Ana Sayfa Blog Sayfa 4478

İstanbul Eyüp’te kadın cinayeti

0

Eyüp’te, TEM Otoyolu kenarında boğazı kesilmiş halde bulunan kadının, boşandığı eşi tarafından öldürüldüğü belirtildi. Edinilen bilgiye göre Gülşah Sarcan (25) “şiddetli geçimsizlik” nedeniyle 2 yıl önce boşandığı taksi şoförü Sinan Seven’i (30), hastalanan 4 yaşındaki çocuklarını doktora götürmek için aradı. Sarcan ve Seven, çocuğu Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürdü.

Burada tedavi altına alınan çocuğu aile büyükleri ile bırakan Sarcan ve Seven, bir şeyler yemek için hastaneden ayrıldı. Seven’in şoförlük yaptığı takside seyir halindeyken, Sarcan ve Seven, tekrar bir araya gelme konusunda konuşurken, tartışmaya başladı.

Seven, “tekrar bir araya gelmek istemediği” gerekçesiyle Gülşah Sarcan’ı, boğazından ve göğsünden bıçakladı ve TEM Otoyolu Akşemsettin Viyadüğü çıkışı Ankara istikametinde yol kenarına attı.

Olayın ardından babasını arayan Sinan Seven Gayrettepe’deki Asayiş Şube Müdürlüğü’ne teslim oldu. Şüpheli Sinan Seven’in eski eşini boğaz ve göğsünden 8 kez bıçakladığı öğrenildi.

(Haberler.com)

Milli Eğitim hayat kurtardı! “Şeker Portakalı” müstehcen, “Fareler ve İnsanlar” sakıncalı

“Şeker Portakalı” kitabının müstehcen olduğu gerekçesiyle kitabı öğrencilerine ödev olarak veren öğretmene soruşturma açılırken, “Fareler ve İnsanlar” da sakıncalı bulundu.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), 100 Temel Eser listesi içinde yer alan “Şeker Portakalı” kitabını derste ödev olarak okutan bir öğretmene kitabın müstehcen olduğu gerekçesiyle soruşturma açıldı. Öte yandan Fareler ve İnsanlar kitabı da  İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu tarafından ‘sakıncalı’ bulundu.

“Şeker Portakalı” müstehcen

İstanbul Bahçelievler’deki Behiye Doktor Nevhiz Işıl İlköğretim Okulu’nda görev yapan 7. sınıf Türkçe öğretmenine “Şeker Portakalı” kitabını okuttuğu için soruşturma açıldı.

Tüm dünyada çocukların ilgiyle okuduğu Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakalı kitabı Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) İlköğretim okullarında okutulacak 100 Temel Eseri arasında yer alıyor. 1968 tarihli roman, fakir bir aile çocuğu olan Zeze’nin yaşadıklarını anlatıyor.

Nilay Vardar‘ın Bianet’te yer alan haberine göre, Behiye Doktor Nevhiz Işıl İlköğretim Okulu’ndaki 7. sınıf Türkçe öğretmeni de öğrencilerine performans ödevi olarak bu kitabı okumalarını istedi.

Velilerden biri, kitabı okuduğunu ve şok olduğunu belirterek kitabın Türk örf ve ananelerine aykırı içeriğe sahip olduğunu, içinde birçok argo sözcük ve küfür içerdiğini belirterek öğretmen hakkında soruşturma açılmasını istedi.

İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü de öğretmen hakkında kitabı neden tavsiye ettiği ile ilgili olarak soruşturma açtı. Soruşturma henüz tamamlanmadı.

“Fareler ve İnsanlar” sakıncalı

BirGün gazetesinden Gülsen Candemir‘in haberine göre, İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın liselerde okutulması için önerdiği 100 Temel Eser arasında yer alan John Steinbeck’in ünlü “Fareler ve İnsanlar” adlı kitabının bazı bölümlerini sakıncalı buldu. İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü ise kitapla ilgili herhangi bir sansür ya da yasaklama olmadığını açıkladı.

3 Aralık’ta toplanan komisyon, Bakanlık onayıyla yıllardır liselerde okutulan kitabın bazı sayfalarının “ahlaki olmayan” bölümler içerdiğine karar vererek, Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurdu.
Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonunu oluşturan Milli Eğitim Şube Müdürü Mehmet Ceran, Hakimiyet-i Milliye ilk Öğretim Okulu Müdürü Tarık Uğur, Konak Mithatpaşa Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Edebiyat Öğretmeni Faruk Öz, Gaziemir Kipa 10. Yıl Lisesi Öğretmeni Hüseyin Helva ve Buca 85. Yıl Anadolu Lisesi Edebiyat Öğretmeni Cihan Celep öncelikle İnkılap, Sel, Varlık ve Remzi Yayınevlerinden çıkan kitabı sayfa sayfa “gayri ahlaki” incelemeye tabi tuttu.

Milli Eğitim Bakanlığı Destek Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne İzmir İl Milli Eğitim Müdürü Vefa Bardakçı‘nın imzası ile gönderilen dilekçede, sansür şöyle anlatıldı:

“100 Temel Eser Dünya Edebiyatı listesinde bulunan, yazarı John Steinbeck olan ‘Fareler ve insanlar’ kitabının İnkılap Kitabevinden basılan (sayfa 69-70) bazı bölümlerin öğrencilerin eğitimine uygun olmayan bölümlerin olduğu ilgili dilekçe ile bildirilmiştir. Müdürlüğümüzce aynı kitabın çeşitli yayınevleri de incelendiğinde Sel Yayıncılık (63-64. sayfaları), Varlık Yayınları (42-43-45 sayfaları), Remzi Yayınevi ((56-57-60-61) sayfalarında da eğitime uygun olmayan bölümlerin olduğu yapılan incelemede tespit edilmiştir” denilerek inceleme raporu ve ilgili yayınevlerinin sakıncalı bulunan sayfaları gönderiliyor.”

(Bianet, T24BirgünCnnTürk)

BM: Suriye’deki çatışmalarda ölü sayısı altmış binin üzerine çıktı

Suriye’de Şam yakınlarında bir benzin istasyonunun bombalanması sonucu en az 12 kişinin öldüğü belirtildi. BM, son saldırılarla birlikte ülkede ölü sayısının 60 binin üzerine çıktığını duyurdu.

Suriye’de çatışmalar tüm hızıyla sürüyor. Şam yakınlarında ağırlıklı olarak Sünnilerin yaşadığı Mileyha kasabasında bir benzin istasyonuna düzenlenen hava saldırısında, çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği ve yaralandığı ifade edildi. Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü Direktörü Rami Abdul Rahman, aralarında muhaliflerin de bulunduğu en az 12 kişinin hayatını kaybettiğini söyledi. Muhaliflerden oluşan Yerel Koordinasyon Komitesi ise saldırıda en az 50 kişinin hayatını kaybettiğini öne sürdü. Muhalifler, savaş uçaklarının benzin istasyonu önünde kuyrukta bekleyen insanları hedef aldığını iddia etti. Mileyha kenti, muhaliflerin kalelerinden sayılıyor.

Rakam “şok edici”

Öte yandan Birleşmiş Milletler tarafından görevlendirilen uzmanlar tarafından hazırlanan rapora göre, Suriye’deki iç savaşta hayatını kaybedenlerin sayısı 60 binin üzerine çıktı. Uzmanların aralarında hükümet kaynaklarının da bulunduğu yedi farklı kaynağın verilerini inceleyerek bu rakama ulaştığı ifade edildi.

BM İnsan Hakları Komiseri Navi Pillay Cenevre’deki açıklamasında, ayaklanmaların başladığı 15 Mart 2011 ile 30 Kasım 2012 tarihleri arasında 59 bin 648 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı. Navi Pillay, bu ‘şok edici’ rakamın, kasım ayından sonra hayatını kaybedenler de düşünüldüğünde 60 binin üzerine çıktığını ifade etti. Aktivistler ve muhalefetin bugüne kadar göz önünde bulundurduğu rakam ise 45 bin dolayındaydı.

 

İşkence devam ediyor

59 binden fazla kişinin öldüğü ülkede Esad güçlerinin yaptığı yeni işkence görüntüleri de internete düştü.  Esad askerlerinin işkence ettiği 7 Suriyelinin videosu sosyal paylaşım sitelerinde yayınlandı. Görüntülerde yıkılan bir binada Esad askerleri tarafından köşeye sıkıştırılan 7 muhalife hakaret dolu sözler eşliğinde tekme ve beton parçasıyla işkence yapılıyor. Daha sonra 7 muhalifin 5’i başka bir yere gönderiliyor. Köşede kalan gözü bağlı 2 muhalife askerler ellerindeki bıçaklarla vurmaya başlıyor. Defalarca darbelere maruz kalan çaresiz muhalifler kanlar içinde yere düştükten sonra askerler bu defa başlarına büyük beton parçalarıyla vuruyor. İki muhalif işkence sonrası hayatını kaybediyor.

Muhaliflerden ‘kimyasal’ tehdidi

Anadolu Ajansı’nın Arapça yayın yapan internet sitesinde yayınlanan habere göre, AA muhabirine telefon aracılığıyla açıklamalarda bulunan Özgür Suriye Ordusu’nun siyasi danışmanı Bessam El Dade, “Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad bizi kimyasal silahla tehdit ederse, bizde de bu silahlardan olduğunu bilmeli” ifadesini kullandı.

Suriye ordusundan ayrılan uzman subaylar sayesinde ellerindeki hammaddeleri kullanabilecek kapasiteye eriştiklerini belirten El Dade, kimyasal silah kullanmaları durumunda uluslararası kamuoyundan gelebilecek olası tepkilere de şu soruyla karşılık verdi: “Beşar bu silahı kullanırsa, uluslararası kamuoyu bizi koruyacak mı?”

(DW, DHA, CNNTürk)

Kabahatin çoğu bizde – Yeşim Akın

“Bir tutku cinayetleri vardır, bir de mantık cinayetleri. Aralarındaki sınır belirsizdir. Ama ceza yasası, oldukça elverişli bir biçimde, kasıt kavramıyla ayırır bunları birbirinden. Kasıt ve kusursuz cinayet çağında yaşıyoruz. Canilerimiz aşk özrüne sığınan o umarsız çocuklar değil artık. Tam tersine olgunluk çağlarındalar, suçsuzluk kanıtları da yadsınamaz türden: her şeye, her katili yargıç yapmaya bile yarayan bir felsefe.’’

Albert Camus / Başkaldıran İnsan

29 Aralık 2012, Cumartesi. Sol Gazetesi 9. Sayfa sağ üst köşe haberi: “İtalyan Rahip: Suç öldürülen kadınlarda’’. Başlık şaşırtmıyor beni. Haberin devamı da. “2000-2011 yıllarında 2 bin 61 kadının cinayete kurban gittiği İtalya’da Rahip PieroCorsi, bu cinayetlerde gerçek suçlunun erkekleri kışkırtan kadınlar olduğunu savundu.’’

Alışılmış o evrensel ezberci metinden konuşuyor rahip, ne kılık kıyafetimiz kalıyor ne spor salonumuz, ne sinemamız. Attığımız her adımda, aldığımız her nefeste suçluyuz. Tanıdık bir söylem, bildik bir nefret. Kadınlığın gerektirdikleri, ülke, sınır tanımıyor. Rahip Corsi’nin suçlamalarını kapımın önünden geçen ilk erkekten duymam işten bile değil. İtalyan, Türk, rahip, esnaf, amca, baba, koca. Sayılabilecek yüzlerce kimliğin karşısında ben bir cinsiyetin yalnızca, tek bir kimliğim. Kadın. Yetiyor.

Sebepsiz cinayet olur mu, elbet olmaz. Ülkemde 2005-2011 yıllarında 4 bin kadın cinayet hükmü giymişken, halen her üç kadından biri şiddete maruz kalmaktayken elbet suçsuzluktan bahsedemeyiz. Ölen (‘’öldürülen’’ tabiri faillerde suçluluk duygusu yaratabileceğinden bu sözcükten kaçınılmıştır) kadınların ardından açıklamalar yapmak ve yığınla ekonomik, toplumsal, kültürel neden, zihniyet, gelenek, töre, eğitimsizlik, din, farklı öğretiler sıralamak yargıyı da yormakta elbette. Hem ne kadar neden sıralanırsa sıralansın mantık, cinayeti suçsuzluk postuna sarıp sarmalayamamakta. Ortada bir suçlu olmadıkça fail haklı çıkamıyor, olmuyor. Camus’un düşüncesinden farklı olarak, cinayet kurbanı bir kadın ise, fail de yargı da hiçbir felsefeye ya da öğretiye sığınma gereği duymuyor. İşin kolayı ortaya bir suçlu bırakmak: Kadın. Ölen de kadın, suçlu da. Belki kadın olduğu, belki öldüğü için, belki her ikisi birden. Sonuç değişmiyor.

Durumun korkunç boyutu suçun ve suçlunun inkarından ziyade cinayetleri meşru kılma çabası. Kurbanın ölmesini gerektirecek ilkeleri tanımlamak onlara göre toplumu yaşatan ilkeleri tanımlamakla bire bir. İşte tam da burada çağlar boyu canlılığını yitirmeyen o çelişki karşımızda beliriyor: Toplumu yaşatan ilkeler kadın üzerinde, kadın bedeni üzerinde devamlılığını sürdürürken aşağılanan, yaşamasına hak görülmeyen taraf yine kadın oluyor.

Kurban kadın olduğunda cinayet, cinayet olarak adlandırılmıyor, insanlık her zaman ve her coğrafyada farklı ölçütler kullanıyor. Ellerinde kan izleri olup da makul bir şekilde sebepler sıralayan, cinayetler çoğaldıkça sebeplerini de çoğaltan insandan daha korkunç ne olabilir? Yargılanması gereken katil yasanın kendisi oluveriyor.

Bazen düşünüyorum da; suçlu bizler miyiz gerçekten?Devlet ‘’en fazla ölürsün’’ dediğinde en fazla öldüğümüz için mi? Tecavüze uğradığı gerekçesiyle aile meclisi kararıyla öldürülen ve henüz dün ceset torbasıyla gömülen 15 yaşındaki Hatice ile birlikte topyekûn ölmediğimiz için mi? Küçük kız çocuğuyken her hafta sonu bana sımsıcak kahkahalar attıran, ince mizahıyla büyüdüğüm Levent Kırca’dan ‘’sanat insanı’’ sıfatı altında duyduğum, duyup da irkildiğim o sözler yüzünden, kabahatin büyüğü bende mi? Ya düzülecek (Levent Kırca tabiri ile) ya öldürülecek beden olduğum için tüm kabahat bende mi? İç içe geçmiş bu sözümona kadın sevgisi ve nefreti ile her yüzleşmemde kendimi ‘’korkak bir karanlık içinde’’ hissetmem benim sayemde mi?

Nazım, satırlarını bu ironide giyineceğimizi bilseydi yine de dili varıp ‘’kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!’’ der miydi…

*(2 Ocak 2013) San Terenzo Kilisesi Rahibi Don Piero Corsi, kilisesinin ilan tablosuna yazdığı “Kadınlar, giydikleri mini eteklerle erkekleri tahrik ediyor” sözleri üzerine gördüğü tepkiler nedeniyle istifa etti. Kadın dernek ve kuruluşlarının bu gibi açıklama ve yaklaşımların ülkedeki kadın düşmanlığını körüklediğini, kendilerini giderek daha da tehlikede hissettiklerini açıklamasının üzerine tepkilerin giderek arttı. Rahip Don Piero Corsi görevine layık olmadığını belirterek istifa etti.

Bu yazı ilk olarak ucansupurge.org/ da yayınlanmıştır.

Yeşim Akın, Kastamonu
Uçan Süpürge Yerel Kadın Muhabirler Ağı
2 Ocak 2013

 

2012′nin iklim olayları – Şubat ayı

“Tuna nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor…” sözleri ile başlayan marş 2012 yılının Şubatı ayında gerçek oldu. Tuna nehri Avrupa’yı etkisini alan muazzam soğuk dalgasından ötürü dondu ve gerçekten de akmadı.

Ocak ayından devreden rakamlarla birlikte, Avrupa genelinde soğuklardan ötürü ölü sayısı 130’u geçerken, Kosova’da çığ düşmesi sebebiyle 10 kişi ölüyor, ulusal sınırları dinlemeyen soğuklar eski hısım Sırbistan’da da köylerde yaşayan 11.000 kişi için alarm verilmesine neden oluyordu.

Aşırı soğuk havalara dair haberler sadece Avrupa kıtasından gelmiyordu. Çin’in İç Moğolistan bölgesinden -50 dereceyi bulan hava sıcaklıklarından ötürü yaklaşık 40 bin kişinin Asya’da yaşam mücadelesi verdiği bildiriliyordu. Ayrıca bölgede 1600 çiftlik hayvanının soğuklar nedeniyle öldüğünü belirten yetkililer, 8 bin civarında evin de dondurucu soğuk nedeniyle çatladığını açıkladı. Soğuklar nedeniyle meydana gelen maddi kayıpların ise, 2 milyon doların üzerinde olduğu söylendi .

Şubat soğukları Türkiye’de de dünya genelinden pek farklı çizgide değildi. İstanbul’da Ocak ayının son günlerinde ölçülen son 33 yılın en soğuk günleri devam ediyor, Doğu Anadolu’da en düşük hava sıcaklığıkları Erzurum ve Ağrı’da ölçülüyordu. Eksi 32 Dereceyi bulan hava sıcaklıklarından ötürü bölgede 300 köy ile ulaşım sağlanamadı.

Dünya’nın güneyinden ise, kuzeyinde görülen dondurucu soğuklara tezat oluşturacak nitelikte ironik haberler geliyordu; Orman yangınları ile mücadele eden Şili’de polis, kokteyller için kullanılmak amacıyla ülkenin Patagonya bölgesindeki buzullardan beş ton buz çalmakla suçlanan bir kişiyi tutukluladı. Bilim insanları, buz kütlelerinin çalındığı Bernardo O’Higgins Ulusal Parkı’nın bir parçası olan Jorge Montt buzulunun yılda yarım mil kadar gerilediğini, bu gerileme ile birlikte Jorge Montt buzulun dünyanın en hızlı eriyen buzul parçası olduğunu açıkladı.

Çevreciler ise bu hırsızlık olayını, iklim değişikliği ve gezegenimizin ısınmasının insan kaynaklı olduğunun yeni bir kanıtı olarak değerlendirdi.

Aslında kuzey yarım kürede yaşanan soğuklarında nedeni pek farklı değildi. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, Kuzey Buz denizindeki buzulların ısınmaya bağlı olarak erimesinin, son yıllarda kuzey yarıkürenin bazı bölgelerine aşırı kar yağması ve çok soğuk olmasını açıklayabileceği söylendi. Georgia Teknoloji Enstitüsü’nden araştırmacılar, buzul tabakasının yüzölçümünün 2007’de rekor şekilde küçülmesinden beri Kuzey Amerika, Avrupa kıtası ve Çin’in geniş bölümünde normalin üzerinde kar yağışı görüldüğünü belirtti. Fakat Şubat ayında Kuzey Buzullarının erimesinin haberi 2012’de anlatılacak olan hikayenin başlangıcıydı.

Güneyde orman yangınları, kuzeyde -30 dereceyi bulan hava sıcaklıkları varken kafaların karışması normaldi. Ama bu kafa karşıklığı her sene tekrar edildiği için, işin içinde başka işlerin olacağı gerçeği de gün yüzüne cıkan bir diğer gerçekti.

Daily Mail gazetesinden David Rose her sene yaptığı gibi yine “iklim değişikliğini unutun, bunun adı mini buzul çağı” başlıklı, bilimsel açıdan arkasında duramadığı asparagas haberler üretiyor, Türkiye’den de Hürriyet, Milliyet ve Sabah gibi ‘saygın’ gazetelerin internet sayfalarında boyboy “minbuzul çağı kapıda” başlıklı haberler yayınlanıyordu. Ama bu haberler de bir başlangıçtı. 2012 yılında Rose’un oltasına gelinerek Türkiye medyasında aslı astarı olmayan daha birçok haberlere de imza atılacaktı.

Ocak ayında kendi ürettiği nükleer yakıt çubuklarını duyuran İran, bir ay sonra bu çubukları kullanmaya başlayacağını açıkladı. ABD ile İran arasından muhtemel bir savaşın çıkacağı senaryolarının yapıldığı günlerde, haber ajansları İsrail’in, İran’ın nükleer tesislerine yönelik bir saldırıyı ABD’ye haber vermeden gerçekleştirmeyi planladığını haberi geçiyordu.

İsrail, İran ve ABD üçgeninde sinirler iyice gerilirken, asıl trajik haber Gazze Şeridi’nden geliyordu. Yakıt sıkıntısı yüzünden bölgenin yüzde 60’ına elektrik veren santral kapanıyor, hastanelerdeki jeneratörlerin yakıtlarının da bitmek üzere olduğu bilgileri geliyordu. Gazze’nin hastanelerini dahi etkileyecek olan yakıt sıkıntısı 2012 yılı boyunca devam edecek, günde 18 saatlik elektrik kesintileri karşısında hastaneler çözümü güneş panellerinde bulacaktı.

Şubat ayı Bulgaristan’a hem enerji hem de çevre alanında büyük bir felaket getiriyordu. Ülkenin güneyinde eriyen kar ile sağanak yağışlar nedeniyle seller meydana geliyor, ülke genelindeki Studen Kladenets, İvaylovgrad, Borovitsa, Kamçiya, Yasna Polyana, Yovkovtsi barajlarını taşırıyordu. Bulgaristan’ın Harmanlı Kasabası yakınlarındaki İvanova Barajı ise, bu ağırlığa dayanamayıp çöktü. Önüne geçilemeyen sulardan ötürü Meriç ve Tunca nehirleri yataklarından çıkarak taşıyor. İki nehir tek nehir gibi akmaya başlıyordu. Türkiye sınırları içerisinde ise sel felaketinden ötürü Edirne’de aralarında, 54. Mekanize Tugay Komutanlığı, Emniyet Müdürlüğü, Devlet Su İşleri, Trakya Üniversitesi ve Milli Eğitim Müdürlüğü gibi yapıların da bulunduğu birçok bina sular altında kaldı. Belgrad-İstanbul seferi yapan yolcu treninin Simeonovgrat yakınlarında raydan çıktığı belirtilirken, Kapıkule sınır kapısı araç geçisine kapatıldı ve Şubat ayında Trakya’da tam anlamıyla bir olağanüstü hal durumuna geçildi.

Türkiye’nin bir diğer köşesinde, Adana’da bir başka baraj haberi geldi. Adana’nın Kozan ilçesinde Gökdere Köprü Barajı’nın bu sefer insan kaynaklı ihmaller sonucunda kapakları patlıyor ve kaza sonrası yapılan sayımlarda 1 işçinin ölü, 10 işçinin kayıp olduğu anlaşılıyordu. Aylar süren arama çalışmaları sonucunda, halen kayıp olan 5 işçiden birinin cansız bedenine 5 ay sonra ulaşılıyor, ama bu sefer de cenazeler karışıyordu. Kayıp işçilerden Mehmet Yılmaz’ın babası Bilal Yılmaz bu karışıklık sonrasında içerisinde bulundukları durumu şu şekilde anlatıyordu: “Cenazenin bizim olmasını temenni ediyorduk fakat Bolat Ailesi’ninmiş. Onlar şimdi cenazeleri bulundu diye seviniyor. Biz ise hala cenazemizi bekliyoruz.”

Baba Yılmaz’ın bekleyişi halen sürüyor.

(Yeşil Gazete)

Türkiye’nin AB Çevre Mevzuatı’na uyumu: 15 yılda neredeyiz?

Avrupa Komisyonu, AB’ye aday ülkelerin katılım yönünde kaydettiği gelişmelere ilişkin yıllık ilerleme raporları yayınlıyor. Kamuoyunda daha çok demokrasi ve insan hakları bağlamında gündeme gelen ilerleme raporlarının başlıklarından biri de çevre. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nden araştırma görevlisi Dr. Barış Gençer Baykan, 1998- 2012 arasındaki ilerleme raporlarından yola çıkarak Türkiye’nin çevre mevzuatının AB çevre mevzuatı ile uyumlaştırılmasını değerlendirdi.

Uzun vadeli ve maliyetli uyumlaştırma

1998 yılında yayınlanan ilk rapor, Türkiye’nin çevre mevzuatının, standartlar, izleme gerekleri ve ölçüm yöntemleri bakımından, Avrupa Birliği’nin çevre  mevzuatından çok farklı olduğu ve Türkiye’de çevre koruma düzeyinin arzu edilenin uzağında yer aldığı tespitiyle açılıyor. En kötü sorunların endüstriyel ve kentsel kirlenme ve kıyıların ve doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi alanlarında olduğuna ve  endüstriyel kirlenme, tehlikeli maddeler, genetik olarak değiştirilmiş organizmalar, nükleer güvenlik ve çevre hakkında bilgiye erişim alanlarında eksikliklere vurgu yapılıyor. Atıklar, havanın ve suyun korunması, doğa koruma ve çevresel etki değerlendirmeleri ile ilgili olarak müktesebatın kabul edilmesi yönünde çaba sarfedildiği fakat müktesebatın benimsenmesinin uzun vadeli bir konu olduğu ve büyük ölçekli yatırımları gerekli kılacağı ifade ediliyor. Komisyon,Türkiye’deki çevre koruma düzeyinin Avrupa Birliği’nin düzeyine yaklaştırmak için strateji teklifi olarak idari ve mali işbirliğini, yasaların yakınlaştırılmasını öneriyor ve bunun için ulusal bir plan hazırlanmasının kararlaştırıldığını duyuruyor.

2000’lerde uyumlaştırma için sınırlı reformlar

Çevre konusundaki çabalar Türkiye’nin AB’ye uyum için diğer alanlarda gösterdiği çabalar ile parallelik gösteriyor ve 2002’den sonra reformlar – her ne kadar sınırlı da olsa- hız kazanıyor.  İdari kapasiteye ilişkin olarak, Türkiye, Çevre Bakanlığı’nın ana birimlerini yeniden belirleyen  ve Bakanlığın taşra teşkilatını kuran kanunu kabul etmesi, çevre mevzuatının uygun şekilde uygulanması için önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Kimyasallar alanında 1993’te yürürlüğe giren Zararlı Kimyasallar ve Ürünlerinin Kontrol yönetmeliğinde değişiklikler yapılıyor. Yatay mevzuat alanında ise TBMM Çevre Komisyonu, AB müktesebatının uyumlaştırılması için gerekli hukuki çerçeveyi oluşturacak bir çerçeve kanun tasarısı hazırlıyor. 2003 ve 2004 yıllarında Türkiye çevre konusunda önemli uluslararası çevre sözleşmelerine ve protokollere imza atıyor.  Doğa koruma alanında, Şubat 2003’de, Nesli Tehlikede Olan Yabani Flora ve Faunanın Uluslararası Ticaretine (CITES Sözleşmesi) ilişkin bir Bakanlar Kurulu Kararı kabul ediliyor ve  Haziran 2003‘te Avrupa Peyzaj Sözleşmesi onaylanıyor. Genetik olarak değiştirilmiş organizmalar alanında, Haziran 2003’de Kartagena Biyogüvenlik Protokolü (Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi), Kimyasallar alanında ise, Haziran 2003’de, ozon tabakasını (Montreal Protokolü) azaltan maddelerle ilgili iki kanun kabul ediliyor. 2004’te Türkiye Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni onaylıyor.

Doğa koruma ve iklim değişikliğinde uyum düşük seviyede

Son yıllarda ise özellikle enerji altyapı projelerinin çevresel sürdürülebilirliğe olumsuz etkileri raporlara konu oluyor. İklim değişikliği konusu ilk yıllarda konu edilmezken son raporda başlıkta çevrenin yanında yer alıyor. Aralık 2009’da 27. müzakere başlığı olan Çevre faslı, müzakerelere açıldı fakat Türkiye’nin üyelik perspektifi netleşmediği için çevre faslının maliyetinin kamu ve özel sektör tarafından üstlenilmesini zorlaştırıyor. Genel olaral bakıldığında  çevre ve iklim değişikliği alanında daha fazla uyum sağlanması bakımından düzensiz ilerlemeler kaydediliyor. Türkiye’nin çevrenin korunması gereksinimlerini tüm diğer politikaların tanımlanmaları ve uygulanmaları ile bütünleştirmesinin zayıf olduğu değerlendiriliyor. Çevreye ilişkin müktesebatın uygulanmasındaki zayıflık halen önemli bir endişe yaratırken AB’nin önem verdiği sınıraşan sorunlar konusunda Türkiye, Birliğin taraf olduğu sözleşmelerden bazılarına taraf olmak için üyeliği bekliyor.

Raporun tam metni için betam.bahcesehir.edu.tr/tr/2012/12/turkiyenin-ab-cevre-mevzuatina-uyumu-15-yilda-neredeyiz/

(Yeşil Gazete)

Türkiye yeni yıla kömürle girdi

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, 2013’ün ilk dakikalarında kömürden doğalgaz üreten pilot tesisinin açılışını yaptı.

Kütahya Tunçbilek’te ‘Gazlaştırma Pilot Tesisi’nin açılışı töreninde kameralar karşına geçen Yıldız, kurdele kesim töreninde, “Tavşanlı’da faaliyete geçirdiğimiz tesisin yanı sıra 2013’te Soma’da temelini atmayı planladığımız tesisle şu anda bütün meskenlerin kullandığı doğalgazın hemen hemen 9’da biri, 10’da biri kadarını yerli kömürden üretmiş olacağız” dedi.

2012 yılını kömür yılı ilan eden ve “kömüre olan aşkı”ndan ötürü aralık Ayında Katar’ın Başkenti Doha’da gerçekleştirilen BM İklim Zirvesi’nde “Günün Fosili” ödülüne layık görülen Türkiye’nin, en zararlı fosil yakıt olan kömüre olan merakı 2013’te de süreceğe benziyor.

Uluslararası Enerji Ajansı’ının 2012 Dünya Enerji Görünümü Raporu’nun sonuçlarına göre, iklim değişikliğine neden olan en tehlikeli yakıt olan kömürle birlikte ortaya çıkacak olan doğalgazın ve bir diğer fosil yakıt olan petrolün 3/2’sinin toprak altında bırakılmadığı takdirde ortaya çıkacak olan 2 derecelik sıcaklık artışı dünyayı muhtemel bir felaketin eşiğine getirecek.

Aynı raporda Türkiye’nin de 49 yeni kömür santrali projesi ile dünyada ilk 4’te yer aldığı söylenmişti.

2013’ün ilk dakikalarında açılan bu tesisle,  2012’deki enerji politikasının, 2013’te de aynı çevre dostu olmayan yolları izleyeceği öngörüsü oluştu.

(Yeşil Gazete)

 

Evo Morales iki elektrik dağıtım şirketini kamulaştırdı

Bolivya, iki İspanyol elektrik şirketini kamulaştırdı. Kırsal bölgelerde yaşayanlara elektriğin aşırı pahalıya satıldığını iddia eden Bolivya hükümeti, iki elektrik dağıtım şirketini kamulaştırdı.

Cumhurbaşkanı Evo Morales, İspanyol Iberdrola şirketinin iki alt kuruluşunu, kırsal alandaki müşterilere elektriği yüksek fiyattan satmakla suçluyordu. Morales, kırsal alanlarda yaşayanların şehirde yaşayanlara nazaran elektrik için üç kat fazla para verdiğini öne sürüyordu. Morales, geçmişte petrol, telekomünikasyon ve elektrik üretim şirketlerini de kamulaştırmıştı.

Morales “Elektrik hizmetlerinin şehirlerde olduğu kadar köylerde de aynı kalitede olması lazım.” diye konuştu. Cumhurbaşkanı ayrıca kararnamesinin, enerji meselelerine gelince kamu menfaatlerinin özel çıkarlardan daha önemli olduğunu belirten anayasaya uygun olduğunu sözlerine ekledi.

Morales “adaletsiz ve eşitsiz” olarak nitelediği elektrik faturaları karşısında “bu adımı atmaktan başka bir seçenekleri kalmadığını” belirtti. Bolivya cumhurbaşkanı, bağımsız bir arabulucunun 180 güne kadar Iberdrola’nın mallarına karşılık ne kadar tazminat alacağına karar vereceğini söyledi.

Bolivya hükümetinin kararına verdiği tepkide Iberdrola, şirketlere karşılık adil bir tazminat almayı ümit ettiğini belirten bir açıklama yaptı. AFP haber ajansına konuşan bir sözcü “Bizim payımıza karşılık gerçekçi bir paha biçileceğini umuyoruz.” dedi.

Iberdrola, Bolivya’nın en büyük şehri La Paz’daki elektrik hizmetlerini işleten Electropaz’ın %89,5’ine; Oruro bölgesine hizmet veren Elfeo’nun da %92,8’ine sahipti.

(BBC Türkçe)

 

Japon akademisyen Hiroki Wakamatsu aleviliği seçti

Tunceli Üniversitesi’nde Alevilik üzerine ders veren Japon Antropolog Yrd. Doç. Dr. Hiroki Wakamatsu akademik çalışmaları sonucu bilgi edindikten sonra Alevi bir Müslüman olduğunu açıkladı.

Sophia Üniversitesi’nde antropoloji alanında yüksek lisansını ve doktorasını tamamlayan Japon antropolog, daha sonra Tunceli Üniversitesi’nde Alevilik dersi vermeye başladı. 2011 yılında Tunceli Üniversitesi’nde yardımcı doçentlik unvanını alan Yrd. Doç. Dr. Hiroki Wakamatsu, Alevilik geleneğinden etkilenerek Müslüman oldu.

ntvmsnbc.com’da yer alan habere göre, Alevilikle ilgili araştırmalar yapan Wakamatsu zamanla Alevi olmaya karar verdiğini belirterek, “Tibet’te ya da Arjantin’de de olabilirdim ama bir hocamın tavsiyesiyle Türkiye’deki Alevi toplulukları üzerine çalışmaya başladım” şeklinde konuştu.

“Müslüman olmak için uzun zamandır tereddütlerim bulunuyordu” diyen Japon antropolog Wakamatsu, “Ankara Üniversitesi’nde samimi hocalarımız vesilesiyle Müslüman olmak kısmet oldu ve sonrasında aleviliği seçtim. Alevi yolu bir meşrebdir benim için. Kendi adıma, İslam’ın Allah’a ulaşmak için en doğru yolu olduğuna inanıyorum” diyerek sözlerini tamamladsı.

(T24, Ntvmsnbc)

 

Marmaralı öğrencilerden ODTÜ’ye destek bildirisi

Marmara Üniversitesi Homofobi ve Transfobi Karşıtı Öğrenci Topluluğu (MadiMar) yayınladığı bildiri ile ODTÜ’deki öğrencilere destek verdi. Kulüpten yayınlanan bildiride yaşanan olaylar nedeniyle duyulan kaygı ve ODTÜ öğrencilerine ve hükümet tarafından mağdurlaştırılan tüm kesimlere destek mesajlarına yer verildi.

MadiMar üyeleri tarafından yayınlanan ortak bildiride yaşanan olayların hemen ardından Marmara Üniversitesi Rektörlüğü’nün de destek verdiği hükümet yanlısı basın duyurusunun Marmara Üniversitesi öğrencilerinin görüşlerini yansıtmadığı ifade edildi. Üniversitelerin son yıllardaki tutumlarının demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçtiğinin kaydedildiği bildiride şu ifadeler kullanıldı:

“18.12.2012 tarihinde Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde emniyet güçleri tarafından öğrencilere uygulanan şiddet tabanında temel haklarının çiğnendiği uygulamaların hemen ardından 24.12.2012 tarihinde Marmara Üniversitesi Rektörlüğü’nün de aralarında bulunduğu bazı üniversite rektörlüklerince yapılan açıklama, başta biz Marmara Üniversitesi öğrencilerinin görüşlerini yansıtmamaktadır. Özgürlük üzerinde iktidara ya da kurumlara özgü bir sınırlandırmaya gidilemez. Dolayısıyla Üniversitelerin özgürlüğünün sadece öğretim elemanlarının araştırma ve ifade özgürlüğünden ibaret olduğu düşünülmemelidir. Öğrencilerin düşüncelerini ifade yolları, kimliği, çeşitliliği ve protesto özgürlükleri de üniversite ortamının ayrılmaz bir parçasıdır. Türkiye’de son yıllarda öğrenciler üzerinde artan baskılara sessiz kalan, akademik özgürlüklere yapılan müdahaleler karşısında geri planda kalmayı tercih eden üniversite yönetimlerinin, ülke yönetimini elinde bulunduranlara yakın ve güzel görünmek amacıyla yaptıkları bildirileri ayrıca KCK adı altında hizaya sokulmaya çalışan Kürt siyasetçilere, Ergenekon’la ilişkilendirilen gazetecilere, en temel haklardan biri olan “parasız eğitim” talebinde bulunan öğrencilere karşı yürütülen sistematik hukuksuzluğa karşı çıkıyoruz ve tüm bu olanları demokrasi tarihine kazınmış kara lekeler olarak addediyoruz. Biz, Marmaralı öğrenciler olarak Marmara Üniversitesi Rektörlüğü’nün yapmış olduğu açıklamayı reddediyor ve ODTÜ’lüler ve devlet tarafından mağdurlaştırılan herkesle dayanışma içinde olduğumuzu bildiriyoruz.”

(Kaos GL)