Ana Sayfa Blog Sayfa 4435

Sneijder’in kontratı aslında 24 ay!- Baran Alp Uncu

Bu bir futbol yazısı değil. Futbolun bahsedilecek konuyla doğrudan bir ilgisi bile bulunmayabilir. Hatta, amma zorlama bir bağlantı diye burun kıvıranlar da olabilir. Ama, insan hayatının her alanını etkileyen acil bir konudan bahsedeceksek işin içine pekala futbol da girebilir.

Lafı fazla dolandırmadan başlayalım. Galatasaray, belki de büyük maliyetlerin altına girdiği bir kumar oynayarak, Sneijder ve Drogba gibi futbol yıldızlarını transfer etti. Bu satırların yazarı gibi Galatasaray’lılar mutlu oldu. Diğer takım taraftarlarının birçoğu bile bu yıldızlara gıptayla bakarken, ortaya konması beklenen futboldan umutlandı.

Öyle ya, Sneijder gibi 2010 yılında dünyanın en iyi futbolcusu ödülünün kıyısından dönmüş bir futbolcuyu 3,5 yıl boyunca kendi liginde seyretme imkanı doğdu. Durum böyle olunca da, bu transferler medyada gündemin başına oturuverdi.

Ama biliyor musunuz ki Sneijder’in pek muhtemel güzel futbolunu ağız tadıyla seyredebilmek için sadece 24 ayınız var?

* * *

Bunun nedenini anlamak için çevre ve sivil toplumla ilgili rapor, haber ve eylemleri sayfalarında sürekli duyuran Yeşil Gazete’nin sayfalarına bakmak yeterli (www.yesilgazete.org). Evet, Yeşil Gazete de bu transferlere kayıtsız kalmayarak, Drogba’nın transferini geçtiğimiz hafta başlıklarının arasına taşıdı.

Ama, Yeşil Gazete yine geçen hafta bu transferlerden çok daha önemli bir konuyu asıl haber olarak vermeyi de ihmal etmedi. Söz konusu haber, iklim değişikliğinin ve dolayısıyla dünyanın hızla ‘geri dönülemez nokta’ya ilerlediği idi.

Şimdi haberin kaynağı olan 2013 Ocak ayı tarihli çarpıcı Greenpeace raporuna dönelim. Rapora göre, dünya genelinde yapılması planlanan 14 devasa enerji projesi bulunmakta.

Fosil yakıt kullanımını kat be kat artıracak bu dev enerji projeler neler mi? Çin’de kömür madenciliğinin boyutlarının arttırılması; Amerika, Avustralya ve Endonezya’nın daha fazla kömür ihraç etmesi; Kanada, Kuzey Kutbu, Irak, Meksika Körfezi, Brezilya ve Kazakistan gibi ülke ve bölgelerde kumullardaki ziftten petrol üretilmesi; ve Afrika ve Hazar Denizi’nde doğal gazın katlanan miktarlarda üretilmesi.

Fosil yakıt şirketleri ve onların destekçisi hükümetler el ele vermiş, bu planları hayata geçirme aşamasındalar. Bu da, kaplumbağa hızıyla bile ilerlemeyen iklim değişikliğini azaltma çalışmalarının bir balyoz darbesiyle darmadağın edilmesi demek.

Öyle ki, sadece bu projelerin atmosfere saldığı toplam karbondioksit gazı miktarı 2020 yılında Amerika’nın bir senede saldığı miktara eşit olacak. Bu da, karar vericilere ve şirketlere kağıt üstünde de olsa zar zor kabul ettirilen 2 derecelik ısı artışı hedefinin çok daha ötesine geçilmesi anlamına geliyor. Yapılan hesaplara göre söz konusu olan 5-6 derecelik bir artış.

Bu ısı artışının sonuçlarını basit bir benzetmeyle anlamak mümkün. Ateşi 38,5 dereceye çıkmış bir hasta düşünün. Yatak döşek hâlde serilir çünkü 2 derecelik artış bile, vücudun birçok işlevini yerine getirememesi anlamına gelir. Ki burada söz konusu olan ateşi 41-42 dereceye dayanacak bir hasta.

Daha açık söylemek gerekirse, atmosfer ısısındaki 2 derecenin üzerindeki herhangi bir artış eko-sistemde büyük ve yıkıcı nitelikte dönüşümlerin olmasına neden olacak. Sonrasında gelsin kasırgalar, seller, rekor sıcaklıklar, yükselen denizler ve kuraklıklar; bunlara bağlı olarak da kıtlık, tarım alanlarının yok olması ve susuzluk.

Greenpeace raporunda altı çizilen nokta önce bu 14 enerji projesinin durdurulması. Ama iş burada bitmiyor. Aynı zamanda, [a]normal seyrinde devam eden fosil yakıt kullanımını ve karbon salımını da düşürmek gerekiyor. Hem de 24 ay içerisinde. Ekoloji ve enerji danışma kuruluşu Ecofys’in verilerine göre, ancak böylelikle, 2 derecelik hedefin altında kalmak için yüzde 75’lik bir şans elde ediliyor.

Çünkü raporun işaret ettiği üzere, 2015 yılında tepe noktasına ulaşacak karbon salımını bu tarihten sonra durdurmaya yönelik herhangi bir çaba boşa çıkacak. Bunun nedeni de, ekonominin alınacak önlemlerin maliyetini artık karşılayamayacak olması ve teknolojinin yetersiz kalması.

Söylenen, 2015’ten sonra fosil yakıtlarının kullanımında her yıl yüzde 5’lik azalmayı sağlayacak önlemlerin şimdiden alınmasının gerekli olduğu. Kısaca, eğer bu olmazsa, dünya geri döndürülemez bir yola girecek.

Üstelik bunu sadece bazı ‘iflah’ olmaz çevreci örgüt ve akademisyenler söylemiyor. Büyüme ekonomisinin altyapısını oluşturmakla mükellef Dünya Bankası’nın yeni başkanı Jim Yong Kim de iklim değişikliğinin acil çözüm gerektiren bir sorun olduğunu telaffuz ediyor. Dünya Bankası’nın geçtiğimiz yılın sonlarında hazırladığı raporda, fosil yakıt kullanımının böyle gitmesi durumunda yüzyılın sonunda 4 derecelik bir artışın gerçekleşeceği ve bunun da herkesi ama ilk olarak dünyanın yoksullarını vuracağı açık bir dille belirtiliyor (www.huffingtonpost.com).

* * *

Tamam da ne yapacağız? Elimiz kolumuz bağlı kaçınılmaz sonu mu bekleyeceğiz?

Yanıt koca bir hayır. Zaten iklim değişikliği üzerine dünyada ve Türkiye’de seferber olan STK’ların, grupların ve bilim insanlarının amacı da felaket tellallığı yapmak değil. Yayınlanan her bir raporda, yapılan her konuşmada iklim değişikliğini durdurmak, yavaşlatmak için hâlâ umut olduğunu söylemekteler.

Yapılması gereken fosil yakıtlara dayalı çarkın ister istemez bir parçası olan bizlerin bireysel yaşamlarını ve tercihlerini gözden geçirmesi. Ama bu da yetmiyor. Daha da önemlisi, karar alıcıları alternatif enerji ve ekonomi programlarına ikna etmek ve bununu etkili yollarını bulmak gerekmekte.

Tıpkı, Sabancı Üniversitesi’ne bağlı İstanbul Politikalar Merkezi ve Stiftung Mercator Girişimi’nin geçen hafta düzenlediği toplantıya katılanların yaptığı gibi. Bu, belki de Türkiye’de bugüne kadar iklim değişikliği üzerine yapılmış nitelik açısından en geniş katılımlı toplantıydı. 350.org, Greenpeace, TEMA gibi çevre örgüt ve gruplarının yanı sıra, akademisyenler, gazeteciler ve aktivistler bir araya geldi. Birbirlerine çalışmalarını aktardılar. Bunları geniş kapsamlı bir iklim hareketi için birleştirmenin yollarını aradılar. Sosyal medyanın daha etkin kullanımının yollarını soruşturdular. Pek yakında da, ortak bir bildiri ile meydana çıkmanın hazırlıklarını yapıyorlar.

* * *

Özetle, iklim değişikliği meselesi hangi toplumsal grup veya kesimden geldiği fark etmeksizin herkesi ilgilendiren acil bir konu. Bunun için de herkesin kolları sıvayıp, bir ucundan tutması gerekiyor.

Yoksa? Yoksa, hesap ortada. Üzerimize düşeni yapmamamız hâlinde, dünyanın önümüzdeki 24 ayın sonunda içinde bulunduğu durum hayatın keyfini çıkarmamıza izin vermeyecek. Buna, kontratı 42 ay olan Sneijder’in paslarını ve gollerini doyasıya izlemek de dâhil.

Meraklısına (aslında herkese) not: Greenpeace raporunun İngilizcesine greenpeace.org/australia adresinden ulaşabilirsiniz.

 

 

Baran Alp Uncu – www.t24.com.tr

Sudan meseleler – Serdar Esen

2 Şubat, dünyanın pek çok ülkesinde “Dünya Sulak Alanlar Günü” olarak kutlanıyor.
1971 yılında İran’ın Ramsar kentinde imzalanan “Sulak Alanlar Korunma Sözleşmesi” ile, sulak alanlar korunma altına alınmıştır.
Ülkemizde 71’i uluslararası önemde olmak üzere 250 dolayında sulak alan mevcut. Ekosistemin düzeni açısından büyük öneme sahip sulak alanlar, göçmen kuşların yumurtlama, yavru çıkarma ve mevsimlik yaşam alanlarını oluşturuyor.
Son 40 yılda ülkemizdeki sulak alanların pek çoğu kurutularak tarım, sanayi ve yerleşim alanlarına dönüştürülmüş. Manyas, Uluabat, İznik, Sapanca, Tuz Gölü gibi pek çok sulak alanımız ise iklim değişikliği, endüstriyel kirlenme, taş ve maden ocakları tehditleri altında. Özellikle Uluabat gölünü Marmara Denizi ile birleştirmeyi amaçlayan “çılgın” projeler, sulak alanlarımızın ölüm fermanı olacak.
2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü nedeniyle bazı doğa dernekleri açıklamalar yaptı. Bu günü ciddiye alarak gündeme taşıyan tek siyasi parti ise “Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi” oldu. Kısa adı YSGP olan partinin Bursa İl Örgütünün “İklim ve Çevre Çalışma Grubu” yaptığı basın toplantısında sulak alanların önemine değindi, AKP’nin çılgın projelerinin sonunu iyi görmediklerini belirtti.
Malum, bizde siyaset “ciddi” bir iştir. Siyasi partilerimiz kimin daha “Türk” ya da daha “Müslüman” olduğu gibi “ciddi” konularla uğraşırlar, gençlerimizin “dindar” mı yoksa “Atatürkçü” mü yetiştirileceğini tartışırlar. Suyla, toprakla, çiçekle, hayvanla ilgilenmeyi kendilerine yakıştıramazlar. Onlara kolay gelsin diyoruz, ancak şunu unutmasınlar; Su hayattır. Hayata dokunmadan siyaset o-l-a-m-a-z.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan “Su Kanunu Tasarısı” da bir başka “sudan” tartışma konusunu oluşturuyor. Bu tasarı ile, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki topluma ait ülkenin tüm su varlığının en kısa yoldan özel sektöre devri düzenlenmektedir. Tasarı, halkın ortak malı olan su varlıklarının ticarileştirilmesini ve halkın suya erişim hakkını engellemeyi içermektedir.
Yasaya göre, kullandıkları yer altı suyu kuyularına sayaç taktırmayan çiftçilerin kuyularının kapatılması öngörülmektedir. Girdilerdeki artışlar nedeniyle ayakta kalmakta zorlanan çiftçilerimizin, bu konuya “sudan” bir mesele olarak mı bakacakları merak konusudur!
Öte yandan M. K. Paşa’da Suuçtu Şelalesinin üst tarafında, su şişeleme tesisi kurulmasına tepki gösteren köylüler hukuk mücadelesini kazanmışlar ve 2. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Ancak şişeleme firması, eylem yaparak yolu kapattıkları gerekçesiyle köylülere dava açmış. Hakkında dava açılan 114 köylü, sularına sahip çıkma mücadelesinden vazgeçmeyeceklerini belitmişler. Sudan bir konu daha…
Havamıza, suyumuza, toprağımıza, her türlü hayvan ve bitkinin yaşam hakkına sonuna kadar sahip çıkmak aslında geleceğimize sahip çıkmaktır.
Geleceğimize sahip çıkalım.

Serdar Esen – www.bursaport.com

Yorum yapma bilimi: İyiyle kötüyü ayırt etmek ~2

ScientificAmerican.com ‘un blog sayfasında Bora Zivkovic imzasıyla yayımlanan yazıyı, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Baturay Palas‘ın çevirisiyle bölümler halinde sunuyoruz.

Yazının ilk bölümü için tıklayınız.

***

Peki niçin yorumların çoğu lüzumsuz?

Çünkü düzenleme yapmadığınız için! Tümüyle! Bütün sebepleri üstte zaten belirttim. Eğer yorum yazanların çoğu sizin bloğunuzun isteyen herkesin istediğini yazabileceği ve bunu hiç kimsenin önemsemediği bir yer olarak düşünürse, istediği her şeyi yazar. Ve bu pek de hoş bir şey değil. Ve aynı sebepten ötürü (yorum kirliliği) potensiyel iyi yorumcular da zamanlarını boşuna harcayıp bu yorum kalabalığı içinde bir şeyler yazmak istemeyecektir.

Eğer uygunsuz yorumları kaldırmaz ya da uygun hale getirmezseniz, insanlar yorumları dahi okumadığınızı düşünürler. Eğer bunu göstermezseniz, insanlar onların düşüncelerini önemsemediğinizi dahi düşüneceklerdir. Eğer troll içeriği kaldırmazsanız, troller yorumları ele geçirecekler ve iyi insanlar da başka yere kaçacaklardır.

Tartışma alanlarının ilk örnekleri, haber grupları gibi, hemen hiç moderasyondan geçmeyen içeriğe sahiptiler. Tam anlamıyla vahşi batı. İlk bloglar çıkmaya başladığında, ifade özgürlüğü ruhu blog yazarlarını isteyen herkesin istediğini söylemelerine izin vermeleri gerektiğini hissettirdi, çünkü bloglar insanların özgürce konuşabildiği nadir yerlerdendi.

Ve daha sonra geleneksel medya oyuna dahil oldu ve içeriklerine yorumları kabul etmeye başladı. İşte her şeyin karmakarışık olduğu nokta burasıydı. Eski bir mahkeme kararının medya organlarınca oldukça yanlış bir şekilde yorumlanması sonucunda, gazetelerin bazıları okuyucu yorumlarını düzenlememeye karar verdi ve bu daha sonra hepsince uygulanmaya başlandı. Yukarıda listelenen metodlardan hiçbiriyle. Gerçekten. Ama evet, yukarıdaki metodların hepsi tamamen yasal.

İfade özgürlüğü genelde bir Amerikan konsepti olarak görülür. Dünyadaki ülkelerin bir kısmında anayasal ifade özgürlüğü bulunmaz. Ancak internet global bir ağdır. Ve ABD’de dahi, ifade özgürlüğü, herkesin heryerde istediğini söyleyebileceği anlamına gelmez. Ve ifade özgürlüğü, eğer ben bloğuma yorum mekanizması eklemişsem, herkesin istediği şeyleri yazabilmesine müsaade etmek demek de değildir. Site sahipleri ve yazarların istediği kullanıcıları banlama, yazdıklarını silme ya da düzenleme hakları tartışılamaz. Bir blogda yorum yapabilmek, bir imtiyazdır, bir hak değildir. Yorumcular öncelikle bunu anlamalıdırlar.

Bununla birlikte, ilk blog örneklerinde, blog sahipleri genellikle çok cömertti, çünkü kıt online kaynaklarını insanların tartışabilmeleri için harcıyorlardı. Fakat günümüzde böyle bir düşünce içine girmek gereksiz. Artık bir bloğa sahip olmak ucuz ve kolay, ve bununla sosyal medyada rant sağlamak daha da kolay. İnsanların istedikleri şeyleri yazıp tartışmaya girebileceği bir çok başka yer var, bu tartışmaların sizin bloğunuzda olmasına artık gerek yok. Eski cömertlik devri kapandı ve bunu takiben yıllar içinde deneyimli blog yazarları yorumlama kurallarını radikal bir şekilde sıkılaştırdı.

Ve evet, Atrios ve Pharyngula gibi bazı bloglar halihazırda yorumcu okurlar konusunda oldukça zengin. Buradaki insanlar çoğunlukla sadece birbirleriyle konuşmak için orada, bazen yazının konusundan dahi bağımsız olabiliyor yapılan yorumlar.

Ancak benim bloğum, evimdeki oturma odam gibidir. Kuralları ben koyarım. Tartışılan konuyu ben belirlerim, tartışmanın tonunu ben ayarlarım. Benim sitemde yorum yaptığınız zaman, benim kurallarımı kabul etmek zorundasınız, benim belirlediğim konular dışına çıkmamalısınız, yorum yaparken benim evimdesinizdir ve düşünün ki yazdığınız yorumu evimde eşimin ve çocuklarımın yanında sesli bir şekilde söylüyorsunuz. Eğer söylediklerinizi beğenmezsem, sizi evden kovma hakkına sahibim, ve sizin burda hiç bir söz söylemeye hakkınız yok, en nihayetinde benim hanemdesinizdir.

Eğer sizin yorumunuzu silersem, bu sansürcülük demek değildir. Siz de deneyebilirsiniz, bir blog yaratın ve Google aramalarında üst sıralarda gözükebilmek için onun Google Rank derecesini arttırmaya uğraşın. Zaman ve çaba gerektirdiğini göreceksiniz. Ancak ben sizin saçma sapan yorumlarınızı silmemek adına Google Rank derecemi düşürmek istemem. Ve benim yapılan yorumları siliyor oluşum, bana ters düşen bütün görüşleri sildiğim anlamına gelmez.

Ancak siz bir blog yazarıysanız ve yapılan yorumlar pek de iyi değilse, bunda bir tek kendinizi suçlayabilirsiniz.

 

 

“İnsanların kendine ait fikirleri ve görüşleri olabilir, ama olgular kişilerin tekelinde değildir.” -Daniel Patrick Moynihan

 

Farklı websiteleri ve bloglar değişik amaçlara hizmet ederler. Bu site, yukarıdaki başlıktan da görebileceğiniz üzere, “Bilimseldir”. Bu bir şey ifade eder. Bu, yazılan yazıların ve yapılan yorumların bilimsel olması gerektiği anlamına gelir.

Bu dergi 167 yıllıktır. Dergide ve derginin websitesinde güncel bilimsel çalışmalar yayınlanır. Ve bazen bu yazılar eskiden yapılan çalışmalara eklemeler içerir. Derginin ilk zamanlarından beridir biyolojik evrim bir olgu olarak dergide yer almıştır. Ondan sonra evrime ilişkin yeni keşifler, yeni sonuçlar sürekli olarak yayınlanmıştır, yeni ortaya çıkarılan fosiller ya da yeni işlevsel bulgular gibi. Fakat evrim olgusunun kendisi hiçbir zaman tartışılmamıştır. Evrime ilişkin yeni bulunan bir mekanizmanın anlatıldığı bir yazıda evrimin olup olmadığının tartışılması konu dışıdır. Hatta bu tartışma bile değildir. Bu, yazının yaratılışçı troller tarafından sabote edilmesidir. Bu tür tartışmaların yapılabileceği bir çok forum vardır ve burası onlardan biri değildir. İnsanların kendine ait fikirleri ve görüşleri olabilir, ama olgular kişilere kalmış şeyler değildir. Sonuçta bu tür trollemek maksatlı yazılar silinmelidir ki konuyu bilimsel olarak tartışmak isteyenlere yer açılsın.

Aynı durum iklim değişikliği için de geçerli. Küresel ısınmanın varlığı bir gerçek. Ve bunun oluşmasında insanların etkisinin olduğu da iyi bilinen bir gerçek. Bununla birlikte eğer iklimi biz bu hale getirdiysek, eski haline getirmek için de bizim çabalamamız gerekir, tamam. Ancak yine de iklim değişikliğiyle ilgili yapılan yeni bir araştırmanın altında bu herkesçe bilinen ve de konuyla alakasız şeyleri tartışmak yersizdir. Böyle yorumlar silinmelidir.

Şimdi bu yazının başına dönelim tekrar, yorumların okuyucuları etkilemesi kısmına. Eğer yaratılışçı ya da reddedişçi (denialism – ampirik olarak kanıtlanabilir bir gerçeği çeşitli nedenlerle reddetmek) troll yorumların siteyi doldurmasına izin verseydik, bu diğer okuyucuları nasıl etkilerdi? Yazının başında da söylediğim gibi bu onları kutuplaştırır ve aslında bilgilerinin olmadığı bir konuda kesin yargılarda bulunmalarına neden olur.

 

Troll yorumları ayırt etmek


Trolllemek deyiminin ilk tanımı “yapılan tartışmayı saptırıp rayından çıkarmak maksadıyla absürd yorumlar yazmak ve kendi isteği doğrultusunda yönlendirme” olarak geçer.

Eğer tartışmayı düzeyli ve saygılı tutmak istiyorsanız, bu tür konu dışı yorumları silmelisiniz.

Eğer ben geçen akşam ne yediğimi yazıp, yazının bir yerinde yediklerimin içinde GDO’lu ürün olduğundan ancak bunların çok lezzetli olduğundan bahsedersem, GDO’lu ürünleri kötüleyen bir yorum trollük olur.

Eğer ben yaptığım muhteşem haftasonu dağ gezintisini yazıyorsam, ve normalde daha geç açan çiçeklerin son yıllarda erken vakitlerde açtıklarından bahsetmişsem, burada iklim değişikliğini reddeden bir yorum trollüktür. Ben bir biyoloğum ve spesifik olarak iklim değişikliği hakkında yazı yazmam, çünkü kendimi bu konuda yazabilecek kadar yetkin hissetmiyorum. Sonuçta, otomatik spam filtresine “küresel”, “ısınma”, “Al Gore” gibi anahtar kelimeleri tanımlıyorum ve bu kelimeleri içeren yorumlar doğrudan spam filtresine takılıyor. Çünkü bu kelimeleri içeren bir yorum konu dışıdır, konuyla ilgili bir bilgiye cevap vermez ya da bir ekleme sunmaz. Çünkü bu yorumlar ideolojik maksatlı girilmiştir, bilimsel değil. Çünkü, bu yorumlar okuyucuları yanlış yönlendirmektedir ve kutuplaştırmaktadır. Böyle yorumların olabildiğince çabuk spam çöplüğüne gitmesi gerekir.

Bir bilim sitesi için, bilimsel olmayan, anti-bilimsel, duyulara dayanmayan, ideolojik ya da dini içerikli bütün yorumlar, troll yorumları değildir, basitçe spam içeriktir. Viagra satışı gibi. Hakikaten! Bu tür içeriklerin (örneğin iklim değişikliğinin inkarı) çeşitli çıkar gruplarınca kimi yapay organizasyonlara para karşılığı yaptırılıyor olabileceği hakkında her gün daha çok kanıt elde ediyoruz. Böyle yaparak destekçilerinin olduğundan çok daha fazla ve görüşlerinin yaygın olduğu illüzyonunu yaratmaya çalışıyor olabilirler. Tabii bu güdümlü troller çoğunlukla sadece diğer insanları avlamak için bir yem, nanoteknoloji çalışmasında da gösterildiği gibi, konu hakkında bilgili olmayan insanlar kolaylıkla taraf olup trolleri beslemeye başlıyorlar ve adeta ücretsiz trollük yapmaya başlıyorlar. İşte bu troll yorumları hiç başlamadan kökünden kurutmak için bir neden. Hiç bir blog yazarı, bloğunun satılmış politik bir operasyonun ücretsiz sağlanan tartışma platformu olmasını istemeyecektir.

 

Benim bloğum, benim kurallarım


Bu yazıyı benim kişisel bloğumdan okuyorsunuz. Blog, Scientific American sitesinde barındırılıyor ve ben de Scientific American dergisinde bir editörüm ve bu blog da aslında bir bakıma derginin dışarıdan nasıl göründüğünü etkiliyor. Böyle bir blog yazmak (hatta böyle bir siteyi barındırmak) sözleşmemde yazmıyor ve iş tanımım arasında bulunmuyor. Sonuçta bu blog hala benim kendi kişisel bloğum. Burada yazıyorum çünkü bunu seviyorum, ve benim için kolay ve doğal (zaten her halükarda zamanımın çoğunda buradayım) ve burası bana kendi imkanlarımla yayınlayacağım bir blogdan çok daha fazla fırsatlar sunuyor.

Şimdi, ben Scientific American organizasyonunu burada temsil ettiğim için yazdıklarım konusunda oldukça seçiciyim yazılarımın derginin standartları içerisinde kalması için yoğun çaba sarf ediyorum. Eğer buraya yazmamın uygun düşmeyeceği birşey varsa aklımda Twitter, Facebook, Google Plus ve Tumblr’da yazıyorum. Ve kullandığım dile, davranışlarıma da dikkat ediyorum, çünkü ben örgütümü temsil ediyorum. Burada troll içeriği silip bilim dışı görüşlerin yaygınlaşmasını önlemek, bir bilimadamı, bir bilim yazarı ve Scientific American dergisinde editör olarak benim görevim.

Eğer ben bir editör toplumsal rolüme uygun olmayan bir şeyler söylemek istersem, ve konuşmak istediğim kişiyle şahsen ya da telefonla görüşme imkanım yoksa, e-posta gönderirim. E-posta’yı, özel olarak görüşme konusunda son seçenek olarak görürüm, sonuçta size e-postayla bir şeyler söylemişsem, bu ikimiz arasında kalması gerekiyor demektir, diğer insanlarla paylaşılmamalıdır.

Sonuçta burada, kişiel bloğumda, önceden belirlenmiş moderasyon kuralları olmasından hoşlanmam. Tabii ki, yorumcuları sınırlarında tutabilmek adına bu konuda değişkenlik gösterebilirim. Ancak gerçekten yorum moderasyonu için çok çaba sarf ediyorum ve bütün yorumlara asgari özeni gösteriyorum. Hepsini duruma göre değerlendiriyorum ve elbette ki bir konu hakkında uygun bulduğum bir yorum başka bir konu hakkında uygun olmayabilir.

“Al Gore!” gibi bir yorum karar vermemi kolaylaştırıyor – buraya muhtemelen bir tartışma ateşlemek için yazılmış olmalı, kimbilir belki yorum başına ücretlendirilen biri tarafından yazılmıştır! Bu durumda yorum doğrudan spam çöplüğüne gider. Devamı gelirse birkaç sefer sonra da kullanıcıyı banlarım. Ve banlanan kullanıcı sadece benim bloğumda değil, bütün site çapında banlanır.

Ancak eğer sadece kaba bir üslupla, ya da yapıcı olmayan fikirlerle yorum yapılıyorsa, ve yorumcunun benim standartlarım hakkında bir bilgisi yoksa (muhtemelen bloğuma YouTube, DailyMail ya da 4chan’den gelmiş olabilirler) öncelikle benim “üç hakkın var” kuralımı açıklarım. Böylelikle bazıları bir daha siteye gelmez, kimisi yorumlarını düzeltir, bazısıysa üslubunu değiştirmez ve 3 seferden sonra banlanır.

Halihazırda sitede sofistike moderasyon mekanizması yok ve sitenin moderasyon ekibinde olduğum diğer bölümlerinde de kendi kurallarımı uyguluyorum, çoğunlukla oralarda çok daha seçici davranıyorum. Sitenin diğer kısımlarında ise bir yetkim yok ve oradaki yazılar kendi moderatörlerince denetleniyor.

Şimdi, biliyorum, burada en çok küresel ısınma reddedişçiliğini örnek olarak kullandım, çünkü esasen site genelinde en çok karşılaştığımız örnek bu, ancak söylediklerim diğer bilim dışı fikirler için de geçerli: yaratılışçılar, aşı karşıtları, GDO karşıtı aktivistler ve diğerleri.

Bu yazı iklim değişikliğinin reddedilmesi hakkında değildir, yorumlar ve yorum moderasyonu hakkındadır. Aynı zamanda trollerin eliminasyonuyla daha düzeyli ve yapıcı bir yorumcu kitlesi yaratmak hakkındadır.

Gezegenimizde yaşayan yedi milyar insan arasından bazıları bloğunuzda yorum yapabilecek kişiler, ve bu potensiyel yorumcuları troll yorumlarıyla korkutup kaçırmaya hiç gerek yok.

Son olarak, bu yazıya yapılan yorumlardan iklimle ilgililer silinecektir.

 

Yeşil Gazete için çeviren: Baturay Palas

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız.

(Scientific American, Yeşil Gazete)

 

İzmir’de radyoaktif maddelerin üzerine toprak döküldü

İzmir Gaziemir’de kurşun üreten bir fabrikanın neden olduğu radyoaktiviteye bulaşmış maddelerin ortaya çıkmasıyla yaşanan çevre skandalı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) kirliliği ortadan kaldırmak için uyguladığı yöntemle yeni bir boyut kazandı.

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) talimatıyla, İzmir Gaziemir’de yaşanan çevre skandalında radyoaktivite tespit edilen bölgelerin üzerine, 10 bin 200 ton toprak döküldü.

Cumhuriyet gazetesinin haberine göre; skandalın ortaya çıkmasının ardından söz konusu fabrikanın radyoaktivite tespit edilen bölgelerdeki atıklarının radyasyon geçirmeyen depolara konulması gerekirken, bu bölgelerin üzerine tonlarca toprak döküldü. Gaziemir’deki çevre sorunuyla ilgili MHP İzmir Milletvekili Ahmet Kenan Tanrıkulu’nun soru önergesini yanıtlayan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın verdiği bilgiler TAEK’nin uygulamalarını gösterdi.

Radyoaktif kirliliğin üzerine toprak dökmek

Kirliliğin tespit edilmesinin ardından Aslan Avcı Döküm AŞ adlı şirkete 2008 yılında 321 bin TL tutarında ceza kesilmesine karşın, 2010 yılında yapılan incelemede tesiste radyoaktif kaynağın varlığını sürdürdüğü, insan ve çevre sağlığını tehdit ettiği, nereden geldiğinin belirlenemediği ve sürekliliğini koruyan bir radyoaktif kirlenmenin olduğu tespit edildi. Buna karşın 2 yıl boyunca kirliliğin ortadan kaldırılmasına yönelik hiçbir adım atılmadı. Skandalın kamuoyuna yansımasının ardından Aralık 2012’de tesisin bulunduğu yer tel çitlerle çevrildi ve TAEK’nin öncülüğünde birtakım tedbirler alındı. Bu kapsamda, tesiste radyoaktivite tespit edilen bölgelerin üzerine, İzmir Valiliği bünyesinde oluşturulan çalışma grubu kontrolünde, söz konusu firma tarafından TAEK’nin talimatı doğrultusunda 10 bin 200 ton toprak döküldü.

Herhangi bir şekilde yok edilemeyen radyoaktif atıkların radyasyonu geçirmeyen depolarda tutulması gerekirken; TAEK talimatıyla kirliliğin üzeri toprakla kapandı.

ÇMO Başkanı Baran Bozoğlu, TAEK’nin tutumunun kabul edilebilir olmadığını belirterek, “Radyoaktif atığın depolanmasına dair yöntem bellidir. Kurşun ve radyoaktif atığı geçirmeyecek, doğaya yansıtmayacak yöntemler kullanılmalı. TAEK’nin yaptığı, var olan kirliliği göz önünden kaldırmaktır” dedi. Radyoaktif atığın üzerine toprak dökülmesinin kirliliğin etkisini azaltmayacağına dikkat çeken Bozoğlu, “Yeraltı sularına, bitki örtüsüne ve civarda yaşayan insanlara etkisi sürecektir. Radyoaktif atıkların etkisi 100 yıllarca sürer. Bu atıklar yüksek oranda kirlilik yaratan atıklardır ve bunların bertaraf yöntemi yoktur. Bu nedenle bu atıklar depolanma yöntemiyle tutulmalı” dedi.

Hangi bilimsel kritere göre yapıldı?

TAEK’nin bu tutumunun geçmişte Çernobil faciasının ardından bir bakanın “radyasyonlu çay içmesine” benzediğini söyleyen Bozoğlu, şunları dile getirdi: “TAEK kirliliğin üzerini 10 bin 200 ton toprakla örtmüş. Sorunun görünümü kaldırılmış ve etrafa yayılmadığı iddia ediliyor. Kuşlarla, böceklerle, hayvanlarla, yeraltı sularıyla, yağmurla ve karla; doğal olaylarla bu kirliliğin yayılması ihtimal dahilindedir. Burada sorulması gereken hangi bilimsel verilere, hangi uluslararası standarda göre buradaki radyoaktif atık üzerine 10 bin 200 ton toprak dökülmüştür? Bunun bilimsel temeli nedir? Bu bilim dışı bir uygulamadır. Kirliliğin halının altına süpürülmesidir.”

(Cumhuriyet, Yesil Gazete)

 

Kıbrıs’ın Karpaz Milli Park’ı gözden çıkarıldı

Kıbrıs’ta Milli Park Karpaz’ın üzerine yapılmak istenen dev otoban projesine tepkiler büyüyor.

Tepeden inme bir kararla, Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna ihtiyaç duyulmadan bölgede yapılmasına karar verilen dev otoban projesi yüzünden Kuzey Kıbrıs’ın nadide milli parklarından Karpaz dozerlerle altüst ediliyor.

Kıbrıs’ın kuzeyinde, koruma altına alınmış 238 türün 162’sinin ve 47 adet endemik bitkinin 24’nün yaşadığı bölge, aynı zamanda Kıbrıs tarihindeki ilk yerleşim alanlarından bir olan Kastros’a da ev sahipliği yapmakta.

Bölgenin ekolojik dengesini bozulması tehlikesine karşı çevreciler, siyasi partiler ve STK’lar tepkiler dile getirmeye başladı. Daha önce proje hakkında suç duyurusunda bulunan Kıbrıslılar, geçtiğimiz hafta içinde de Kuzey Kıbrıs Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı önünde yüksek katılımlı bir protesto eylem gerçekleştirdi.

“Karpaz Milli Parkını Koruyalım İnisiyatifi”  temsilcisi ve Biyologlar Derneği Başkanı Hasan Sarpten tarafından yapılan yazılı açıklamada durum şu şekilde aktarılıyor:

‘‘MİLLİ PARK’’ DA GÖZDEN ÇIKARILDI
Plansız ve çarpık yapılaşma ile kaynaklarımızın tüketilmesi sonucunda, doğanın acımasız bir biçimde katledildiği ülkemizde gün geçtikçe artan çevre sorunları, bu güzel adanın oldukça zengin olan biyolojik çeşitliliğinin ve doğal güzelliğinin hızla yitirilmesine neden olmaktadır. Hal böyle iken, doğal ve turistik açıdan el değmemiş tek bölgemiz konumundaki Dipkarpaz Milli Parkıiçerisinde son günlerde bizzat devlet eliyle yapılan tahribat artık bu ülkede sözün bittiği son noktadır.
Yasa tanımaz olduğu tescillenen hükümetin hiçbir kural tanımadan, ortada Ekolojik Etki Değerlendirmesi dahi yapmadan ‘‘yol çalışması’’ adı altında özel çevre koruma bölgesinin bir bölümünü dozerlerle dümdüz edilmesine olanak sağlaması tek bir şekilde izah edilebilir. Bunun adı KATLİAM’dır ve bunu yapanlar da KATİL’dir.

Anlaşılan odur ki, esas itibarı ile yapılmak istenilenbölgenin mukayeseli üstünlüğünün ortadan kaldırılmaya çalışılması ve bölgenin birilerine peşkeş çekilmesine zemin hazırlanmasıdır. Kıbrıs’ın kuzeyinin en son sermayesi konumunda olan bu eşsiz çevre değerlerinin yok edilmesinin altında ciddi rantlar yatmaktadır.
1977’den beri Milli Park olması yönünde adımlar atılan, 24  Şubat 1988 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile Milli Park statüsüne kavuşan, 6 Kasım 1995’te Doğal ve Arkeolojik Sit Alanı ilan edilen, 2004’te Karpaz Emirnamesi ile bu niteliklerin korunması gereği bir kez daha önemle vurgulanan,2007’de Özel Koruma Bölgesi ilan edilen ve en son olarak da AB tarafından Natura 2000 direktifi ile uluslararası düzeyde korunması gerektiği belirtilen Dipkarpaz Milli Parkı ne yazık ki hükümet edenler tarafından gözden çıkarılmıştır.
Karpaz Milli Park alanı tartışmasız Kuzey Kıbrıs’ın en zengin doğal alanıdır. Çevre Yasası’nın emrettiği şekilde ‘‘Flora ve Fauna Emirnamesi’’ ilekorunan 238 türün 162’si alan içerisinde barınmaktadır. Koruma altındaki 5 tür memeliden 2’si16 tür sürüngenden 12’si ve 215 kuş türünden 147’si park alanı içerisindedir. Kuzey Kıbrıs’ın tümünde bugüne kadar tespit edilen 1410 bitki türünün yarısı da burada yaşam bulmaktadır. Ayrıca 47 adet endemik bitkimizin 24 adedi,  nadir bitki türlerinin yaklaşık 100 adedi de yine bu alandadır.
İşte Dipkarpaz Milli Parkı içerisindeki tüm bu değerlerin önemli bir bölümünü barındıran tepeler, kayaçlar, kumullar ve doğal bariyerler iş makineleri ile dümdüz edilmiş ve halen edilmeye de devam etmektedir. Çevre Koruma Dairesi’nin yolun izinsiz olduğunu açıklaması ve dahası bölgede aşırı tahribat yapıldığını ortaya koymasına rağmen uluştırma bakanlığı ve hükümetin buna aldırış etmeden hareket etmesi ise akıl ve mantık ile bağdaşmaz.
Ortaya koyduğumuz veriler ve yaptığımız tüm uyarılara karşın yetkililerin bu konuda geri adım atmaması ve ‘‘ben yaparım olur’’ mantığıyla doğanın tahrip edilmesine sessiz kalmaları kabul edilemez. Bu doğrultuda biraraya gelen duyarlı vatandaşlar ve sivil toplum örgütleri topyekün bir mücadele sergileme kararı almışlardır. Bizler, özgür eşeklerin yaşadığı ortamdan kural tanımaz bir şekilde otoban geçirilmesine ve dozerlerin doğa koruma bölgesini ve milli parkı yok etmesine müsaade etmeyeceğiz.

 

Cinnet geçiren asker karakol taradı

Siirt’in Pervari İlçesi’nde cinnet getirdiği sanılan bir asker, karakoldaki arkadaşlarını otomatik silahla taradı.

DHA’dan Turan Koyuncu’nun haberine göre, 3 arkadaşını öldürdükten sonra sonra intihara kalkışan asker ağır yaralı hastaneye kaldırıldı. Siirt Valisi Ahmet Aydın, “Olayda 3 şehidimiz var” dedi.

Olay, Pervari İlçesi kırsalında bulunan İğneli Jandarma Karakolu’nda bugün saat 15.30 sıralarında meydana geldi. Karakolda görev yapan ve bunalımda olduğu belirtilen bir asker, G-3 otomatik tüfekle karakolda görevli arkadaşlarına ateş açtı. Cinnet getirdiği sanılan askerin açtığı ateşle, 3 asker hayatını kaybetti. Saldırgan asker ardından silahın namlusunu kendisine çevirerek intihara kalkıştı. Ağır yaralanan asker, askeri helikopterle Siirt Asker Hastanesi’ne kaldırıldı. Doktorlar yaralı askerin hayati tehlikesinin devam ettiğini söyledi.

Hayatını kaybeden askerlerle, intihara kalkışıp yaralanan askerin kimlikleri henüz açıklanmazken Siirt Valisi Ahmet Aydın, “Olayda 3 şehidimiz var. Karakolda görevli bir asker arkadaşlarına ateş açıyor. Daha sonra aynı silahla kendisini vuruyor” dedi.

(DHA, Yeşil Gazete)

Heykeller de Ölür

İstanbul Modern, 7-17 Şubat tarihleri arasında, geçtiğimiz Temmuz ayında ölen, avangard sinemanın önde gelen yönetmenlerinden Chris Marker’ın 14 filminin gösterileceği “Heykeller de Ölür” programını sunuyor.

Marker, televizyona ya da yazılı basına görüntü vermezdi. Kedi görüntülerinin ardına gizlenmeyi severdi. Wim Wenders'ın Toyko-Ga (1985) filminde kedisi Guillaume-en-Egypte ile birlikte.

İstanbul Modern Sinema, “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” sergisine paralel olarak, Fransız Kültür Merkezi işbirliğiyle düzenlediği “Heykeller de Ölür” adlı programda, yönetmenin 1952 yılında Helsinki Olimpiyatları üzerine çektiği ilk filminden başlayarak 2012 Viyana Film Festivali için hazırladığı fragmanın videosuna uzanan, yönetmenin özel montaj estetiğini, fotoğraf karelerini ve imgeleri biriktirmedeki zekasını konuşturduğu avangard belgesellerden oluşuyor.

“Heykeller de Ölür” programı ismini yönetmenin 1953 yılı yapımı filminden alıyor. Film yönetmenliğinin yanısıra  yazar, fotoğrafçı, multimedya sanatçısı ve belgeselci olan Chris Marker, tıpkı çağdaşı Jean-Luc Godard’ın kurmaca filmi dönüştürmesi gibi, belgesel janrında devrim yaratarak türün tanımını sorgulayan, sınırlarını zorlayan filmler üretti.

“Heykeller de Ölür” programının öne çıkan filmleri arasında siyah-beyaz fotoğraflarla anlattığı bilimkurgu hikayesi “Dalgakıran”(La Jetée), 33 yıl sonra, 1995’te Oscar adayı olan Terry Gilliam’ın 12 Maymun’u ile birlikte yeniden gündeme gelmişti. Öne çıkan diğer bir film ise insan hafızası ve hatırlama üzerine Japonya’dan Afrika’ya uzanan karmaşık bir yol filmi olan 1983 yapımı Güneşsiz (Sans Soleil).

Gösterimlerin müze ziyaretçilerine ve üyelere ücretsiz olduğu programda yer alan filmler ve gösterim saatleri aşağıda sıralanmıştır.

Dalgakıran (La Jetée)
1962, 28’
Yönetmen: Chris Marker
Dil: Fransızca

Üçüncü Dünya Savaşı sonrası Paris radyoaktif bir enkaz halindedir. Yeraltında yaşayan insanlar, bir çözüm arayışı içinde zaman yolculuğu deneyleri yapmaktadır. Bu esirler arasından seçilen bir adam, çocukluğundan hatırladığı bir karenin izini sürerek esrarengiz bir kadınla buluşmak üzere geçmişe gönderilir. Bilimkurgu sinemasının dönüm noktası olarak da anılan “Dalgakıran”, Marker’ın şiirsel, kışkırtıcı anlatımıyla neredeyse tamamen durağan fotoğrafları canlandırdığı bir sineroman. Terry Gilliam’ın 1995 yılı yapımı “12 Maymun”filminin de ilham kaynağı olarak ünlenen film, totaliter devlet deneyleri ile başlayarak insanoğlunun kırılganlığını evrensel felaket ile yan yana koyuyor. Marker’ın senaristliğin ve görüntü yönetmenliğini de üstlendiği ve onu uluslararası üne kavuşturan “Dalgakıran”, sanat sinemasının, bilimkurgunun ve belki Fransız Yeni Dalga sinemasının klasikleri arasında değişmez bir yere sahip.

 

Sırıtan Kediler (Chats Perches)
2004, 59’
Yönetmen: Chris Marker
Dil: Fransızca

11 Eylül’ün sonrasındaki kasım ayında sokaklarda, binalarda ve metro duvarlarında belirmeye başlayan sırıtan sarı kedi resimleri, birçok Parisli gibi Chris Marker’ın da dikkatini çekmeye başlar. Bunun üzerine Paris sokaklarına düşer ve bu esrarengiz kediyi takip etmeye başlar. Eylemlerden seçim kampanyalarına, magazin skandallarından Irak Savaşı’na, Fransa’nın politik gündemini kedi gibi takip eder. Bu arada Bay Kedi isimli bir sanat kolektifi peydahlanır. Centre Pompidou’nun önünde maskotlarını temsil eden büyük bir resim açarlar. Marker’ın ünlü kedisi ile Bay Kedi’nin yolları böylece kesişir…

 

Son Bolşevik (Le Tombeau D’Alexandre)
1993, 120’
Yönetmen: Chris Marker

1900 ile 1989 yılları arasında yaşamış Rus yönetmen Alexander Medvedkin’e ithafen yapılan film, Sovyetler Birliğinde sanatı arka plana alarak yönetmenin hem özel hayatını hem sinemasını anlatır. Marker, Medvedkin’in 1934 yapımı klasik filmi “Mutluluk” (Schastye) başta olmak üzere komedilerinden, haber amaçlı acı savaş görüntülerine uzanan politik, sanatsal ve ahlaki evrenine dair bir panorama çizer. Ne de olsa hayranı olduğu bu sinemacı izleyiciye “film değil, sinema vermiştir”.

 

1952 Olimpiyatları (Olympia ’52)
1952, 82’

Yönetmen: Chris Marker
Dil: Fransızca

Yönetmen, bu ilk uzun metrajlı filminde aynı zamanda görüntü yönetmenliği ve metin yazarlığı da yapmıştır. Fotomuhabir olarak dünyayı dolaştığı sırada film yapmaya merak saran Marker’ın bu ilk filmi 1952 Helsinki Olimpiyatları’nı gözlemliyor. Açılış seremonisinden bayraklara, caz müziği eşliğinde maratona hazırlanan Sovyet atletlerden Finli jimnastikçilere siyah beyaz bir olimpiyat güncesi…

 

Andrei Arsenevich’in Bir Günü (Une Journée D’Andrei Arsenevich)
2000, 55’
Yönetmen: Chris Marker
Dil: Fransızca, İsveççe, İngilizce, İtalyanca

“Sovyetlerin son büyük yönetmeni” Andrei Tarkovski üzerine bir belgesel. Tarkovski’nin filmografisinden parçalarla, son filmi “Kurban”ın(Offret, 1986) setinden çektiği bölümleri ve yönetmenin kanserle mücadelesinin sonlarında, ölüm döşeğindeki görüntülerini bir araya getiren Marker, kendi yorumunu geri planda tutarak Tarkovski’nin sanatına, felsefesine ışık tutarken,  özel hayatıyla sanatı arasındaki ilişkiyi de anlamaya çalışıyor. Chicago Reader’ın sinema yazarı Jonathan Rosenbaum film için “Bildiğim en iyi Tarkovski eleştirisi, yönetmenin filmlerindeki asıl gizeme dokunmadan sinemasındaki uyuma açıklık getiriyor,” diyor.

 

Heykeller de Ölür (Les Statues Meurent Aussi)
1953, 30’
Yönetmenler: Chris Marker, Alain Resnais
Dil: Fransızca

Alain Resnais ve Chris Marker arasındaki bu işbirliği, Afrika heykellerinin incelenmesiyle  başlıyor. Ardından bu heykellerin statüsü ve Avrupa müzelerinde sergilenmesiyle ortaya çıkan sorulara değiniyor ve sonunda Afrika heykel sanatı ve ırkçılık arasındaki nazik alana giriyor. 1954’te Jean Vigo ödülüne layık görülen ve sömürgeciliği eleştirdiği için 1960’lara kadar Fransa’da sansürlenen, sinemada sık rastlanmayacak bir görsel deneme.

 

Güneşsiz (Sans Soleil)
1983, 100’
Yönetmen: Chris Marker
Dil: Fransızca, Japonca, İngilizce

Zaman, insan hafızası ve film arasındaki ilişkiyi inceleyen olağanüstü bir yol filmi. “Güneşsiz”, yaşam mücadelesinin iki kutbunda duran Afrika’dan Japonya’ya uzanırken hafızanın kişisel ve küresel hikayeleri ne denli etkilediğini gösteriyor. Adını Modest Mussorgsky’nin şarkı döngüsünden alan film bir tür meditasyon gibi. Hayat kesitlerinden muazzam sinematografik sahneler bir montaj teorisyeni tarafından hazırlanmış. Ölü kediler için dua edilen bir Japon tapınağı, avcılar tarafından katledilen bir zürafa… “Güneşsiz” bunlar gibi nice sahneyle belgesel türünün sınırlarını genişletiyor.

Altmışlar – 5 Kısa Film
Görüşmek Üzere ( A Bientot J’Espere)

1967, 45’
Yönetmenler: Chris Marker, Mario Marret
Dil: Fransızca

Fransa’daki 1968 Mayıs olaylarından önce, adeta o büyük isyanın habercisi olacak bir eylem gerçekleşir. 1967 yılının Mart ayında Besançon’da bir tekstil fabrikasında çalışan işçiler büyük bir greve girer. Sadece maaşları ve çalışma koşullarıyla ilgili değil, daha büyük toplumsal ve politik değişimler de talep ederler. Marker kamerasını bu grevin hikayesini anlatmak üzere o fabrikaya götürür.

 

Madem ki Mümkün (Puisqu’on Vous Dit Que c’est Possible)
1973, 43’

Yönetmen: Chris Marker
Dil: Fransızca

Yine işçi sınıfının devrimini inceleyen bir belgesel. Bir saat fabrikasının işçileri, çalıştıkları fabrikanın kapatılmasını ve satılmasını kabul etmezler.  Ürettikleri saatleri kendileri satacaklardır. İşçilerin tüm ısrarlarına rağmen yöneticiler bunu reddedince isyan sokaklara sıçrar.

 

2084
1984, 10’

Yönetmen: Chris Marker
Dil: İngilizce, Fransıca

Chris Marker bu kısa filminde, 2084 yılında geçen bir haber programı kurgular. 22. yüzyılın başlangıcı için üç farklı senaryosu vardır. Marker, küresel “ağ ekonomilerinin” şafağında sosyalist bir bakış açısıyla Fransa’daki sendika hareketinin rolünü araştırır.

 

Pentagon’un Altıncı Yüzü (La Sixiéme Face Du Pentagone)
1967, 27’

Yönetmenler: Chris Marker, Francois Reichenbach
Dil: İngilizce

1967 yılının 21 Ekim’inde 100 bin protestocu toplanarak Pentagon’a doğru yürür. O güne kadar gerçekleşen bu en büyük örgütlenme, hippielerden yipilere farklı insan gruplarını bir araya getirir. Che Guevara iki hafta önce öldürülmüştür ve birçokları için bu, sadece savaşa karşı bir yürüyüş değil, Amerikan savaş makinesini durdurmak için doğrudan bir aksiyondur. Marker da kamerasıyla tüm bu olayın ortasındadır, görüntü ve yorumlarıyla izleyiciyi 40 yıl öncesinde yaşanan o güne götürür.

 

Elçilik (L’Ambassade)
1975, 22’

Yönetmen: Chris Marker
Dil: İngilizce

“Elçilik”, Chris Marker’ın çoğu filmi gibi kurmaca ile belgesel arasında gidip gelen bir yapıya sahip. Marker tarafından betimlenen elçilik hayatı, dış dünyadan kopuk ve gelip geçici bir andan ibarettir. Filmde, adı bilinmeyen bir ülkedeki darbeden kaçarak binaya sığınan mültecilerin orada geçirdikleri günleri yansıtır. Elçi ve eşi bu gruba kalacak ve yiyecek sağlarken isimsiz bir kameraman bu gerilimli durumu belgeler.

 

Havanın Dibi Kırmızıdır (Le Fond De L’air Est Rouge)
Bölüm I: Kırılgan Eller (Les Mains Fragiles)

Bölüm II:  Paralanmış Eller (Les Mains Coupées)
1977, 180’
Yönetmen: Chris Marker
Dil: Fransızca, İngilizce, İspanyolca

1977 yılında Fransa’nın o dönemdeki yeni sol hareketinin iniş çıkışlarını, politik çalkantılarını anlatmak için çekilmiş olan bu belgesel, 1993’te gözden geçirilerek sol görüşü Soğuk Savaş’ın sonuna ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüne bağlanmıştır. İki kısımdan oluşan filmin ilk bölümü sol hareketin 1967 yılında ortaya çıkışına odaklanırken, ikinci yarı Latin Amerika’nın sosyalist hareketlerine eğilir. Bu üç saatlik belgesel tıpkı adı gibi, sosyalist hareketin yalnızca havada var olduğuna işaret eder. Marker, Fidel Castro, Che Guevara, Mao Zedong, Salvador Allende gibi tarihi figürlerle ilgili olağanüstü görsel belgeleri kışkırtıcı dış sesiyle birleştirerek tarihe şaşırtıcı bir canlılık katar.

Yeşil Gazete

Yoksa… Walmart ve “büyük” gıda endüstrisi GDO etiketlemesi mi istiyor?

Gıda ve Çevre Raporlama Ağı kurucusu ve Grist yazarlarından Tom Laskawy‘nin grist.org’da yayımlanan yazısını, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Özlem Katısöz‘ün çevirisiyle sunuyoruz.

***

Gıda şirketleri, Kalifornia GDO etiketleme yasası olarak bilinen 37.No’lu yasanın durdurulması için 45 Milyon ABD Doları’nın üzerinde para harcadığından, bu şirketlerin özellikle Wallmart’ın bundan vazgeçip federal bir GDO etiketleme yasası için ısrar edeceklerine inanmak zor. Ama yayınlanan bir kaç rapor bu manevrayı doğruluyor.

Bir eyalette başlayıp sonra başka birinde patlak veren GDO etiketlemesinin yasalaşmasını isteyen taban hareketlerinin (Washington, Vermont, New Mexico, ve Connecticut) her biriyle teker teker uğraşmak bu firmalar için oldukça yorucu ve maliyetli hale gelmiş olabilir. Eğer öyleyse, bu yüz seksen derecelik dönüş, GDO muhalefetinin doğrudan tüketiciye hoş görünme stratejisini doğruluyor olabilir. GDO-etkiletmesi savunucuları Monsanto ve Syngenta gibi biyoteknoloji tohum firmalarıyla bu firmaların ürünleri ile üretileni satmak zorunda olan gıda şirketlerinin arasını açmayı başarmış olabilir.

Bunun nedeni, GDO’larla ilgili öne sürülen bütün iddialara karşılık GDO’ların tüketiciye pek az yarar sağlıyor olması  – ki bu da GDO’ya karşı en büyük argümanlardan biri. Bugüne kadarki GDO “icatları” çiftçilerin mısır, soya ve pamuk gibi ürünleri geniş alanlarda daha az iş gücüyle (yalnız endüstrinin iddia ettiğinin tersine, daha az kimyasalla değil!) ekme olanağı verdi. Bu anlamda, gıda firmaları davanın aslında onların meselesi olmadığını muhtemelen fark ettiler.

Bu büyük değişimi ilk defa Organik Tüketici Vakfı’nın başkanı Ronnie Cummins’in bir makalesinde okudum. Bir grup gıda şirketinin ABD Gıda ve İlaç Yönetimi Dairesi’ne (FDA) gidip zorunlu federal GDO etiketlemesi yasası ile ilgili lobi yaptıkları duyumunu alan Cummins aşağıdaki yorumu yapıyor:

GDO etkiletmesi ile ilgili büyüyen taban hareketinin yarattığı tehdit, Fortune 500’deki şirketlerin Monsanto ve biyoteknoloji endüstrisini terk etmelerine ve bilgi edinme hakkına “karşı duruşları”ndan kaynaklanacak halkla ilişkiler ve bilanço maliyetlerini yeniden düşünmelerine yol açmış olabilir mi? Her şeye rağmen bu şirketler GDO’suz üretim yapma konusunda yetersiz ya da yeteneksiz değiller. Bir çok Amerikalı’nın haberi olmamasına rağmen, Walmart, General Mills, Coca-Cola, Pepsi, Nestle, Unilever, Kellogg’s, Starbucks — hatta McDonald’s, sıkı GDO etiketleme yasaları nedeniyle Avrupa’da GDO’suz üretim yapıyorlar.

Toplantıya katılanlara yakın kaynaklardan bu kapsamda bir toplantının 11 Ocak günü gerçekleştiğini teyit ettim. Her ne kadar toplantı FDA’da gerçekleşmemiş olmasa da toplantıya FDA temsilcileri de katılmış. Toplantının sponsoru, tarım sektöründe etkin kurumların oluşturduğu bir koalisyon olan AGree Vakfı. Vakfın başkanlığını Clinton’un eski tarım danışmanı Dan Glickman ve Stonyfield Farm Organics CEO’su Gary Hirshberg yapıyor.

Cummins’in iddiasına ve benim de teyit ettiğime göre Walmart’ın başkan yardımcısı bundan böyle GDO etiketlemesi ile ilgili herhangi bir muhalefete öncülük etmeyeceklerini belirtmiş. Diğer gıda şirketleri de özellikle eyalet düzeyinde girişimleri dikkate alınca bu mücadelenin oldukça pahalıya mal olduğunu ifade ederek bu konu da aynı fikirde olduğunu belirtmiş. Eğer, Walmart GDO etiketlemesi konusunda taraf olursa ya da en azından muhalefetten vazgeçerse, diğerleri de onu takip edecektir. (Walmart’tan yorum talebime henüz yanıt gelmedi)

Tabi ki gıda şirketlerinin Montanso’yu değiştirebilecekleri fikrine karşılık GDO’yu savunanlar tarafında yükselen memnuniyetsiz sesler de var. Her şeye rağmen, genetiği değiştirilmiş ürünlerin karşı karşıya

Fotoğraf: Shutterstock

kaldığımız bir çok sorunu çözebileceğine işaret ediyorlar. Ama Ronald Rumsfeld’in de dediği gibi “elindeki GDOları ekebilirsin ancak, sahip olmayı dilediğin GDO’lu tohumları değil”. Ve elimizdekilerin hiç biri, destekçilerinin iddialarının aksine hasatta büyük artışlar, hastalık direnci, ya da yüksek besin değeri gibi özelliklere sahip değil.

Aslında, mevcut GDO tohumları kimyasal bazlı, fosil yakıtlara bağımlı tek türlü (monokültür) ürünler, yani en az sürdürülebilir, iklim şoklarına ve kaynak kısıtlarına en az dayanıklı tarım tipi. Ve hazırlanmakta olanlar da bunlardan daha fazlasını vaat etmiyor. Geçen senelerde Monsanto tarafından piyasa sürülen ve çokça haberi yapılan kuraklığa dayanıklı tohumlar da aslında kuraklığa pek dayanıklı değil. DuPont tarafından piyasa sürülmek için ABD Tarım Dairesi (USDA) tarafından onay bekleyen yeni büyük tohumun çiftçilere sağladığı tek şey, süper toksik etken madde içeriği (Agent Orange) ile tohumu ıslatma olanağı vermek.

GDO’ların tüketiciye sağladığı söylenebilecek en büyük yarar, endüstriyel tarımı basitleştirip fiyatların düşmesini sağlamak. Ama buna yanıt olarak gıda şirketleri size üretim maliyetlerinin, perakende fiyatının çok az bir kısmını oluşturduğunu söyleyeceklerdir (ki aslında maliyetin büyük kısmı pazarlama harcamalarından kaynaklanıyor). O zaman Walmart, Cargill, General Mills ne diye yüzlerce milyon doları Monsanto’nun savaşına destek için harcasınlar ki?

Bu “gizli” toplantıdan ne çıkacağını ya da endüstriden desteğini alan bu GDO etiketi meselesinin güçsüz bir “kurt postunda kuzu” versiyonu mu olacağını henüz kimse bilmiyor. Cummins bu noktada endüstri destekli olarak ama bir dolu yasal boşlukla beraber GDO etiketlemesini yasalaştıran Japonya örneğini hatırlatıyor.

Bir yandan gıda şirketleri GDO etiketlemesinin kaçınılmaz olduğunu anlamış da olabilirler. Sonuçta 61 ülkede etiketleme zorunlu ve Dünya Sağlık Örgütü’nün gıda güvenliği standartları grubu GDO’ları etiketlemek isteyen ülkeler için resmi olarak bir uluslararası nitelikte rehber hazırladı. Biz bu konuda öncü değiliz, hatta geride kaldık.

Umutlu olmamın bir diğer nedeni de şu: Geçen zaman gösteriyor ki FDA talep üzerine – eğer doğru insanlar isterse – işliyor.

Örnek olarak; FDA 2012 yılının Mart ayında Doğal Kaynakları Koruma Konseyi’nin (NRDC-Natural Resouces Defence Council) plastiklerdeki endokrin bozucu kimyasal bipshenol-A’nın yasaklanmasını isteyen dilekçesini reddetti. Ajans, talebin bilimsel dayanağının olmadığını belirtti (ki talep önde gelen endokrinologların da içinde bulunduğu bir uzman grubundan gelmişti). Herşeye rağmen bu karar sürpriz değildi. İki yıl önce, FDA, istese bile –ki istemedi- bisphenol-A’yı (BPA)  yasaklayacak yetkileri olmadığını iddia etti.

Ama sonra komik bir şey oldu. Amerikan Kimya Konseyi, gıda şirketlerinin desteğiyle, – ve muhtemel ki BPA’dan kaynaklanan olumsuz ün ve boykotlardan bıktıklarından- BPA’nın biberonları ve diğer çocuk ürünlerinde yasaklanması için kendi dilekçelerini verdiler. Ve NRDC’nin talebini reddeden FDA, 2012 yılının Temmuz ayında endüstriden doğrudan gelen kısmi yasak talep eden bu dilekçeyi kabul etti. Klasik bir ‘endüstrinin diğer kurumları parmağında oynatma’ durumu.

Tabi ki FDA hemen GDO etiketleme sürecini başlatmasa da gıda şirketlerinin bu politik savaştan çekilmeye hazır olmaları iyi haber. Tek tek eyaletlerde başlayıp tüm ülkede hızlanan GDO etiketleme mücadeleleri sayesinde, gıda şirketlerinin biyoteknoloji endüstrisinin çıkarlarına karşı sözlerini tutup tutmayacaklarını göreceğiz.

Bu sırada, GDO etiketleme savunucuları da Monsanto’dan gelen korkunun kokusunu alıyorlar. Sürdürülebilir bir gıda sisteminin kurulması amacıyla başlayan bir yerel taban hareketi olan Food Democracy Now’dan ve GDO etiketleme hareketinin en büyük mimarlarından Dave Murphy bir epostasında şu sözü verdi “her ne pahasına olursa olsun 2014’ün sonuna kadar etiketleme işini başarmış olacağız”

Etiketleme bundan çok daha önce yasalaşabilir. AquaBounty tarafından insan tüketimi için tasarlanmış genetiği değiştirilmiş ilk balık türü olan AquAdvantage somon balığının FDA’dan son onayı alma olasılığıyla bazı eyaletler hızlı hareket etmeye başladı. Missouri Eyaleti, genetiği değiştirilmiş et ve balık ürünleri için etiketleme yapılması ile ilgili yasa önersini sundu. FDA, somon balığına onay verme karşılığında kendisini etiketleme gerekliliği konusunda mecbur hissedebilir.

Ve bir kere bir tip GDO’lu gıda etiketlenirse, diğerlerinin de etiketlenmesi ne kadar sürer ki?

 

Yeşil Gazete için çeviren: Özlem Katısöz

Editör: Durukan Dudu

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız.

(Grist.org, Yeşil Gazete)


 

Afrika Uluslar Kupası’nda son dört belli oldu

0
Fildişi Sahilleri - Nijerya maçından turu geçen Nijeryalı futbolcular rakipleri Didier Drogba'yı teselli ediyor

Afrika Uluslar Kupası’nda (AFCON 2013) yarı finale kalan dört takım belli oldu. Şampiyonluğa adım adım giden takımların yarı final mücadeleleri her sonuca açık. AFCON 2013’de yarı final eşleşmeleri şöyle, Burkina Faso-Gana ve Mali-Nijerya.

Çeyrek final maçlarının en dikkat çekici eşleşmesi Fildişi Sahilleri ve Nijerya arasında oynandı.  Turnuvanın açık ara favorisi Fildişi, 3 Temmuz sürecinde hapse girme endişesi ile Fenebahçeden apar topar ayrılarak Spartak Moskova’ya giden Emmanuel Emenikeli Nijerya’ya mağlup olarak turnuvaya beklenenden erken veda etti. Bir diğer eşleşmede ise Burkina Faso ile Togo kozlarını paylaştı. Kupanın sürpriz ülkesi Burkina Faso, Galatasaray’ın eski futbolcusu Didier Six’in (Futbolcu Galatasaray’da futbol oynarken TC vatandaşlığına geçip, “Dündar Siz” adını almıştı) takımı Togo’yu mağlup ederek  son 4’e kalmayı başardı.

1987 senesinde Galatasaray'da bir sezon forma giyen ve o dönem tc vatandaşlığına geçerek Dündar Siz adını alan Togo'nun teknik direktörü Didier Six, Burkina Faso'ya uzatmalarda teslim oldu

Dün oynanan karşılaşmaların ilk mücadelesinde zorlu bir maç vardı. Fildişi-Nijerya müsabakasında Emenike ağırlığını yine hissettirdi. Spartak Moskovalı golcü, turnuvadaki üçüncü golünü kaydetti. Fenerbahçeli Joseph Yobo’nun son dakikalarda oyuna girdiği maçta, Fildişi’nin Cheik Tiote ile bulduğu beraberlik golüne, Sunday Mba attığı galibiyet golüyle karşılık verdi. Fildişi’nin bu mağlubiyeti en çok Galatasaray taraftarlarını sevindirdi. Sarı Kırmızılılar yeni transferleri Drogba’ya daha erken kavuşmuş olacaklar.

Çeyrek finalin diğer maçında sürprizler arasında gösterilen Burkina Faso ile Adebayor’un takımı Togo karşı karşıya geldi. Normal süresi 0-0 biten mücadelede, skoru Burkina Faso’nun önemli oyuncularından Jonathan Pitroipa tayin etti. Rennesli futbolcu, turnuvanın yıldızlarından olmaya aday, 4 maçta iki gol kaydetti. Bir diğer yazımızda da belirttiğimiz gibi, Paul But, Belçika’da karıştığı şike skandalanın ardından AFCON 2013 ile birlikte kariyerini de kurtarmaya başladı. Yarı final umutlarıyla sahaya çıkan Didier Six’in ekibi Togo ise kelimenin tam manası ile hayal kırıklığı yaşadı.

(Tribün Dergi, Yeşil Gazete)

Hrant’ın adı doğduğu sokağa verildi, darısı Ergenekon Cadddesi’ne

Malatya Belediyesi, kentte 2 bin 400 cadde ve sokak adını yeniden belirledi. Bu düzenlemeye göre uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden gazeteci Hrant Dink’in adı, Malatya’da doğduğu evin bulunduğu sokağa verildi.

Malatya’daki sivil toplum örgütlerine isim konusunda teklifte bulunmaları için çağrıda bulunduklarını söyleyen Malatya Belediye Başkanı Ahmet Çakır, çalışma kapsamında ülke siyasetine, sanatına önemli katkılarda bulunmuş çok sayıda Malatyalının isimlerinin cadde ve sokaklara verildiğini belirtti.

Çakır, şöyle konuştu:

”Sokak adlarına baktığımızda çok sayıda aynı ismin var olduğunu görüyorduk. Örneğin ‘Okul 1. Sokak, Okul 2. Sokak, Okul 3. Sokak… şeklinde uzayıp gidiyordu. Bununla ilgili bir veri tabanı oluşturmak da çok güç oluyordu. Kentteki derneklere, çeşitli sivil toplum kurumlarına yazıyla isim tekliflerinde bulunmalarını istedik. İsim teklifi almaya halen devam ediyoruz. Çünkü belirlenen isimler arasında az da olsa küçük hatalar yapılmış olabilir. Gelen teklifleri bir havuzda toplayarak yeniden gözden geçireceğiz.”

Cadde ve sokaklara isim belirlenmesi sürecinde, Malatyalı tanınmış isimlerin de dikkate alındığını belirten Çakır, İstanbul’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden gazeteci Hrant Dink’in adını da doğduğu evin bulunduğu Çavuşoğlu Mahallesi’ndeki bir sokağa verdiklerini kaydetti.

Çakır, ”Bu sokak, Hrant Dink’in doğduğu evin bulunduğu sokaktır. Buraya Hrant Dink adının verilmesinin doğru olacağını düşündük. Ayrıca Malatyalı sanatçılar Ahmet Kaya, İlyas Salman, Belkıs Akkale ve Kemal Sunal’ın da isimleri çeşitli sokaklara verildi” dedi.

Darısı Ergenekon Caddesi’ne

Hrant Dink’in kurduğu Agos Gazetesi’nin de içinde bulunduğu Ergenekon Caddesi’nin adının Hrant’ın Arkadaşlarının girişimi ile Hrant Dink Caddesi olarak değiştirilmesi önerisi yetkililerce kabul görmemişti. Hrant Dink’in suikast sonucu öldürüldüğü her 19 Ocak günü Ergenekon ismi Hrant Dink Caddesi olarak temsili olarak değiştirilse de bu durum çok uzun sürmüyor. Malatya Belediyesi’nin bu girişiminin İstanbul Belediyesi tarafından da örnek alınarak Hrant Dink’in adının hayatını adadığı Agos’un bulunduğu caddeye verilmesi, “Hepimiz Hrantız, Hepimiz Ermeniyiz” diyen herkesin dileği.

(Agos, Yeşil Gazete)