Ana Sayfa Blog Sayfa 4436

Kadınlar için ailenin dışında da hayat var

Sosyalist Feminist Kollektif, kadınların yaşam alanını, aile ve onun sürdürülmesiyle ilgili görevlerle sınırlayan anlayışa karşı, 9 Şubat, Cumartesi günü, saat 13.00′da Beşiktaş’ta Başbakanlık ofisinin önünde bir protesto gösterisi düzenliyor.

Kollektif, kendi web sitesinde yayınladığı yazıda; kadınlarının hayatlarının ataerkil kapitalist sistem içinde her dönem zor olduğunu, ancak AKP döneminde bu zorluğun yeni bir boyut kazandığını  bildirerek şunları söylüyor:

Şu açık ki, bugün patriyarkanın (ataerki) en yoğunlaşmış biçimine bir örnek oluşturan AKP muhafazakârlığı ile kapitalizmin dönemsel ihtiyaçları, kadınları değil aileyi güçlendirmeyi gerektiriyor. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu büyüme krizini ucuz emekle aşma çabası, her gün daha genişleyen bir işgücü havuzuna, yani artan nüfusa gereksinim duyuyor. Ama  bugün doğan o üç çocuk, 4+4+4 yasasına rağmen (!) en erken 11 yıl sonra işgücüne dâhil olabileceği için, acilen birilerinin iş gücüne katılması isteniyor… Sizce kim bu birileri? Tabii   ki biz kadınlar. İşte bu yüzden devlet kurumları ve sermaye temsilcileri samimiyetsiz bir kadın istihdamını destekleme, arttırma söylemi tutturmuş gidiyorlar… Bize düşen düşük ücretli, süreksiz, güvencesiz işler oluyor. Üstelik tüm bunları, dışarıda ücretli bir işte çalışsak da çalışmasak da, ortalama 6 saat harcadığımız ev ve çocuk-hasta-yaşlı bakım işlerinin hiçbirinde bir azalma olmadan, onlarla birlikte yapmaya devam etmek zorundayız. Bugün muhafazakâr iktidarın da sermayenin de adeta etekleri tutuşmuşçasına, dağılıyor paranoyası ile uğruna ortalığı ayağa kaldırmaya çalıştıkları, işte bu “aile”…

Bugün egemen olan ve kadınlara dayatılan ailenin, tek meşru ve istenen yaşama biçimi olduğu düşüncesini reddeden Kollektif, kadınlara şu çağrıyı yapıyor:

Sevgili Kadınlar,

AKP hükümeti, yürüttüğü politikalarla aile dışındaki tüm yaşam ihtimallerini yok sayıyor, imkansızlaştırıyor. Biz kadınlara, yalnızca aile içinde ve ağır yükümlülükler altında var olma imkanı sunan bu erkek egemen dayatmaya karşı çıkıyoruz.

“Aile dışında hayat mümkün” demek için,

9 Şubat, Cumartesi günü, saat 13.00’da Beşiktaş’ta Başbakanlık ofisinin önündeyiz!

Hep birlikte olalım !

(sosyalistfeministkolektif.org)

 

Ayşen Gruda, “Barış için mağaralara gidip PKK’lılar ile görüşebilirim”

Tiyatro ve sinema sanatçısı Ayşen Gruda, “Bu devlet bana bir görev verirse ben korkmadan ama hiç korkmadan mağaralara gidip o insanları ikna ederim. Masal anlatsam bile beni dinlerler” dedi.

Taraf gazetesinden Serkan Ayazoğlu ve Ümit Aslanbay “Türkiye barışını arıyor” başlığı altında birçok ismin PKK sorununa ilişkin görüşlerini aldı. Yazı dizisinin ilk bölümünde Hidayet Şefkatli Tuksal, Oral Çalışlar, Ayşen Gruda ve Adalet Ağaoğlu yer aldı.

Yazı dizisinin ilk bölümünde görüşlerine yer verilen sinema ve tiyatro sanatçısı Ayşen Gruda, barışa katkı sağlamak adına PKK üyeleri ile görüşmeye hazır olduğunu belirtti, “Bu devlet bana bir görev verirse ben korkmadan ama hiç korkmadan mağaralara gidip o insanları ikna ederim” diyen Gruda, tiyatro turnesi için Siirtte bulunduğu sırada gördüğü bir askeri unutamadığını, askerlerin kendisine el salladıklarını anımsatarak sanatçı kimliği ile buzları eritebileceğini ifade etti.

“Benim nüfus kâğıdımda Türk olduğum yazar ama aklı başında bir insan için bunların hiçbir önemi yoktur. Dövüşe dövüşe değil masa başında konuşa konuşa halletmemiz gerekiyor. İnanıyorum aklı başında siyasiler, insanlar bunları görüyorlar. Hepimizin çocukları var. Bu savaş çok gereksiz” şeklinde konuşan Ayşen Gruda, kendi oynadığı filmler ile büyüdüklerini belirttiği PKK üyelerinin kendisine bir şey yapmayacaklarını söyledi.

Gruda, “Eğer ki bu konuda katkım olacak ise mağaralara kadar gitmeye razıyım. PKK mağaralarına giderim. Bu devlet bana bir görev verirse ben korkmadan ama hiç korkmadan mağaralara gidip o insanları ikna ederim. Masal anlatsam bile beni dinlerler.” diyerek bu barış sürecinde etkin görev almak istediğini dile getirdi.

(Taraf, Yeşil Gazete, T24)

Eril şiddetten rahatsız erkekler çözüm için toplandı

Cinsiyet Ayrımcılığı, Heteroseksizm ve Eril Şiddetten Rahatsız Erkekler tarafından çağrısı yapılan “Erkeklik ve İktidarla Yüzleşme Atölyesi” 30’a yakın erkeğin katılımıyla yapıldı.

Taksim’de Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nda yapılan atölyenin sonunda erkekliği toplumsal olarak tartışılır kılmak için sayıya bakılmaksızın bulunulan her yerde atölyeler organize etme ihtiyacı dile getirildi. Çeşitli eylemler önerilirken, 15 günde toplanma kararı alındı.

Rahatsız Erkekler’in atölye sonunda yazılı olarak yaptıkları değerlendirme:

Cinsiyet Ayrımcılığından, Heteroseksizmden ve Eril Şiddetten Rahatsız Erkekler olarak çağrısını yaptığımız “Erkeklik ve İktidar İle Yüzleşme Atölyesi”ni 2 Şubat 2013’te gerçekleştirdik. Taksim’de Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nda 30’a yakın erkek bunun için bir araya geldi. Üniversite öğrencilerinden asistanlara, editörlerden çevirmenlere, grafikerlere, sanatçılardan siyasetle profesyonelce uğraşanlara farklı kesimlerden ve politik bakış açılarından insanlardık. Yaklaşık dört saat süren atölyenin ardından da bir toplantı ortamı oluşturup pratikte yapabileceklerimiz üzerine üç saate yakın tartıştık.

Hemen hemen tüm katılımcıların söz aldığı ilk bölümde kişisel deneyimler ekseninde erkeklik ele alındı. Erkeklik rolünü ‘oğul, baba, koca olarak’ veya eşcinsel bir erkek olarak yaşayanlar da, bu sorunu yaşadığını fark eden ama toplumsal cinsiyet sorununu daha fazla öğrenmek için geldiğini ifade edenler de, kendi alanı olan sporda erkekliği irdeleyip çıkardığı sonuçları aktaranlar da söz aldı. Erkekliği deneyimlerden yola çıkarak bir tür hapishane olarak tanımlayanlar, erkeğin ‘arzunun öznesi’ olduğunu ve ‘arzunun nesnesi’ olmayı asla kabul edemeyecek bir tarzda ele aldığını dile getirenler, erkekliğin biçtiği misyondan dolayı erkekte sürekli ‘filmdeki başrol oyuncusu’ psikolojisi olduğunu, duygularını açıkça yaşama ve ifade etmede sıkıntıların erkeklikten kaynaklı olduğunu söyleyenlere çeşitli noktalardan yola çıkarak kendimizdeki erkekliği irdeledik. Herkesin yaşayıp ya da gözlemleyip deneyimlediklerini aktarması bu bölümü zenginleştirdi. Tek tek her bireyin yaşadığı erkeklik deneyimlerinin çeşitliliği, toplumsal erkekliğin, hem başkaları üzerinde hem de erkeklerin kendileri üzerinde baskı oluşturan bir iktidar alanı olarak sayısız görünümünün bulunduğunu gösterdi.

İkinci bölümde ise, birinci bölümde yapılan tartışmaları temel alarak neler yapabiliriz sorusuna yanıt aradık. Toplumsal erkeklikle hesaplaşmanın, erkeklerin erkekliği sürekli tartışması yoluyla derinleşmesinin zorunluluğu ve verili erkeklik kalıpları ile yüzleşme sürecinin diğer toplumsal mücadele alanları ile paralel biçimde işlenerek yeni mücadele alanlarının açılması gerektiği ortaya çıktı. Bunun için bu tip etkinlikleri sürekli kılma ihtiyacı dile getirildi. Atölyeler, film gösterimleri, paneller ile daha geniş erkek kesimlerine gitmenin ve mevcut siyasi pratikler ile etkileşim kurmanın önemi konuşuldu. Erkekliği toplumsal olarak tartışılır kılmak için sayıya bakılmaksızın bulunduğumuz okulda, işyerinde, sendikada, demokratik kitle örgütünde, sosyalist partilerde vb bu tip atölyeleri organize etme ihtiyacı ele alındı. Tek tek eylem önerileri gündeme geldi. Yapılacak olanların netleştirilmesi için iki haftada bir yapılacak toplantılar işaret edildi.
Rahatsız Erkekler ve Kürtaj Yasağına Karşı Erkekler olarak öncesinden tanışan, atölye çağrısını yapanlar ile atölyeyi sosyal medyada veya arkadaşları aracılığıyla duyup gelen erkekler olarak bir atölye bileşimi oluşturduk. Yeni tanışıyor olmamıza rağmen herkesin söz alıyor olması ve kendini ortaya koyuyor olması atölyeyi verimli ve sıcak kıldı. Atölyemiz deneyimlerimizi paylaştığımız, birbirimizden öğrendiğimiz, uzun ve kapsamlı bir sürece yayılmasını istediğimiz mücadelenin  duygudaşlık zeminin oluşturmaya başladığımız bir etkinlik oldu.
Eylemler, sosyal medyada paylaşımlar dışında ilkini yaptığımız atölyenin mütevazı bir adım olduğunu biliyor, sonrasında diğer adımlarla birleşmesinin önemini görüyoruz. Bunun için de erkekliği sorun eden erkekler olarak atölyelerin diğer kentlere, farklı toplumsal kesimlere yayılması için tüm erkeklere çağrı yapıyoruz.”
(Kaos GL)

 

Wernicke Korsakoff hastaları medyadan özür bekliyor

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Genel Sekreteri Metin Bakkalcı, Ankara’daki saldırının ardından Wernicke Korsakoff hastalığıyla ilgili basında çıkan yorumları bianet’e değerlendirdi. Bakkalcı, Wernicke Korsakoff hastalarıyla ilgili yapılan haberlerin “değerlerin yıkımı” olduğunu söyledi.

Medyada, ABD Büyükelçiliğine saldırıda bulunan Alişan Ecevit Şanlı‘nın Wernicke Korsakoff hastası olması nedeniyle cezaevinden tahliye edildiğinin ortaya çıkması üzerine bu hastalıkla ilgili birçok yorum yapılmış; Cumartesi günü “Korsakoff Taburu” manşetiyle çıkan Radikal gazetesinin yanı sıra NTV haber bültenlerinde ve Samanyolu Haber’de “hastaların intihar eylemlerinde kullanıldığı” iddia edilmişti.

Ayrıca, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de Wernicke Korsakoff hastalarının bazılarının cezalarının altı aylığına geri bırakılmasını onayladığı için eleştirildi.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Genel Sekreteri Metin Bakkalcı

Bakkalcı, bu tür haberleri yapanların hastalardan özür dilemesi gerektiğini belirtti.

2001-2005 arasında 182 hastanın Cumhurbaşkanlığı affıyla tahliye edildiğini söyleyen Bakkalcı, buna benzer haberlerin o dönem de çıktığını söyledi:

“Bu tür manşetler, özellikle 2003-2004 yıllarında da atıldı. Kimi yayın organları bu insanları hedef olarak gösterdi. Hukukun da kötü kullanımıyla salınanların bir kısmı cezaevine alındı. cezaevine girmek istemeyen bir kısmı da yurtdışına çıktı, aralarında halen tedavisi sürenler de vardı.”

“Bu insanlar, 1996’dan, 2000’den beri sürekli rahatsız ediliyor. Kendilerine gelebilmeleri için biz borçluyken aksine bir de hiç sıkılmadan bu rahatsızlığa sahip olan insanlar üzerinden manşetler atıyoruz, yorumlar yapıyoruz. Bu hiçbir şekilde kabul edilemez.”

(Bianet)

 

 

Yunanistan ekonomisi iyiye gidiyor

0

2009 yılından bu yana borç krizinin pençesindeki Yunanistan’dan bu kez iyi bir haber geldi. Yunanistan Maliye Bakanlığı, ülkenin uzun zaman sonra ilk kez bütçe fazlası verdiğini duyurdu.

Yunanistan Maliye Bakanlığı, ülkenin 2012 yılında harcamalarından daha fazla gelir elde ettiğini ve bütçe fazlası verdiğini duyurdu. Hesaplama yapılırken faizlerin göz önünde bulundurulmadığını açıklayan bakanlık yetkilileri, faiz dışı bütçe fazlasının 434 milyon euro olduğunu ifade etti. Yunanistan Mailye Bakanı Yanis Strunaras, “Ekonomide yeni bir başlangıç yapılabilmesi için gereken şartlar sağlandı” dedi.

Böylelikle 2012 yılında bütçe açığının Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) oranının yüzde 6,6 oranına düşürüldüğü belirtildi. Bu oranın bu sene yüzde 5,2 ila 5,4 arasına çekilmesi planlanıyor. Yunanistan’da mali krizin başladığı 2009 yılında bütçe açığının GSYH’ye oranı yüzde 15,4 dolayındaydı.

Uzmanlar, bu gelişmeyi Atina’nın uzun zamandan beri yalnızca zaruri ödemeleri yapmasına ve tüm alanlarda sıkı tasarruf önlemlerinin uygulanmış olmasına bağlıyor. Ancak bütçenin dengelenmesinin daha uzun zaman alabileceği ifade ediliyor.

(Deutsche Welle Türkçe)

 

 

Televizyon izlemek sperm sayısını düşürüyor

0

ABD’li bilim insanları, 18 ile 22 yaşları arasındaki 189 erkek üzerinde yaptıkları araştırmada, spor, beslenme ve televizyon alışkanlıkları ile sperm üretimi arasındaki ilişkiyi inceledi.

“British Journal of Sports Medicine” adlı tıp dergisinde yayınlanan araştırma sonuçlarına göre, çok fazla oturup televizyon izleyen erkekler, diğer hemcinslerine kıyasla daha az sperm üretiyor.

Haftada 20 saat ya da daha fazla süre televizyon izleyen erkekler, çok az ya da hiç televizyon izlemeyen erkeklere kıyasla ortalama olarak yüzde 44 daha az sperme sahip.

Araştırmada sporun erkeklerin hayatında önemli bir role sahip olduğu da belirtilirken, haftada 15 saat ya da daha fazla yoğun şekilde spor yapan erkeklerin, haftada beş saat ya da daha az süre spor yapan erkeklere nazaran yüzde 73 oranında daha fazla sperm ürettikleri ifade edildi.

(Deutsche Welle)

Futbolda Şike depremi. Şike yapılan 680 maçın 79’u Türkiye’de

AB polis teşkilatı Europol futbol tarihinin en büyük şike skandalını ortaya çıkardı. Dünya genelinde 680 maçtan bahsedilirken, ayrıntısı açıklanmayan listede Türkiye’den de 79 maç yer alıyor.

Europol’ün açıklamasına göre dünya genelinde 680 maçta şike yapılmış olabilir ve Türkiye’de de 79 maçta şike olduğu ifade ediliyor. Europol Başkanı Rob Wanwright, soruşturmanın zarar görmemesi için şike olaylarına katılan kulüp ve futbolcuların isimlerini açıklamadı.

Konuyla ilgili soruşturmasını sürdüren Europol, aralarında Dünya ve Avrupa Kupası eleme grubu maçlarıyla, Şampiyonlar Ligi maçlarının bulunduğu 380 şüpheli maç tespit etti. Afrika, Asya, Güney ve Orta Amerika dikkate alındığında şüpheli maç sayısı 680’i buluyor.

http://www.youtube.com/watch?v=TH4f–Td_3k

Türkiye’de 79 maçta şike var iddiası

Avrupa basınında yer alan haberlere göre, bahis şikesi tespit edilen maçlardan 79’u Türkiye, 70’i Almanya ve 41’i de İsviçre’de oynandı.

Soruşturma kapsamında 50 kişi tutuklanırken, 80 kişi için de arama emri çıkarıldı. Türkiye’den de 66 kişinin şüpheli konumunda olduğu belirtiliyor.

Halen soruşturmanın devam ettiğini belirten yetkililer, bu nedenle şüphelilerin isimlerini açıklamaktan kaçınıyor.

Alman polis teşkilatından Fridhelm Althans konuyla ilgili yaptığı açıklamada “Bizde 150 tane olayın kesin delili bulunuyor. Elimizdeki verilere göre maç başına 100 bin avro ödenmiş” dedi. Althans ayrıca Türkiye, Almanya, İsviçre, Belçika, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Slovenia, ve Kanada’da oynanan bazı maçlara dair kanıtlar olduğunu da söyledi. Althans ayrıca şunları söyledi: “Alman polisi 8 milyon avroluk bir kar edildiğini belgeledi ancak bunun buz dağının görünen kısmı olduğunu düşünüyoruz. Şüpheli maçlar içinde Afrika’da iki, Orta Amerika’da ise bir Dünya Kupası elemesi bulunuyor.”

Europol, yaptığı açıklama ile Singapur merkezli şebeke ile birlikte çalışan 50 kişinin şimiden tutuklandığını söyledi.

AFP’nin haberine göre ise şikenin yapılmasına yardımda bulunan 425 kişiden 151’i Almanya’da, 66’sı Türkiye’de ve 29 tanesi de İsviçre’de yaşıyor.

(Eurosport, T24, AFP, Sky Sports)

 

 

İngiliz Kralı’nın cesedi otoparkta bulundu!

0

İngiliz Kralı III. Richard’ın cesedi Leicester kentinde bir otoparkta bulundu. Böylece İngiltere’de 528 yıllık sır perdesi aralanmış oldu.

Shakespeare oyunlarına konu olan “III. Richard” trajedisi yeniden gündemde. İngiliz kralını tekrar gündeme getiren, 528 yıldır kayıp olan mezarının bulunması oldu.

1485 yılında Bosworth Savaşı’nda hayatını kaybeden İngiliz Kralı olarak bilinen Richard’ın akıbeti, gömüldüğü kilisenin yıkılmasından sonra sır olarak kalmıştı.

Ancak, yıllardır İngiliz Kralı’nın peşinde olan tarihçiler, Ağustos 2012’de çok önemli bir ize rastladı. Leicester kentindeki bir belediye otoparkında, III. Richard’ın mezarının bulunduğuna inanılıyordu. Hemen kazılara başlandı. Ve kalıntılar ilk günden çıkarıldı.

Asıl sorun burada bulunan kalıntıları Richard’ın soyundan gelen birileriyle karşılaştırmaktı.  sonunda kralın kız kardeşinin soyundan 17. Nesil akrabalarına ulaşıldı ve, gerekli DNA örnekleri alındı.

Kazıdan çıkarılan iskeletin DNA’sı  ile III. Richard’ın uzaktan torunu olan Kanadalı Joyce Ibsen’ın DNA sonuçlarının uyumlu olduğu anlaşıldı. Böylece tüm şüpheler ortadan kalktı.

Bulunan verilere göre; iskelette, 8’i kafatasında olmak üzere 10 yaralanma tespit edildi.

Yapılan karbon testler ise, iskeletin 1455-1540 yıllarına ait olduğunu kanıtladı…

III. Richard öldürüldüğünde 32 yaşındaydı.

İngiliz Kralı’nın Leicester Katedrali’ne defnedilmesi planlanıyor.

İskeletin bulunması gençlerin de III. Richard’a ilgisini  yoğunlaştırdı. Bugünlerde Bosworth Savaşı’nın sahnelendiği “Bosworth savaş alanı ve şehir parkı” ziyaretçi akınına uğruyor.

(CNNTürk)

 

Yorum yapma bilimi: İyiyle kötüyü ayırt etmek ~1

ScientificAmerican.com ‘un blog sayfasında Bora Zivkovic imzasıyla yayımlanan yazıyı, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Baturay Palas‘ın çevirisiyle bölümler halinde sunuyoruz.

***

Alternatif Başlık:  “Bu yazı iklim değişikliği hakkında değildir”

 

Birkaç hafta önce Science dergisinde online bilim iletişimiyle ilgili bir makale yayınlandı. Her ne kadar pek yeni bir şey olmasa da, makale ilginç olan bir noktaya atıfta bulunuyordu; yakında bir dergide yayınlanacak olan bir konferans sunumuna. Sunumun konusu, online makalelere yapılan okuyucu yorumları, ve bu yorumların diğer okuyucular üzerindeki etkileriydi.

Ben de yazarlarla iletişime geçtim ve çalışmanın bir taslağına ulaştım. Henüz yayınlanmamış bir çalışma olduğundan bütün detaylara girmeyeceğim ama durumun kısa bir özeti şu: Test için nanoteknolojiyle ilgili bir makale ele alınıyor -pek çok kişini bilgisinin ve önyargılarının olmadığı bir konu- ve bu makale deneklerin yarısına, altında kibar ve yapıcı yorumlarla birlikte okutuluyor. Diğer yarısı ise aynı makaleyi altında kaba ve düzeysiz yorumlarla görüyor. Sonuçta okuyucuların makale altında yazan yorumlara paralel fikirler geliştirdikleri ve asıl metinden uzaklaşarak tartışmada taraf olmaya başladıkları gözleniyor.

Varsayım şu ki kimi popüler konularda -küresel ısınma gibi- okuyucular zaten çeşitli görüş ve önyargılara sahipler, böyle durumlarda okuyucu yorumları etkili olmuyor. Araştırma yorumların taze fikirler üzerindeki -nanoteknoloji gibi- etkisine odaklanıyor, örneğin yorumların okuyucular üzerindeki kutuplaşmayı nasıl başlattığı gibi.

Nanoteknoloji gibi çoğunluğun hakkında fikir sahibi olmadığı bir konu özellikle seçiliyor. Makalenin kendisi de, yorumlar da konu hakkında bilgili olmayan birinin konunun uzmanı olmasını sağlayacak bilgiler içermiyor. Sonuçta okuyucular bu yeni öğrendikleri hakkında ne düşüneceklerine karar verebilmek için kimi sezgisel kısayollar kullanmak durumunda kalıyorlar. Bununla birlikte kaba ve agresif yorumlar okuyucuların hızla önyargılar geliştirmesine sebep oluyor. Konu hakkında yeterli bilgileri olmamasına rağmen, katı fikirleri oluyor.

 

1-9-90 kuralı

 

Muhtemelen 1-9-90 kuralını duymuşsunuzdur. Online bir toplulukta katılımcıların %1’i içeriğin çoğunu üretirken, %9’u bu içeriğe düzenli katkıda bulunur (yorum yazmak, forumlarda cevap vermek, wiki içeriği düzenlemek vb). Geriye kalan %90’lık kesim ise sadece okuyucudur, içeriğe herhangi bir katılımda bulunmaz (her ne kadar bu günlerde bu kesimin katılımcılığı beğenmek, retweetlemek ve paylaşmakla artmış olsa da içeriğe doğrudan katkıları yoktur). Bu oranlar siteden siteye değişiklik gösterse de çoğunlukla bu değerlere yakın olduklarından 1-9-90’ı genelgeçer bir kural olarak düşünebiliriz.

Bizimki gibi bir sitede -bir medya organizasyonu ve bir blog ağı- %1’lik kesimi editörler, görevli elemanlar, freelancer yazarlar ve blog yazarları oluştururken, %9’luk kesimi aktif yorum-yazarları oluşturur. %90’lık kesimse sadece okur ve belki sosyal ağlarda beğenir ya da paylaşır, ancak bir katkıda bulunmaz.

 

Hepimiz yaptık bunu, bi' defa da olsa... "İşte ilginç ve zihin açıcı bir yazı... Bakalım nasıl yorumlar gelecek?" - "Yazazazabiliyorrrrruuuummm bbeeeenn!"

 

Bütün yorumlar nerede?

 

Çoğunuz fark etmişsinizdir, özellikle blog yazılarına yapılan yorum sayısında geçmiş yıllara oranla keskin bir düşüş söz konusu. Bunun bir sebebi, tartışma artık genelde sosyal medyada (twitter, Facebook, Google…) dönüyor, ya da online topluluklarda (Reddit, Digg, Slashdot…) orjinal içeriğe fiziksel olarak bağlı olmaksızın konuşuluyor. Yorum takip mekanizmalarıysa inanılmaz boyuttaki spam yüzünden çoğu sitede devre dışı.

Bazı yeni sistemler bu orjinal içerikten bağımsız yapılan yorumları asıl içeriğin kendisine bağlamaya çalışsa da, bu tür sistemler henüz eksik ve teknik olarak sürdürülebilir değiller, örneğin özel bir Facebook iletisinde yapılan yorumlara ulaşamazlar. Ve görünen o ki artık %9’luk kesim de yorumlarını sosyal medya üzerinden başladı. Bu, içerik sahipleri için kötü haber demek. Eskiden aktif yorumcu olan kullanıcılar ise gün geçtikçe pasif okuyucuya dönüşüyor, “Facebook’ta paylaş” butonuna tıklamak site üzerinde yorum yazmaktan çok daha kolay ne de olsa.

Ancak çok daha vahim bir şey var, iyi yorumcuların yorumlarını sosyal medya ve diğer sitelere kaydırmasından sonra, bloglarda yorum yapmaya devam edenler çoğunlukla troller kalıyor.

Benzeri durumda olan bütün blog yazarlarının sordukları soru aynı – ne yapmak lazım?

Bir seçenek, yorum mekanizmasını tamamiyle devre dışı bırakmak ve aynı zamanda yorumların yapılıp tartışmanın döndüğü yerleri bulup takip etmeye çalışmak, tıpkı blog yazarı Dan Conover‘in yaptığı gibi.

Yorumlar, blogların olmazsa olmaz parçaları değildir -kimi popüler bloglarda hiç bir zaman yorum mekanizması yoktu- ve kullanıcılardan geri dönüş e-posta aracılığı ile sürdürülebilir.

Diğer bir seçenek ise ciddi bir çalışmayla ve çok fazla zaman harcayarak seçkin bir yorumcu kitlesi yaratarak onları yorum yazmaya teşvik etmektir. Tabii bu iş artık eskisinden çok daha zor çünkü halihazırda var olan yorumların kalitesizliği, diğer kullanıcıların yorum yazmaktan kaçınması için bir etken.

 

Yorum Moderasyonu

 

Yorum moderasyonu hakkında farklı kimselerin değişik görüşleri olabilir, ama bu farklılaşma genelde teknik ayrıntılardan kaynaklanmaktadır.

Spam filtreleri – çoğu spam filtresi çeşitli türde spam mesajları otomatik olarak elimine etmek üzere programlanmış olarak gelir. Rollex, Vuiton, Viagra, Texas hold-em (ve bazen sadece Texas!) gibi anahtar kelimeler geçen mesajlar otomatik olarak silinir. Bazı filtreler bu kelimeleri blog yazarının belirlemesine imkan verir. Bazıları ise spam olarak işaretlenen mesajlardan hareketle öğrenen bir yapıya sahiptir, zamanla spam mesajları kendisi ayırt etmeye başlar.

Yayın öncesi moderasyon – yazılan her bir yorum yayına girmeden önce moderatörlere bir bildirim gelir. Moderasyon ekibi yorumu okur ve içeriğe göre yorumu onaylar, siler ya da spam olarak işaretler (spam filtreleri böyle öğrenir). Onaylanan yorumlar yayına girer.

Yayın sonrası moderasyon – yazılan bütün yorumlar anında yayına girer fakat aynı zamanda moderatörlere de bildirim gelir. Moderasyon ekibi yorumu okur ve uygun olmayan bir içerikteyse siler ya da spam olarak işaretler. Böyle durumlarda moderatörlerin sürekli olarak online olması gerekir.

Sofistike moderasyon – bazı siteler yapılan yorumların öne çıkmasına olanak veren karmaşık sistemler kullanır. Burada kullanıcılar tarafından yüksek puanlanan yorumlar üst sıralarda gözükürken düşük puanlananlar gizlenir, etkili yorumculara kimi imtiyazlar sağlanır (değişik yazı stilleriyle yorum yapabilme, avatara sahip olma, yorumların en üstte yer alması gibi) vebu kullanıcıların spam içerikleri bildirmesine imkan verir. Bazı bloglar ise değişik bir strateji izler. Dave Winer’ın bloğunda yorumlar ana metinden ayrıdır ve yorum yazabilmek için fazladan birkaç yere tıklamanız gerekir, enteresan bir strateji, sadece söyleyecek bir şeyleri olanların yorum yazması için yorum girme işlemini zorlaştırmak. Bazı blog yazarları ise tam tersine sorun yaşarlar, yapılan yorumlar çok az olduğundan yorum yazmayı olabildiğince kolaylaştırmaya çalışırlar.

Yorumları düzenlemek – uygunsuz yorumlar yayında bırakılır fakat okunması çok zor olacak şekilde yeniden düzenlenir, ya da yorum aptalca gözükecek şekilde eklemeler yapılır. Eğer mesaj spam içeriyorsa içerikteki linkler kaldırılır. Ve evet, bu davranış tamamen yasaldır ve aslında çok iyi bir stratejidir.

Uzlaşmacılık – yorumların içeriğindeki en önemli etken, tartışmalara makale yazarının da katılmasıdır. Okuyucuların yorumlarına cevap vermek, yaptıkları yorumların okunduğunu göstermek ve dikkate alındıklarını anlatmak tartışmanın seyrinde en önemli etkenlerden biridir. Kimi zaman bir yorum sizi incitse de o yoruma karşılık uzlaşmacı ve nazik cevaplar verin.

 

Devamı yarın…

 

Yeşil Gazete için çeviren: Baturay Palas
(Scientific American, Yeşil Gazete)

 

Zumbara soruyor: “Nasıl bir dünya?”

Zaman Kumbarası “Zumbara”, sosyal medyada başlattığı kampanyayla “Nasıl bir dünya istiyoruz?” diye soruyor.

“Para yerine zamanın kullanıldığı sosyal paylaşım ağı” Zumbara’nın başlattığı kampanyayla, insanların gönüllerinden geçen dünyayı en iyi anlatan fotoğrafların paylaşılması amaçlanıyor.

!f İstanbul Film Festivali de kampanyayı destekliyor. Paylaşılanlar arasında en beğenilen 22 fotoğrafın sahibine !f Istanbul Film Festivali’nde dünyayı değiştiren insanların umut verici hikayelerini konu alan “SEV & DEĞİŞTİR” bölümündeki filmlerden birine 2 kişilik bilet armağan edilecek.

 

 

Kampanyaya katılmak ise gayet basit: “Size ilham veren ve kalbinizin mümkün olduğuna inandığı dünyayı en iyi anlattığını düşündüğünüz” fotoğrafın ve bunun nedeninin 12 Şubat’a kadar Zumbara’nın facebook sayfasındaki “Nasıl bir dünya?” albümüne yüklenmesi isteniyor. 12 Şubat’a kadar en fazla beğenilen (“like” alan) 22 fotoğrafın sahibine, 13 Şubat günü bilet kazandıkları filmin adı bildiriliyor.

Zumbara’dan yapılan açıklamada, “Sayfaya yüklediğiniz fotoğrafı kendiniz çekmediyseniz, lütfen referans vererek paylaşmayı unutmayın” hatırlatması da yapılıyor.

Zumbara, insanların talep ve arz ettikleri hizmet ve yardımları birbirlerinden, “zaman” karşılığında alabildikleri bir sosyal paylaşım ağı. Kendisini “Zumbara bir sosyal değişim hareketidir. Bu sosyal değişim hareketini gerçekleştirenler ise paylaşım kültürüne inanan ve daha fazlasını yapmak isteyen insanlardır.” cümleleriyle tanıtan topluluk, özellikle son yıllarda tüm dünyada görülen dayanışma ve paylaşım ağlarına iyi bir örnek olarak gösteriliyor.

Zumbara’yla ve kampanyayla ilgili detaylı bilgiye topluluğun blog sayfasından ulaşılabilir.

 

(Yeşil Gazete)