdivenlerden inmeye başladık bir grup insanla. Gittikçe karanlıklaşan ve havasızlaşan izbe merdivenleri bitirdik ve binanın içinde bir yere çıkabildik. Afetlerimin İstanbul’u.

Trump Towers aslında bir alışveriş merkezi ile başlıyor ve iş kuleleri ile son buluyor. Bizim çıktığımız kısmı ikisi arasında bir yer, araf misali. Kuleye (bu metafora uygun şekilde) bir ecinni tarafından hapsedilmiş, havasızlıktan sürekli baş ağrısı çeken basın işçilerinin hava almaya çıktıkları bir balkon ile anlam veremediğim ışıklı bir pano var bu katta. Gözlerimi kısıp panoya bakıyorum, bir takım yazılar arkalarında ışık huzmeleri bırakarak dönüyorlar. Sanırım bir film reklamı bu. Panonun arkası da bir sinema salonu olsa gerek. Bina, yada ecinni, içine giren insanların bir kısmını merdiven boşluklarına, bir kısmını asansörlerine, bir kısmını da çalışma odalarına kilitlemişti ve son enerjisini de o koşullar altında seyredilemeyecek bir filmin reklamını yapmak için kullanıyordu! Ecinnilerimin İstanbul’u.

İstanbul’un kendisi bir ecinniydi zaten. Bilmem kaç milyon insanı her gün yeniden kendisine bağlayan o kara büyüyü yapıyor, kurbanlarının kendisinden kaçırmaya çalıştıkları zaman ve parayı, başka bir kılığa girip kapıyordu ellerinden. Bir AVM ecinnisi veya süpermarket ecinnisi, ya da eğlence ecinnisi olarak..  O şehirde yaşamanın tek yolu, şehirde yaşamak için kazanılan paranın tümünü haraç olarak vermek ve sahip olunan bütün zamanı da para kazanmak için harcamaktı. Mantıkdışı durumların İstanbul’u.

Köyüme dönmeden önceki son gece kurulacak olan yeni partinin toplantısına gittim. Yine trafik içinde sıkışmış vaziyetteyim, ama iki dakika gecikme ile toplantı salonuna varmayı başardım. Güzel bir kalabalık. Sevdiğim ve seveceğimi umduğum insanlar var. Salon basık ve karanlık ama içerideki hava taze ve aydınlık. Öyle geldi bana. Birlikte bir yol yürüyeceğiz gibi görünüyor. Yol uzun, çok vakit de yok ama sanırım herkes hevesli ve daha da önemlisi iyi ve olumlu. Bu büyük çeşitliliği bir araya getirebilmek de kolay değil. İstanbul dışında bir yerde de çok zor olurdu herkesi bir arada görmek.

Oh be! Nihayet İstanbul! Olması gereken İstanbul işte bu! Çeşitliliğin İstanbul’u.

 

Güneşin Aydemir

 

 

Güneşin Aydemir

Emniyet Müdürünün vicdanı! – Şeyhmus Diken

Kürt halkı son otuz yıldır kendilerine karşı yürütülen kirli savaşın içinde çok serencamlar yaşadı, çok badireler atlattı ve çokça bürokratla yüzleşti.

Şefkatle yaklaştığını söyleyeni de, vicdanlı olduğunu savlayanı da kendi inisiyatifleriyle davranmadı. Hemen tümü sınırlı da olsa kişisel dostlukları hariç tutulmak kaydıyla, Ankara’nın memuru o memuriyetin politik kararlarının uygulayıcıları olduklarını hiç ama hiç unutmadılar.

Görünürde halka şefkat elini uzatma edasında olan, sokaktaki vatandaşla muhabbet edebilen görüntüler sergileyenler oldu ise de genel politika, Cumhuriyetin Kürt Yurttaşlarını potansiyel suçlu olarak addeden tavır ve ruh halleri hiç değişmedi. Çokça örnek olarak gösterilen 1990’lı yılların Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan da böyle bir müdürdü. Ciğercide, kahvecide, seyyar satıcıda, amigoda gecenin geç bir saatinde kendisine ulaşmalarının mümkünatının simgesi telefon numarası kayıtlıydı. Ama herhangi bir toplantı ya da etkinlikte dönemin seçilmiş Kürt siyasal aktörleri ya da parti yöneticileri ile mesafeli durmak, hatta tokalaşmamak, onlar yokmuş onları görmüyormuş gibi yapmak “müdürün” edasıydı. Sokaktaki vatandaşla “bağ” var gibiydi ama halkın seçilmiş siyasal temsilcileriyle kesinkes ilişkinin zerresi yoktu. Hatta tavır alış vardı. Yani devletin, Kürtlerin seçilmiş siyasal temsiliyetini “terörize etme, terörist” addetme tavrı Gaffar Müdürde de vardı.

Ama derin devletin kırılma noktasının çatıştığı çizgi onu, Gaffar müdürü derin güçler tarafından katletmeye, öte yakaya yollamaya yetti.

Yakın günlerde halkın gerilla diyerek evlatları saydıklarına yine “terörist” diyerek ama bu kez alışılmışın dışında “Teröriste ağlamak“tan söz eden bir yeni dönem bürokrat müdürle karşılaştı kamuoyu.

Halk bu söylemin yabancısı değildi. Ankara istemez ise, hiçbir müdürün dilinin farklı bir söyleme evrilemeyeceğini biliyordu halk. Ama konuşuyordu işte Diyarbakır Emniyet Müdürü.

Doğrusu farklı bir ruh halinin tezahürünün yansıyan yüzünün içinde olunduğu bir gerçeklik. Bir taraftan siyasi arenada iktidara ortak olmaya soyunanlarla, iktidarı elinde sıkı sıkı tutanlar arasında genel politikalardan gündelik politikalara varıncaya kadar ciddi kapışmaların ve hesaplaşmaların olduğu artık aşikâr. Bunun emniyet dahil güvenlik birimlerindeki tavır alışlara kadar yansıdığı da biliniyor. Ve bu durumda ister istemez Diyarbakır Emniyet Müdürünün “ağlatısı”, Tunceli Emniyet Müdürünün “kafa tokuşturan” polisler yerine “Alevi polisler” istemesi iktidar talepkarlarının yeni politikalarının güvenlikçiler üzerinden yansıyan tavır alışlarına delalet ettiğini söylemek sürpriz olmamalı, bu madalyonun bir yüzü.

Ama madalyonun asıl ve çarpıcı yüzü de şu ki; artık bir müdürün, polis şefinin “şefkat eli”nin Kürt tebaaya uzanması kesmiyor. Çünkü Kürt meselesinin çözümsüzlüğü artık şehirleri yaşanabilir kılmanın, insan gibi davranmanın yanında devlet politikası olarak yepyeni bir dil oluşturmakla mümkün olması gerektiği noktasında kilitlendiğini de kavramaktan geçiyor.

Vurgulanmalı ki devlet ve hükümet böyle bir noktada değil. Kürt meselesinde hâla şiddetin politikası ile başarılı olunabileceğine endekslenilmiş. Sınır ötesi kara hava operasyonları, çatışmalı halin yayılarak süregenleşmesi ve en mühimi de “ağlatısına” dahi devletin en üst kademesinden yüksek perdeden tahammülsüzlük. Dilin ve politikanın kaba hali bu.

İyisi mi bu mecrada Diyarbakır Emniyet Müdürü de dahil Ankara’nın memurları hele hele “güvenlikçileri” bu nevi devletin en üst düzeyindekilerin kararlarına mazhar politikalara girmemeli. Elbette sözleri insani ve anlaşılır. Ama o sözlerin politik arka planının devlet ve taraflar üzerinden ancak çözüme kavuşabileceğini kendilerini aşacağını bilmeliler.

Peki yönettikleri mekanlarda başkaca yapabilecekleri yok mu?

Elbette var. Örneğin Diyarbakır son yirmi yıl içinde nüfusu üçe katlanmış bir durumda. Uyuşturucunun sokaklarda okul çocuklarına köşe başlarında satıldığı herkesin dilinde, şehrin şehir olmaktan kaynaklı gündelik sorunları had safhada, eğitim, sağlık, hırsızlık, kapkaç gibi. İşte asıl bu noktada siyaset dışında ama devlet siyasetinden kaynaklı asayişe dair rutin işlerin müdahilliği asıl “ağlamak” isteyenlerin görevi diye düşünüyorum. Çocuklarla, gençlerle oynayan mafyatik çetelerin peşine düşmeli “müdürüler”. Kürt siyasetçileri ile meseleyi hâl yoluna koymanın yöntemsel çözümünü devletin Ankara’daki seçilmişlerinin kararına bırakmalı. Yoksa o müdürleri bölgeye tayin eden siyasi irade o sözlerin ardında durmaz ise-ki durmadığı hemen netleşti-sözlerin zerre kadar kıymeti kalmıyor, ayrıca inandırıcılığı da olmuyor. Sadece bölge halkının nezdinde bir kez daha “Müdürüne güvenmeyen bir devlet nasıl bu meseleyi çözecek!” diye orta yere kaba hatlarıyla bir soru daha sorulmuş oluyor..

Şeyhmus Diken – www.bianet.org/biamag

 

Bankalar için küçük, insanlık için büyük bir adım…- Baran Alp Uncu

Ofisinden çıkmış iyi giyimli bir banka çalışanı kapalı otoparkta arabasına doğru ilerler. Banka yöneticileri için ayrılmış alana park ettiği arabasına tam binecekken, bir grup genç tarafından durdurulur. Issız otoparkta kafalarına kapüşonlarını geçirmiş bu grubun kendisini soyacağını düşünen banka yöneticisinin yüzüne korku ve endişe dolu bir ifade oturur. Canını kurtarmak isteyen banka yöneticisi, gençlere aceleyle son model arabasının anahtarlarını uzatır. Sonra, pahalı saatini, evrak dolu çantasını ve şişkin cüzdanını verir. Kendisine zarar vermemelerini mırıldanır. Kapüşonlu gençler ellerine tutuşturulanları hiçbir şey demeden alır. Sert bakışlı grup lideri aldıklarıyla yetinmez ve banka yöneticisinin ceplerini arar. Bulduğu bozuk paraların bir tanesini ayırır. Öteki elinde beliren bir kerpeteni aşağıda tutarak bir şey keser. Parmağını kesileceğini zanneden banka yöneticisine ikiye böldüğü bozukluğu gösterir. Şaşkın bakışlı bankacıya, yarım bozukluk dışında, diğer tüm eşyalarını eksiksiz olarak geri verir. Ve ekler: “Merak etme; paranı [yarım bozukluğu] hakkıyla harcayacağız”.

Ünlü aktör Ben Kingsley’in banka yöneticisini oynadığı bu sahne, bir Hollywood filmine ait değil. Modern zamanların Robin Hood’larının yürüttüğü kampanyanın tanıtım filmi. Filmde kapüşonlu gençler tarafından temsil edilen Robin Hood’ların amacı, küresel boyuttaki ekonomik, sosyal ve çevresel sorunlara çare bulmak. Buldukları çözüm ise oldukça basit bir fikre dayanıyor: her türlü finansal işlemden –ATM’lerden para çekmek gibi bireysel finans işlemleri dışında- yüzde 0,05 (onbinde beş) oranında bir vergi toplanması. Amaç, bugünkü küresel ekonomik sistemin temel ayaklarından olan finansal sektöre, yarattıkları küresel problem ve krizlerin bedelini ödetmek. Toplanan Robin Hood Vergisi –hem yerel, hem de küresel düzeyde- yoksullukla mücadele, küresel ısınmanın durdurulması ve git gide azalan kamu hizmetlerinin sağlanması gibi çeşitli alanlarda kullanılacak. Yüzde 0,05 çok küçük bir oran gibi gözükse de, sonunda elde edilecek miktar parmak ısırtacak cinsten. Örneğin, yapılan hesaplara göre yılda Britanya’da 32,3 milyar dolar,  Almanya’da 12,9 milyar dolar, Fransa’da 14,3 milyar dolar toplanması hedeflenirken; bu rakam Amerika Birleşik Devletleri’nde 200 milyar dolara kadar çıkıyor. Dünya genelinde uygulanması hâlinde yılda toplam 400 milyar dolarlık bir kaynağın elde edilmesi bekleniyor. Öte yandan, verginin oranı bankaların hayır diyemeyeceği, en azında hayır demeleri durumunda nedenini açıklayamayacakları, kadar düşük. Durum böyle olunca da, Robin Hood Vergisi’ne destek dünya genelinde hızla büyümekte. Şubat 2010 tarihinde başlatılan kampanyayı şu an Britanya’da sendikalar, çevre örgütleri, dini örgütler, insani yardım örgütlerinin oluşturduğu geniş bir yelpazeden 115 sivil toplum örgütü ve sosyal hareket destekliyor. Küresel sorunların çözümlerinin ancak küresel boyutta bulunabileceği fikrinden yola çıkarak, kampanya hâli hazırda Amerika, Avrupa ve Avustralya kıtasından toplam 15 ülkede örgütlü olarak yürütülüyor. Verginin yerel, bölgesel ve küresel boyutta uygulanması gerektiğini savunulduğu kampanyaya, 25’den fazla ülkeden milyonlarca insanın desteği yağıyor. Robin Hood Vergisi, küreselleşme sürecinde söz sahibi siyasal ve iktisadi elitin bir kısmını da ikna etmiş gözüküyor. Bugüne kadar, Joseph Stiglitz ve Paul Krugman gibi ünlü ekonomistlerden Geroge Soros, Bill Gates gibi işadamlarına kadar birçok etkili isim Robin Hood Vergisi’ne açık desteğini verdi. Sör Ben Kingsley, Bill Nighly ve Emma Thompson gibi şöhretler oynadıkları kampanya filmleri ve katıldıkları konferanslar yoluyla fikri kitlelere ulaştırmaya çalışmaktalar. Hatta, Nicolas Sarkozy ve Angela Merkel gibi sağ politikacılar bile bu verginin uygulanmasının gerekliliğini yakın geçmişte telaffuz ettiler.

Lobicilik, imza kampanyası ve “Wall Street’i İşgal Et” hareketi çerçevesinde düzenlenen küresel eylem günü gibi yöntemlerin etkili bir şekilde kullanıldığı kampanyanın, somut bazı sonuçlar elde etmesi de gecikmedi. Geçtiğimiz hafta Almanya, Fransa, İspanya, İtalya, Avusturya, Belçika, Portekiz, Yunanistan, Slovenya, Slovakya ve Estonya’dan oluşan 11 Avrupa ülkesi, verginin yürürlüğe konulması için çalışma başlattıklarını ilan etti. Bu ülkelerden Fransa, sınırları içindeki mali işlemlerden %0.2’lik (binde iki) vergi alınması uygulamasını 1 Ağustos 2012 tarihi itibariyle yürürlüğe zaten koymuştu. Şimdi hedef, verginin Avrupa Birliği genelinde uygulanması. Britanyalı Cameron hükümeti fikre şiddetle karşı çıksa da, diğer Avrupa ülkelerinde artan kabul, bu hedefe varılmasına çok uzak olunmadığının sinyalini veriyor.

Kampanyanın alacağı daha çok yol var. Hâlâ, dünya kamuoyunun büyük bir kısmı ve de bankacılık sektörünün tamamı, Robin Hood Vergisi’nin piyasalara ve ekonominin geneline hasar vermeyeceği konusunda ikna edilmeyi bekliyor. Verginin dünya genelinde yürürlüğe konması durumunda bile sorunlar bitmiyor. Küresel düzeyde devletlere eşdeğer siyasi bir organizasyonun olmamasından dolayı, verginin toplanması ve kullanılması işleri ulus-devletlere düşüyor. Bu da, toplanan vergilerin, doğru yerlere harcanmasını sağlanabilmesi için devletlerin Robin Hood’lar tarafından sürekli denetlenmesi demek. Her ne kadar aşılacak birçok zorluk olsa da, küresel adaleti sağlamak için önerilen bu ‘basit’ yol, yerkürenin önündeki en büyük şanslardan biri olarak gözüküyor. Kampanyayı yürütenlerin yaptığı hesaplamalara göre, 2 milyar dolarlık kaynak ile 1333 yeni rüzgâr enerjisi santrali kurulabiliniyor. 30 milyar dolar harcandığında ise dünya genelindeki tüm insanlar temiz suya erişim imkânı kazanmış oluyor. Sadece bu iki örnek bile, Robin Hood Vergisi’nin bankalar için küçük, insanlık için ise büyük bir adım olduğunu göstermeye yeter.

Baran Alp Uncu-www.t24.com.tr

Hem yeşil, hem de sol parti İstanbul’da sahneye çıktı

EDP ve Yeşiller Partisi’nin başlattığı birleşme ve yeni katılımlarla yeni siyaset için yeni bir siyasi parti kurma çalışmalarında sona yaklaşılıyor.

Bu amaçla bugüne dek düzenlenen çok sayıda toplantıdan biri daha dün “Yeni bir siyaset için buluşma” adıyla İstanbul’da yapıldı. Yaklaşık 300 kişilik salonun tamamen dolduğu toplantıda pek çok katılımcının ayakta kaldığı görüldü. Toplantıda daha çok yeni partiyi destekleyen bağımsızlar neden bu hareketi desteklediklerini anlattılar. Ayrıca tüzük ve programatiik metin taslakları kamuoyuna sunuldu.

Henüz ismi belirlenmeyen, ancak “hem yeşil, hem de sol” olacak yeni parti 25 Kasım 2012’de kurulacak.

“Bu sol içi bir birleşme değil”

Taksim Hill Otel’de saat 19.00’da başlayan ve “Yeni bir siyaset için buluşuyoruz – www.yenisiyaset.biz” pankartının altında yapılan  toplantının açılış konuşmasını Yeşiller Partisi Eş Sözcüleri Sevil Turan ve Kemal Tuncaelli yaptı.

Sevil Turan “”Yeni bir siyaseti örmek, Türkiye’de ve dünyada siyasetin yapılış biçimini değiştirmek için yola çıkıyoruz. EDP-Yeşiller birleşmesinin çok ötesine geçtiğimiz, sizlerle her geçen gün umudumuzu ve sesimizi güçlendirerek devam ettiğimiz bu yolda çok mutluyuz.” derken, yeni bir siyaset çağrısına yanıt verenlere ve buluşmaya katılanlara teşekkür eden Kemal Tuncaelli, konuşmasında bir durum değerlendirmesi yaptı. Tuncaelli, Yeşilller ve EDP’nin amacının sol içi bir birleşme değil, yeni bir örgütlenme tarzı ve alternatif bir siyaseti hayata geçirmek olduğunu söyledi. Bugüne kadar yapılanları tekrarlamaktan kaçınacaklarını belirten Tuncaelli, “klasik sol partilerden ayrı bir örgütlenme modeli sunacağız. Çünkü ülkede sadece solda yeni bir partiye değil, sahici bir partiye olan ihtiyaca cevap olma çabası içindeyiz” dedi.

Yeni partinin programatik metin ve tüzük taslaklarının tanıtıldığı toplantının moderatörlüğünü EDP Genel Başkan Yardımcısı Prof Dr. Erol Katırcıoğlu ve Yeşiller Partisi’nden Ayşe Akdeniz yaptı. “Yeni siyaset, umut verici bir başlangıç yapıyor” diyen Katırcıoğlu, bu süreci birlikte hazırlayanların yanında yepyeni yüzleri salonda görmekten sevinç duyduğunu belirtti.

“En iyi parti hayatını kurmak istiyoruz”

Yeni parti için hazırlanan tüzük taslağını tanıtmak için kürsüye gelen EDP’den Gülnur Aksop, “Önceliğimiz parti içi demokrasidir” dedi. Doğrudan demokrasi ideallerine sahip çıktıklarını, şiddetsiz bir dili ve mücadeleyi savunduklarını vurgulayan Aksop, “Kadın kotası ve rotasyon uygulayacak, eşsözcülük sistemi gelecek, toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bir parti için çalışıyoruz” dedi.

Toplantıda dağıtılan ve daha önce internet üzerinden duyurulan tüzük taslağını özetleyen Gülnur Aksop, yatay örgütlenen bir partinin oluşturulacağını, üye olmayan yurttaş kesimiyle geçirgen ilişki biçimlerinin geliştirileceğini, hazırlanan tüzük taslağının halen tüm katılımcıların görüş ve katkılarına açık olduğunu söyledi.

Aksop sözlerini tamamlarken, “En iyi parti hayatını kurmak istiyoruz” dedi.

“İdeolojik değil politik birlik partisi kuruyoruz.”

Program taslağını tanıtmak için kürsüye gelen Yeşiller Partisi’nden Ümit Şahin, ellerinde dört dörtlük tamamlanmış bir program olmadığını, çünkü partinin yeni katılımlarla genişlemeyi hedeflediğini belirtti. Hazırlanan taslak metnin tam bir programa dönüşmesinin parti kuruluşundan 1 yıl sonra ve katılımcı bir süreç sonunda olabileceğini söyleyen Şahin, “o nedenle biz bu metne özellikle programatik metin diyoruz” dedi.

Yeni bir partinin kuruluşunda iki temel sorunun akla geleceğini belirten Ümit Şahin, hazırlanan metinlerin, “Nasıl bir parti olacak, nasıl işleyecek ve hangi politikaları savunacak” sorularının yanıtlarını sunmayı amaçladığını söyledi.

Programatik metnin katılımcıların katkılarıyla 1 ay içinde tamamlanacağını ama geniş çerçevenin parti kurulduktan sonra oluşacağını belirten Şahin, “eksikleri yeni üyelerimiz ve toplumsal hareketlerin katkılarıyla tamamlayacağız” dedi.

Ekoloji, demokrasi ve adalet sorunlarının birbirinden ayrı olmadığını, hiçbir sorunun birbirinden kopuk olmadığını bu nedenle sorunları birbirine değdiği noktaları kaynaştırarak ele almak istediklerini söyleyen Şahin, “Türkiye ve dünyada durum” ve “Ne istiyoruz” başlıkları altında metni özetledikten sonra, şöyle tamamladı:

“İdeolojik değil politik birlik partisi kuruyoruz. Kendimiz ve herkes için demokrasi ve özgürlükler, insanlar ve tüm canlılar için yaşanabilir bir dünya, bunları gerçekleştirmek için eşitlik ve adalet istiyoruz. Bunlar yeni partinin üç ana eksenidir. Ekolojik, ekonomik, sosyal kriz ve demokrasi krizinin altını çizip yeni bir siyaset diyoruz. Toplumsal adalet hedefimizin ise 4 ekseni var:

Kapitalist sömürüyle, yoksullukla, gelir eşitsizliğiyle, işsizlikle ve bölgesel eşitsizlikle mücadeleyi hedefleyen iktisadi adalet; herhangi bir etnik, dinsel ve cinsel farklı kimliğin dışlanmamasını sağlayan tanınma adaleti; siyasal alanın çoğulculuğunun önündeki yasal, fiili ve kültürel engellerle mücadele eden, siyasal katılım eşitsizliğini ortadan kaldırmayı hedefleyen katılım adaleti ve kapitalist kalkınma ve büyüme anlayışının yarattığı doğa ve canlı yaşamının tahribatı, küresel iklim değişikliği ve ekosistemdeki yıkımlara karşı çevre ve iklim adaleti.

Sunumların ardından, yeni siyasi partiyi destekleyen bağımsız isimlerden kademisyen Murat Paker, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği aktivisti Güneşin Aydemir, akademisyen Maya Arakon, gazeteci ve çevre aktivisti Oya Ayman ve akademisyen-yazar Cengiz Aktar kürsüye davet edildi. Konuşmacılar siyasi tıkanıklığı aşmak için çözüm ihtiyacını vurgulayıp yeni siyasetten beklentilerini dile getirdiler.

Adalet Ağaoğlu’ndan mesaj

Toplantıya gönderdiği mesajda çok istediği halde buluşmaya katılamadığını belirten yazar Adalet Ağaoğlu, yeni parti oluşumunu kutladığını ve gönlünün buna emek verenlerle birlikte olduğunu söyledi.

Daha sonra, salonda bulunanlar arasında mikrofon dolaştırılarak görüş ve önerilerini aktarmaları sağlandı. Çok sayıda katılımcı söz aldı. Umutlu ve sevinçli konuşmalar yapıldı. Eleştiri ve öneriler dile getirildi.

Turnusol‘un haberinden yararlanılarak derlenmiştir.

(Yeşil Gazete)

Meşhur öpüşme ya da tecavüz kültürünün kasıtlı körlüğü (1)

14 Ağustos 1945 – New York Times Square. Bu ikonik fotoğraf İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinin yarattığı coşkuyu simgeler.

Pek çoğumuz bu fotoğrafa aşinayız. 1945’de Amerika’nın Japonya’ya karşı zafer kazandığı gün (V- J Day) Times Meydanı’nda çekilen bu fotoğraf, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda ülke genelinde hissedilen coşku ve sevincin sembolü olarak Amerika tarihinin en simgesel fotoğraflarından biri oldu.

Uzun bir süre, çiftin kimliği bir gizem olarak kaldı. Sevinçlerini kutlayan ve paylaşan, pek çok insanın daha önceden çift olduklarını düşündüğü bu denizci ve hemşire kesinlikle tutkulu ve romantik görünüyor. Fakat bu sene, sonunda tarihçiler kadının o zamanlar bir dişçi hemşiresi olan Greta Zimmer Friedman, denizcinin de George Mendonsa olduğunu teyit etti.

Bu konuyla ilgili yazılan bazı makalelere göz atın. Siz de bazı şeylerin tamamen doğru olmadığı hissini alacaksınız.

Az sayıda gerçek gün ışığına çıktı. Birbirini seven bir çiftin öpüşmesinden çok öte George ve Greta’nın tamamen yabancı olduğunu öğrendik. Öğrendiğimiz diğer bir şey de George’un sarhoş olduğu ve Greta’nın dudakları dudaklarında kendini onun kollarında bulana kadar George’un varlığından haberi olmadığıydı.

Makaleler durumu Greta’nın ağzında şöyle aktarıyor:

“Öpülmek benim seçimim değildi. Adam geldi ve yapıştı!”

“Yaklaştığını görmedim ve bunun farkına varmadan onun kıskacındaydım.”

“Sizi yakalayan bu adamı unutmazsınız.”

“Adam çok güçlüydü. Ben onu öpmüyordum. O beni öpüyordu.”

George’un yaptığı şeyin modern standartlarda cinsel taciz olarak görülebileceği oldukça açık. Fakat kasıtlı bir körlüğün inanılmaz başarısıyla, hiçbir makale Greta’nın sözlerini bize aktardıkları halde, bu konuda hiçbir yorum yapmıyor. Greta’nın sözlerinin açığa çıkardığı, fotoğrafın problemli doğasına karşı en ufak bir farkındalık (algı) göstermeden, hala “George’un ebedi öpücüğünün büyüsüyle” bu fotoğraftan tuhaf ve saygılı bir biçimde bahsetmeye devam ediyorlar. George’un hareketi romantikleştiriliyor ve abartılıyor; neredeyse Greta hiç konuşmamış gibi.

Bir bakıma bunu da anlıyorum. Savaşın sonu büyük bir işti ve o gün toplumun her kesimi tarafından hissedilen mutluluk Amerika tarihinin önemli bir parçası oldu. Uzun süre bu fotoğraf savaş gazileri ve ailelerinin kalplerini kaplayan aşırı gururu temsil etti. Bu çok sevilen fotoğrafın tutkudan çok bir cinsel taciz tasviri olduğu rahatsız edici bir gerçek ve bunu dile getiren biri ukala bir oyunbozan olarak görülebilir. Her şeyden önce bu denizci hayatını ülkesi için riske etti. Dolayısıyla savaşın sonunda rahatlaması ve heyecanı mazur görülebilir mi? Bunlar eşsiz durumlar mı? İlk sorunun cevabı evet. George kesinlikle kendinden geçmesiyle ve kutlamasıyla haklı görülüyor. Ancak, bu haklı görüş onun başka birinin vücut otonomisine tecavüz etmesine kadar genişletilemez.

İçinde yaşadığımız tecavüz kültürü düşünüldüğünde buradaki sorunun farkına varılmasına karşı gösterilen isteksizlik hiç de şaşırtıcı değil. Kadının bedeninin her zaman kendine ait olduğunu ve rızası dışında hiçbir erkeğin heves ettikçe ona ulaşamayacağını söylemek kolay değildir. Kadınların bu adamla empati kurmaları, şaka kaldırmaları ve razı olmaları  gerektiği iddiasıyla, duygularının göz ardı edilmesi çok daha kolaydır. Öte yandan erkeğin ardındaki güç yapısının daha kuvvetlenmesiyle, başka türlü davranmak daha da zorlaşmaktadır. Fakat tecavüz kültürünün ve kadına karşı yaygın şekilde uygulanan şiddetin üstesinde gelmek noktasında ciddiysek, rızası olmadan biriyle cinsel temas kurmanın doğru olmadığını netleştirmek zorundayız, bu her ne kadar bazen rahatsızlık veren bir tutum almak gerektirse de. Hatta özellikle rahatsızlık veren bir tutum almak gerektiğinde.

Bu yazı Leopard takma isimli, Londra’da yaşayan bir feministin “Crates and Ribbons” adlı blogunda yayımlanmıştır.

Nuh’un gemisi su alıyor etrafta kara yok – Bülent Şık

Dünya genelindeki her tür ekosistemde biyolojik tür kayıpları olmakta. Türleri olağandışı bir hızla kaybediyoruz. Bir kısmını koruma altına almak mümkün olsa da; hangilerinin koruma altına almada öncelikli olacağı hakkında ise pek az şey biliyoruz. İnsanlığın bilgi birikimi çok arttı ama asıl bilinmesi gereken şeyler hakkında değil. Farklı türlerin bir araya gelerek karmaşık bir yaşam örgüsünü nasıl oluşturduklarını bilebiliyoruz; ama her bir türün bu örgü içindeki rolü hakkında bildiklerimiz çok az.

Canlı türlerinin yüzde 75’inin iki milyon yıldan daha kısa bir sürede yok olması durumu kitlesel bir yok oluş olarak adlandırılmakta. İki milyon yıl çok uzun bir zaman dilimi gibi gelebilir ama öyle değil. Jeolojik olarak bakıldığında bir göz kırpması kadar kısa süren bir zaman diliminden söz ediyoruz.

Yeryüzünde, son 550 milyon yıllık dilim içinde canlı türlerinin soylarının tükenmesine neden olan 5 büyük yok oluş olayı gerçekleştiği düşünülüyor. Örneğin 250 milyon yıl önce Permiyen-Triyas döneminde gerçekleşen yok oluş olayında, denizde yaşayan canlı türlerinin yüzde 96’sı, karada yaşayanların ise yüzde 70’i yok olmuştu. Bilinen en ağır yok oluş olayıdır bu. Permiyen-Triyas yok oluş olayı pek çok böcek türünün de yok olduğu, tek kitlesel yok oluş olayı olarak bilinir. Olağandışı bir şey bu; çünkü böcek türleri koşullardaki sert değişimlere çok dayanıklıdır ve nadiren yok olur. Böcekler uzun vadede -ama çok çok çok uzun- hayatta var kalım açısından bakıldığında bilinen en başarılı canlı türüdür. Tarımsal üretimde böceklerle mücadele etmek için kullandığımız zehirli kimyasallar olan pestisitlerin bu kadar başarısız sonuçlar vermesine şaşırmamak gerek. Boşuna doğayı ve yediğimiz gıdaları kirletiyoruz. Akılsızca. Joel de Rosnay’ın dediği gibi “insan türü birey olarak akıllı tür olarak bakıldığında ise akılsızdır”. Kuşkusuz böceklerle kıyaslandığında ve uzun vadede tür olarak hayatta kalma açısından!

Çeşitli bilimsel yayınlarda, dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin yaklaşık % 50’sinin yok olacağı, “altıncı kitlesel yok oluşun” tam ortasında olduğumuz ifade ediliyor. Popüler bilim ve bilimkurgu sitelerinden biri olan “io9” sitesinin editörü olan Annalee Newitz, kitlesel bir yok oluşa doğru sürüklendiğimizi gösteren -ya da kıyamet alameti olarak ele alınabilecek- ve gün be gün belirginlik kazanan yedi olumsuz işaret bulunduğunu belirtiyor. Bu olumsuz göstergeler eğer önlem almakta hızlı davranmazsak büyük bir hızla bir yok oluşa doğru gittiğimizi düşündürüyor. Bu göstergelere kısaca değinmek gerekiyor.

Yellowstone yükseliyor. ABD’de bulunan Yellowstone Parkı aslında devasa bir süper volkan. Kaldera adı verilen kraterinin çapı 40-70 km arasında değişir. En son 740 bin yıl önce patlamıştı. Son on yılda alınan ölçümlere göre krater tabanı giderek yükseliyor ve bu da volkan her an patlayabilir şeklinde yorumlanıyor. Bu büyüklükte bir volkanın patlaması yüzlerce yıl sürebilir.

İstilacı türler her yerde. Değişen iklim koşulları nedeniyle dünya genelinde biyolojik türler yer değiştiriyor. Bu türlerden bazıları gittiği yeni yerlerde hızla çoğalacak daha iyi imkânlar buluyor. Bunun sonucu da istilacı türlerin ele geçirdiği bölgenin eski sakinleri için yıkım oluyor.

İklim değişiyor.Arktik buz örtüsü küçülüyor. Sıcaklıklar artıyor. Artık herkes küresel bir ısınma çağında yaşadığımız konusunda hemfikir. Sorun ısınma sürecinin ne hızla seyredeceği ve sıcaklık seviyelerinin nerelere kadar tırmanacağı. Örneğin, 540 milyon yıl önce Ordovisyen olarak adlandırılan dönemde, çok hızlı bir buz çağının ardından gelen küresel ısınma döneminin kitlesel bir yok oluşa yol açtığına gösteren kanıtlar var. Bilim insanları küresel bir iklim değişikliğinin ardından kitlesel bir yok oluş gerçekleşeceğine kesin gözüyle bakıyor.

Okyanusların asitliği artıyor. Asitlik artışı mercan resiflerini ve deniz kabuklularını hızla yok ediyor. Bu ise, besin zincirini bozan bir şey. Nihayetinde de tüm canlılar etkilenecek. 200 milyon yıl önce Triassic dönemde meydana gelen böyle bir olayda okyanusta yaşayan canlı türlerinin yüzde 80’i yok olmuştu.

Yok oluş her zamanki ortalamanın çok üzerinde seyrediyor. Türlerin yaşam sahnesinden çekilmesi veya yok olması normaldir. Yavaş da olsa koşullar değişir ve bazı türler değişen koşullara uyum sağlayamadıkları için yok olur. Sorun günümüzdeki tür yok oluş oranının ortalamanın çok üzerinde seyrediyor olması.

Megafauna yok oluyor. Megafauna, bir ekosistem içerisinde 500 kilodan büyük hayvanların oluşturduğu alt topluluktur. Fosil kayıtları son 50 bin yıl içinde büyük hayvan türlerinin sayısında zamana bağlı olarak ne düzeyde bir azalma olduğunu söyleme olanağı veriyor. Günümüzde, zürafa, fil gergedan, su aygırı gibi dev canlıların soyunun hızla tükeniyor olması bir şeylerin çok ters gittiğine işaret ediyor.
Amfibiler ölüyor.  Kurbağa gibi çok çeşitli ve dünya geneline yayılmış iki yaşayışlı canlı türlerinde öyle hızlı bir soy tükenme durumu var ki, gerçekten çok kaygı verici.

Aslında, gezegenimizdeki hayatın çok ciddi bir kriz içine girmekte olduğunu gösteren daha farklı göstergelerden söz etmek de mümkün.  Ama fark edilecek şey şudur: insanlığı çok zor zamanlar bekliyor. Oysa zor zamanları bir şekilde atlatacağımızı düşünüyoruz. Böyle bir umuda sarılmanın çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Zaman, insanın her şeye muktedir olduğuna dair inancımızın ne kadar kuvvetli ve ne yazık ki ne kadar boş olduğunu gösterecek. Yapılacak şey az çok belli. Bu gidişe bir dur demek lazım. Ama nasıl…

Yaşadığımız gezegen üzerinde kurduğumuz uygarlık pek çok canlı türüyle birlikte bizi de yok oluşa götürüyor. Gidecek başka bir yerimiz yok. Açıklaması uzun pek çok nedenden ötürü bu gezegenden başka bir yere gitmemiz olanaksızdır. Yaşadığımız gezegen eşsizdir. Devasa büyüklükteki evrende içinde yaşayan canlılarla birlikte gezinip durur. Aslında astronomik ölçekte bakıldığında Nuh’un Gemisi gibidir. Fark şu ki, canlılar her zaman içindeydi.

Nuh’un Gemisi su alıyor ve etrafımızda üzerine ayak basabileceğimiz herhangi bir kara parçası da yok. Geçmişte, gemi battığında, canlı türlerinin büyük bir çoğunluğu yok olsa da, geriye kalanlardan zamanla -on milyonlarca yıl sürse de- biyolojik tür çeşitliliği ve karmaşıklık tekrar oluşabildi. Yine öyle olacak. Gemi tekrar yüzecek; ama içinde insan belki olacak, belki de olmayacak

Bülent Şık – www.t24.com.tr

Beşar Esad, insan sağlığını korumak için GDO’yu yasakladı

Ülkesinde son 19 aydır süren iç çatışmalarda bugüne kadar 33bin insanın öldüğü Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, ülkenin resmi haber ajansı SANA’ya Perşembe günü yaptığı açıklamada insan sağlığını korumak adına GDO’lu ürünlere yasak getirildiğini açıkladı.

SANA yaptığ açıklamada, GDO’ların yasaklanması ile ilgili çıkartılan kanun metninde, yasak kararı alınırlen, insanların, hayvanların, bitkilerin ve de çevrenin korunmasına öncelik verildiği belirtiliyor.

Öte yandan ülkede geçen yıl Mart ayında patlak veren iç çatışmalarda bugüne kadar 33bin kişi hayatını kaybetti. Suriyeli gözlemciler ve insan hakları aktivistlerinin belirttiğine göre ülkede hergün 100 insan çatışmalarda öldürülüyor.

(Yeşil Gazete, The Globe and Mail)

Cinsel istismar için İngiltere’ye kaçırılan insan sayısı artıyor

0

İngiltere hükümetinin tahminlerine göre, ülkeye yasa dışı yollarla zorla getirilen kişilerin sayısında artış yaşanıyor.

Yetkililer, 2010 yılında 710 kişinin, geçen yıl ise 946 kişinin insan kaçakçılarınca İngiltere’ye getirildiğini belirtiyor.

Çoğunlukla Çin, Vietnam, Nijerya ve Doğu Avrupa’dan insan kaçakçılığı çeteleri, yasa dışı yollarla İngiltere’ye getirdikleri kişileri cinsel istismar için kullanıyorlar.

Hükümet, kaçakçılığı engellemek için, İngiliz güvenlik kurumları ile yurt dışındaki yetkililerin işbirliğini artırması gerektiğini belirtiyor.

İngiltere’de oluşturulan bakanlıklar arası kurulun açıkladığı rakamlara göre, geçen yıl insan kaçakçıları tarafından zorla ülkeye getirilen kişilerin 712’si yetişkin, 234’ü ise çocuk.

2010 yılında ise ülkeye getirilen kişilerin 524’ü yetişkin, 186’sı ise çocuk yaşta olduğu belirtiliyor.

BBC muhabiri Tom Symonds, İngiliz polisinin yalnızca Londra’da her hafta ortalama iki yere baskın yaptığını belirtiyor.

Bakanlıklar arası kurumun raporunda, dilencilik de dahil olmak üzere sokakta çalışmaya ve suça zorlanan çocukların sayısında da artış olduğuna dikkat çekiliyor.

Londra Emniyetinin insan kaçakçılığı suçlarıyla mücadeleden sorumlu yetkililerinden Kevin Hyland, kaçırılan kişilerin, kendilerine İngiltere’de daha iyi bir hayat vaat edilerek kandırıldıklarını söylüyor.

Hyland, kaçakçıların kurbanlarına İngiltere’de otelcilik ve eğlence sektöründe işler vaat ettiklerini, ancak ülkeye ulaştıklarında tehdit ve baskı ile cinsel sömürüye açık hale getirildiklerini de ifade etti.

Göçmenlik işlerinden sorumlu bakan Mark Harper, bugün açıklanan raporun, konu hakkında farkındalığı artıracağını umduğunu ve suçla mücadele için çabalarını artırdıklarını söyledi.

Harper, hükümetin insan kaçakçılığı kurbanlarının suçlu olarak yargılamak yerine yasalar önünde mağdur olarak görülmelerini sağlamanın yollarını da aradığını da söyledi.

(BBC Türkçe)

 

Rize’de HES nedeniyle balık ölümleri

Rize’nin Çaykent beldesindeki Salarha Deresi’nde yaşanan balık ölümleriyle ilgili araştırma başlatıldı.

Salarha Deresi kenarında ölü balıklar gören vatandaşlar durumu jandarmaya bildirdi. Jandarma ekipleri, konuyla ilgili rapor hazırlayarak Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne bilgi verdi.

Bölgeye gelerek inceleme yapan Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü ekipleri, dere suyu ve ölü balık numuneleri aldı. Balık ölümlerinin nedeninin, yapılacak analizler sonucu belirleneceği bildirildi.

Öte yandan, belde sakinleri, toplu balık ölümlerinin bölgede HES projesi yürüten firmaların dereye harç dökmelerinden kaynaklandığı iddia ederek tepki gösterdi.

Belde sakinlerinden Mehmet Yazıcı, gazetecilere yaptığı açıklamada, HES firmalarının harç mikserlerini derede yıkadığını öne sürerek, “Zaman zaman artan harcı da dereye döküyorlar. Geçtiğimiz gün dereye bol miktarda harç döküldü. Binlerce balık öldü” dedi.

Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan ise Salarha Deresi’nde bulunan balık türlerinin uluslararası anlaşmalar gereği koruma altında olduğunu belirterek, “HES’ler derelerimizi zehirliyor, balıklarımızı öldürüyor, hayatımızı tehdit ediyor. Bu derede endemik türler var. Yılan balıkları, aynalı sazan, pullu alabalık, kırmızı benekli alabalık var. Bunlar uluslararası anlaşmalar ile koruma altına alınmış. Biz böyle mi koruyacağız doğal yaşamımızı? Burada bir katliam yaşanıyor. Bir tek balık tutan köylüye 600 lira ceza yazılıyor. Peki burada ölen onbinlerce balığın cezasını kime yazacaksınız” diye konuştu.

(CnnTürk)

Twitter, Neo Nazi grubun hesabını blokladı

Twitterdan yapılan açıklamada Almanyadaki yerel idarenin talebi üzerine aşırı ırkçı mesajlar paylaşan Neo Nazi bir grubun twitter üzerinden iletilen tüm etkinliklerinin sadece Almanya sınırları için geçerli olmak üzere bloklandığı duyuruldu. Grubun mesajları Almanya dışındaki ülkelerde görünebilecek. Twitterın bir ülke içindeki hesabı yerel idarenin talebi üzerine bloklama uygulamasına gitmesi daha önce meydana gelmemişti.

Twitter adına açıklama yapan sözcü, kendilerine “Besseres Hannover” (Daha iyi bir Hannover) adını veren ırkçı grubun mesajlarının Almanya’nın kuzeyinde yer alan Hannover şehri polis teşkilatının kendilerine yaptığı talep üzerine bloklandığını belirtti.

Bölge savcıları ellerinde ilgili grubun üyelerinin çıkar amaçlı suç şebekesi kurmak için organize olmayı planladıkları yönünde bulgular olduğunu bildirdi.

Hannover Polis Şefi Axel Brockmann geçen ay yaptığı bir açıklamada neo nazi  ve aşırı sağcı grupların eylemlerinin nerede görülürse görülsün bertaraf edileceğini açıklamıştı.

Polis, söz konusu neo nazi grubun okullara aşırı sağcı dergileri dağıttığının da tespit edildiğini belirtiyor

Otoriteler, Almanya’da geçen yıl ortaya çıkarılan neo nazi hücresinin yedi yıl müddetince çoğunluğu türk olan dokuz kişiyi katlettiğinin anlaşılması üzerine aşırı sağcı gruplara karşı çok daha dikkatli olunduğunun altını çiziyor

(Yeşil Gazete, Reuters)