Ana Sayfa Blog Sayfa 3904

11 Ağustos-17 Ağustos

Atatürk Orman Çiftliği’nde yangın çıktı

17 Ağustos Pazar günü öğlen saatlerinde, Atatürk Orman Çiftliği’ne ait ormanlık alanda, yapımı devam eden yeni Başbakanlık binasının karşısında yangın çıktı. Yangın kısa sürede kontrol altına alındı.

Yılmaz Özdil’in yazısı Hürriyet’te yayınlanmadı

Hürriyet gazetesi köşe yazarı Yılmaz Özdil’in “Başbakan Kim Olsun” başlıklı yazısı Doğan Yayın İlkeleri’ne aykırı olduğu gerekçesiyle gazetede yayınlanmadı

Zonguldak maden ocağında göçükte kalan 9 işçiye 13,5 saat sonra ulaşıldı

Zonguldak’ta maden ocağında meydana gelen göçükte mahsur kalan dokuz madenciye 13,5 saat sonra sağ olarak ulaşıldı. Vali Ali Kaban göçüğün 11 Ağustos Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece 03:00’te olduğunu ancak maden ocağının sorumlu mühendisinin konuyu gizlediğini iddia etti.

CHP’li vekiller Kılıçdaroğlu’na istifa çağrısında bulundu

12 Ağustos Salı günü yaptıkları basın açıklamasıyla CHP Milletvekilleri Emine Ülker Tarhan, Süheyl Batum, Dilek Akagün Yılmaz, Nur Serter ve Birgül Ayman Güler CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun istifaya çağırdı.

Kılıçdaroğlu CHP kurultayını toplayacak

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kendisini istifaya çağıran ve kurultay çağrısı yapan CHP’li vekillere cevaben kurultayı toplayacağını söyledi. (ÖK)

Hava tahmini neden zordur? – Levent Kurnaz

Bir şeyin varlığı ya da geleceği konusunda herhangi bir tahmin yaptığınız zaman aslında dört sonuç oluşabilir. Ya siz olacak dersiniz ve olur (doğru pozitif), ya siz olmaz dersiniz ve olmaz (doğru negatif), ya siz olacak dersiniz ve olmaz (yanlış negatif), ya da siz olmayacak dersiniz ve olur (yanlış pozitif). Durum ne olursa olsun, doğru pozitif ve doğru negatifler, yani sizin olayları doğru bildiğiniz haller sizin ana başarınızı belirler. Siz olacak ve olmayacak şeyleri doğru tahmin edemiyorsanız gerisini düşünmeye bile gerek yoktur.

Burada “doğru bilmenin” derecesi önem kazanır. Mesela “yarın yağışlı olacak” dediğinizde %80 ihtimalle doğru tahminde bulunuyorsanız veya “yarın yağışlı olmayacak” dediğinizde %80 ihtimalle hava yağışlı değilse başarılı bir tahmin yaptığınız söylenebilir mi? Bu aslında zor bir soru ve yukarıda verdiğim iki örnek her ne kadar simetrik görünse de simetrik örnekler değiller. Açıklayayım:

“Yarın hava yağışlı olacak” dendiğinde ne yaparsınız? Eğer açık havada yapılacak işleriniz varsa ertelemeyi düşünürsünüz ve yanınızda şemsiyeyle dolaşırsınız. Ya yağmurlu dendiği halde yağmur yağmazsa ne olur? Planlarınızı ertelediğiniz veya tüm gün elinizde şemsiye taşıdığınız için bozulursunuz, belki bir iki gün söylenirsiniz, ama sonra bu olay unutulur gider.

“Yarın hava yağışlı olmayacak” dendiğinde ne yaparsınız? Piknik planlarınıza devam edersiniz ve yanınıza şemsiye almayı düşünmezsiniz. Ama ya yağacak olursa ne olur? Piknik sırasında sırılsıklam olup herkesi davet ettiğinize mi yanarsınız hava durumuna güvenip arkadaşlarınıza mahcup olduğunuza mı? Ne olursa olsun bu hatayı iki günde unutmanız kolay değildir.

Bu problemde yanlış pozitif tahmin (yağmur yağması) yanlış negatif tahminden (yağmur yağmaması) çok daha kötü sonuç doğurabilir. O zaman tahmini yapacak olan kişi sizce ne yapmalı? Ben olsam, her gün yağmurlu dememem için fazla bir nedenim olmayabilir. Ama o zaman da başka bir sonuçla karşılaşıyoruz, o da çocukluktan beri okuduğumuz yalancı çoban sendromu. Hani şu köyü kandırmak için “kurtlar sürüyü yedi” türü bir yalan söyleyip, sonra başka bir gün o olay gerçekleştiğinde kimseyi inandıramayan çoban olayı. Yani hava tahmini yapacak kişi uzun vadede yağış beklentisini abartırsa bir müddet sonra onu dinleyen insanlar bu tahmine inanmamaya başlar. Dolayısıyla yağış tahminlerini abartılı aktarmak çözüm olmadığı gibi doğru da değildir.

Hava tahmini konusunda iki tarafa da önemli bir görev düşüyor. Tahmini yapan kişiler bunu en iyi şekilde yapmak zorundalar. Bizler de bu tahminlerin sadece birer tahmin olduğunu ve hata payı olduğunu bilmek zorundayız.

Esas problemimiz de burada başlıyor. En azından benim görüşüme göre hatalı tahmin yapan kişi ve kurumlar hatalı tahmin yaptıklarını belirterek bu hatalı tahminlere yol açan sebepleri bütün noktalarıyla tespit etmeli daha sonra aynı hatayı tekrarlamayacakları yönünde bir açıklama yapmalıdır. Bu bir suçun kabulü falan değil, sadece tahminde neden yanılmış olunduğunun bir açıklaması olur. Böylece bir dahaki sefere hem o kişi ve kurumlara hem de tahminlerine olan güvenim artar. Ne yazık ki ülkemizde bu sık yapılmadığı için türlü tahminlere olan güvenimiz de tam olamıyor.

Bu yazıyı yazmamın esas sebebine gelirsek: Osmanlı zamanında sonra 1940’larda İstanbul’da bir hortum görülmüş ve Haziran ayının sonuna kadar da İstanbul’un Marmara kıyılarında başka bir hortum kaydedilmemiş (benim bildiğim ve meteorologların söylediği kadarıyla). Ancak İstanbul çevresinde son iki ayda iki hortum olayıyla karşılaştık ve tüm gözler bir kez daha meteorologlara çevrildi. “Efendim, koca meteorologlar nasıl olur da bu hortum olaylarını önceden tahmin edemezler?” Öncelikle bu hortum olayları bizim coğrafyamıza ABD’nin orta ve güney eyaletlerinde olduğu gibi sık görülen olaylar değildir. Bu sebeple de ne bunları önceden tahmin edecek- ki bu tahmin günler öncesinde değil ancak dakikalar öncesinde yapılabilir- teknik donanım, ne de deneyim ülkemizde mevcuttur. Eleştirilerimizi bunu bilerek yapmak zorundayız.

Ancak ülkemizde buna alternatif olarak ne yapılıyor? Son bir aydır her şiddetli fırtına uyarısında, aynı zamanda bir hortum beklentisi de ortaya konuyor. Peki kaç hortum uyarısı yapıldı ve kaçı doğru çıktı? Benim saydığım kadarıyla iki hortum oldu, ikisinde de bir uyarı yapılmadı, yani iki yanlış pozitif tahmin. Sonra iki hortum uyarısı yapıldı ve ikisinde de hortum olmadı, yani iki yanlış negatif tahmin. Her şiddetli fırtına sırasında bir hortum uyarısı yapabilirsiniz ve eminim sonunda tahmininiz tutar ama bu sizi yalancı çoban sendromundan kurtarmaz. Bu sebeple tahmin yapamayacağımızı bile bile hortum uyarısı yapmanın bir gereği bulunmamaktadır.

Daha da acısı, hadi diyelim uyarı yaptınız ve gerçekten hortum oldu, millet ne yapacak? Kimseye hortum sırasında neler yapılması gerektiği konusunda bir eğitim verdik mi şimdiye kadar? Hani şiddetli bir kar yağışı sırasında evden çıkmamamız ve mutlaka arabada kar lastiği takılı olması gerektiğini biliyoruz ama hortum olduğunda ne yapacağız?

Levent Kurnaz

11 Ağustos-17 Ağustos

Amerika IŞİD militanlarına hava saldırısında bulundu. Sinjar Dağı’nı kuşatma altına alan IŞİD militanlarına karşı savaşan Irak kuvvetlerine destek olmak için Amerika hava saldırısında bulundu. Din ve mezhep olarak azınlıkta olan insanlar bölgeden kaçıyorlar. Barack Obama saldırıya soykırımı önlemek için onay verdiğini söylerken Amerika’nın bir savaşa daha çekilmeyeceğine yemin etti.

Irak’ta Maliki yerine Haydar al-Abadi başbakan olarak aday gösterildi. Ulusal birlik şansını arttıracağı umuduyla bu adaylık Amerika, İran ve Irak’taki pek çok politik örgütçe onaylandı.

Fransa IŞİD’e karşı savaşan Kürt Peşmergelere silah göndereceğini açıkladı. Böylelikle Fransa Amerika hariç Kürtlere silah göndererek destek olan tek Batı ülkesi oldu.

Suriye’de İslam Devleti savaşçıları Halep’te bir kaç kasaba ve köyün kontrolünü ele geçirdi.

Libya’da isyancı militanlar arası çatışma devam ediyor. Başkent Trablus’ta Emniyet Müdürü suikasta uğradı. Libya parlamentosunda yabancı ülkelerin müdahale etmesini sağlamak için sembolik bir oylama yapıldı

Gazze’de ateşkes ilan edildi. Kahire’de Mısırlı arabulucular İsrail ve Filistin arasındaki iletişimi sağladı.

Hüsnü Mübarek protestocuları öldürme emrini verdiği nedeniyle tekrar mahkemeye çıkarıldı. Mısır’daki 2011 Arap Baharı esnasında başkan olan Mübarek devrildiğinden beri ilk defa konuşarak Mısır’da düzeni sağlamak için gücünü kullandığını savundu.

Dünya Sağlık Örgütü Batı Afrika’da Ebola krizini uluslararası olağanüstü hal ilan etti. Gine, Sierra Leone, Liberya ve Nijerya’da binden fazla kişi öldü. Dünya Sağlık Örgütü virüsün Doğu Afrika’ya, özellikle Kenya’ya yayılabileceği uyarısında bulundu.

Rusya doğu Ukrayna’daki insanlık krizine yardım iddiasıyla tır gönderdi. Ukrayna Rusya yanlısı isyancılara silah taşındığından şüphelendiği tırları durdurmakla tehdit etti. NATO 45,000 Rus askerinin sınırda konuşlandığı uyarısında bulundu.

İspanya Fas’tan geçen yasadışı mülteci sayısında ani artış raporladı. 1,200’den fazla Afrikalı göçmen iki günde Akdeniz’i geçtiler. İspanyol medyasının Fas sahil güvenlik güçlerinin sahil geçişlerini denetlemediği iddiasını yetkililer reddettiler.

Güney-Doğu Asyalı dışişleri bakanları, Çin ve Amerikalı dışişleri bakanlarıyla Myanmar’da yaptıkları bölge toplantısında Güney Çin Denizi’ndeki bölge ihtilafını çözemedi. Filipinlerin konuyu Birleşmiş Milletler’e taşıma önerisini Çin reddetti.

Avusturalya hükümeti Büyük Bariyer Resifi’nin geleceğiyle ilgili belirsiz tahminler raporladı. Dünyanın en büyük mercan yapısını koruma çabalarına karşılık iklim değişikliğinin en büyük tehdit olduğu belirtilerek, gelecek yıllarda resif için etki alanı çok geniş sonuçlarının olabileceği raporlandı. (ÖK)

AKP’lilerin maden sevdası

kışladağ madenSon 12 yılda kurulan 52 maden şirketinin 36’sının bir AKP‘li milletvekili veya parti yöneticisine ait olduğu belirlendi.

Taraf’ta yayınlanan Hüseyin Özay’ın özel haberine göre Soma’da meydana gelen ve 301 madencinin hayatına mal olan maden kazasının ardından bir bir grup enerji müfettişi, madenlerin en son ne zaman denetlendiğine yönelik bir çalışma başlattı. Çalışma sırasında birçok maden şirketinin yıllardır denetlenmediği tespit edildi. Denetlenmeyen  maden şirketlerinin büyük kısmının AKP’li milletvekillerine veya yakınlarına ait olduğu belirlendi.

Birçok maden şirketinin hisselerinin doğrudan AKP’li yöneticiler değil, dayı yeğen, amca ve yeğen gibi ikinci derecedeki akrabaların üzerinde olduğu belirlendi. AKP’li maden şirketlerinin büyük kısmının daha önce madencilik alanında faaliyet göstermediği de belirlendi. Yani aileden madencilik yapan çok az şirketin bulunduğu tespit edildi.

Maden şirketi bulunan veya maden şirketlerinde ortaklıkları olan AKP’li yöneticilerin arasında partinin milletvekilleri, il başkanları ve MKYK üyeleri de bulunuyor. Örneğin eski Bakanlardan Osman Pepe ve çocukları Kar Cihan Uluslararası Mad.San.ve Tic.A.Ş. ve Bck Uluslar Arası Mad.San.vetic.Ltd.Şti. isimli şirketler ile faaliyet gösteriyor. AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler’in de Trakya Kuvarsmadenleri San.ve Tic.A.Ş. ve Kanaroğlu madencilik yapı enerji loj.akary.tic.ve san isimli şirketleri bulunuyor.

AKP’li yöneticilerin maden işine özellikle ruhsat işlemlerinin Başbakanlığa geçmesinin ardından hız vermeleri dikkat çekiyor. Örneğin Başkanlar Madencilik şirketi. Bu firmanın ortakları arasında AKP Uşak Milletvekili Nuri Uslu ve AKP üyesi Saffet Benli yer almaktadır. Bu iki isimde 02.10.2013 tarihinde şirkete ortak olmuşlardır. Aynı şekilde diğer bir firma olan MSD Kıymetli Madenler Ve Dış Ticaret Sanayi A.Ş. isimli şirketi ortakları arasında AKP Rize Milletvekili Bayram Ali Bayramoğlu yer almaktadır. Bayram Ali Bayramoğlu 28.02.2013 tarihinde şirkete ortak olmuştur. Bu iki şirkete de adı geçen üst düzey AKP’liler 15.06.2012 tarihli maden ruhsatı verilmesinin Başkanlık bünyesine geçtiği genelge sonrası ortak olmaları dikkat çekmektedir
Kaynak:Taraf

Antalya futboluna güneş yetecek

solar-power[1].hlargeAntalya’da yapımı süren futbol stadının çatısına güneş pilleri yerleştirilecek ve stad buradan elde edilecek enerji ile aydınlatılacak.

Yıllardır atıl halde bekleyen 100. Yıl Spor Kompleksi’nin bulunduğu alanda yapımı devam eden 33 bin kişilik Antalya Stadyumu 87 bin 331 metrekare alan üzerine, 360 derece daire şeklinde yapılıyor.

Antalya Stadyumu’nun 15 Nisan 2015’de hizmete açılması planlanıyor.

Yetkililerin verdiği bilgiye göre stadyumun üstü açık olacak. Antalya stadının esas farkı ise güneş enerjisi üreten panellerle donatılması . Stadyumdan üretilecek olan elektrik enerjisiyle birlikte stadyumun belki de bütün elektrik giderleri karşılanması hedefleniyor.

 

Yeşil Gazete

“Küfür ekolojiktir” dermişim… (+18) – Ramazan Kaya

                                                                           Can Yücel’in doğum günü ile ölüm tarihi arasında,

                                                                           Marquez’in büyülü gerçekliğine ithafen.

 

Küfürü ahlaksızlıkla nitelemek hayli kolay olurdu. Basit bir papağanlıktan öteye gitmeyecek o tür bir yazı yazmak için ne yöntemli bir bakış açısına, ne disiplinli bir bilgi birikimine, ne de adil bir dünya hayali gören, belki de (artık) subjektif denebilecek bir erdeme ihtiyaç vardır.

Küfür Türkçe kültürde henüz yeterince tartışılmadığı için yüzeysel ezberleri sürekli yeniden üreten, ciddi bir entelektüel boşluğa işaret ediyor. Bu sorun “değerlere hakaret etmek” veya son iki yıldır gündemi inceden işgal ettiği haliyle “başbakana hakaret/küfür etmek” gibi tartışmalarda sürekli yeniden karşımıza çıkıyor. Gelin, özgürlükçü entelijansiyanın bile muhafazakar mutlakçılarla aynı dili konuştuğu bu konu hakkında yeni ve farklı bir çerçeve, deyim yerindeyse bir anti-tez sunayım ki dar kafalar açılsın. Konusu itibariyle sürç-i lisan edersem de şimdiden affola.

****

Foucault “iktidarın olduğu her yerde direniş vardır” diyor ya hani; belki de “iktidarın olduğu her yerde küfür vardır” demek bu yazının bi’nevi özetine tekabül eder.

Küfür dil kadar eskidir. “Resmi terbiye darphanesi”nden çoğaltılmış gibi duran günümüz insanı ise bu sözcükleri anla(ya)mıyor… Aslında küfürler, düşünülmekten ziyade ezberden söylenen, canlı niteliğini kaybetmiş deyim/tekerleme özelliği göstererek, elimizdeki binlerce yıllık geçmişe sahip arkeolojik kalıntı niteliğinde görülmelidir. Basbayağı atasözleridir. Yani üstünü örtmektense, artık donuk birer eşyaya dönüşmüş sözcüklerin içeriğindeki canlı niteliği anlamaya çalışalım; …bakalım neler çıkıyor?

Biz her ne kadar küfürleri ilk bakışta/duyuşta, alışılageldiği üzere, hemen tüyleri diken diken eden hakaret niteliğinde değerlendirmeye eğilimli olsak da, aslında aynı sözcükler yaşatılışında farklılık gösterir ve mizahtan hakarete uzanan bir yelpazeye yerleşir. Mizah-ironi-kinaye-taşlama-yergi-itibarsızlaştırma-Hakaret gibi… Küfürler sevgi dolu bir tarzda da söylenebilir ve “dile gelişinde” esas ağırlığı bu kısım oluşturur. Bir babanın bizzat kendi oğluna “eşşoolueşşek” demesi gibi. Bununla birlikte bu yazıda küfür için “mizah yönü ayrı, hakaret niteliği ayrıdır” diyen absürt ahlakçı bir tutum ortaya koymayacağım. Günümüz entelijansiyası bu tür kolaycılıklara oldukça alışmışa benziyor. Yani “bir kısım”ı suçlayıp, kalanları aklamayacağım çünkü küfür ne mizah özelliğindeyken hakaret anlamını, ne de hakaret niteliğindeyken mizahi yanını tümden yitirir. Bunun sebebi küfürün çok daha derin bir gerçekliğe işaret etmesindendir.

Aptal, salak, gerizekalı, şapşal, mankafa gibi sansürlemeye gerek kalmaksızın dile getirebileceğimiz ve aslında bu özelliğiyle kullanımının meşru görüldüğü düşünülebilecek küfürler aslında yeni yeni ortaya çıktı, daha doğrusu dil kadar eski olmasa da, yine de eski olan bu küfürler, yeni yeni ağırlık kazanmaya başladı. Küfürden temelde “bel-altı küfürler” anlaşılırken, şimdilerde, zihni esas alan sözcüklere yönelen dönüşüm oldukça çarpıcıdır ve bu küfürlerin (bel-altı küfürlere nazaran) “artık” duyanını daha çok rencide etmeye başladığı bile düşünülebilir. Oysa cinsiyetçi olduğu düşünülen küfürlere göre esas anti-ekolojik kalan küfürler bunlardır. Bu küfürler gerek sevgi dolu veya mizahi kullanımında, gerekse hakaret olarak kullanımında, gittikçe soyutlaşan ve zihne indirgenen zamane uygarlığını över. Aklı her şeyden üstün tutar. Akılla, zihinsel işlemlerle veya kavramlarla işi olmayan hayvanların/bitkilerin yaşamını ötekileştirir, yok sayar. Aklı yüceltirken her türlü yaşama en ala hakareti etmiş olur. Bu küfürler ekolojik değildir, hatta tam anlamıyla anti-ekolojiktir. Eğer cinsiyetçi küfür etmemek için aklı yücelten sövgülere yönelen ekolojistler varsa, çok temel bir hata yaptıklarından emin olabilirler.

Hayvanlar üzerinden edilen küfürlere gelince biraz durup düşünmek gerekiyor. Öncelikle şunu hatırlayalım: İnsan, vahşi doğadaki canlılar arasında en zayıf hayvanlardan biriyken, hayatta kalabilmesini hayvanları taklit edebilme yeteneğine borçludur. Bu, öylesine temel bir özelliktir ki; taklit yeteneği, insanın ellerini zihin aracı olarak kullanabilmesi ya da ateşe başat olmak gibi kültürel-zihinsel icatlarından çok daha köklü, çok daha derine yerleşmiş bir özelliktir. Taklit yeteneği insanın doğanın mevcut vahşi durumuna uyarlanabilmesini, avlanabilmesini ve mesela buzul çağında yok olan hayvanlardan farklı olarak, hayatta kalabilen diğer hayvanlar “gibi” üzerine kürk alabilmesini, yine buzul çağı bittiğinde de kürkü nedeniyle yok olan canlılara nazaran, bu kez kürkünü üzerinden atıp hayatta kalabilmesini sağlamıştır. Fakat yalnızca bununla da sınırlı değildir. İnsan, “(%20) avcı – (%80) toplayıcılık” denen milyonlarca yıllık yaşam deneyimi süresinde görebildiği, gözlemlediği tüm hayvanların özelliklerini bünyesine katmış, onlarla özdeşleşmiştir. Bu sebeple insan davranışlarında her daim, her türlü hayvan davranışı gözlemlenebilir. İnatçılık yapan bir insana “keçi” dediğimizde salt bir benzeti kurmuş olmayız. Onun davranışındaki hayvansal karakteri açığa çıkarmış oluruz. İnsan, çakal-akbaba gibi sürü fırsatçısı, tilki gibi zayıf-kurnaz, köpek gibi sadık-dost, kedi gibi mağrur-nankör olabilir. Kuşlar gibi şarkı söyleyebilir, maymunlar gibi alkış tutabilir veya karıncalar-arılar gibi çalış(tırıl)abilir. Öte yandan bu kavrayış statik düşünülmemelidir. Belli davranışlar diğer davranışların üzerine gelişir. Yani hayvanlar iyi-kötü hayvanlar diye indirgenemez. Bu sebeple insanın hayvansal karakterini açığa çıkarmak çoğunlukla derinlikli bir edebiyat veya bilgelik gerektirir. (Buna günümüzde bilimsel bilgi de eklenebilir.) Asya-Hint mitolojilerinde yani doğaya özdeş kültür formlarında, bu ekolojik kavrayışın en güzel örneklerini buluruz. Ya da oradan esinlenen Shakespeare çözümlemelerinde… Amerika yerlileri beyaz adam için “üzerimizde örümcek gibi ağ kuruyorlar” dediğinde haksız değillerdi ve salt bir benzeti-hakaret anlamı taşımıyordu. İşgüzar bir müdür yardımcısının “köpek” gibi davrandığından bahsettiğimizde, bağlamından kopuk salt bir benzeti-hakaret değil, ekolojik bir yaklaşım, örneğini doğadan alan bir analiz, durumu yansıtan bir çözümleme ortaya koymuş oluruz. Belli durumlardaki insan davranışlarının hayvansal karakterlerini açığa çıkarıp, özdeşlikler kurarak iletişimlere yansıtmak, bugün kent makinesinde yaşayan insanın unutmaya yüz tuttuğu bir kavrayışa işaret etse de, tam da ekolojik düşüncenin dünya yaşamıyla, hayvan ve bitkilerle ortak, dostça yaşam felsefesi anlamına gelir. “Ne mutlu bu özdeşlikleri hakkınca kullanabilenlere, açığa çıkarabilenlere!” derim.

Bel-altı küfürlerin ekolojik anlamına gelince… “Acaba şaka mı yapıyorum?” Yok, şaka yapmıyorum ama okuru on kere düşünmeye davet ediyorum.

Bizler dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğrafını henüz çocukken görmüş nesilleriz. Oysa insan milyonlarca yıllık tarihinde bize tamamen basit görünen bu bilgiden muzdaripti. Bu bilginin bizim bir işimize yarayıp yaramadığı meçhul olmakla beraber, halen dünyanın çoğunluk insan popülasyonu bu bilgiden bi’haberdir. Bundan bahsediyorum, çünkü eski dünya algısını tahayyül edebilmek için zihnimizi perdeleyen yeni dünya algısından uzaklaşmamız gerekir. Dünyaya dışarıdan değil, içeriden bakmamız gerekir.

“Bel-altı” deyince ne anlıyoruz? Aslında sözcüğün Türkçe filolojisi bile geçmiş dünya algısına yönelik işaretler sunar. Bel-altında kalan bacaklarımız ile bel-üstünde kalan kollarımız birbirinden apayrı iki dünyada yaşar. Biz unutmuş veya anlamıyor olsak da, bu iki dünya arasında mutlak bir topografik anlam vardır. Geçmişte kaldığını düşünsek bile, aslında hala devam etmekte olan milyonlarca yıllık dünya tasavvuruna işaret eder. Yukarısı gök-sema-yıldızlar, aşağısı ise yer-yeraltı-toprak ve bizatihi dünyadır. Bu yaşam formunda toprak ayağımızın altından başlamaz. Belimizin, başımızın ve hatta daha da ayrıntılandırılırsa kalp hizasından başlar. İnsan bir ağaçtır: Ağacın kökleri, aşağıda kalmış bacaklarıdır, dalları ise yukarıdaki kolları ve başıdır. Yaşam topraktan fışkırır, dünyaya meydan okuyarak göğe yükselir, miyadını doldurur, tekrar toprak yutar ve yaşam yeniden topraktan fışkırır. Bu tasavvur hiç bitmeyen ekolojik döngüyü resmeder. Dünya durmadan yiyip yutan bir mezar ama yine yeniden doğuran berekettir, yaratıcılığın kaynağıdır. Tüm canlıların yaşam bulduğu rahimdir. Öte yandan zaman içinde bu ikircikli anlamın yani hem “mezar” hem de “doğum” anlamlarının, korku öğesi olan birinci niteliği ön plana çıkarılıp “yer altı”, “bel-altı” veya “dünya cehennemleştirilirken”, bolluk-bereket anlamındaki yaratıcı niteliği gizlenecektir. Artık dünya, yukarıdakiler tarafından, kaynakların kısıtlı, “ekmeğin aslanın ağzında olduğu” hiyerarşik bir mekanizma olarak tanıtılacak ve yaşatılacaktır. İnsan (artık), yaşamını sürdürmek için bir ağaç ve bir keçinin bile yeterli olduğunu unutacak, “yukarıdakiler”in esiri olacaktır.

Tekrar küfüre dönersek, bu dünya tasavvurunda herhangi bir canlı form; güçlenerek büyüyüp, yukarıya, göğe, yani iktidara yükselirken, iki ayağı üzerinde duran insanda cisimleştiği üzere, dünyaya meydan okumuş ve ekolojik döngüye kendi öznel varlığının imzasını atmış olur. Yukarıdayken yani güç sahibiyken yarattığı öznel soyut kimlik dünya tarafından kabul görmezse ona yeryüzü hatırlatılır, “yere çalınır” ve hatta “yerin dibine sokulur”. Yerin dibine sokmak, “aşağı”lamak, itibarsızlaştırmak, yok etmek, öldürmek, gömmek. İşte küfürün yaptığı budur. Yukarıdakini (gücü-iktidarı) aşağıya fırlatmak, aşağıyla ilişkilendirmek… Onu, aşağı bölgeyle yani dışkılamayla, kaba etlerle, mide-bağırsaklarla, anüsle ilişkilendirmek ve daha önemlisi; üreme organlarıyla, testislerle, çiftleşme ve doğumun gerçekleştiği kadın rahmiyle özdeşleştirmektir. Biz bugün hala bu özelliği taşımakta olan küfürlerde “yıkıcı” bir anlam görüyoruz oysa bu kavrayış eski dünya tasavvurunda tersine “yapıcı” anlam taşımaktaydı. Fakat bu bahsettiğim tam olarak doğru da değildir, çünkü küfürün yapıcı özelliği hala derinden derine mevcudiyetini korur. Küfür yakın arkadaşların veya samimi insanların birbirlerine karşı dile gelişinde bu anlamı taşır. Aralarındaki hiyerarşiyi kaldırır çünkü küfür “yukarı” konumlanışa meydan okur ve onu tekrar “aşağı” çeker. Eski dünya tasavvurunda yapıcı anlam taşımasının sebebi de budur. Yakın tarihli yeni antropolojinin keşfetmeye başladığı gibi; eski kültürler büyüme, yükselme, yukarıya yönelme eğilimlerini hakaret hatta sapkınlık sayarlardı. Bu sebeple yukarıdakini aşağı çeken küfürler yapıcı anlam taşırlardı. Aslında bu kavrayışın da sona erdiğini düşünemeyiz. Günümüz insanı “daha fazlasını istemek” veya “yükselmek”le, “azıcık aşım, kaygısız başım” düşüncesi arasında sıkışmış haldedir.

Dilin nasıl ve neden doğduğu tartışılsa da, toplumsal yaşamı düzenlediği açıktır. Öte yandan küfür bu düzende dengeyi sağlayıcı büyük bir (anti-)güce işaret eder. Sosyal organizasyonu sağlayan sosyal roller ve statüler, her daim naif ve kırılgandır. Temelde çok zayıftırlar. Çok zayıf oldukları için büyüleyici imgelere, ilüzyonlara başvurulur. Kralın herkesten farklı bir insan olduğunun şaşmaz bir gerçeklik olarak kabul edilebilmesi için kafasına taç konulur. Birisinin çıkıp onun soyut öznel kimliğine (yani “krallık”ına), “sen kim oluyorsun bre!” diye soramaması veya buna cüret edememesi için yüksek tahtta oturtulur. Tüm bunlar o büyük gücün, küfürün, yani o muazzam hatırlatıcının yapabileceklerinden korkulduğu içindir. Örneğin bir kabile, kendilerine şef tayin ettiklerinde, o kişiye soyut bir statü vermiş olduklarının bilincindedirler. Şef de statüsünün beyhude bir konum olduğundan haberdardır. Durum böyle iken zaten bir sıkıntı yoktur. Buna karşılık şef gerçekle-soyutu birbirine karıştırıp, örneğin kendisinin ilahi güçle donanmış özel birisi olduğu hayaline kapılırsa ve daha kötüsü bu hayalden hareketle zulüm etmeye kalkışırsa, küfür ona “esas gerçekliği”/”bizatihi gerçekliği” tekrar hatırlatacak, onun soyut statüsünü dünyanın maddi ekolojik döngüsüyle sonlandıracaktır. Artık onun aşağıya inmesinin/indirilmesinin vakti gelmiştir. Yukarıdaki aşağıyla, dünyayla, esas gerçeklikle ilişkilendirilecektir. Böylece küfür soyut sosyal rollere-statülere bedensel/maddi bir mezar kazmış, o statüyü gömmüş, ekolojik döngüyü nihayetine erdirmiş olur. Küfür, soyut statülerin işlev ve yararlarından haberdar olmakla beraber, bunların kendi aklından yaratıldığının ve aslolanın “maddi gerçeklik” olduğunu hatırlatır. Kralın öznel kimliğini gösteren ve yukarıda kalan başını/kafasını, aşağıda kalan kaba et ve dışkılamayla ilişkilendirirken, onu tahtından kaldırıp tuvalete sokup, büyüyü bozar. Böylece küfür, aklın da, ruhun da bedenden ayrımlanamaz olduğunun bilincine (geri) sokar, bunların iki ayrı şey olduğu iddiasına boyun eğmez ve dahası, bizatihi yeryüzünün özelliği olan kaba saba şeylerle alakası yokmuş numarasına yatmaz. Kendisi ancak dil kadar eski olmasına karşın, dilden daha eski bir gerçekliği, “bizatihi gerçekliği” hatırlatır.

Zizek’in “gerçek bir ekolojist öncelikle çöpü sevmelidir” sözünü anarak, günümüz insanının bağırsaklar, kaba etler ve dışkılamasıyla barışık olmasından bahsedilebilir. Buradaki kasıt elbette bir zorlama veya öğreti değildir. Bunların “iğrenç” olduğuna dair imgeler yaşanan steril kültür içinde öğrenilmiştir. Eski dünya tasavvuru ve bilgisinde bağırsak hareketlilikleri, dışkılamak, işemek veya osurmak, tıpkı yemek-içmek gibi sağlıkla ilişkilendirilen göstergelerdi. İnsanın neyi yiyip-yiyemeyeceği veya içip-içemeyeceği gibi hayati özellikler gösteren konularda edindiği bilgi birikimi kadar, dışkıladıklarının özellikleri de hayati önem taşımaktaydı. Dahası, biz bugün dışkının sağlıkla ilişkili özelliklerini hastane tahlillerine devredip, bu olaya çoğunlukla ötekileştirici, göz ardı edici bir anlam veriyoruz. Sanki hiç tuvalete gitmiyormuş gibi yapıyoruz. Oysa eski dünya tahayyülünde bu olay aynı zamanda “yaratmak”la eş sembolik anlamlar taşırdı. Yaratmanın kaynağı; günümüzdeki yaygın kabulle bir zihin becerisi olarak kafa-baş yani yukarısı olsa da, aynı zamanda bol miktarda yaşatılan bir atasözü-espri olarak kaba etlerdir. “Bir fikir sıçılır”, “götten uydurulur.” Bu imgede bel-altının yani dünyanın artık unutmuş gibi olduğumuz (ama aslında bu esprilerde hala ve gırla yaşadığı üzere) yaratıcı niteliği vurgulanmış olunur. Yukarısı yani kafa-baş hiç bitmeyen bir tüketim merkeziyken, bel-altı hiç durmadan yaratan, ortaya çıkaran mizahi bir madendir. Nitekim tuvalet terminolojisiyle ilgili küfürler alabildiğine yıkıcıyken yani yukarıdakini aşağıya indirirken, her daim bir gülünçlük taşır. Bu gülünç öğelere erkek organı ve testisler de dahil edilebilir. Yaratıcı özelliğe ise tekrar değineceğim, çünkü bu bölge aynı zamanda yaşamın kaynağı, doğumun merkezidir.

Bahsettiğim gibi biz günümüz “algı ve bakış açısında” dil kadar eski olan küfürleri yani bu kalıntı sözcükleri anlayamıyoruz. Bu sözcükler milyon yıllık dünya tasavvurunda belki de “kutsal” diyebileceğimiz büyülenmişliğin efsunlu tılsımları (sözler) niteliğindeydi. Hala da öyledir. Şimdiki ataerkil, tektanrıcı, modern kafalarımızdaki duaya denk gelir, diyelim… Fakat bu dua, şimdi anladığımız gibi soyuta (hiçliğe) açılan bir yakarış niteliğinde değildir. Yine bir “isteme” vardır ve bu isteğin gerçekleşmesi için somut bir pazarlık (büyü) söz konusudur. Buna karşılık yukarıdakini indirmek için müracaat edilen güç, dünyanın ta kendisinin hatırlatılmasıdır. Fakat bundan daha derin yanları da vardır.

Aşağı bölgede yani bel-altında dikkat çeken en önemli öğeler, dışkılama, bağırsaklar, kaba etler ve anüsten farklı olarak kadın rahmi, erkeklik organı ve testislerdir. Fakat aslında erkeğe ilişkin öğeler her daim ikincil derecededir. Aslolan kadın rahmi, küfürün en eski, en köklü merkezidir. “Neden küfürlerde ille de kadın bedeni kullanılıyor?” diye sorulur ya hani… Ve yanıtı da genellikle ataerkinin kadın bedeni horgörüsüne dayandırılır. Bu düşüncelerdeki feminist ve özgürlükçü iyi niyetleri anlıyorum, hepten yanlış da değildirler fakat esas meseleden malesef bi’haberler…

Küfürde kadın rahmi, rahme düşme, düşürme hep vardır ve bu olay aksine anaerkinin göstergesidir, fakat bu olayın anlaşılabilmesi için yüz kere düşünmeye ihtiyaç var.

İktidarı kadın rahmi veya kolaylıkla ayrımlanmayacak biçimde ana rahmiyle ilişkilendirme, oraya gönderme (fırlatıp atma), kaba etler ve dışkılamayla ilişkilendirmekten, yani mezar kazan, salt “yukarıdakini aşağıya indirme” özelliğindeki öğelerden daha derin bir anlama gelir. Erkeklik organıyla beraber ele alınan seks imgesinden de. Kadın rahmini dile getirmenin bizatihi kendisi anaerki zamanlarının tılsımlarıdır ve seks imgesinin de merkezini oluşturur. Bu küfür gerek mizahi özellikteyken, gerekse hakaret niteliğindeyken iktidarın en net görünür olduğu durumlarda ortaya çıkar. Mizahi yanı mizahi büyüklenme-böbürlenmelerde, hakaret özelliği ise en büyük zulümlerde, iktidarın en pervasız halde kendisini gösterdiği durumlarda, deyim yerindeyse güç sarhoşluklarında ortaya çıkar ve her iki uç durumda da (yukarıdakini kadın rahmiyle ilişkilendirirken) aynı zamanda çaresizliğin yakarışı olarak, (artık) salt aşağı indirmekten (aşağılamak) farklı biçimde, bağışlayıcılığın erdemine sığınılır.

Bu affetme-bağışlama kısmı kolaylıkla anlaşılamayacaktır. O sebeple biraz daha açalım. Kadınlar için de, erkekler için de, hayvanlar için de geçerli olacağı üzere yaşam kadın rahminden gelir. Bununla, ardında yatan başka bir soyut güç kastedilmez, kadın rahminin bizatihi kendisi tanrı/ça’dır. Yani bu sözle soyut bir tanrı/ça değil, somut bir yaratıcı kastedilir. O, yani kadın rahmi, hem yiyip yutan bir mezar, hem de yaşamın, yaratıcılığın kaynağıdır. Bel-altındaki diğer öğelerin kinayeli bir yaratım alanı oluşu da esasen kadın rahmine yakın olmaktan, ona komşu olmaktan gücünü alır. “Gerçekten de tüm canlılar kadın rahminden doğarken, kimileri onun komşusundan ortaya çıkmış gibidir (espri!).” Zulümün en hasını uygulayan iktidar, bu sebeple ve son çaresizlikle tanrı/ça’yla ilişkilendirilir, ona gönderilir. Tanrı/ça’nın ismini anarak gerçekleşen bu dua ile bel-altındaki diğer öğelerin mezar kazan niteliğinden farklılaşıp, aynı zamanda yeniden yaratılmak istenmiş, bağışlanmış olunur. Belki şöyle meal edilebilir; “sen bana zulüm uyguluyorsun, katlanamıyorum… Her ikimiz de insan olmamıza karşın, birbirimizin dengi olmamıza karşın, sen kim oluyorsun ki bana bu zulmü uygulayabiliyorsun? Seni, yok etmek, öldürmek istiyor ve fakat bağışlıyorum. Bu sebeple seni dünyaya getiren tanrı/ça’ya yani yaratıcıya geri yolluyor, o’na şikayet ediyor, havale ediyor ve oraya gömüyorum. Bu sayede yeniden yaşa. Ya başka birisi olarak yeniden dünyaya gel, ya da şu dönüştüğün kişi yok olsun ve tekrar eski sen ol! Eğer eski sen olursan, bana zulüm uygulamaya kalkışmış olmana karşın seni affederim.”

Affetme-bağışlama erdemi epistemolojik bir soru ortaya koyması sebebiyle belki yine de yeterince anlaşılmamış olacaktır. Einstein’ın hiç bir şeyin yoktan var olmayacağını ve varken yok olamayacağını bilimsel olarak ortaya koyuşu ile eski dünya algısındaki ekolojik döngü tasavvuru birbirine benzer. Bir ölüyü toprağa gömmek aynı zamanda yeni bir yaşam için tohum atmaktır. Mezar aynı zamanda canı burnunda olan hamile bir kadını resmeder. Ölmek-öldürmek aynı zamanda yeniden doğmak, yeniden doğmaya vesile olmaktır. Ölmek-öldürmek bizim modern, ehil ve çizgisel zaman kavrayışımızda sert bir sözcük gibi duruyor olabilir. Oysa eski dünya tahayyülünde çok daha farklı bir anlamdadır. Gece, ölüm gündüz, yaşam demektir. Her yeni gün, yeniden dünyaya gelmek, ölmek ve yeniden doğmak demektir. Daha ötesi; kış ölüm, her bahar ise yeni bir dünya, yepyeni bir yaşam demektir. Vücudun absürt değişikliklerle yeniden tomurcuklandığı ergenlik, saçların aklaştığı orta yaş veya belin büküldüğü yaşlılık, eski kişinin ölmesi ve yeni bir yaşama başlamasıyla anlamlandırılır. Şimdikinden farklı olarak doğum ve ölüm gerçeklikleriyle bir arada yaşayan bu kavrayış ise gündelik hayatta da ciddi değişimler ortaya çıkarır. İnsan günlük hayatta bile sürekli başka birisi olur. Ölür ve yeniden doğar. Nihayet bu kavrayış da sona ermemiştir. Bu düşünce şimdiki hayatlarımızdan örneklendirilebilir. Misal, sevgili veya evli çiftler ayrıldıklarını ilan ettikleri andan itibaren olduklarından başka birilerine dönüşür. Her gün alışveriş yapılan güler yüzlü bir esnaftan veresiye istendiği anda, o kişi başka birisine dönüşür. Biz bunları bugün toplumsal yaşamın çizgisel zaman kavrayışıyla merkeze konduğu bir dünyada basit tavır değişiklikleri olarak görürüz. Oysa eski tahayyülde o kişinin ölümü ve yerine başka birisinin gelmişliğiyle anlamlandırılır. İşte küfürün bağışlayıcı niteliği, gerçeklik algısındaki bu farklılıkla düşünülmelidir. Veresiye istendiği anda başka birisine dönüşen esnaf artık bir çeşit ecinnidir. Her gün konuşup, gülüştüğümüz kişi değildir. Onun her zaman olduğu kişiye geri dönmesi, dönüştüğü yeni soyut kimlikten kurtulabilmesi, o soyut kimliğin yok edilmesi, öldürülmesi, gerçeğin hatırlatılması için onu dünyaya fırlatan tanrı/çanın (kadın rahmi) ismi anılarak bir çeşit büyü yapılmış olunur. Günümüz klişesiyle bir çeşit şeytan çıkarma ayinidir bu. Öte yandan tam ters bir kutsal anlayışına işaret eder.

Affetme-bağışlamayla ilgili (aslında yanlış olmasına karşın yine de paralellikler içeren) şu örnek belki de kavrayışımızı tamamlayabilir. Günümüz ataerkil tektanrılığındaki bir tılsım olan “Allah belanı versin” duası düşünülsün. Bu duanın neredeyse aynı ses ve jestle dile gelen “Allah belanı vermesin” biçimi de vardır. Bu iki dua tıpkı eski kutsaldaki dua gibi çaresizliğin yakarışı olarak dile gelir. Her ikisinde de yaratıcının ismi anılır. Hepsinde de “isteme” vardır. Ninelerimize-dedelerimize sorsak (eski bir gelenek olarak), “bela okunurken” salt yaratıcının ismi anıldığı için, bu dua aynı zamanda olumsuzluk ekiyle çıkmalı, bağışlama içermelidir. Çünkü bağışlamak erdemdir (ve bu erdem bin yıllık değil, milyon yıllık, insanın-kültürün olduğu her yerde geçerli bir erdemdir). Bir kişinin soyut kimliğini tanrı/çanın yani kadın rahminin ismini anarak yok etmek, bel-altındaki diğer öğelerden farklı olarak “tam tersinden benzer (anti-pati)” bir bağışlama anlamı taşır. Bel-altındaki diğer öğelerin değil de, kadın rahminin yani yaratıcının isminin anılması, karşısındakine yeni bir yaşam hediye eden, yeniden doğmasına rıza gösteren bir bağışlamadır. Öte yandan eski kutsal ile yeni kutsal arasındaki farkı da gösterir.

Bizim bugün küfür dediğimiz eski kutsala yani anaerki zamanına ilişkin tılsımlar (sözler) her daim soyuttan (“krallık”) somuta (bel-altı nesnelerine) ve yukarıdan aşağıya doğrudur (iktidarı yerin dibine sokmak). Burası önemli; çünkü eski kutsal nitelikteki küfür kralın kendisine-bedenine değil de soyut kimliğine yani “krallık”ına söverdi, soyut bir statüyü hedef alırdı. Onun krallığını bel-altı nesneleriyle ilişkilendirip somutlaştırırken, kralın esasında dımdızlak bayağı bir insan olduğunu hatırlatırdı. Eski kutsal anlamdaki küfür maddi bedenlere değil de, her daim görünmeyene, soyut olana yönelmişti. İlahlara, statülere, kavramlara, ilkelere, ideallere, bir başka deyişle “değerler”e yönelmişti. Tıpkı bizim memleketin Adana’sında yaygın kullanılanlar gibi… Çünkü iki insanı birbirinden eşitsiz kılan birinin gerçekten kral olması değil, “krallık” düşüncesinin bir norm/değer olarak durumun kendisine uyguladığı baskıydı. Kralın bayağı bir insan oluşu her daim açıklanabilir bir gerçek olmasına karşın, “krallık” düşüncesinin uyguladığı baskı büyüleyici bir güç olarak varlığını hissettirirdi. İşte eski kutsal, varlığı muğlak biçimde sezinlenen ama her halukarda insana baskı uygulayan, günümüzde ilke, ideal, kavram gibi soyut güçleri; cinler, periler, yarıtanrılar, tanrılar olarak imler ve fakat şimdikinin tam tersine onlarla savaşmayı hatta onları yok etmeyi erdem sayardı. Türkiye’de pek bilinmediği haliyle eski dünyada da tanrılar vardı fakat erdem onlara tapınmak değil onlara karşı savaşmak, onları yok etmek, korku ve baskı kaynağı olan güçleri alaşağı ederek özgürleşmekle anlamlandırılırdı. Bu kutsal kavrayışın sona erdiğini de düşünemeyiz.

Yeni yaygın kurumlaşmış tek tanrılığın kutsalında ise her daim (zalim kralın Allah’a havale edilişindeki gibi -“Allah belasını versin/vermesin”) aşağıdan yukarıya, somuttan soyuta doğru olacaktır. Bu kavrayış kralı eleştirmeyi makul bulabilse de, “krallık”ı veya hiyerarşik yapılanmanın kendisini eleştirmeye izin vermez. Nitekim Türkiye’de de bolca karşılaşılacağı üzere bedeni hedef alan ve tehdit özelliği gösterebilecek küfürlerin dile gelişine kızılmaz da, başta “ilahlar” olmak üzere, değerlere küfür edilmesine kızılır. Ne olsa binyıllardan beri süregelen yeni kutsalın, eski kutsalı işine geldiği yönleriyle kendisine eklemlediği (rahman ve rahim olan Allah), işine gelmeyen yanlarını ise törpüleyip dönüştürdüğü bir kültürde yaşıyoruz ve bu dönüşümde küfürler de bayağı bir kavrayıştan hareketle dosdoğru “somuttan somuta”ya dönüştü. Gerek kral için, gerek bir başka iktidara yönelik olarak dosdoğru karşısındakinin bedenini hedef alan somut tehdit özelliği göstermeye başladı. Zannedersem, küfür konusunda ilk akla gelen ve bu sebeple okurun bu yazıda görmek isteyeceği tehdit özelliğine de şimdi (yine farklı bir bağlamla) değinilebilir.

Zamane dünyasında herkesin eşit olduğundan dem vurulur, oysa hiç kimsenin birbiriyle eşit olmadığından da adımız gibi eminizdir. Milyon yılları bulan basit komünal insan kültüründen henüz hepi topu 10.000 yıl öncesinden başlayarak kurumlaşmış hiyerarşik yapılanmaya adım atmaya başladık. Bu yapılanma son iki yüz yılda endüstriyalizm ve bürokrasi ile birlikte iyice normalleşip, hayatın her alanına nüfuz etti ve dünyanın yaklaşık 1 milyarlık nüfusu karmaşık tabakalaşmaya geçti. (Çağ açıp kapamaya pek meraklıyızdır ama yine de bu durumun tamamlanmamış bir süreç olduğunu düşünmek gerekir.) Günümüz modern endüstriyalizminde artık kişiler kendi statüsünün birkaç katman aşağısını veya yukarısını görebilse de (şefler, amirler, patronlar), daha fazlasını doğru düzgün hayal bile edemediği bir makine içinde yaşar. Doğası gereği yukarı konumlanışa meydan okuyan ve milyon yıllık bir dua (tılsım) olan küfür, işte bu sebeple ve bu kafes içinde bolca dile gelme mecburiyetine dönüşür. Bugün küfür, doğası gereği aşağıda olanın yukarıdakini aşağı çekmek için dile geldiği kadar, daha çarpıcı biçimde, yukarıdaki tarafından, kendisinden aşağıda bulunana haddini bildirmek için edilir. Çünkü küfür yasaklanmışlığı sebebiyle dile gelişinde bir prestij gösterisi anlamı taşımaya başlar. Dünyanın belki de en büyük prestij gösterisi, her yasakta olduğu gibi, yasağın kendi konumuna işlemediğini gösterebilmektir. İşte bu sebeple küfür yukarıdakini aşağı indiren, soyutu somutlaştıran “kutsal” anlamından uzaklaşıp, dosdoğru “somuttan somuta” yönelen, tehdit anlamı taşımaya başlar. İşte ataerkil normlardan hareketle kadın bedeni horgörüsüne dayanan cinsiyetçi nitelikteki klişe küfürlerin mantığı da buradadır. Demem o ki; “kimse küfür etmesin” gibisinden naif bir ahlakçılık bu hiyerarşik mekanizmada imkansızdır. Adorno’nun dediği gibi; “yanlış bir hayat doğru yaşanmaz.”

Bilmem yeterince anlaşılır hale geldi mi? Küfür, doğayla özdeş, sınıfsız, ast-üst ilişkisinin kurumlaş(a)madığı basit anaerkil komünal toplumların dünya tasavvurunun “kutsal” denilebilecek tılsımları, bir çeşit dualarıydı. İşte, tam da kutsal niteliğinden gücünü alan bu tılsımların etkisi toplulukta veya insanlar arası ilişkilerde hiyerarşik yapılanmaya izin vermiyordu. Buna karşılık bu sözcükler bugün bizler için bedduaya (kötü duaya) denktir. Oysa eğer anaerkiyi daha iyi anlamak istersek, tam da bu sözcüklerin beddua değil erdem olduğunu veya nasıl olur da erdem olarak yaşatılabildiğini anlayabilmemiz gerekir. Çünkü uzun dönem ayakta kalmayı başarabilen her din, kutsal veya yaşam öğretisi muhakkak “kendi içinde” tutarlı bir mantığa sahip olmalıdır. Dinler, efsaneler, felsefeler günümüz “biçimsel” seküler-rasyonel bilimselliğinde çoğunlukla yaşatıldığı gibi mantıksız veya abuk değillerdir. Her birinin yanıtlayamadığı veya çelişkili kalan kısımları olsa da, kendi iç tutarlılığı ve belirli bağlamlar içinde mantığı vardır. Biz bugün anaerkinin dualarındaki bize tam ters gelen mantığı kolaylıkla anlayamıyorsak bu yaşadığımız kültürün etkisindendir. Nitekim doğuştan, yükselmenin, daha fazlasını istemenin, biriktirmenin, güç sahibi olmanın normal ve hatta erdeme dönüştüğü, bu yolda güce tapmanın, gücün önünde eğilmenin, itaat etmenin “mantıklı” kaldığı zamane vahşet kültüründe yaşıyor ve öteki türlüsünü düşünemiyoruz. Anaerkide ise herhangi bir otoriteye veya otorite kurma niyetine başkaldırmanın kendisi kutsaldır. Folklor anlatılarında yaşayan ve çoğunlukla zalim krallara meydan okuyan kahramanların hikayeleri eski kutsal düşünce yapısının uzantısıdır. Köroğlu’nun Bolu Bey’ine meydan okuması bize destan gibi görünse de, yaşadığı zamanda ve toplumsalda küfür anlamına gelecektir ve hatta isyanın her daim düzene karşı küfür anlamına geleceği de kolaylıkla belirtilebilir.

Öte yandan bu düşünceyi tahayyül edebilmenin önündeki engellerden biri de, konuyu klişe küfürlerle değerlendirmemizden kaynaklanır. Bugünün klişe küfürleri çok eskilerde henüz klişe değildi. Evet, bu sözcükler hala vardırlar ve hala güçlü anlam taşıma potansiyelindedir fakat çoğunlukla içi boşalmıştır. Öte yandan aynı sözcükler günümüze gelene kadar küçük değişimler/varyasyonlar/bölünmeler/daralmalarla farklılaşmışsa da, hem başvurduğu nesneler, hem de topografik anlam çoğunlukla aynı kalmış, ama bu süreçte dünyayı algılayışımız, içinde yaşadığımız kültür değişmiştir. Bugün bu sözcüklere çok farklı bir açıdan, çok farklı bir dünyadan bakıyoruz, çok farklı bir dille ve çok farklı jestlerle ortaya koyuyoruz. Eskide kaldığını düşünsek bile, hala devam etmekte olan bu tasavvurdan bugün anladığımız ise genellikle bizim ataerkil, tektanrıcı ve modern zihniyetimizin yansımasıdır.

Buraya kadar ezberden söylenen küfürlerin içeriğindeki topografik mantığı donuk/klişe küfürler üzerinden açıklamaya çalıştım. Oysa küfürün ekolojik karakterinden bahsederken klişe küfürlere övgü dizmeyi amaçlamıyorum. Hatta aksine, burada bahsettiğim topografik mantığın yalnızca klişe küfürlerle sınırlı kalmayacağını, çok daha fazlası için geçerli olacağını vurgulamaya çalışıyorum. Nitekim canlı niteliğini yitirmiş kalıntı/klişe/ezber sözcüklerin ekolojik özelliğinden de kanaatimce bahsedilemez.

Örneğin geçen yüzyılın en önemli sloganlarından biri olan “savaşma, seviş” tam anlamıyla küfürün ekolojik özelliğini resmeder. Çoğunluk, bu sözün küfür olmadığını savunma yanlışlığına düşecektir. Dünyada bu söze aşina veya bu sözün klişe geldiği küçük bir kitle olsa da, bırakınız yarım asır öncesinde ilk popüler olduğu zamanları, bugün bile Amerika, Avrupa, Asya veya Ortadoğu’da yaşayan ana akım zihniyetler için bu slogan provokatif bir küfür sayılacaktır ve küfürdür de. Çünkü “savaşmak” gibi yukarıdakilere özgü, “şanlı”, “şerefli” ve hatta “kutsallaştırılmış” (ataerkil) bir olgu, bel-altına, üreme organlarına ait “sevişme” imgesiyle bir arada dile getirilirken, tam da bahsettiğim topografik mantığı resmeder. Bu söz, küfürdeki ekolojik kutsal mantığı gösterebilecek, henüz yeni yeni klişeleşmekte olan, kısmen canlı nitelikteki bir küfürdür ve ekolojiktir de. Küfürün mantığını anlamak için sözcüklerin kendisine odaklanmamak gerekir. Eğer seks imgesinden hareket eden klişe sözcükler sevişmek ile değiştirilirse yahut bel-altı nesnelerinin kalıplaşmış biçimleri yerine farklı isimler yaratıcı bir dille kullanılırsa, topografik anlam ve nesneler aynı kaldığı gibi dilin canlandığı, güldürdüğü, iktidarı/otoriteyi salt yıkıcı olmaktan uzak ve aynı zamanda “bağışlayıcı” niteliğiyle birlikte küçük düşürdüğü görülür.

donumuz-siyasetten-daha-temiz                                             Küfürün ekolojik özelliğine ilişkin Gezi isyanından bir örnek

Bir rahibe, hahama ya da imama yaşamın kaynağı sorulsa, tanrıya işaret edebilir ve bu yaklaşım “abartılı soyut” bir ifade, derin bir masal ya da şiir anlamına gelecektir. Aynı soru bir tıp doktoruna sorulsa, doktor kadın rahmine işaret edebilir ve bu yaklaşım da, bu kez “abartılı somut” bir ifade olacaktır. Bu örnekle şiirleri, masalları hafif gördüğüm düşünülmesin. Kültür tam da şiirler, masallar aracılığıyla değişir, dönüşür. Öte yandan bu iki yaklaşım arasında asli merkezin bel-altı olduğu diyalektik bir bağlantı vardır. Asli merkez bel-altıdır, çünkü milyonlarca yıllık kültürlerde insanlık nice “değerler” inşa etmiş olsa da, yaşamın ta kendisi anlamına gelen bel-altı imgeleri yok edilemez. “Bel-altı” demek bağırsak hareketleri, kaba etler, dışkılamak veya seks imgelerini işaret ediyorsa da, bunlar aynı zamanda yaşamın ta kendisini demek olan “yemek, içmek, sevişmek”le “bir ve aynı” şeydir. Dolayısıyla anaerkinin kutsalında bizim günümüzde horgörüyle bakılan, toplumsalın sahnesinden sınır dışı edilen “yeme-içme-sevişme”nin tam tersine ibadet olduğunu anlamak gerekir. Bununla birlikte aklı egemen gören aydınlanmacı 19. yy. antropologları bu kavrayışı ilk fark ettiklerinde, anaerki zamanlarını bir çeşit orji gibi düşünme eğilimine girmişlerdir. Oysa bugün bu düşüncenin kendi ataerkil bakış açılarından kaynaklandığını daha iyi anlayabiliyoruz. Hiç bir insan güzel bir şölen sofrasına “hayır” diyemez ve şen insanların kahkahasıyla süslenen bir sofranın günümüzde “şükür” anlamına gelen kutsallığı da milyon yıllık bir gelenektir. Sevişmedeki kutsallığı ise orji gibi değerlendirmek yerine, dil kadar eski şarkıların, şiirlerin, türkülerin, hikayelerin, dansların içeriğindeki “aşk” temasını hatırlatmak, belki her kutsalın içeriğine sızmış milyon yıllık bir ibadetin anlamını daha iyi gösterebilir.

Devam edelim. Yeni kutsal, yeme-içme-sevişmeyi ibadet gören eski kutsalı “kafir (küfr’den türeme)” sayacaktır. Öte yandan bu yaklaşım, salt nesnel anlamda “yeme-içme-sevişme” demek değildir. Bu durumu Gezi isyanı ile örnekleyeceğim, fakat konusu gelmişken zeka, hayvan ve bel-altı imgesinden farklı kalan, dördüncü tür küfürlerden de bahsetmek gerekir; yani “kafir”, “hain”, “şerefsiz” gibi varolan değerler sistemine sadık kalmayanları dışlayan, kollektif bir değerler sistemi imgelem oyununu bozanları topluluğu arkasına alarak tehdit eden küfürlerden… Bu küfürlerin ne eski kutsal nitelikteki küfürlerle, ne de ekolojiyle alakası yoktur, çünkü aşırı tekrara girer mi bilemiyorum ama küfürün kutsal niteliği, yalnızca güçsüzden güçlüye (aşağıdakinden yukarıdakine) doğru yöneldiğinde ortaya çıkar. Oysa bu küfürler tam da yaygın bir kabulden hareket eden topluluğun “-öteki.”ne linç çağrısıdır. Aşağıdakinin yukarıdakine karşı dile getirdiği küfürde ise topluluğun dikkatini çekmek isteyen bir “imdat” çağrısı yankılanır. Güçsüzün güçlüye ettiği küfür aslında her daim onu güçlü kılan değerler sisteminedir. Küfür etmeyi “seviyesizlik” ve/veya “acizlik” sayan eleştiriler ise değerler sistemini onaylayıp, imdat çağrısını duymayan dalkavukluk olarak görülebilir. Nitekim küfürün “acziyet işareti” olduğu doğru olarak görülebilir –ki zaten tüm bu yazıda belirtmeye çalıştığım gibi küfürler büyü amaçlı tılsımlar, yani bir çeşit duadır. Küfür, aşağıdakinin yukarıdakine müdahale edemediği, haksızlığı görmesine karşın bir şey yapamadığı çaresizlik durumlarında ortaya çıkar, tekrar belirtirsem, çaresizliğin yakarışı olarak bağışlayıcılığın erdemine sığınılır. Seviyesizlik eleştirisine göre ise “aşağıdakiler” küfür eder, “yukarıdakiler”e düşen küfür etmemektir. Bu eleştiri küfürün doğasını doğru tanımlamasına karşın, eleştirinin dile gelişi hiyerarşik mekanizmaları onaylayan türdendir. Kendisi başlı başına küfür sayılabilecek “seviyesiz” sözcüğü ise yukarıda olmayı amaçlayan-kutsayan, aşağıda olmayı ise lanetleyen yeni dünya kutsalını-yarışmacılığını destekler.

“Gezi isyanı” örneği:

Taksim Dayanışması’nın aylarca gösterdiği “direniş”, ağaçlara yapılan müdahaleyle “protesto”ya dönüşmüş, bu protestonun zalimce bastırılmak istenmesi, Gezi “isyan”ını doğurmuştu. Hatırlarım da, isyan günlerinde iktidar yanlılarının en büyük saldırısı başbakana küfür edilmesiyle dillendiriliyordu. Sözüm ona geziyi savunanların ise birkaç kez “oradaki pırıl pırıl gençlerin küfür etmediği”ni söylediklerini bile gördüm. Pehh.

Gezi isyanının AkP politikalarına yönelik birikmiş bir tavır olduğu açıktır. AkP, emeklilik yaşını 68/65’e yükseltirken, tekel işçilerini işten çıkarırken, hem sendikaları yok edip, hem de gölge sendikalar türetirken aslında emekçilerin boğazından geçecek rızklarıyla oynuyordu. Bu girişimler yine bel-altına yönelik saldırılardır. “Hayat yemek-içmekten ibaret değil” midir? Bunu bir de bereketi bol bir dünyada aç kalmamak için çalışmak zorunda olup, karşılığını bile alamayanlara sorun! Çünkü bel-altı demek karnını doyurabilmek demektir. Alkol yasakları da bel-altını imler. Eğlenceyi-gülmeyi yasaklayıp yalnızca verimi artırmak amaçlı bu politikalar ataerkil kölelik sisteminin ta kendisi… Kürtaj tartışmaları da yine bel-altı dünyasına bir saldırıdır.

Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim ise başka. Hatırlanırsa Gezi öncesi yıllarda ve hatta özellikle son bir yılda sık sık “başbakana hakaret edilemez” söylemi yayılmaya başlamıştı. Sosyal medyada yazdıkları sebebiyle işten çıkarılmalar, yumurta atan veya protestocu gençlerin kolluk kuvvetleri tarafından hodbince göz altına alınma haberlerine alışmıştık. İşte tam da geziden birkaç gün öncesinde garip bir şey oldu. Bizzat Erdoğan’ın kendisi, “Başbakan’a hakaret edebilecek babayiğit karşımda göremiyorum” diye konuştu. (Karşısında milyonlarca babayiğit bulmuş oldu, ne ala!) Bana göre ve bu yazının bağlamıyla, bu söz demokrasi ve eşitliği yeni yeni öğrenmekte olan toplumun bam teline dokundu. İlginçtir ki; dünya tarihi nice liderler yanında onların dalkavuklarının “liderimize/ kralımıza/ padişahımıza/ kayzerimize/ öncümüze küfür edilemez” sözleriyle doluysa da, bu kez tam olarak öyle işlemedi. Eğer bu söz yine bir dalkavuğun ağzından çıksaydı, binlerce yıllık bir geleneğin dramaturjisini ortaya koyardı. Nitekim bir süre sonra aynı lider bu sözleri herkesin yeterince işitip, tırsması sonrası çıkıp; “bana hakaret edilmesinin bir önemi yoktur. Benim hükmümün geçtiği topraklarda kimse kimseye hakaret edemez” minvalinde bir söz söyler ve hem herkes alması gereken korkuyu alır hem de lider tevazu sahibi bir insan olarak daha da yücelirdi. Bu durum çoğunlukla benzer dramaturjiyle işler. Aslında AkP’nin bu dramaturjiyi oynatmaktan bile aciz olduğunu Gezi örneğinde gördük. “Yönetmeyi bilmiyorlar” diye buna derim. :P

Geçenlerde ise Erdoğan kendisine edilen hakaret sonrası açtığı dava sonucunu şu şekilde anlattı. “Bazı medya grupları bana, arkadaşlarıma, partime her türlü hakareti bu ülkede yapabiliyor mu? Yapıyor. [Aslında demokrasinin göstergelerinden biri tam da budur.] Çok açık ve net ortada. Hatta yargı o kadar, burada bazı yargı mensupları o kadar taraflı davranıyor ki, söyledikleri ne? ‘Bu eleştiriye girer ama siz siyasetçisiniz. Bu hakaret değil, ağır eleştiri’. Böyle de bir manevra yapıyorlar. Dolayısıyla bakıyorsunuz, olumsuz karar veriyorlar.” Anayasa Mahkemesi Erdoğan’ın bahsettiği kararda eski Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’e bir protestocunun söylediği “defol git. Aptal!” sözüne karşı Sarkozy’nin açtığı davanın sonucunu emsal gösteriyor. AİHM o davada “cumhurbaşkanının vatandaşlarının saygısını hakketiği kesin olsa da hukuka kısıtlama öngören bu düzenleme modern bir demokraside meşru gösterilemez” demişti. Çünkü modern bir demokraside herkes herkese hakaret edebilir, fakat bu durumu Türkiye insanı anlayamıyor.

Örneğin Hollywood filmlerindeki küfürler Türkçe’ye “kahrolası” diye çevrilirken, bunun yanlış olduğunu yıllarca dile getiren Cem Yılmaz’ın argümanı, gündelik hayatta edilen küfürlerin sinemada sahici canlandırılması gerekliliği üzerinedir. Bu argüman yanlış olmamakla birlikte, küfür veya hakaret edilmesini olağan bulan batı demokrasisini açıklamada yetersiz kalır.

Batıda küfürlerin-hakaretlerin olağan bulunmasının sebebi aslında çok daha basittir. İfade hürriyeti alanında kalan küfürlerin özgür olmasının hukuken sebebi, ister güçsüzden güçlüye veya güçlüden güçsüze olsun, ister soyut bir imgeye veya bedene yönelmiş olsun, küfürün yalnızca bir sözden ibaret olmasıdır. Türkçe bir deyişle; “kimsenin ağzı torba değildir ki büzesin.” Öte yandan nefret suçları gibi bazı kısıtlamalar da vardır ve bunlar anlamını hakaretin niteliği veya biçiminden değil, dile getirenin tehdit unsuru özellikler gösterip gösteremeyeceğiyle anlaşılmaya çalışılır. Dolayısıyla hakaretin veya küfürün kendisi değildir, tehdittir yargılanan.

Türkiye aydınımsıları ise “sözlü şiddet” yaklaşımını küfür ve hakarete indirgemeye çalışıyor gibiler. Oysa küfür/hakaret, tehdit içerdiği oranla, güçlü ve güçsüz arasındaki bağlamla birlikte değerlendirildiğinde şiddet içerip içermediği anlaşılır. Tehdit içermediği zaman ise şiddetin tam aksine bir bağışlama anlamıyla dile gelir ve sözlü iletişimin sonunu imler. Örneğin karşısındakini dinlememe emrini almış, “nato kafa nato mermer” bir müşteri hizmetleri yetkilisiyle konuşurken dile gelen son sözcük olur. Pek çoğumuz içinde yaşadığımız normlar sebebiyle fark etmez, ama aslında burada çaresizliğin yakarışından ayrı olarak, aynı zamanda bir kabullenmişlik-bağışlama dile gelir ve çeker gider. Hukukçu değilim ve ayrıntısıyla bilmiyorum, ama sanırım Türkiye hukuku bu kavrayışın tam tersine küfürü şiddetin başlatıcısı olarak kabul eden ve örneğin karşısındakini öldüren bir katilin “anasına küfür edildiği” yönündeki argümanını hafifletici sebepten sayan bir yaklaşıma sahip. Oysa bu yaklaşımın, yalnızca bir sözden ibaret olan küfüre karşı reel bir şiddeti teşvik etmiş olduğu pek fark edilmiyor.

Bu yazıda okurun kafasını birazcık karıştırabildiysem ne ala. Sonucu ise tekrar antropolojik çerçeveye taşıyarak sonlandırayım. Bel-altı demek yeryüzü, dünya, reel gerçeklik demektir ki, bir de bu yazıda pek bahsetmediğim bel-üstü dünyası vardır. İlkeler, kavramlar, metafizik/soyut düşünceler, felsefeler, gelecek tahayyülleri, amaçlar, ahlaklar ve ideallerden kurulu bir dünya; akıl dünyası. Öte yandan tarih, bize aklın dünyada adil bir yaşamı inşa etmekten çok, türlü üçkağıtçılıkları kurgulamaya yaradığını gösteriyor. Ahlak gösterip kadınları köleleştiren, geleceğe gül bırakmak deyip emek sömüren, kavram gösterip don çalan, din gösterip insan öldüren, demokrasi diyip savaş başlatan, bel-üstünü gösterip bel-altını lanetleyen ve tüm bunları bık bık konuşup makul gösterebilen de akıldır. Bel-altı ise tüm bu numaralara kahkahayla gülen reddedilemez bir hakikate sırtını yaslamıştır: herkesin birbirine denk olduğu bereketli bir dünya. Emin olunuz ki; eğer birileri ekoloji mücadelesi adına dünyadaki kaynakların kısıtlı olduğundan dem vuruyorsa, orada bel-üstü dünyasının yarattığı en eski yalanın yeni bir versiyonu oynuyordur.

Edward Norton’un 25. saat filmindeki harika performansının abuk Türkçe dublajıyla sonlandıralım:

[youtube https://www.youtube.com/watch?v=nsAGAeXhq74 w=600&h=400]

ve bu da orjinal sesten:

[youtube https://www.youtube.com/watch?v=TgL_5QcZCMo w=600&h=400]

Ramazan Kaya http://modernwish.wordpress.com/2014/08/16/kufur-ekolojiktir-dermisim-18/

CHP Kurultayı 6 – 7 Eylül’de

110419-chp-kılıçdaroğlu.hlargeCumhuriyet Halk Partisi (CHP) kurultaya gitme kararı aldı. CHP olağanüstü kurultayı 5-6 Eylül tarihlerinde toplanacak.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkanlık ettiği Merkez Yönetim Kurulunun (MYK)  bugün yapılan toplantısından kurultay kararı çıktı. Parti sözcüsü Haluk Koç’un yaptığı açıklamaya göre MYK, 5-6 Eylül tarihlerinde kurultay yapılmasına karar verdi.

CHP’de başını Emine Ülker Tarhan’ın çektiği ulusalcı kanat Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Kılıçdaroğlu’nu istifaya davet etmişti. Ulusalcı kanadın Kurtultay çağrısı yapabilmek için gereken imzaları toplayamayacağı anlaşılmıştı. Kılıçdaroğlu geçen perşembe akşamı yaptığı açıklamada, muhaliflerin kurultay çağrısına olumlu cevap vermiş ve “merak etmesinler kurultayı toplayacağım” demişti. Tüzüğe göre CHP genel başkanı olağanüstü kurultay toplayabiliyor.

5-6 Eylül tarihlerinde yapılacak kurultayda aynı zamanda CHP’nin parti tüzüğü de kısmen değiştirilecek.

 

Yeşil Gazete

Ferguson’da yarık derinleşiyor

Geçtiğimiz hafta ABD’nin Missouri eyaletinde, Ferguson banliyösünde Michael Brown adlı 18 yaşındaki siyahi gencin vurulmasıyla başlayan olaylar devam ediyor. Olayın meydana geldiği St. Louis kenti polisi, polis şiddetine karşı gösteri yapan insanlara göz yaşartıcı gaz ve plastik mermilerle ateş açmıştı. Polisin askeri silah ve ekipmanla donanmış görüntüsü ise ülkede ‘polisin askerileşmesi’ tartışmalarını beraberinde getirmişti.

Olayları yatıştırmak amacıyla Ferguson’a siyahi bir polis komiseri atanması da yeterli olmadı. Cuma akşamı bazı küçük grupların iş yerlerini yağmalaması üzerine Missouri eyaleti valisi Jay Nixon, banliyöde olağanüstü hal ve geceyarısı ile sabah saat 5 arasında sokağa çıkma yasağı ilan etti; ancak, sayıları 200’ü bulan eylemciler sokağa çıkma yasağını delerek ‘Adalet yoksa sokağa çıkma yasağı da yok‘, ‘Hepimiz Mike Brown’uz‘ ,’Barışçıl gösteri hakkımız‘ sloganları attı. Dün geceki çatışmalarda polisin yedi protestocuyu gözaltına aldığı belirtiliyor.

18missouri-master675
Fotoğraf: The New York Times için Eric Thayer

 

Protesters assist a man who was overcome by smoke as police clear a street after the passing of a midnight curfew in Ferguson
Fotoğraf: REUTERS/Lucas Jackson

Öte yandan, Ferguson’da başlayan olaylar ABD’de başta siyahlar ve beyazlar arasında olmak üzere gelir eşitsizliği tartışmalarını da tekrar alevlendirdi. Zira Ferguson’da beyazların yaşadığı bölgede yıllık gelir kişi başına ortalama 50 bin Dolar seyisindeyken, ağırlıklı olarak siyahların yaşadığı bölgede bu rakam sadece 18 bin Dolar.

 (Yeşil Gazete)

 

“İlk Öpücük” videosunun Türkiye versiyonu yayınlandı

Yönetmen ve senarist Tatia Pilieva’nın Mart ayında yayınladığı ve 89 milyon kişinin izlemesiyle viral videoya dönüşen “First Kiss” “İlk Öpücük” videosunun benzeri Türkiye’de çekildi.

İlk Öpücük videosunda birbirini tanımayan insanların ilk öpücükleri gösteriliyor.

Türkiye’de iSüper Sekiz tarafından çekilmesi planlanan ve videoda olamk isteyenlerden başvuru toplanırken Otostop Production çektikleri “İlk Öpücük” videosunu yayınladılar.

Ebola virüsü salgını bize ne anlatıyor? – Cemal Tunçdemir

100 yıl önce bu ay Birinci Dünya Savaşı başladı. Hepimiz bu korkunç savaş ile ilgili öyle ya da böyle bir bilgiye sahibiz. 100 yıldır yayınlananlara ek olarak sadece bu yaz yayınlanan yüzlerce kitap ve binlerce makale de 100 yıl önce gerçekleşen tarihin bu en büyük silahlı çatışmalarından birini yeniden hatırlamamıza neden oluyor. Yaklaşık 9 milyon asker ve 7 milyon sivil hayatını kaybetti o savaşta. Hiç şüphesiz konuşulmayı anılmayı hakeden bir tarihsel olay. Ancak 1’nci Dünya Savaşı sürerken başlayan ve savaşta ölenin 5 katı insanın ölümüne neden olan bir başka felaket ise, muhtemelen ‘politik’ olmadığı için ne tarih kitaplarında ne de insanlığın hafızasında hakettiği yeri bulamadı. Batı kaynaklarında “Spanish Flu (İspanyol Gribi)” olarak adlandırılan küresel salgında, sadece 1,5 yılda yeryüzündeki her 5 insandan biri belli seviyede de olsa bu hastalığın pençesine düştü. Salgın, o zamanki dünya nüfusunun yarısının, yani 1 milyar kişinin yaşamını etkiledi. Salgın nerede başladı kesin değil ama ilk ölüm vakaları ABD’nin Kansas eyaleti ile New York’un Queens bölgesinde görüldü. Öyle bir hızla dünyaya yayıldı ki, kutuplara yakın yerleşim birimleri ve ıssız Pasifik adalarında bile insanlar bu hastalığın pençesine düştü. Pasifik adalarındaki yerli kabileler büyük kayıplar verdiler. Dünya üzerinde İspanyol gribine yakalananların yüzde 5’inin öldüğü tahmin ediliyor. Yani, bu hastalık 1919 yılı sonuna kadar 100 milyona yakın insanın ölümüne yol açtı.

Bu grip salgınının neden bu kadar öldürücü olduğu bugün bile muamma. Bu salgının bir başka tuhaflığı daha vardı. Tarihte, öncelikle hastaları, yaşlıları, yoksulları vuran salgınların tam tersine orta ve genç yaşlardaki orta ve üst gelir seviyesi insanları kırıma uğrattı daha çok. ‘Harb-i Umumi’yi kuşakta kuşağa anlatan toplumsal hafıza, bu büyük salgını o kadar hızla unuttu ki, birçok edebiyat ve tarih kitabında, “unutulmuş salgın” diye nitelendiriliyor. 2005 yılında 1918 grip salgınının virüsünün ABD’de ordu laboratuvarlarına yeniden üretilmesi, gelecekte olacağı varsayılan “biyolojik silahlar” tartışmasının yeniden şiddetlenmesine de yol açmıştı.

1995 yılı yapımı ‘Outbreak(Salgın)’ filmi, Nobel ödüllü moleküler biyolog Joshua Lederberg’in, ‘’Yeryüzü üzerinde insan varlığının devamını engelleyecek biricik tehdit virüstür’’ sözü ile başlar. Filmde, Zaire’den California’ya yolculuk yapan şirin mi şirin bir maymunun taşıdığı ve bulaştığı insanı 2-3 günde öldüren ‘motaba’ virüsünün ürkütücü şekilde küreye yayılma senaryosu anlatılır. Filmin çekildiği tarihe göre erken bir kehanetti, ancak ‘Outbreak’ten beri son 20 yılda art arda patlayan Sars, Ebola, Kuş Gribi, Domuz Gribi salgınlarından sonra bu ürkütücü senaryo artık çok daha yakın ve olası görülüyor.

Oysa çok değil daha 50 yıl önce çok yanlış bir düşünceye kapılmıştık. 1967 senesinde Beyaz Saray’da ABD Başkanı Lyndon Johnson ve ülkenin en üst düzey sağlık yetkililerinin yaptığı ünlü toplantı bu yanılgının zapta geçmiş hali adeta. Dönemin ABD Sağlık Bakanı William Stewart, ‘’Bulaşıcı hastalıklar defterini kapatmanın zamanı geldi’’ diye gururla seslenir o gün o odada bulunanlara… O gün itibarı ile en azından Batı dünyasında, çocuk felci, tifo, kolera ve hatta kızamık tarih olmuştur. Her hangi bir savaştakinden çok daha fazla insanı öldüren çiçek hastalığı da çok geçmeden listeye eklenecekti.

Ancak Amerikan Sağlık Bakanının ‘bulaşıcı hastalıkların kökünü kazıdık’ övünmesinin boş bir efelenme olduğu 20 yıl içinde ortaya çıkacaktı. Sadece 1967’den sonra hayvanlardan insanlara en az 50 tehlikeli virüs daha bulaştı. Bunların bazısının ismine artık adını duyunca bizi ürkütecek derecede aşinayız: HIV, Sars, Domuz Gribi, Ebola. Bazısı ise halen yerel kalabildiği için çok fazla insanın ilgi-bilgi alanına girmiş değil…

Irkçıları rahatsız edecek bu bilgi belki ama insan türü, ‘genetik’ olarak çoğulcu bir canlı türü değil. Bu sebeple dünyanın bir köşesinden bir tek insanı öldürebilen bir hastalık dünyanın en uzak köşesindeki bir başka insanı da öldürebilir. Hangi dinden, hangi ırktan, hangi milletten, hangi siyasal görüşten, hangi sosyal sınıftan olduğunuzun hiç bir önemi yok…

Gündemi büyük ölçüde iç politika ile sınırlı Türkiye kamuoyu çok ilgi göstermiyor ama dünya yeni bir virüs salgını tehdidi altında. Türkiye’nin aksine bütün dünya, Batı Afrika’da başlayan Ebola virüs salgınını çok yakından izliyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne(WHO) göre 13 Ağustos itibarı ile 4 ülkede bugüne kadar 1975 vaka tespit edildi ve 1069 kişi öldü. Laboratuvar testleri bu ölümlerin en az 660’ının Ebola’dan kaynaklandığını onayladı. Ebola, ölümcül bir virüs. Bulaştığı insanların yüzde 50 ile 90’ını öldürüyor. WHO başkanı, şu an bir milyondan fazla insanın salgından etkilendiğini ve gıda desteğine ihtiyacı olduğunu açıkladı. Tehdit halen ‘epidemik’ düzeyde yani belli bir coğrafyada görülüyor. ‘Pandemik’ yani küresel düzeyde değil. Ancak mal ve insan dolaşımının olağanüstü hıza ulaştığı günümüzde bir virüsün her an ‘pandemik’ hale gelmesi artık işten bile değil.

Birkaç yıl önceki bir yazımda, ‘Domuz gribi’ günlerinde New Yorker dergisinden Michael Specter’ın, Kamerun’un güneydoğusunda ormanlar içindeki Mindourou adlı bir köyün toprak yolunda Küresel Viral Gelişmeler Tahmin Merkezinin (Global Viral Forecasting) müdürü olan biyolog Nathan Wolfe ve birkaç meslektaşı ile yolculuğunun öyküsünü paylaşmıştım. Specter, biyolog Wolfe ve bir kaç uzman, GVF’nin Afrika tropik ormanlarında ölümcül virüslerin gelişimini takip etmek için kurduğu ‘virüs karakollarından’ birinin bulunduğu Ngoila köyüne gitmektedirler. Derken yanlarından Çin yapımı bir motorsikletle Kamerunlu bir çift geçer. Arkada oturan kadını gösterir Wolfe, New Yorker muhabirine. Kadın bir eliyle motorsiklet sürücüsünün belini sarmalarken diğer eliyle bu bölgede sık bulunan bir maymunun leşini kuyruğundan tutmaktadır. Kamerunlu çift, maymunu köyün pazarında satmaya götürmekte. ‘’Bu maymunlar birer virüs ambarıdır’ der Wolfe muhabire.

Yenilmesi gelenek olmayan, maymun, şempanze, kirpi, karıncayiyen gibi yabani hayvanların etine İngilizce’de ‘bushmeat’ diyorlar. İnsanoğlu aslında bu tür vahşi hayvanların etini binlerce yıl boyunca yemiş. Afrika’nın bu köşesinde ise bu halen çok yaygın. Bu insanların nerdeyse biricik protein kaynağı bu tür etler. Michael Specter, sadece Orta Afrika ülkelerinde yılda 2 milyon ton ‘bushmeat’ tüketildiği bilgisi veriyor.

Motorsikletli çiftin taşıdığı kuyruklu maymunlar insanları etkileyen birçok virüsü taşıyan canlılar. Mesela ‘t hücreli lösemi’ virüsü. Tabii ki alternatifi açlık olan bu insanları, ‘’sakın yemeyin, bu maymunların etleri, bugün size, geçmişte atalarınıza olduğundan çok daha büyük tehdit’’ diye ikna etmek zor.

Yaklaşık 10 yıldır Afrika’nın tropik ormanlarında virüs avcılığı yapan 40 yaşındaki Nathan Wolfe, ‘’Böyle sokaklarda pazarlara taşınan maymun ölülerini gördüğümde patlamaya hazır dolu bir silaha bakıyormuşum hissine kapılıyorum. Beni korkutuyor.’’ diyor.

Şu anda yeryüzünde viral bir salgından daha hızlı gelişebilecek bir küresel tehdit yok insan soyu için. Henüz adını bilmediğimiz öldürücü ve kolay bulaşan bir virüsün bir hayvandan bir insana geçmesine bakıyor bütün olay. Nükleer tehdit bile bu kadar yakınımızda, ve kırılgan bir dengede değil. Şu anda dünyanın en önde gelen virüs avcılarından biri olan Wolfe, ‘’Yakın gelecekte milyonlarca insanı hangisinin öldürmesi muhtemel? Nükleer silah mı, virüs mü? Eğer yarın Las Vegas’a gitsem ve bundan sonraki toplu katliamın sebebi üzerine bahse girsem bütün servetimi virüse oynarım’’ diyor ve ekliyor: ‘’İnsanlık olarak, HIV gibi güçlü bir virüsün kontrolden çıkmasıyla başedecek potansiyelimiz yok.’’
Virüslerin kökeni

‘Virüs’ kelimesi Latince ‘zehir’ demek. Virüsler canlı(insan, hayvan, bitki, bakteri) olan her yerde bulunuyor. Kendini kopyalayıp çoğalması için bir hücre içinde bulunması gerekiyor. Hücrelere giriyor, hücrenin üreme mekanizmasını bozuyor ve kendinden üretmeye başlayarak vücuda yayılıyorlar. AIDS’ten kuduza, gripten, su çiçeğine, vebadan koleraya kadar bugün tespit edilen 5 binden fazla virüs çeşidi var. Aslında insan vücudu bunlar ve bakteriler gibi mikroplarla dolu. Ortalama bir insanın vücudunda hücre sayısının 10 katı mikrop var.

Virüslerin kökeni hakkında çok fazla bilgimiz yok çünkü virüsler fosilleşmiyor. Bilim insanları, virüslerin ayrı bir canlı olup olmadığını da çok tartışmışlar. Çünkü hücresel bir metabolizmaları yok. Bugün genel kabul, canlı olmadıkları yolunda. Ancak, son yıllarda virüslerin genetik yapıları ilgili araştırmalar, canlı teorisini savunanların tezlerini güçlendirecek bazı bulgulara da ulaşmış.

Modern virüs bilgisi ise Rus kökenli biyolog Dmitri Ivanovsky’nin 1880’li yıllardaki keşfiyle başlıyor. Son yüzyıldaki bazı virüs salgınları, onlar hakkındaki araştırmaları da duyarlılığı da derinleştirdi. Bugüne kadar 30 milyon kişiyi öldüren ve iki katı kişiyi de etkileyen HIV (Human İmmunodeficiency Virus – İnsan Bağışıklıkyetmezliği Virüsü) mesela… Acquired Immune Deficiency Syndrome (Kazanılmış Bağışıklık Yetersizliği Sendromu) ya da bilinen kısaltmasıyla AIDS hastalığına neden olmakta bu virüs. HIV, yaklaşık yüz yıl kadar önce Kamerun’da bir şempanzeden onu avlayan, kesip satan ya da yiyenin kanına bulaşarak insan vücuduna geçti ilk kez.

Virüs, sadece enfekte ettiği hücre kadar gidebilir. Bu nedenle de insanlık tarihinin büyük bölümünde virüslerin çoğu yerel kaldı. Michael Specter, ‘’HIV insana birkaç yüzyıl önce bulaşsaydı, o insanı öldürürdü en azından sadece o köyü etkilerdi’’ diyor. Ancak şimdi o maymunu daha büyük kasabalara satmaya götürenler, oralardan Paris’e New York’a restoranlara uçaklarla gönderenler var. Afrika’da yeni yollar ulaşım imkanları sadece insanlar için artmıyor aynı zamanda virüslerin de dolaşımı daha kolay hale geliyor.
Doğa katliamı virüsleri kapımıza getiriyor

Aslında yeryüzünde geçen yüzyılda başlayan ve devam eden orman katliamı da tehlikeli virüslerle bizi daha yakın kılıyor. Çünkü ormanlar azaldıkça bu tehlikeli virüsleri taşıyan yabani hayvanlarla insanların karşılaşma olasılığı da artıyor. Örneğin tropik bazı bölgelerde yaşayan yarasa türleri. Bu uçan memeliler, yer yüzündeki en kayda değer virüs kaynaklarından biri. Son Ebola virüsü salgının kaynağının da meyve yarasaları olduğu tahmin ediliyor. Küresel ısınma da doğal habitatta değişikliğe yol açarak virüslerle insanların daha fazla karşılaşmasına yol açan bir başka etken.

Richard Preston, 1994 yılında yayınlanan The Hot Zone kitabında, ‘’Muhtemelen biyosfer, 5 milyar insan fikrine sıcak bakmıyor. İnsanlardan parazitlerle kurtulmaya çalışıyor. AIDS, yağmur ormanlarının onu yok eden insandan intikamıdır.’’ diye yazarken belki de bu gerçeğe dikkatimizi çekmeye çalışmıştı.

Ancak virüs avcısı Wolfe, iletişim ve ulaşım imkanlarındaki gelişmelerin, bu virüslerin yayılmasını kolaylaştırdığı gibi, bunlarla mücadeleyi kolaylaştırmak için de bir fırsata dönüşebileceği iyimserliğinde. Daha çok virüse daha çok bilgiye ulaşıyoruz. Virüslerle ilgili derli toplu bilgimiz artıyor.

Nathan Wolfe, tıp dünyasının bulaşıcı viral hastalıklar karşısındaki halini, 1960’lı yıllardaki kalp rahatsızlıkları karşısındaki durumuna benzetiyor. Yani doktorların, kalp krizi geçiren kişinin hastaneye yetiştirilmesini bekleme ve ancak ondan sonra onu kurtarabilmek için bazı çabalar harcamaktan başka pek fazla birşey yapamadığı yıllar… Ancak, beslenme ve sigaranın etkileri, tansiyon hakkındaki bilgiler derinleştikçe, kalp rahatsızlıklarına tıbbın müdahalesi, ‘tedavi’ ile sınırlı olmaktan çıkıp önleyici boyuta da geçmiş.

‘’Risk nedir biliyorsanız, göreviniz onu düşürmenin yolunu bulmak. Ve viral salgınlarla ilgili risk nedir bilmeye başlıyoruz artık yavaş yavaş. Ancak halen çoğu zaman riski bilir hale geldiğimizde çok geç kalmış oluyoruz. Bakın H1N1 virüsüne (domuz gribi virüsü). Ortaya çıktıktan sonra çok kısa sürede dünyada yüz milyonlarca insana bulaştı.’’

Wolfe gibi virüs avcılarının bir büyük amacı var. Virüslerin genetik bilgilerine ait bir havuz oluşturup, birgün bütün virüslerde ortak olan bir genetik özelliği keşfetmek. Böylece standart bir aşı geliştirmek mümkün olabilir. Ancak insanlık böylesi bir sonuçtan henüz çok uzak. Özellikle yakın gelecekte biyolojik silahların çok daha etkili olacağını öngören askeri unsurlar, yoğun şekilde böylesi çabaların içinde. Nitekim Wolfe da araştırma raporlarına Savunma Bakanlığı uzmanlarının ve askerlerin büyük ilgi gösterdiğini belirtiyor.

‘’Virüslerin insanlara nasıl bulaştığı hakkında bilgimiz arttıkça onları durdurma kapasitemiz de artabilir.’’ diyor Wolfe. Ancak insanoğlu için bugün bir viral salgını ortaya çıkmadıkça bilmek çok zor, salgın başlamadan müdahale etmek ise ondan da zor. ‘’Bir tek virüs insan hücresine nasıl yerleşiyor?’’ , ‘’Neden bazı virüsler diğerlerinden daha öldürücü?’’ bu tür soruların çoğunun henüz bir yanıtı yok. Wolfe virüslerin de yılanlar gibi, kötü niyetli, zehirli, öldürücü türleri bulunduğunu aktarıyor.

Aslında, tıpkı yılanların çoğunun zararsız olması gibi tehlikeli virüsler de nadir. Virüsün zararlı sınıfı içine girmesi için bazı biyolojik engelleri aşması gerek. En başta bağışıklık sistemimizde sicilinin temiz olması gerek. Bu sistemi koruyan antikorlardan yakasını sıyırabilmeli. Ve insanı hasta edebilmeli. Son olarak, etkili şekilde bulaşabilmeli. Öksürükle, öpmeyle, el sıkışmayla… Virüslerin çoğu bu kriterlerden birini, bazısı ikisini çok azı üçünü birden gerçekleştirme kapasitesine sahip. Wolfe, bu noktada dikkatimizi HIV’e çekiyor: ‘’Eğer bu öldürücü virüs, grip gibi öksürükle bulaşıyor olsaydı, yer yüzünde kaç insan kalırdı düşünebiliyor musunuz?’’

Daha kötüsü, iyi huylu olan virüsler sonradan kötü huylu bir virüse de dönüşebiliyor. Bilgimiz çok zayıf. Wolfe devam ediyor: ‘’19’ncu yüzyılda bir an geldi ki o kadar çok memeli yeni hayvan türü ile karşılaşıldı ki bilimadamları, bu gezegendeki hayvan türlerinin bir listesini yapmamız asla mümkün olamayacak ümitsizliğine kapıldı. Memeli hayvanlar için bu endişe artık komik kalıyor. Günümüzde yeni bir hayvan türü keşfedebilmek için nerdeyse bütün hayatınızı bu uğurda harcamanız gerekebiliyor. İşte virüsler hakkında da biz şimdi 19’ncu yüzyıldaki bilimadamlarının noktasındayız.’’

Her virüs salgını dünyanın uzak bir köşesinde bile oluyorsa çok dikkatle takip edilmesi, gerekiyorsa medyada oldukça abartılması gereken bir tehdittir. Birkaç yıl önceki Domuz gribinin (H1N1) çok fazla insana bulaşmakla beraber çok öldürücü olmadığı ortaya çıktıkça, ‘bütün o gürültü fos çıktı’ diye dudak bükenler olmuştu. Oysa eğer H1N1 çok daha öldürücü olsaydı on milyonlarca insan ölürdü. Şanslı olacağımız bir virüse denk gelmiştik sadece. Ama öyle şans her zaman karşımıza çıkmaz.

Virüs salgınları, uzayın dipsiz derinliğindeki bu mavi gezegen üzerinde, Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, İngiliz, Amerikalı, Rus, Çinli, siyah, beyaz, Müslüman, Yahudi, Hristiyan, Budist, Ateist olmaktan önce ‘insan’ olduğumuzu hatırlatıyor bize. Ve aynı zamanda doğal ekosistemin hükümdarı değil bir üyesi olduğumuzu da… Bu sebeple, bu tehdidin sadece biyolojik ve medikal yönlerini konuşmaya değil, insan soyunun doğaya karşı artan düşmanlığı ve bencil tutumuyla ilgili felsefi bir özeleştiriye de ihtiyacımız var. Daha vahim uyarıları beklemeden konuşmak gerek…

Cemal Tunçdemir- www.t24.com.tr