Ana Sayfa Blog Sayfa 4476

Ateistler ve agnostikler baskı altında!- Örsan K. Öymen

Ateistlerin ve agnostiklerin baskı altında tutulduğu bir ülkede demokrasiden söz etmek olanaklı değildir. Dindarlar, örneğin Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler kendilerini nasıl özgürce ifade edebiliyorlarsa, dinsizler, ateistler ve agnostikler de aynı biçimde kendilerini özgürce ifade edebilmelidirler.

Pekiyi, Türkiye’de böyle bir durumdan söz edilebilir mi?

Bugün Taksim meydanına birisi çıksa, “Allah vardır!” diye bağırsa, kimse o vatandaşa dokunmaz. Belki bazıları, “Allah’ın varlığı zaten aşikar, ne diye bağırıyorsun?” diyerek, bu kişiye deli muamelesi yapabilir. Ancak karşılaşacağı en kötü senaryo budur; bunun ötesine geçmez.

Bugün Taksim meydanına birisi çıksa, “Allah yoktur!” diye bağırsa, birkaç dakika içinde bu kişinin etrafında oluşan kalabalık onu tartaklamaya başlar, onu dövmeye başlar, hatta onu linç bile edebilir. İstanbul’un Ümraniye, Dudullu, Gaziosmanpaşa, Sultanbeyli gibi ilçelerinde değil; Erzurum’da, Erzincan’da, Şanlıurfa’da, Yozgat’ta, Kayseri’de, Konya’da değil; İstanbul’un ve Türkiye’nin en modern ve çoğulcu ilçelerinden birisi olan Beyoğlu’nda, Taksim Meydanı’nda, ateist çağrı yapan vatandaşın başına gelecek olan budur.

Nitekim yılın her günü, günde beş vakit ezan sesi eşliğinde, Allah’ın yüce olduğu ve Muhammed’in de onun peygamberi olduğu tüm halka sesli bir biçimde duyurulmaktadır. Herkes dindar olmadığı ve bunu dinlemek zorunda da olmadığı halde, kimse cami minarelerinin hoparlörlerini parçalamıyor, imamların üzerine yürümüyor.

Oysa bir kişi günde beş kez bir hoparlörden, “Allah yoktur! Muhammed de Allah’ın peygamberi değildir!” diye bir duyuru yapsa, o kişinin sağ kalma olasılığı çok düşüktür. Söz konusu kişi en iyi ihtimalle tutuklanır ve kendisini hapishanede bulur.

İşte böyle bir ülkede demokrasinin varlığından, temel insan haklarından, düşünce ve ifade özgürlüğünden söz etmek olanaklı değildir. Böyle bir ülkede din, tek ve mutlak gerçek olmak iddiasıyla, toplumsal yaşamı tamamıyla baskı altına almıştır.

Televizyonlarda ateizmin ve agnostisizmin yeterince tartışılamadığı, sadece din propagandasının yapıldığı bir ülkede, demokrasiden, temel insan haklarından, düşünce ve ifade özgürlüğünden söz etmek olanaklı değildir.

Ateistlere ve agnostiklere yönelik mahalle baskısıyla devlet baskısının ortak hareket ettiği bir ülkede, demokrasiden, temel insan haklarından, düşünce ve ifade özgürlüğünden söz etmek olanaklı değildir.

Oysa ateizm nedir? Tanrı’nın var olmadığını savunan felsefi bir kuramdır. Agnostisizm nedir? Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini savunan felsefi bir kuramdır.

Bu kuramları Sextus Empiricus, David Hume, Denis Diderot, Baron D’Holbach, Auguste Comte, Pierre Joseph Proudhon, Karl Marx, Arthur Schopenhauer, Friedrich Nietzsche, Rudolf Carnap, John Dewey, Moritz Schlick, Karl Popper, George Santayana, Antonio Gramsci, Jean-Paul Sartre, Bertrand Russell, Gilles Deleuze, Noam Chomsky, Michel Foucault gibi birçok filozof savunmuştur.

Bu kuramları Ludwig Feuerbach, Sigmund Freud, Jacques Lacan, Claude-Levi Strauss, B. F. Skinner, Thomas Edison, Erich Fromm, Pierre-Simon Laplace, Ernst Mach, Ivan Pavlov, Henri Poincare, Carl Sagan, Andrei Sakharov, Stephen Hawking, Richard Dawkins gibi birçok bilim adamı savunmuştur.

Bu kuramları Isaac Asimov, Charles Bukowski, Albert Camus, Anton Chekhov, Henrik Ibsen, Marcel Proust, George Bernard Shaw, Terry Eagleton, George Eliot, Virginia Woolf, Franz Kafka, Arthur Miller, Pablo Neruda, Nazım Hikmet, Harold Pinter gibi birçok edebiyatçı savunmuştur.

Bu kuramları Bela Bartok, Hector Berlioz, Georges Bizet, Nikolai Rimsky-Korsakov, Giuseppe Verdi, Sergei Prokofiev, Maurive Ravel gibi birçok klasik müzik bestecisi, Björk, Brian Eno, Bob Geldof, David Gilmour (Pink Floyd), Billy Joel, Robert Smith (The Cure), Charlie Parker, Björn Ulvaeus (Abba), Roger Waters (Pink Flyod), Frank Zappa ve Shirley Manson (Garbage) gibi pop, rock ve jazz alanında çalışan birçok müzisyen savunmuştur.

Bu kuramları Woody Allen, Robert Altman, Michelangelo Antonioni, Robert Bresson, Luis Bunuel, Sergei Eisenstein, Francois Truffaut, John Huston, Roman Polanski, Roberto Rossellini, Stanley Kubrick, Werner Herzog, Derek Jarman gibi birçok sinema yönetmeni, Marlene Dietrich, Peter Fonda, Jodie Foster, Katharine Hepburn, Gene Kelly, Burt Lancaster, Bruce Lee, John Malkovich, Brad Pitt, Keanu Reeves, Emma Thompson gibi birçok oyuncu savunmuştur.

Bu kuramları Henri Matisse, Claude Monet, Pablo Picasso, Mark Rothko, Vincent van Gogh gibi birçok ressam savunmuştur.

Tanrı’ya ve dine kuşkuyla bakan bu insanlar, kendi alanlarında dünyanın en yetenekli ve en önemli insanları arasında yer almaktadırlar. Elbette aynı yetenekte ve önemde Tanrı’ya ve dine inanan birçok başka kişi de tarihte yerini almıştır. Ancak sonuçta, Tanrı’ya inanç, kategorik ve mutlak bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmamaktadır. Bunun aksi bir durum ancak geri kalmış ülkelerde, örneğin Türkiye gibi ülkelerde geçerli olabilir.

Türkiye’de ateist veya agnostik olduğunu söyleyen, yaşamını riske atmaktadır. Nitekim Türkiye’nin en önde gelen yazarlarından birisi olan Aziz Nesin ateist olduğunu söylediği için Sivas’ta saldırıya uğradı, canını zor kurtardı. Bir zamanlar imamlık ve müftülük yapan, daha sonra dini eleştirip ateizmi seçen yazar Turan Dursun suikaste kurban gitti ve öldürüldü. Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli müzisyenlerden birisi olan Fazıl Say ateist olduğunu açıkladı, başına gelmedik iş kalmadı; Ömer Hayyam’ın şiirlerini internette paylaştığı için bile, hakkında dava açıldı. Türkiye’de ateist veya agnostik olduğunu açıklayan birçok bilim adamı, düşünür, yazar, üniversite öğretim elemanı, öğretmen, öğrenci çeşitli baskılara, hakaretlere, tehditlere, hedef göstermelere maruz kaldı.

Siz hiç Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da, dünyanın en gelişmiş ülkelerinde, birisinin ateist veya agnostik olmasından dolayı, böyle bir baskıya maruz kaldığını gördünüz mü?

Orta Çağ’da veya onu izleyen devrim süreçlerinde örnekleri vardır, ancak günümüzde böyle bir örnek bulmak çok zordur! Daha doğrusu böyle bir baskı varsa da, bu yine köktendinci Müslümanlar tarafından uygulanmaktadır. Dinsiz olduğu bilinen ve İslam’da kadının rolünü eleştiren bir film yapan Hollandalı yönetmen Theo van Gogh, bu nedenle sokak ortasında, radikal bir İslamcı terörist tarafından öldürülmüştür! Köktendinci Müslümanlar, Orta Çağ zihniyetini, Avrupa’ya yeniden ihraç etmeye kalkmaktadırlar!

Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da, Hıristiyanlar ve Museviler, ateistlerden ve agnostiklerden hoşlanmasalar da, ateistler ve agnostikler de Hıristiyanlardan ve Musevilerden hoşlanmasalar da, söz konusu kesimler birbirlerini baskı altında tutmaya çalışmıyorlar, insan ister dindar olsun, ister dinsiz olsun, din konusunu kişisel bir özgürlük konusu olarak algılıyorlar.

Türkiye’de ise herkes Müslüman olmak zorunda; Müslüman değilse de, Hıristiyan veya Musevi olmak zorunda! İnsanların ateist veya agnostik olmaya hakkı yok!

Üstelik bir de, ateistlere ve agnostiklere ahlaksız insanlar olarak bakmak gibi genel bir eğilim var! Türkiye’de bir ateist ve agnostik canını kurtarsa bile, zavallı ve ahlaksız bir insan muamelesi, hatta satanist kişi muamelesi görür! Satanist veya ateist fark etmez, ikisi de “ist”le bitiyor nasıl olsa!

Türkiye’de kimse, ahlakın dinin tekelinde olmadığını bilmez. Çünkü çocukluktan itibaren, din ve ahlak konuları, okuldaki dersler de dahil olmak üzere, paralel öğretilir! Adı üstünde: “Din ve Ahlak Bilgisi” dersi. Sanki ahlak kavramı tektanrıcı dinlerle birlikte ortaya çıkmış gibi uydurma bir ahlak tarihi anlatılır çocuklara.

Oysa ahlak, yazılı kaynaklara göre, tektanrıcı dinlerin ortaya çıkmasından binlerce yıl önce, yazılı kaynakların ötesine de geçecek olursak, muhtemelen onbinlerce yıl önce zaten vardı. Sadece genel olarak ahlak değil, tektanrıcı dinlerin bazı ahlaki değerleri de bu dinler ortaya çıkmadan önce zaten vardı.

Daha yakın bir geçmişe bakacak olsak bile, M.Ö. 5. ve 4. Yüzyılda, yaklaşık 2400 yıl önce yaşamış olan Platon , Aristoteles ve Epikuros gibi Antik Yunan filozofları, tektanrıcılıktan tamamıyla bağımsız olarak, adalet üzerine, ahlak üzerine, iyilik üzerine, erdem üzerine, dostluk üzerine yüzlerce sayfalık kitaplar yazmışlardı. Bu dönemde Musevilik Orta Doğu’da ufak bir coğrafya ile sınırlı bir azınlık diniydi ve Antik Yunan’daki egemen din değildi; çoğu filozofun bu dinden haberi bile yoktu. Hıristiyanlık ve Müslümanlık ise daha ortaya bile çıkmamıştı; Hıristiyanlık Platon’dan yaklaşık 400 yıl sonra, Müslümanlık da Platon’dan yaklaşık 1000 yıl sonra ortaya çıktı. Platon, Aristoteles, Epikuros gibi filozoflar Musevi, Hıristiyan veya Müslüman değildi; ancak ahlak, adalet, iyilik, erdem, dostluk üzerinden bir yaşam biçimi ortaya koymuşlardı.

Tektanrıcı bir kültürde yetişen birçok filozof ve düşünür için de aynı şey geçerlidir. Hume, Marx, Sartre, Russell gibi düşünürler, dindar olmadıkları halde, dinsiz oldukları halde, Tanrı’ya da inanmadıkları halde, adalet üzerine, eşitlik üzerine, ahlak üzerine, iyilik üzerine yıllarca düşünmüşler, bu doğrultuda binlerce sayfalık tezler ortaya koymuşlar, yaşamlarını, aynen Platon, Aristoteles ve Epikuros gibi, daha ahlaklı, daha adil bir dünyanın oluşmasına adamışlardır. Elbette aynı işi bazı dindar filozoflar da yapmışlardır; ancak sonuçta, ahlak ve adalet, hiçbir zaman dinin tekelinde olmamıştır. Buna rağmen Türkiye’de, hem eğitim sisteminde, hem aile içi eğitimde, hem de medyada,  olgular çarpıtılmakta, gerçekler örtbas edilmekte, dinden bağımsız bir ahlakın olamayacağı yalanı pompalanmaktadır.

Böylece, bağnaz dindar bakış açısına göre, yukarıda saydığımız tüm değerli isimler gibi birçok insan, sadece ateist veya agnostik oldukları için, bir anda değersiz insan statüsüne düşmektedir. Amerikan Bilimler Akademisi üyelerinin %93’ünün ateist olduğu dikkate alınacak olursa, bu bilim adamları da değersiz insan statüsüne düşmektedir! Hatta üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği’ni bile değersiz kılabilir bu bağnaz ve dogmatik bakış açısı!

Nasıl mı?

Çünkü Avrupa Birliği’nin en önemli kamuoyu araştırma kurumlarından birisi olan “Eurobarometer”in 2005 yılında gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre, İsveç’in %77’si, Danimarka’nın %69’u, Norveç’in %68’i, Fransa ve Hollanda’nın %66’sı, Britanya’nın %62’si, Finlandiya’nın % 59’u, Belçika’nın %57’si, Almanya’nın %53’ü, İsviçre’nin %52’si, Avusturya’nın %46’sı, İspanya’nın %41’i, İtalya’nın %26’sı Tanrı’nın varlığına inanmıyor.

Aynı araştırma kurumuna göre Tanrı’ya inanmayanların oranı Türkiye’de %10. Türkiye bu konuda Kıbrıs ve Malta ile birlikte en üst sıralarda.

Gelişmişlik düzeyiyle dinsizlik arasında zorunlu bir bağlantı var mıdır yok mudur, yoksa bu bir tesadüf müdür, o ayrı bir tartışma konusudur. Ancak sonuçta, din konusunda, Avrupa Birliği’nde daha çoğulcu bir anlayış egemen, Türkiye’de ise daha homojen ve daha tek boyutlu bir anlayış egemen.

Neden?

Çünkü ateizm, agnostisizm, dinsizlik sürekli baskı altında tutuluyor da ondan! Dini bir çerçevenin dışına çıkmak olanaklı değil. Fiilen bunu yapsanız da, bunu hiçbir zaman beyan etmeyeceksiniz, hatta mümkünse, yaptığınız her şeyi din adına yaptığınızı beyan edeceksiniz veya din konusunda hiç konuşmayacaksınız, susacaksınız, susarak yaşayacaksınız ve sessizce dini çerçevenin dışına çıkmanın yollarını arayacaksınız! Dindarlar sürekli gürültü patırtı yaparak bağırsa da, dinsizler hep sessiz kalıp susacaklar!

Aksi halde dinsizlik kötü emsal olur, kötü örnek olur, vatandaşlar dinden çıkar, toplum da, devlet de çöker! Sanki şu anda toplum çok sağlam, devlet çok sağlam, insanlar çok ahlaklıymış gibi!

Avrupa Birliği nüfusunun yaklaşık yarısı dinsiz, ona rağmen orada, Türkiye’deki kadar çok sahtekarlık ve yolsuzluk yok! Avrupa Birliği nüfusunun yaklaşık yarısı dinsiz, ona rağmen orada, Türkiye’deki kadar çok insan hakları ihlali yok! Avrupa Birliği nüfusunun yaklaşık yarısı dinsiz, ona rağmen orada, Türkiye’deki kadar çok sosyal adaletsizlik yok!

Acaba neden?

Türkiye’de ateizm, agnostisizm, dinsizlik baskı altında. Oysa dünya nüfusunun yaklaşık %16’sı kendisini herhangi bir dine ait görmüyor. Yani dünyada yaklaşık 1 milyar dinsiz insan var. Bu kişilerin içinde ateistler ve agnostiklerle birlikte, dinsiz teistlerin de olduğu tahmin ediliyor.

Hıristiyanlar  %29 ile en büyük grup, Müslümanlar  %24 ile ikinci büyük grup, dinsizler ise %16 ile üçüncü büyük grup. Geriye kalan %30 ise büyük ölçüde Hinduistler, Budistler, Taocular ve Şintoistler arasında bölünmüş durumda. Museviler ise yok denecek kadar az: %0.2. (Yüzdeler konusunda farklı araştırma kurumları farklı sayılar ortaya koysalar da, sıralama genelde değişmiyor).

Sonuçta sadece Avrupa Birliği değil, dünya açısından da baktığımızda, ateistleri ve agnostikleri de içeren 1 milyardan fazla dinsiz insandan söz ediyoruz. Ancak Türkiye’de, dinsizliği tartışma konusu yapmak bile “ayıp”, “günah”, “yanlış”, “yasak” ve “kötü”.

Türkiye’de örgütlenmeye çalışan ateistler ve agnostikler sürekli baskı ve tehdit altındalar. Türkiye’de dindarların “dini hizmetler” kategorisinde kurduğu on binlerce dernek ve vakıf var, ancak ateistlerin ve agnostiklerin bir tek derneği, bir tek vakfı bile yok. İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı verilerine göre, Türkiye’de din temelinde hizmet veren yaklaşık 16 bin dernek var. Bu kategori, spor alanında hizmet veren derneklerle birlikte, en üst sıradaki kategori. Onun arkasından yardımlaşma, kalkınma, (ki bu ikisinin de büyük çoğunluğu hemşehri dernekleridir), mesleki dayanışma gibi kategoriler geliyor. Bırakın ateizmi ve agnostisizmi, felsefe, sanat ve bilim gibi, uygarlığın temel taşları sayılan üst başlıklar ve alanlar, kategori dahilinde bile değil; o kadar azlar ki, bir yüzdeyle bile ifade bulamıyorlar. Çünkü Türkiye’de dernekçilik demek, Türkiye’de sivil toplum demek, spor demek, din demek, hemşehricilik demektir!

Bunun da ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her öğrenci, ailesi ve/veya kendisi ateist veya agnostik bile olsa, okulda din dersini almak zorundadır! Bu derste, felsefede de, bilimde de tamamıyla tartışma konusu olan Allah’ın varlığı, Allah’ın özellikleri, evrenin Allah tarafından yaratılmışlığı, ruhun ölümsüzlüğü, peygamberlik, vahiy, mucizeler, kıyamet gibi birçok iddia, mutlak gerçeklermiş gibi anlatılmaktadır! Hatta sınav sorularında, tektanrıcı dinlerin bu tezlerine aykırı bir yanıt verirseniz, sınavdan ve dersten kalırsınız! Felsefedeki ateizm ve agnostisizm kuramı, bu derste kategorik olarak sıfırlanmaktadır! Bu ders, sanki Hume’un, Marx’ın, Feuerbach’ın, Nietzsche’nin, Sartre’ın, Russell’ın, Freud’un argümanları tarihte hiç var olmamış, bu kişiler hiç yaşamamış gibi yürütülmektedir!

Örneğin Matematik dersi sınavında, “2+2=?” sorusuna “4” yanıtını vermek nasıl doğru yanıt vermek için zorunluysa, Fen Bilgisi dersi sınavında, “Dünya mı güneşin etrafında dönmektedir, yoksa güneş mi dünyanın etrafında dönmektedir?” sorusuna “Dünya güneşin etrafında dönmektedir” yanıtını vermek nasıl doğru yanıt vermek için zorunluysa, Din ve Ahlak Bilgisi dersinde de, “Evreni kim yaratmıştır?” sorusuna “Allah” yanıtını vermek, “doğru” yanıt vermiş olmak için zorunlu hale gelmektedir! Tabii tek bir farkla ki, buradaki zorunluluk “a priori” veya “a posteriori” bir zorunluluk değil, siyasetçilerin, yöneticilerin, ailelerin, öğretmenlerin yapay bir biçimde yarattıkları fiili bir zorunluluktur; daha doğrusu fiili bir zorlama ve dayatmadır!

Böylece öğrenci daha genç yaşta, olguyla kurguyu birbirine karıştırma becerisini geliştirmektedir! Böylece Matematik, Bilim, Felsefe, Din, hepsi aynı çorbada bir bulamaç haline gelmektedir!

Her şeye rağmen, Türkiye’deki ateistler, agnostikler, dinsizler ve dine eleştirel bakanlar, yoğun bir baskı ortamında yaşasalar da ve büyük haksızlıklara uğrasalar da; bu kesimler örgütlenmekte büyük güçlüklerle karşılaşsalar da, internet ortamında, www.ateizm.org,www.ateistforum.orgwww.dusuncedunyasi.netwww.bilimvedin.netwww.agnostik.org,www.bilimfelsefedin.orgwww.bilimvedin.netwww.turandursun.comwww.mucizeyalanlari.com,www.ateizm.blogspot.comwww.pozitifateizm.wordpress.com gibi web siteleri ve bloglar üzerinden seslerini çıkartmaya çalışmaktadırlar.

Tabii bu siteler de sık sık aleyhte yargı kararlarıyla veya lehte yargı kararlarına rağmen kapatılmaktadırlar; dinci yobaz çevrelerin dava konusu haline gelmektedirler; site yöneticileri ve yazarları da sürekli tehdit, hedef gösterme, hakaret gibi baskıların altında çalışmaktadırlar; zaman zaman kimliklerini bile gizlemek zorunda kalmaktadırlar.

Çünkü dinciler, dindar olan kişinin dinsiz olan kişinin inancını “rencide edebileceğini ve aşağılayabileceğini” hiç düşünmeksizin, sürekli ve sadece dinsiz olan kişinin dindar olan kişiyi “rencide ettiğine ve aşağıladığına” dogmatik bir biçiminde inanmış ve saplanmış durumdalardır. Bu nasıl despotik ve dogmatik bir “rencide olmak ve aşağılanmak” sürecidir ki, “rencide olan ve aşağılanan” hep dinci kesim olarak karşımıza çıkmaktadır; tahammülsüz olan hep dinci kesim olarak karşımıza çıkmaktadır! Din hariç her şeye dokunulabilir, ancak din mutlak bir dokunulmazlığa sahiptir! Anlayış bu! Din sorgulanamaz olan mutlak bir “gerçektir”, daha doğrusu mutlak bir tabudur! Böylesine ilkel bir bakış açısı hakim Türkiye’de.

En kötümser bakış açısıyla, Orta Çağ’da Avrupa’da ne yaşanıyorsa, Türkiye’de bugün de o yaşanıyor!

En iyimser bakış açısıyla, “Rönesans” ve “Aydınlanma” hareketiyle başlayan devrim sürecinde Avrupa’da ne yaşanıyorsa, bugün de Türkiye’de o yaşanıyor!

Her koşulda, tarihsel süreç bizi, uzun vadede iyimser olmaya götürecektir!

Örsan K. Öymen – www.t24.com.tr

Tahran’da yine hava kirliliği tatili

0

İran’ın başkenti Tahran’da, aşırı hava kirliliği nedeniyle okullar ve resmi daireler yine tatil edildi.

İran’ın resmi haber ajansı IRNA, aşırı hava kirliliğinden dolayı Tahran’daki tüm okullar ile resmi dairelerin cumartesi günü de tatil edildiğini duyurdu.

Kentte uygulanan tek-çift plaka uygulamasının alanı genişletilirken, havayı kirleten sanayi kuruluşlarının bu süre içinde faaliyetlerinin durdurulacağına da karar verildiği belirtildi.

Vatandaşlardan zorunlu olmadıkça araç kullanmamaları istenirken, akciğer ve kalp rahatsızlığı olanlar ile çocuk ve yaşlılara dışarı çıkmamaları tavsiyesinde bulunuldu.

Aşırı hava kirliliği nedeniyle anaokulları ile ilkokullar salı ve çarşamba günleri tatil edilmiş, hafta sonu tatili olan perşembe ve cuma ile bu süre dört güne çıkmıştı. Aynı gerekçeyle okullar, üniversiteler ve tüm resmi kurumlar 4-5 Aralık 2012’de de tatil edilmiş, imkanı olan vatandaşlardan bu süre boyunca kent dışına çıkmaları istenmişti.

Tahran’da aşırı nüfus, kentin hava sirkülasyonuna uygun olmayan fiziki konumu, milyonlarca motosiklet ve düşük model araçların çıkardıkları egzoz gazları, hava kirliliğinde en önemli etkenler olarak sıralanıyor.

Başta Irak olmak üzere diğer yakın Arap ülkelerindeki kum fırtınasının da başkentte hava kirliliğini önemli ölçüde artırdığı belirtiliyor.

Gangnam Style zengin mahalleleri hakkında ne söylüyor?

ThisBigCity.net’te Drew Reed imzasıyla yayınlanan makaleyi, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Erdem Üngür‘ün imzasıyla yayınlıyoruz.

***

Gangnam Style‘ın başarısının sırrı ilk bakışta internetin saf gücünde saklı gibi gözüküyor. Güney Kore’li havalı bir rapçi, her ne kadar çoğumuzun anlamadığı bir dilde şarkı söylüyor olsa da, bağımlılık yaratıcı ritmi ve görselleriyle videosu Facebook paylaşımlarıyla ünlenecek kadar göz alıcı bir parça hazırlıyor. Şarkı Youtube’da en çok izlenen video, dünya genelindeki ülke radyolarında da hit parçalardan biri oluyor.

Hünerli bir şekilde kotarılmış olan videonun, Gangnam Style’ın başarısında çok önemli bir faktör olduğu kesinlikle inkar edilemez; garip bir şekilde tahrik edici olan “at” dansı dünyaca ünlendi. Ve sözlerin çevirisine bakacak kadar meraklı olanlar göreceklerdir ki videonun açık saçık doğasına karşın -başka birçok şeyin yanında asansörde don gömlek bir adamın uygunsuz dansı da gösteriliyor- rapçi Psy’ın sözleri aslında kahve içen bir kadınla çıkmayı ne kadar çok istediği hakkında.

Psy, videoda hoplayıp duran kalçaların yanında, sözlerini Seul’ün zengin Gangnam mahallesinin üst sınıf sakinlerini iğneleyerek dolduruyor. Bariz şekilde anlamsız olan “Kahve içen bir kızı seviyorum” cümlesi de aslında kahve dükkanlarında ödeyebileceğinden fazlasını harcayan ve sosyal merdivenin tepesine tırmanmakta olan kadınlar için bir iğneleme.

Peki Gangnam Style’ın başarısı cinsel imalı görsellere, muzip sözlere ve internetin akıllıca kullanımına indirgenebilir mi? Dünyadaki herhangi bir metropolde yaşayan insanın kabul edeceği üzere bundan biraz daha fazlasının olması lazım. Çünkü her metropolün kendi Gangnam’ı, yani yüksek gelir grubunun yaşadığı ve zengini de fakiri de aynı şekilde ayartan ve kızdıran bir mahallesi mevcuttur.

 

 

Videoda gösterildiği üzere Gangnam, kamusalın ve özelin aşırı bir karışımı. Bölgede iyi bakımlı birçok kamusal plaza ve park mevcut. Gangnam, kente akılda kalıcı kamusal simgeler sağlamak gibi önemli bir işleve sahip. Dünya genelindeki birçok zengin mahallesi gibi burası da turistlerin uğrak yeri ve “Gangnam Style” ile ilişkili gezilerin saldırısından önce de burası önemli bir turistik bölgeydi. Bölgede ayrıca videonun başında gözüken at ahırları gibi iyi korunmuş ve ayrıcaklı yerler de bulunmakta. Burası mükemmel bir zengin mahallesi arketipi; Gangnam kolaylıkla New York’un Upper East Side’ı ya da Paris’in Champs Elysees’si olabilir. Geleneksel olarak daha az zengin görülen ülkelerde bile benzer mahalleler bulunmaktadır. Mexico City’ye ya da São Paulo’ya giderseniz onların da kendi Gangnam bölgelerinin olduğunu göreceksiniz.

Dünya genelindeki Gangnam mahallelerinin özünde, kamusal ve özel yaşamların becerikli bir şekilde manipüle edilmesi yatmakta. Seul’deki elit kesim, kalabalık ziyaretçi gruplarının kamusal plazaları doldurmasından ya da videoda gözüken Hangham Parkı’ndaki ünlü ördek biçimindeki kayıkları kullanmasından memnunlar. Ancak bu kirli kalabalığın birkaç blok ötedeki elit binicilik kulüplerine girmesini istemiyorlar. Bunun daha aşırı bir örneği geçen sene New York’taki Occupy Wall Street protestolarında görülmüştü. Wall Street kodamanlarının normalde halka açık olmasını memnuniyetle karşıladıkları kamusal/özel Zucotti Parkı, yönetici sınıfın pek hoşlanmadığı uluslararası protesto hareketinin merkezi olduktan sonra hızlı bir şekilde özel hale getirilmişti. Avrupa ve ABD’deki kemer sıkma politikalarıyla da bu özelleştirme hareketi ivme kazanmakta.

 

 

Bu bağlamda, Gangnam Style, metaforik de olsa bir devrim hareketi olarak görülebilir. Psy, dansını bölgedeki en dışlayıcı eylemden (at sürmek) hareketle oluşturarak onu parklara, plazalara ve ilginç biçimli kayıklara getiriyor. Bu türden zenginliklerle boş yere ümitlendirilen ve aşırı bir ayrımcılığa maruz kalan dünyadaki diğer insanlar da bu gördüklerinden oldukça etkileniyorlar. Her orta sınıf kent sakini içinde bir yerde kendi kentinin Gangnam bölgesinde oluşturulan bu ayrıma karşı çıkma arzusunu taşıyor. Bunu keskin bir hiciv niteliğindeki at dansıyla yapmaktan daha iyi bir yol var mı?

Gangnam Style, sözlerindeki kuru mizah anlayışı ve videosundaki cinsel imalı danslarla yayılmaya devam ederken, kendi Gangnam mahallelerinden biraz daha az dışlayıcılık bekleyen kent sakinleriyle kurduğu bilinçaltı ilişki de yankılanmaya devam edecektir.

Yeşil Gazete için çeviren: Erdem Üngür

Yazının özgün hali için (ingilizce) tıklayınız.

(ThisBigCity, Yeşil Gazete)

 

 

Şeker portakalını soymak, başucuna koymak

2013’ün nasıl geçeceği, önümüzdeki sene nelerle uğraşacağımız, henüz yılın ilk günlerinde ortaya çıktı. En azından bir doğrultu belirdi. Muhafazakarlık ve muhafazakarlığın baskısının şiddetini arttıracağı bir yıl olacak 2013. Günlük yaşamımızda büyük bir hegemonya ile karşı karşıyayız. Bu hegemonyanın içerisinden çıkan AKP ve AKP’nin yolu temizlemesiyle daha da güçlenen bu hegemonya bir sarmal halini alıp, her şeyi sarıyor. Bu durum, net olarak tüm görüşleri, yavaş yavaş da olsa dönüştürüyor.

İşte taze taze son örnekler:

2013’e John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar adlı kitabıyla, Jose Mauro De Vasconcelos’un Şeker Portakalı adlı kitabının şikayet edilmesiyle başladık. Meğer kitapla haşır neşir olan her ailenin çocuğunun kitaplığında bulunan Şeker Portakalı “argo, küfür, erotik tango şiirleri” içeren bir kitapmış. Bundan, çocuğunun okuduğu kitaba göz atınca tahrik olan bir velinin yazdığı dilekçe sayesinde haberdar olduk. İyi ki belki de 20 yıldır kitaplığımda duran bu kitabı okumayı tercih etmemişim. Yoksa erotik tango şiiri ne demek bilirdim ve Türk milletinin örf ve ananesinden birazcık daha uzaklaşırdım. Aslında 2012’yi Yunus Emre’nin sansürlenmesi ile kapatmıştık. 2013’ü de bu şekilde açtık.

Tahrik olan mağdur veli olayı şöyle açıklamış: “Türk Milletinin örf ve ananelerine aykırı argo kelimeler, küfür ve erotik tango şiirleri dolu bir kitap”. Bu cümleye bakınca akla gelen ilk soruyu sorarak başlayalım. Bu milletin örf ve ananeleri nedir acaba? Uğruna hayatın zindana çevrildiği, insanların ceset torbalarıyla gömüldüğü “Genel Ahlak” ile bir ilişkisi var mı? (İlişki dedim ama umarım bundan da tahrik olmaz o veli!)

Anlatılana değil, gördüklerimize bakalım. “Türk milletinin” örf ve ananelerinde küfürü noktalama işareti olarak kullanmak var. (Olmasa sokaklarda yürürken kulağımıza gelenleri duymazdık!) Tam da bu örfün, ananenin ortaya çıkardığı bir küfür kısaltmasını bir gazetenin adı yapmayı kaldırıyor bu örf ve anane! (Ama Vasconcelos’u ve Steinbeck’i kaldırmıyor!) Bu adla yayın yapan bir gazetenin günlük 80.000 adet satması da, reklamlarında küfürü kullanması da “Türk milletinin” örfüne falan ters değil! (Fakat dünya klasiklerinin okullarda öğretmenlerce önerilmesi ters.) İki klasik edebiyat eserinden tahrik olanlar, bunlardan rahatsız olmuyorlar. Acaba bu iki yüzlülük ve riyakarlık da mı örf, adet, anane?

Belli ki birileri kitap okumaya başlamış. İlk önce Yunus Emre’yi okudular; sakıncalı buldular. Sonra dünya klasiklerine geçtiler. Fareler ve İnsanlar’ı okudular; sakıncalı buldular. En son Şeker Portakalı’na kadar işi getirdiler. Muhafazakarlık bizi “arındırmaya” devam ediyor. Kendine benzetemediğini boğmaya devam ediyor. (Buradan yetkililere sesleniyorum: Portakalı soydum, başucuma koydum. Ben bir yalan uydurdum. Duma duma dum. Kırmızı mum! gibi artık neresinden baksanız Türk Milleti’nin örfüne ananesine karşı olan tekerlemeyle başlıyor her şey. Soymak, yalan söylemek, kırmızı mumlar. Neler oluyor! Bir el atın bu olaya. Sonrasında da Ertuğrul Günay bu duruma üzüldüğünü açıklasın!)

Dünyanın çeşitli ülkelerine uydu yaptırıp, o uyduyu uzaya yollamakla övünenler, “Bir-İki-Üç yetmez, Dört-Beş-Altı olsun, Recep-Tayyip-Erdoğan coşsun, fabrikalar ucuz işgücü dolsun” diye halka öğütler verenler, ne kadar demokratikleştiklerini anlatmak için kendi kendilerinin ilerleme raporunu yazıp Avrupa’ya gönderenler yapıyor bunu. Yani bir taraftan ne kadar çağdaş, ne kadar entegre ve ne kadar demokratik olduklarını gösterirken; diğer taraftan da öğrenciye şiddet uyguluyorlar. Çalışana günlük 1 lira zam yapıyorlar. Kendi gibi düşünmeyenlere de olabildiğince baskı yapıyorlar.

Fikirleri, güdüleri, alışkanlıkları bu durumlarda ortaya çıkıyor. Çok çocuk yapmayı önerenler, bunu bir gelişmişlik seviyesi olarak görenler klasik bir çocuk kitabından tahrik olabiliyor. Tahrik olanlar çok çocuk yapın diyeni destekliyor, çok çocuk yapın diyenler, tahrik olacak muhbir vatandaşların türemesi için ortamı hazırlıyorlar. Bizim de payımıza bunlarla uğraşmak kalıyor. Bu muhafazakarlık sisini dağıtmaya çalışmak kalıyor. 2013’ün uğraşı da biraz bu olacak.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/#!/Urbarli

Sarkozy’e seçimlerde Kaddafi’den 50 milyon euro yardım aldı ithamı

Fransa’da Lübnan doğumlu işadamı Ziyad Takiyeddin, “Nicolas Sarkozy, seçim kampanyası için eski Libya lideri Muammer Kaddafi’den 50 milyon Euro’yu aşkın para yardımı aldı” iddiasında bulundu. Fransa’da bir mahkemeye ifade veren işadamı Takiyeddin, Sarkozy’nin 2006-2007 başkanlık seçim kampanyasının büyük ölçüde Trablus tarafından finanse edildiğine dair elinde kanıt olduğunu söyledi.

Kaddafi’den gelen paranın, Sarkozy’nin seçim zaferinden sonra da devam ettiğini belirten Lübnan kökenli işadamı Ziyad Takiyeddin’in iddiaları Sarkozy’ye yakın çevreler tarafından reddedildi. Fransa ve Ortadoğu arasındaki bazı anlaşmalar için iş bitirici rolü oynadığı belirtilen Fransız işadamının mahkemeye bu bilgileri, kendi aleyhinde açılan bazı davaları hafifletecek bir anlaşma karşılığında vermiş olabileceği belirtiliyor.

Geçmişte de benzer iddialar ortaya atılmış, ancak yalanlanmıştı. Sarkozy’nin yakın çevresi iddiaları şimdi de reddediyor.

(Ntvmsnbc)

 

 

Maşukiye’de taş ocağına değil ormanlara sahip çıkmak için imza kampanyası

Maşukiye ile Yanıkköy arasına taş ocağı yapılmak istenmesine karşı change.org sitesi üzerinden imza kampanyası başlatıldı. Doğal güzelliğe sahip Sapanca Gölü’nün çevresindeki ormanlık alana Gebze- Köseköy Hızlı Tren Projesi’nin altyapısında kullanılmak üzere gerekli taşlar için taş ocağı yapılmak isteniyor.

Kocaeli ve Sakarya’daki halk uzun süredir taş ocağına karşı mücadele veriyor. Bölge halkı ve uzmanlar, aynı zamandan turistik bir mekan olan bölgeye yapılacak taş ocağının ekosistemi bitireceğini ve yaşam alanlarını yok edeceğini düşünüyor.

change.org’da  Zuhal Ersoy tarafından başlatılan imza kampanyasında Kocaeli Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu ve Kocaeli Valisi Ercan Topaca’ya ithafen yazılan metin çok kısa ve net.

“Lütfen ormanlarımızın katledilmesine izin vermeyin.”

(Bianet)

 

Öcalan’ın avukatlarından 147. başvuru

Abdullah Öcalan’ın avukatları, müvekkilleriyle görüşebilmek için Bursa Cumhuriyet Savcılığı’na başvuruda bulundu.

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın avukatları; Rezan Sarıca, Cengiz Yürekli ve Ayşe Acinikli müvekkilleri ile görüşebilmek için Bursa Cumhuriyet Savcılığı’na başvuruda bulundu. İmralı Cezaevi İdaresi tarafından olumlu yanıt verilmesi durumunda avukatların, yarın müvekkilleri Öcalan ile görüşme yapması bekleniyor.

Geçtiğimiz Pazartesi günü yapılan başvuru, avukatları İmralı Adası’na götürecek Tuzla gemisinin “bozuk olduğu” gerekçesiyle reddedilmişti.

Öcalan’ın avukatlarının 27 Temmuz 2011 tarihinden bu yana müvekkilleri ile görüşmek için yaptığı 146 başvuru, “gemi bozuk”, “hava muhalefeti”, “gemi onarımda” ve “gemi onarımdan döndü, ancak geminin Liman Başkanlığı’ndan alınması gereken evrakları eksik olduğu için faaliyet yapamıyor” veya “resmi tatil” gibi gerekçelerle mümkün olmuyor.

(DHA, Yeşil Gazete)

 

 

Afşin-Elbistan için kömür santrali imzası atıldı

Türkiye ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında, Afşin-Elbistan kömür havzasında 8 bin MW kapasiteli elektrik santrali yapımını içeren hükümetlerarası anlaşma imzalandı.

Marriott Otel’de düzenlenen imza törenine, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, BAE Enerji Bakanı Mohamed Bin Dhaen Al Hamlı, EÜAŞ Genel Müdürü Halil Alış, BAE Enerji Şirketi TAQA Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Abdulla Saif Al-Nuaimi ve diğer yetkililer.

Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız törende yaptığı konuşmada, yerli kömürde ileri ki 11 yıl içinde 18 bin MW’lar seviyesindeki güce ulaşılmak istendiğini belirtti.

Yıldız, ”Yeni yapacağımız santraller var. Bunun en büyüğü Afşin-Elbistan’da olacak. Temiz ve nezih bir çalışma yapacağız. Dikkatli bir çalışma yapacağız. Yerli kömürümüzü ülkemize kazandırmış olacağız” dedi.

2012’nin ikinci kömür hamlesi

Taraflar arasında imzalanan anlaşmanın hayata geçmesiyle bölgede toplam 10-12 milyar dolarlık yatırımın yapılması planlanıyor. Bu yatırımlarla bölgeden toplam 85 milyon ton/yıl kömür, karşılığında da 45 milyar kWh/yıl enerji üretilecek.

Bakan yıldız 2013 yılının ilk saatlerini de, Kütahya Tunçbilek’te kurulan kömürden doğalgaz imal eden ‘gazlaştırma pilot tesisi’nde karşılamıştı.

Yaşanan iklim değişikliğine katkısı en büyük fosil yakıt olan kömürün, dünya genelindeki kullanımında Türkiye 49 yapımı planlanan santralle 4.sırada yer alıyor.

(AA, Yeşil Gazete)

 

2013 Avrupa Kültür Başkentleri Marsilya ve Kosice’de etkinlikler başlıyor

2013 yılının Avrupa Kültür Başkentleri seçilen Fransa’nın Marsilya ve Slovakya’nın Kosice kentleri, programlarına başlıyor.

Marsilya’daki program 12 ve 13 Ocak’ta, Kosice’deki program ise 19 ve 20 Ocak’ta düzenlenecek etkinliklerle başlayacak.

Avrupa Komisyonu aynı zamanda, iki kente hazırlıklarının kalitesi ve seçmelerde bulundukları taahhütleri geri yerine getirmiş olmaları sebebiyle, 1.5 milyon Euro’luk Melina Mercouri Ödülü vermişti.

Avrupa Komisyonu’nun eğitim, kültür, çok dillilik ve gençlikten sorumlu üyesi Androulla Vassiliou, yeni kültür başkentleri ile ilgili yaptığı açıklamada ‘Marsilya ve Kosice’nin, 2013 Avrupa Kültür Başkentleri seçilmelerinden beri bekledikleri an geldi. İki kentte de başlangıçların unutulmaz olacağına eminim. Açılış etkinlikleri, yalnızca kent halkı ve civardaki bölgelerden değil, çok daha uzaklardan gelen kişiler için de kültür açısından olağanüstü bir yılın başlangıcına işaret edecek. Avrupa Kültür Başkentliği, 25 yıldan uzun bir süredir AB’nin fevkalade bir başarı hikayesi. Ünvan, hem kentlerin kültürel canlılıklarını ve uzun vadeli gelişimlerini desteklemek için eşsiz bir fırsat sunuyor, hem de turizm, istihdam ve kentsel yenilenme açısından büyük önem taşıyor’ diye konuştu.

Avrupa Kültür Başkenti, Avrupa’daki önde gelen kültür programlarından biri. 2010 yılında İstanbul, Almanya’daki Essen ve Macaristan’daki Pecs kentleriyle birlikte Avrupa Kültür Başkenti seçilmişti.

(Euractiv)

Yeşil Kamera Üniversitelerarası Kısa Film Yarışması

Üniversite gençlerinin dikkatini çevre konusuna çekmek ve bu yolla kamuoyunun tüm kesimlerini bilgilendirmek amacıyla düzenlenen ‘Ulusal Yeşil Kamera Üniversitelerarası Kısa Film Yarışması’nın 4.’sü için start verildi.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın desteğiyle gerçekleştirilecek olan 4. Ulusal Yeşil Kamera Üniversiteler Arası Kısa Film Yarışması’nın duyuru afişleri, Türkiye ve KKTC’deki tüm üniversitelere gönderildi.

Kısa Film Yarışması hakkında ayrıntılı bilgi almak için yesilkamera.com/

(Yeşil Gazete)