Ana Sayfa Blog Sayfa 3723

13. Filmmor’da tema; “Kadınların sineması, Kadınların Direnişi, Direnişin sineması”

13. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 13 Mart Cuma günü günü İstanbul’da yolculuğuna başlıyor.. İlk gününden beri kadınlar için kadınlarla birlikte sinema şiarı ile faaliyetlerine devam eden Filmmor’un İstanbul dışındaki durakları ise Diyarbakır, Adana, Nevşehir-Kapadokya, Muğla-Bodrum ve İzmir.

29.filmmor

Festival yarın 19:00’da Galatasaray Meydanı’ndan Pera Müzesi’ne kadar yapılacak #Filmmor Festival Yürüyüşü ile açılışını yapacak.Her yıl yeni bir tema ile izleyicilerinin karşısına çıkan Filmmor da bu senenin teması, “Kadınların sineması, Kadınların Direnişi, Direnişin sineması” olarak belirlendi.

Filmmor Kadın Kooperatifi; 12 yıl önce, ilk kez “Kadınlar Sinema Yapıyor” diye başlayan Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’yle, dünyanın her yerinden kadın yönetmenlerin filmlerini; atölye, panel, söyleşi gibi etkinliklerle kadın sinemacıları, kadınları buluşturmaya devam ediyor.

“Özgecan’ın anısına sadece yürümek isteyen kadınların küçük bir filmi”

Zeynep Oral da filmmor kadınlarına festival öncesi bir kısa film hediye etti. “Özgecan’ın anısına” hitabı ile başlayan ve beş dakika süren “sadece yürümek isteyen kadınların küçük bir filmi” akşam vakti evine gitmek üzere yollarda yürüyen, minibüse binen bir kadının filmi izleyenlere anlattıklarından oluşuyor.

‘İnce Örülmüş Sık Dokunmuş Filmler’, ‘Kadınların Şiddete Bakışı’, ‘Namus’, ‘Kadınların Tarihi: İtaat, İsyan’, ‘Feminizm’, ‘Bedeniyle Barışık Filmler’, ‘Umut Kadınlarda’, ‘Elbette Eşitiz! Peki Yaşarken Eşit Miyiz?’, ‘Hırpalanan, Susturulan, Görmezden Gelinen Kadınlar… Biliyoruz, Oradasınız’ ve ‘Kendine Ait Bir Cüzdan’ gibi çeşitli temalarda düzenlenen festival aynı coşkuyla bu yıl da seyircisiyle buluşacak.

Altın Bamya Ödülleri

Her yıl olduğu gibi bu yıl da festival sonunda verilecek Altın Bamya Ödülleri Türkiye Sineması’ndaki cinsiyetçiliğe dikkat çekecek.

28.filmmor

Ayrıca, 12 yılda Sinop’tan Diyarbakır’a Eskişehir’den Hakkari’ye Türkiye’nin yirmi şehrini gezen festival, Mart ayının ikinci haftasında İstanbul’da başlayan yolculuğuna gezici festivalle devam edecek.

13-22 Mart’ta İstanbul’da başlayacak olan 13. Filmmor Kadın Filmleri Festivali, Diyarbakır, Adana, Nevşehir-Kapadokya, Muğla-Bodrum ve İzmir’de sürecek.

Kabataş Yalancıları listesi

Gezi Parkı Nöbeti sırasında 1 Haziran 2013 arihinde Kabataş İskelesi yakınında başörtülü bir kadının, öğle saatlerinde çocuk arabasında bulunan çocuğu ile birlikte iken bir grup deri ceketli, belden yukarıları çıplak, başlarında siyah bandanalı kişi tarafından sözlü ve fiziksel tacize uğradığı haberlerinin mobese kameraları, polis raporları ile kesinkes iftira olduğunun anlaşılmasından sonra bu yalana ortak olan herkesin listesi twitter.com/kabayalancilar hesabı üzerinden yayınlandı.

26 kabatas-yalancilarinin-tam-listesi

Yatsı olduğunu farketmeyerek halen bu yalan da ısrar eden Sabah Gazetesi haber merkezi dışında 1 Haziran 2013 gününden bu yana, “Evet ben de görüntüleri gördüm. Durum çok kötü” minvalinde tamamen uydurma açıklamalar yapan, yazılar yayımlayan, Gezi Parkı Nöbeti’ne mesafeli bakan tüm insanları kışkırtma maksatlı yapıldığı artık belli olan bu asparagası iddia edenler arasında kimler yok ki!

Listede ismi bulunan herkesin bu kumpasa ortak olmadığının bilincinde olarak, duyarlı isimlerin de ilk günlerde hadisenin doğru olma ihtimaline karşı sosyal medya paylaşımlarında, “Eğer doğru ise …” öneki ile yorumlar yaptığını da anımsatarak listeyi paylaşıyoruz

25 kabatas yalancilari

2 Mart’ta açılan ‘kabataş yalancıları’ Twitter hesabından (@kabayalancilar) bugün Kabataş yalanına ortak olan isimlerin tam listesi yalanlandı. Birinci sırasında Recep Tayyip Erdoğan’ın yer aldığı yer aldığı 58 kişi yer alıyor.

 

 

HDP Barajı Aşmış, Uyuyabilirsiniz…- Aydın Engin

Bir okur mail yollamış, “HDP güzellemelerinizden bıktık yani…” diye yazmış.
Demek benim “7 Haziran seçimlerinde Meclis aritmetiğini değiştirebilecek tek siyasal güç HDP’dir” diyen yazılarımı HDP güzellemesi olarak kavramış.
Ne diyeyim…
Oysa HDP güzellemesi yaptığımı sanmıyorum, çünkü böyle bir niyetim yok.
HDP şimdi ve şimdilik bir iddia. Zikzaklarla yol alan bir iddia!..
İddia kısa ve yalın: Bir Türkiye partisi olmak…
Nitekim Kürt siyasal hareketinin legal örgütü olarak tanınan, ünlenen, bağımsız adaylarla yani pek elverişsiz koşullarla seçimlere katılmasına rağmen parlamentoda grup kurabilecek bir kitle desteğine ulaşmayı başaran DTP (Demokratik Toplum Partisi) kendini feshederek HDP içinde erimeyi tercih etti. DTP milletvekilleri adres değiştirip HDP milletvekili oldular. İrili ufaklı sosyalist partiler de HDP çatısı altında “bir bileşen” olarak yer aldılar.
Ancak henüz “HDP Kürt siyasal hareketinin yasal partisidir” yargısı ve algısı kırılmış değil. Kırılması için zamana ve yeni adımlara gerek var. Üstelik HDP düz, engebesiz bir yolda yürümüyor. Ortadoğu’daki son derece karmaşık siyasal gelişmeler, yüzyıl önce İngiliz- Fransız subaylarınca çizilmiş ve ortaya yapay devletler çıkaran sınırların yeniden çizilmesinin kaçınılmaz oluşu gibi dış etkenlerden tutun da “barış süreci”nde elde edilebilecek ya da elde edilemeyecek kazanımlar HDP’yi dolaysız etkiliyor, etkileyecek. Bunlara bir de İmralı ve Kandil etkenlerini ekleyin. HDP’nin niye zikzaklarla ilerlediği ve ilerleyeceği açıkça görülür.
Ancak bütün bu yakıcı konuları şunun şurasında üç aydan az kalmış 7 Haziran seçimlerinden sonra konuşmak, tartışmak çok daha sağlıklı ve doğru.
Barajı aşamayıp parlamentoda temsil edilmeyen Kürt siyasal hareketi ve tek başına hükümet kurabilecek, hele hele anayasayı değiştirebilecek bir güç haline gelecek AKP iktidarında Kürt sorununun gideceği yön ve açılabileceği sınırları başka; buna karşılık barajı aşmış, en az 55, en çok 70 milletvekili çıkarmış bir HDP’nin yer aldığı bir Meclis’te Kürt sorununa barışçıl çözüm arayışlarının gideceği yön, açılabileceği sınırlar çok başka olacak.
Daha kısa ve kestirme sorayım: 7 Haziran seçimleri AKP’yi bir kere daha tek başına iktidara taşıyan bir sonuç mu getirecek, yoksa tüyleri yolunmuş, kanadı kırılmış, burnu sürtülmüş bir AKP ile mi karşılaşacağız?
Evet, soru bu kadar yalın ve cevabı için sadece iki seçenek var:
Bir: Seçmen “Ben AKP iktidarının son bulduğu, en azından dilediği gibi egemen olamayacağı bir seçim sonucundan yanayım” diyecek ve oyunu HDP’ye verecek.
İki: Seçmen “Hayır, ben Kürt ağırlıklı bir partiye oy vermem” diyecek ve oyunu kendine yakın bulduğu bir partiye verecek ve böylece parlamento aritmetiği değişmeyecek ya da AKP’yi daha da güçlendirerek değişecek…

***

Meclis aritmetiğinin değişmesinden yana olanların önümüzdeki üç ay boyunca geceyi gündüze katarak, alt kattaki, üst kattaki, yandaki, arkadaki komşunun zilini çalmaktan çekinmeden, tembelliği suç sayacak bir yurttaş bilinci ile demokrasi mücadelesine girişmeleri gerekiyor. Hele hele son günlerde kamuoyu araştırma şirketlerinden sol gösterip sağ vuran ağızlara kadar geniş bir kesimin HDP’yi barajı zaten aşmış bir parti olarak gösterme çabalarının bir tuzak olduğunu iyi kavramak gerekiyor.
Düne kadar “HDP barajı aşamaz, bu da AKP’nin ekmeğine yağ sürer” vaazı verenler ağız değiştirdi ve “Tamam tamam!.. HDP barajı aştı bile” diyor ve “Dert etmeyin, yatın kulağınızın üstüne, uyuyun” öğüdüne kuvvet veriyor…
Bunun gözünüzden kaçmadığını sanıyorum.
Benim de kaçmıyor. Ama bu öğütler benim ayrıca midemi de bulandırıyor…

Aydın Engin – Cumhuriyet

Onarıcı tarıma ihtiyacımız var jeo-mühendisliğe değil

Charles Eisenstein‘ın The Guardian gazetesinde yayınlanan  ve Yeşil Gazete ekibinden Zeliha Yıldırım‘ın çevirdiği makalesini sunuyoruz

***

ABD Ulusal Araştırma Konseyi, güneşten yayılan radyasyonu azaltmak ve gezegeni soğutmak için önerilen ‘gezegenin etrafını sülfat aerosol tabakası ile çevirme’ teklifini onayladıktan sonra jeo-mühendislik tartışmaları yeniden canlandı.

1eb615b3-9c87-4724-b29f-8fb24679035a-2060x1236
Mevcut tarım sistemi onarıcı tarımın ekolojik faydalarını görmezden geliyor. Fotoğraf: blickwinkel/Alamy

Teklif, ozon tabakasının incelmesi, okyanus asitlenmesi ve tropik yağmurların azalması gibi olası olumsuz etkileri nedeniyle birçok açıdan eleştiriliyor. Ancak asıl problem jeo-mühendisliğin iklim değişikliğine yol açan ekonomik ve endüstriyel sisteme dokunmayan teknolojik bir ayarlama olmasıdır.

Jeo-mühendisliğin arkasındaki düşünce, onarıcı tarımın çerçevesini oluşturan ekolojik yaklaşım ile taban tabana zıttır. Az sayıdaki alternatif stratejilerin aksine onarıcı tarım, doğa ile olan ilişkimizde temelden bir değişikliği gerekli görür.

Onarıcı tarım toprağın onarılması ve süreç esnasında karbonun gömülmesi gibi bir dizi tekniği içerir. Örneğin, çok yıllık bitkiler ve tahıl atıkları ile toprağın üzerini örterek toğrağın korunmasının sağlanması, hayvanların doğal otlama örüntülerinin taklit edilmesi gibi. Ayrıca karbon gömülmesinin de ötesinde birçok ekolojik fayda sunar; toprak kaybının önlenmesi, toprağın minerallerce zenginleşmesi, yeraltı sularının korunması, tarım ilaçlarının zararlarının azaltılması ve suni gübrelerin sulara karışmasının engellenmesi gibi.

Ancak bu yöntemler artan nüfusu beslemeye yetmeyecek kadar yavaş, pahalı ve kullanışsız yöntemlerdir değil mi?

Hayır, değil.

Araştırmalar gösteriyor ki (örnek bilimsel araştırmalara buradan ve buradan ulaşabilirsiniz) onarıcı yöntemlerden elde edilen mahsül genellikle konvansiyonel yöntemleri geride bırakıyor. Benzer şekilde bu yöntemler, toprağı onarması ile birlikte yabancı otları ayıklarken nemin yok olmamasını sağlıyor. Aynı zamanda gübre ve tarım ilacı maliyetlerini ortadan kaldırarak ya da azaltarak çiftçilere daha yüksek kar da sağlıyor. Şimdiye kadar başka hiçbir model bu kadar yüksek oranda karbonu toprağa gömme kapasitesinde değildi (yıllık 2.5 ton/hektar). Bu oran tek başına ABD’nin şimdiki emisyonlarının dörtte birine tekabül ediyor.

Bu yöntemin potansiyel etkisi araştırmadan araştırmaya çeşitlilik gösteriyor. Ohio Devlet Üniversitesi’nden Rattan Lal’a göre çölleşmenin ve toprağın bozulmasının önlenmesi yıllık 3 milyar ton karbonun tutulması anlamına geliyor (ki bu da 11 milyar ton CO2’ye yani şimdiki emisyonların yaklaşık üçte birine tekabül eder). Rodale Enstitüsü’nün yaptığı başka bir araştırmaya göre onarıcı pratiklerin mevcut tarım alanlarına uygulanması emisyonların %40 oranında azaltılmasını ve tüm alanlarda uygulanması ise salımların %71’ni toprağa gömebilir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin raporuna göre ise tüm toprak bazlı karbondioksit, ormanlaştırma pratikleri hariç şu an ki emisyonların %10-15’ini toprağa gömebilir.

Doğa ile birlikte çalışma

Sadece ticari kaygılarla değerlendirildiğinde bile onarıcı tarımın daha iyi olduğu görülüyorken, neden onarıcı uygulamalar daha hızlı yayılmıyor? Yaygın cevap çiftçilerden geliyor ;”insanları değiştirmek  zaman alır”. Ancak onarıcı tarım için bundan daha fazlası var. Onarıcı tarım uygulamaları başka bir değişim daha gerektiriyor. Jeo-mühendislik ile karşılaştırıldığında onarıcı tarım, doğa ile ilişkimizde de bir paradigma değişikliği anlamına geliyor.

Öncelikle, onarıcı tarım doğaya hakim olmayı değil onu taklit etmeyi istiyor. ABD Tarım Departmanı(USDA) toprak sağlığı uzmanı Ray Archuleta’nın dediği gibi, “Doğayı kontrol eden, onu yöneten tarımdan uzaklaşmak istiyoruz. Onun yerine doğayı taklit eden tarım uygulamaları yapmalıyız.” Bunun aksine, jeo-mühendislik tüm gezegeni manipüle edilebilecek bir nesne olarak tanımlayarak uzun süreli hakimiyetin yollarını arıyor.

İkinci olarak, onarıcı tarım doğrusal düşünceden ayrılır, mekanik ve kimyasal yollarla değişkenleri değerlendirip kontrol etmekten uzaktır. Hayvanların ve bitkilerin karmaşık, simbiyotik, sağlam bir sistem oluşturduğu düşüncesi ile çok kültürlülüğü ve çeşitliliği baz alır. Diğer taraftan jeo-mühendislik doğrusal olmayan sisteme dışarıdan müdahelenin yol açacağı tahmin edilemeyen sonuçları dikkate almaz. Doğrusal düşünceyi baz alır. Örneğin atmosfer ısınıyorsa, soğutucu bir faktör koymak gerekir der. Ancak bu faktörün etkisini kim tahmin edebilir ki?

Üçüncü olarak onarıcı tarım derinlerde ekolojik sağlığın temelini toprak sağlığında arar. Düşük verimin ve toprak kaybının sorunun kökeni değil belirtileri olduğunu kabul eder.  Jeo-mühendislik ise belirtileri örneğin iklim değişikliğini sorun olarak kabul eder ancak nedenleri görmezden gelir.

Hızlı bir ayarlama mümkün değil

Jeo-mühendisliğin hızlı müdahalesinin aksine, onarıcı tarım derin kültürel değişimler olmadan uygulanamaz. Doğaya, mühendislik nesnesi olarak bakma tutumumuzdan vazgeçmeli, mütevazi bir ortak olarak bakmalıyız. Jeo-mühendislik merkezileşme ve küreselleşme mantığından beslenen küresel bir çözüm olsa da onarıcı tarım toprağın ve yeşilin onarılmasında yereli baz alır; orman orman ya da çiftlik çiftlik onarmayı hedefler. Onarıcı tarım, arazi şartları kendine özgü olduğu için her yerde uygulanabilen genel geçer çözümler sunmaz. Konvansiyonel uygulamaların aksine daha emek-yoğundur ve toprak ile direkt ve daha yakın ilişki kurulmasını gerektirir.

Sonuç olarak, iklim değişikliği doğa ile uzun soluklu ayrılışımızın yol açtığı hasarları sınırsız mühendislik ile çözeceğimize duyduğumuz inanç üzerine yeniden düşünme konusunda zorlu bir mücadele sunuyor. Bizi, doğa ve yaşam sevgisini, doğal yaşam içgüdülerimizi ve tüm yaşayanları koruma isteğini hatırlamaya çağırıyor.

Jeo-mühendislik, yıkıcı risklerinin ötesinde bu çağrıdan uzaklaşma, yaşanan yeni aşırılıkları kontrol etme ve aşırı tüketim ekonomisini bir kaç yıl daha sürdürme zihniyetini yayma girişimidir. Zaman toprağa, ağaçlara tutku ile bağlanarak yok olmalarını durdurma ve onarılmalarına hizmet etme zamanıdır. Tarım politikalarını ve uygulamalarını bu onarım ile uyumlu hale getirme zamanıdır.

 

Yazının İngilizce Orjinali

Yazar: Charles Eisenstein

Yeşil Gazete için çeviren: Zeliha Yıldırım

(Yeşil Gazete, The Guardian)

 

 

Fukuşima çok uzak değil – Arif Ali Cangı

Fukuşima nükleer felaketinin üstünden 4 yıl geçti. Binlerce kayıp verildi, yüzbinlerce insan evlerini barklarını terk etmek başka yerlere göçmek zorunda kaldı, çoğu çocuk binlerce insan tedavi edilemeyen hastalıklara yakalandı. Yayılan radyoaktif kirliliğin ölümcül etkisi artarak devam ediyor. Bu felaketle, nükleer santrallerin sebep olacağı kaza riskinin düşük bir ihtimal olmadığını, kaza halinde sebep olacağı tehlikenin önlenmesinin mümkün olmadığını bir kez daha gördük.

Fukuşima felaketi nükleer santrallerle ilgili “güvenilirlik” sözlerinin koca bir yalan olduğunu da gösterdi. Ama halen bu yalanı tekrar edenler var. Geçtiğimiz yıllarda Çernobil felaketinin yıldönümünde Türkiye’ye gelen Japon gazeteci Toshiya Morita, “bizim başbakan Fukuşima nükleer kazasının kontrol altına alındığı, nükleer sızıntının önlendiği ve sağlık tehlikesinin bulunmadığı yönünde yalanlar söylüyor, ona inanmayın” demişti. Bütün dünyada nükleer santrallerin kapatılması planları yapılırken bizim ülkenin yöneticilerini yaşananlar hiç etkilemedi, Akkuyu’da ve Sinop’ta nükleer santral yapma konusunda kararlı görünüyorlar,  üçüncüsünü de İğne Ada’ya yapacaklarmış. Sinop’taki santrali, felaketi yaşamış olan Japonya’nın yapacak olması tam bir akıl tutulması. AKP Hükümeti, Japonların açıkça “yalancı” ilan ettikleri Japonya Başbakanı’ndan aldığı “yalan”ları bize satıyor, buna bir de enerji ve kalkınma masalı ekliyor.

 Akdeniz Havzası için büyük tehdit Akkuyu NGS Projesi

Bu kadar acı deneyim ve yaşanmışlıklara rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti nükleer yatırımlarda ısrar ediyor. Bu ölümcül tehlikenin ilki Akkuyu’ya kurulmak isteniyor. Akkuyu Nükleer Güç Santralı (NGS) projesi Türkiye’nin nükleer macerası ile yaşıt. Yaklaşık 39-40 yıl önce yer seçimi yapılan Akkuyu Nükleer Santralı projesi için, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun kurulmasıyla 1980’li yıllarda uluslararası firmalardan teklifler alınmaya başlandı. 12 Eylül darbesinin lideri dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Kenan Evren “Türkiye’de üç ayrı tipte üç nükleer santralın kurulacağını” açıklamıştı. 1986 yılında yaşanan Çernobil felaketi  ile Türkiye’de  nükleer santrallerle ilgili çalışmalar askıya alındı. 1990’lı yıllarda ener­ji kri­zi­ yaşanmaması için mut­la­ka nük­le­er ener­ji­den ya­rar­la­nıl­ma­sı ge­rek­ti­ği­ yeniden dile getirilmeye başlandı 17 Ekim 1996’da  Akkuyu Nükleer Enerji Santrali için ihale açıldığı Resmi Gazetede ilan edildi. Kamuoyunda ciddi tartışmalar, davalar sonunda 2000 yılında  hükümet bu projenin sonuçlandırılmasına ve ülkede nükleer santral kurulmasından vazgeçtiğini açıkladı. 2000’li yıllarda AKP Hükümetleriyle Akkuyu Nükleer Santralı yeniden gündeme geldi, hatta inşaatına 2007 yılında başlanacağı, 2012 yılında santralin açılacağı açıklandı. 12 Mayıs 2010 tarihinde “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Akkuyu Sahası’nda Bir Nükleer Güç Santralinin (NGS) Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşma” imzalandı. 13 Aralık 2010 tarihinde yüzde 100 Rus sermayeli Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına tabi Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. adlı şirket kuruldu ve faaliyete başladı. Santral sahası 2011 yılında şirkete tahsis edildi, şirket  Kasım 2011’de Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na (EPDK) elektrik üretim lisansı, Aralık 2011’de de Çevre Bakanlığı’na Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) başvurusunu  yaptı. Çok tartışmalı olan ÇED süreci, 1 Aralık 2014’de Türkiye’ye gelen Rusya Devlet Başkanı Rusya Devlet Başkanı  Vladimir Putin’e hediye edilen ÇED olumlu kararı ile sonuçlandırıldı.

Yönetmelik değişikliği ile yasadışılık kılıfına uyduruldu;

Akkuyu NGS projesi  ÇED sürecinde, raporlar halktan gizlendi, yürürlükteki yönetmelikteki sürelere dahi uyulmadı. Örneğin, pek çok itirazlarla birlikte ikinci İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısı 24 Temmuz 2014 yapıldı. Bundan  3 ay sonra 24 Ekim 2014 günü Nihai ÇED Raporu duyurusu yapıldı. Oysa projeye için uygulanması gereken ÇED Yönetmeliğinin 13.maddesine göre  toplantıdan en geç beş iş günü içinde  nihai ÇED Raporu, taahhüt yazısı ve imza sirküleri  bakanlığa sunulması zorunlu, bu süre zarfında  belirtilen belgeler sunulmaz ise nihai Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporunun geçersiz sayılması gerekirdi.  Şimdi dava dosyasına gelen bilgilerden öğreniyoruz ki, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı  4 Ağustos 2014’de yönetmelikte olmayan 3 aylık ek süre tanımış. Bu keyfiliğe yasal kılıf arkadan geldi, 25 Kasım 2014’de ÇED yönetmeliği değiştirildi, Bakanlığa ek süre verme yetkisi tanındı, bununla da kalmadı, eski ve yeni yönetmelikler arasında hangisi proje lehine ise onun uygulanacağı kuralı da getirildi.

ÇED raporunda pek çok soruya yanıt verilmediğini, verilen pek çok bilginin de yanıltıcı olduğunu uzmanlar tarafından defalarca anlatıldı, uyarılar ve itirazlar yapıldı ama Nükleer tehlikeyi başımıza musallat etmekte kararlı olan siyasi irade bunların hiç birisini dinlemedi. Şimdi konu mahkeme önünde, sürecin işletilmesinin ve projenin kamu yararına olup olmadığının  hukuksal denetimi Mersin İdare mahkemesi tarafından yapılacak, ancak Akkuyu NGS, yalnızca İdare Mahkemesinin teknik ve hukuki denetimine bırakılabilecek türden değil. Çünkü projenin kendisi siyasi bir tercihin ürünü. .

Nükleer Santralımız Olmadan Nükleer Santral Atığımız Var;

Nükleer enerji santralleri patlamasalar bile ciddi riskler yaratıyor, en önemli sorun da atıklarının bertarafı. Bu atıkların zarar vermeden saklanmasının maliyeti çok yüksek olması nedenliyle atıkların güvenliği tam olarak sağlanamamaktadır. Buna en iyi örnek, henüz santralimiz yokken İzmir-Gaziemir/Karabağlar’da ortaya çıkan nükleer atıklar. İzmir’in merkez ilçelerinden Gaziemir ve Karabağlar sınırları içinde bulunan 1940’lı yıllardan 2010 yılına kadar faaliyeti süren kurşun fabrikası, 3 Aralık 2012 tarihli Radikal Gazetesi’ndeki Serkan Ocak imzalı ” İzmir’in Çernobil’i, İlk Nükleer Çöplük İzmir’de”  haberine kadar sadece kurşun atıklarıyla gündemdeydi. Haberde özetle; “…Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Tic A.Ş.ye ait Gaziemir’de kurulu bulunan kurşun üreten fabrika atıklarını arazisindeki toprağa gömdüğünün ortaya çıktığı,toprak altındaki atıklar zehir kusmaya başladığı, Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK)’nun alandaki ilk radyasyon tespitini 2007 yılında yaptığını, raporlara göre, radyasyonun fabrikanın nükleer santrallerde kullanılan nükleer çubukların eritilmesiyle oluştuğu, bu maddelerin Türkiye’ye yasal girişinin olmadığı, raporların  Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Gaziemir Kaymakamlığı, Gaziemir Belediyesi’ne bildirildiği..” anlatılmaktaydı. Haberin devamında “…ilk olarak 3 Nisan 2007’de TAEK tarafından fabrikada radyasyonlu cüruf (atık) gömülü alan tespit edildiği,  17 Haziran 2008’de Çevre ve Orman Müdürlüğü bir depoda 200 ton atık tespit ettiği, atıkların bertaraf edilmek üzere gönderilmesinin istendiği, denetçilerin Temmuz 2008’de tekrar fabrikaya gittiğinde 180 ton tehlikeli atık daha bulduğu…” belirtilmekteydi.

Haberin yayınlanması üzerine, henüz bir ay önce kurulan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olayla ilgili İzmir Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu ve zaman zaman yerinde ölçümler yaparak konuyu gündemde tutmaya çalıştı.  Daha sonra mahalle halkının da katıldığı başvurular üzerine şirket yetkilileri hakkında “çevreyi kasten kirletmek” suçundan dava açıldı. İzmir 3.Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2013/321 Esas sayılı dava dosyası ile süren yargılamada İzmir’de yaşayan yurttaşlar  ve  EGEÇEP Derneği müdahil oldu. İzmir Valiliği, Büyükşehir Belediyesi ve TAEK’te görev yapan kamu görevlileri hakkındaki soruşturmalar halen devam ediyor.

Gaziemir’deki kirlilikle ilgili ortada duran en önemli soru; yalnızca nükleer santrallerden çıkan bu atıklar hangi yollarla, nasıl gelmiştir?  İlk akla gelen “yasadışı nükleer atık ticareti” yoluyla gelmiş olmasıdır.

Dava dosyasına Türkiye Atom Enerjisi Kurumu TAEK’in gönderdiği bilgi notuna göre; “son yıllarda çeşitli ülkelerde hurda metalin yeniden çevrimi sırasında radyoaktif kaynakların da ‘kaza ile’ yüksek fırınlara gönderilmesi, özellikle demir ve çelikte radyoaktif bulaşmaya yol açan sayısı gittikçe artan olayların meydana gelmesine neden olmuştur. Bureau of Internation Recycling (BIR) verilerine göre 1983-2009 yılları arasında 26 ülkede 113’ten fazla radyoaktif kaynak ergitme olayı meydana gelmiştir”. Bunun anlamı şudur; yasadışı uluslararası nükleer atık ticareti bütün dünya için, insanlık için yaşamsal bir tehdit olarak önümüzde duruyor, nükleer santraller var olduğu sürece patlamasalar da bu tehlikeyi hep yaşayacağız.

Geçtiğimiz ay Aliağa’ya sökülmek için gelen Kuito adlı rafineri özelliği olan petrol tankerinin radyasyon ve tehlikeli atık içerdiğine dair ciddi iddialara rağmen kıyıya yanaşmasına ve sökümüne izin verilmesi, atıklar konusunda ülkemizin ne kadar güvensiz olduğunu bir kez daha gösterdi.

Bu gerçekler karşısında nükleer santral kurma için ısrar etmenin anlamı, bile bile insanların ve diğer canlıların yaşamını tehlikeye atmaktır. Henüz santral kurulmadan atıklarıyla uğraşıyorken, bir de nükleer santral kurulursa halimiz nice olur?

Sözün özü; Fukuşima çok uzakta değil, bugün Akkuyu’da, bu akıl tutulması ve ölümcül hırsa engel olunmazsa, yarın Sinop’ta, İğne Ada’da, belki daha başka yerlerde olacak.  Kirlilik sınır tanımaz, Akkuyu NGS projesi sadece Türkiye için değil, tüm Akdeniz Havzası için, dünya için büyük bir tehdit.  Bu tehdide uluslararası dayanışma ve işbirliği ile karşı koymaktan başka çıkar yolumuz yok. Yaşamı savunma mücadelesini örgütlemek ve büyütmek boynumuzun borcu olsa gerek.  Diğer yandan siyasal tercih de son derece önemli, 7 Haziran 2015’de yapılacak seçimlerde aynı zamanda nükleer tehlike oylanacak, yeni yaşam siyasetinin kazanması, nükleer tehlikeden kurtulmanın, yaşamın korunmasının yolunu açacak.

Arif Ali Cangı

Nükleer santral çözüm değil ölüm getiriyor – Pelin Cengiz

Bugün, insanlık tarihinin yaşadığı en büyük nükleer felaketlerden biri olan Fukushima’nın yıldönümü. Bundan tam dört yıl önce 11 Mart günü Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrası Fukushima’daki nükleer santraller ciddi şekilde zarar gördü, santralde art arda patlamalar oldu, soğutma sisteminin arızalanmasıyla reaktörlerin soğutma işlemi günlerce sürdü.

Soğutma çalışmaları için kullanılan binlerce ton su denize döküldü, halen günde 300-400 ton civarında radyoaktif su denize bırakılıyor.

Kazanın ardından ciddi miktarda radyoaktif madde toprağa, havaya, suya karıştı. ABD’nin California açıklarında Fukushima kazasından kaynaklı nükleer sızıntı tespit edildi, radyasyon bulutları Avrupa’ya ulaştı.

Fukushima yakınlarında yakalanan balıklarda yapılan incelemelerde güvenli seviyenin 258 katı kadar radyasyon tespit edildi.

Radyoaktif sızıntının yayıldığı bölgede yaşayan 140 bin civarında insan, bir daha dönmemek üzere evlerini, yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kaldı, kendi ülkelerinde mülteci oldu.

Fukushima öncesi çocuklarda tiroit kanseri vakası milyonda bir görülürken, şu anda tiroit kanseri teşhisi konmuş 100 çocuk var, tahminler gelecek yıllarda hem çocuklarda hem de yetişkinlerde kanser vakalarının çoğalacağı yönünde.

Felaketin 4. yılında nükleer kâbus sona ermiş değil, kazanın ardından Japonya nükleer santralde devam eden sorunlarla ne teknolojik olarak ne de siyasi olarak baş edebiliyor. Kazada zarar gören nükleer reaktörlere ait parçalar hâlâ havuzlarda soğutulmaya çalışılıyor, radyoaktif kirliliğe sebep olan tonlarca su tanklarda tutuluyor. En büyük risklerden biri, bu suyun depolanması ve depolanmış hâldeki bu suyun sızdırmadan muhafaza edilmesiydi.

Nitekim, birkaç hafta önce ortaya çıktı ki, Fukushima nükleer santralinin işletmecisi TEPCO devam eden soruşturma çerçevesinde 10 aydır yaşanan radyoaktif sızıntıyı saklıyormuş. Japonya’da yaşanan bu felaket sonrasında, hükümet kazanın soruşturulması için uzmanlardan oluşan bir komisyon kurdu. Komisyon, raporda kazanın, hükümetle santralin işletmecisi TEPCO arasındaki ihtilafların sonucu olarak gerçekleştiğini tespit etmiş, yaşananları “insan eliyle yaratılmış bir felaket” olarak nitelendirmişti.

Durum, doğaya, yaşam alanlarına, insana verilen geri dönüşü olmayan, bu tarifsiz zararları, kâr hırsı için sergilenen bu hoyratlığı gelecekte de çokça konuşacağımızı gösteriyor.

İstediğiniz kadar ileri ve güvenilir teknolojiyle nükleer santral inşa ettiğinizi iddia edin, nükleer enerjinin kaza riski hiçbir koşulda sıfırlanamıyor, kazaların büyük bölümü insan hatasından ve hesaplanamamış nedenlerle gerçekleşiyor.

İşletme güvenliğini bile tam olarak sağlayamadığınız bu santrallerin radyoaktif atıklarının bertaraf edilmesine yönelik henüz ne bir nihai çözüm ne de bir teknoloji mevcut.

Dünyanın en büyük üç nükleer kazasının yaşandığı Three Mile Island’da, Çernobil’de, Fukushima’da olup bitenle ilgili bildikleriniz, size anlatılanlarla sınırlı. Sadece aralıkta Ukrayna’da ve Belçika’da kazalar meydana geldi, bilgilendirmeler son derece sınırlı kaldı, açıklamalar yalanlamalar ya da bir şeyleri saklama üzerine kuruluydu.

Nükleer enerjiye sahip ülkelerin, santrallerin kazalar, nükleer atıklar, insana ve doğaya verdiği zararlar konusunda mümkün olduğunca işleri gizli yürütmesi bu alanın savunulacak bir yanının kalmamasından…

Nükleer santrallerin çözüm değil ölüm getirdiğini sonuna kadar savunmak gerekiyor. Bunun bir demokrasi meselesi olduğunu, aynı zamanda nasıl bir dünya tahayyül ettiğimizin meselesi olduğunu anlatmak ve nükleer sevdalılarına karşı yeni bir dil yaratmak gerekiyor. Nükleer meselesiyle ilgili kamuoyunun daha fazla şeffaflık, daha fazla denetim, daha fazla hesap verilebilirlik talebi ne kadar fazla olursa nükleere teşne hükümetler de o kadar köşeye sıkışacak.

Artık nükleeri enerji kaynaklarını çeşitlendirme ya da enerji açığına çözüm olarak sunanlara karşı yaşam hakkı üzerinden konuşmaya davet etmenin zamanı geldi de geçiyor.

Pelin Cengiz – Taraf

95 yaşında kırılan 200 metre rekoru

0

50 yaş üstü grubunda düzenlenen atletizm şampiyonasında 200 metreyi 55 saniyede koşan 95 yaşındaki emekli İngiliz doktor dünya rekoru kırdı. Doktor Charles Eugster, önceki rekoru 2 saniye geliştirdi.

49.95 yaşında dünya rekoru

50 yaş üstü grubunda salon atletizm yarışmalarının yapıldığı Silver Grey Sports Club’da piste çıkan Eugster, pazar günü 200 metre yarışında koştu. Emekli doktor, koşuyu 55.38 saniyelik sürede tamamlayarak kendi yaş grubunda rekor kırdı. Yarışmanın ardından Facebook sayfasından bir açıklama yapan Eugstar, “Bulutların üzerinde gibi hissediyorum. Bunu başarmam için yardım eden herkese teşekkür ederim” mesajını. Eugstar 10 yıldır düzenli olarak spor yaptığını da ekledi.

http://youtu.be/qB9aTP4bFf0

Doktorun koşusunun videosu Youtube’a da yüklenirken, görüntüleri izleyenler doktorun spor yapmak isteyenlere büyük bir ilham kaynağı olduğu yorumunu yaptı.

(Al Jazeera, Facebook, Youtube)

Japonya’da nükleer karşıtı protesto

Japonya’da onbinlerce çevreci hükümetin nükleer reaktörleri yeniden faaliyete geçirme konusundaki planlarını protesto etti.

48.japonya,nükleer karşıtı miting

Parlamento binası önünde toplanan kalabalık, atom santrallerinin tamamen kapatılmasını istedi.

Dört yıl önce meydana gelen deprem ve Tsunami ülkede büyük bir nükleer felakete yol açmıştı.

(Euronews)

Sinop Nükleer Karşıtı Platform’dan meclise,”Nükleer Anlaşmasını İmzalamayın” mektubu

Sinop Nükleer Karşıtı Platform, meclisteki milletvekillerine mektup göndererek Japonya ile imzalanması planlanan Sinop nükleer santrali ev sahibi anlaşmasının reddi yönünde oy kullanmalarını talep etti.

Fotoğraf: Volkan Atılgan
Fotoğraf: Volkan Atılgan

Sinop Nükleer Karşıtı Platform, tüm parti ve milletvekillerine yolladığı mektupta, nükleer enerjinin vazgeçilmez olmadığını belirterek yenilenebilir enerji kaynakları açısından Türkiye’nin zengin olduğu ifade edildi.

Sinop’ta halkın yüzde 80’inin nükleer santral istemediği belirtilen açıklamada, tüm dünyanın bu enerjiden vazgeçtiğine dikkat çekildi.

Açıklamada, Three Miles Island, Çernobil ve Fukuşima kazaları hatırlatılarak nükleer enerjinin çok riskli bir enerji olduğu ifade edildi.

(Bianet)

Fukuşima’nın 4. Yılında Nükleerden Vazgeçmek İçin Hâlâ Geç Değil!

Fukuşima’da depremin ardından gelen tsunaminin etkisiyle patlayan nükleer santral aradan geçen dört seneye rağmen radyasyon yaymaya devm etmeye devm ediyor. Bu nükleer patlamanın etkileri konusunda çaresiz kalan Japonların şimdi de Sinop’ta santral kurmak üzere AKP hükümetiyle anlaşması Türkiye’de endişeleri daha da artırıyor. Fukuşima kazasının 4 yıldönümünde bir açıklama yayınlayan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi nükleerden vaz geçmek için geç olmadığını söylüyor.

YSGPYSGP eşsözcüleri Sevil Turan ve naci Sönmez imzasıyla yayınlanan açıklama şöyle:

Fukuşima’nın 4. Yılında Nükleerden Vazgeçmek İçin Hâlâ Geç Değil!

Japonya gibi teknolojinin ve nitelikli insan emeğinin en üst düzeyde geliştiği bir ülkede kurulan nükleer santral 11 Mart 2011 günü patladı. Yol açtığı sonuçlar hâlâ yaşanmaktayken insan ve doğa üzerindeki tahribatın kaç yıl süreceği bilinmiyor.

Fukuşima’da binlerce insan öldü,120 binden fazla insan yaşadıkları bölgeleri terk ederek, başka şehirlere göç ettiler. Nükleer felaket sonucu ortaya çıkan radyoaktif maddeler havaya, sulara karıştı ve karışmaya da devam ediyor. Sonuçlarının önümüzdeki yıllarda da çıkmaya devam edeceği kesin olan bu felaket sonrası binlerce insan-çocuk kanser oldu ve önümüzdeki yıllarda da olmaya devam edecek.

Fukuşima felaketini takiben 8-15 Mart arası hafta nükleer felakete ayrılmış bulunuyor. Tüm dünyada ve özellikle Japonya’da bu konuda farkındalık yaratmak için bir dolu etkinlik yapılacak.

İlki 2009 yılında Bahreyn’de Birleşmiş Milletler tarafından yapılmış olan Afet Risklerinin Azaltılması konularının işlendiği Dünya Risk Konferansı’nın üçüncüsü. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-ki Moon 4 Mart 2015’teki konuşmasında, “Dünyadaki büyüyen eşitsizlik, artan doğal afetler, aşırı şehirleşme, enerjinin ve doğal kaynakların ölçüsüz tüketimi dünyayı üstesinden gelemeyeceği risklerle sistematik küresel etkilere maruz bırakmaktadır” diyerek iyileşmenin sağlanabilmesi için felaketin sonuçlarından hep birlikte dersler çıkarılması gerektiğini ifade etmiş, konferansın 14-18 Mart’ta Fukuşima anma etkinlikleri haftasında Japonya Sendai’de gerçekleştirileceğine dikkat çekmişti. Hükümet yetkililerinin, parlamenterlerin, sivil toplum örgütlerinin, risk azaltımıyla ilgili çeşitli platformlardan binlerce katılımcının yer alacağı bu konferans çerçevesinde dünyadaki nükleer planlarının ve mevcut durumun da bir değerlendirmesinin yapılacak olması ayrıca önem taşıyor.

Ülkemizde nükleer santrallerin yapılmasına dair son yıllarda artan eğilim ve çabalar, yapılan anlaşmalar konusunda hükümeti bir kez daha uyarıyoruz; nükleer felaketi sadece ortaya çıktığı anda değil takip eden yıllar boyunca da kestirilemez biçimde doğayı ve yaşayan tüm canlıları nesiller boyunca etkileyecek ve yok edecek sonuçlara yol açacaktır. Yapıldığı anda ortaya çıkan tahribatlar bir yana, önlenemeyecek felaketler için de güçlü bir risk taşıyan nükleer santral fikrinden vazgeçmek için henüz geç değildir.

Fukuşima’daki nükleer patlamanın etkilerini yönetirken aciz kalan ve iflas tehlikesi yaşayan Japonya’ya, yeni bir şans vererek adeta can simidi atan AKP Hükümeti, bölge insanlarını ve doğasını umursamadığını göstermiştir.. Dünyanın en kirli enerjisi için yapılan bu anlaşma kirli bir takım ilişkileri de akla getirmektedir.

Türkiye’nin nükleer enerjiden üretilecek elektriğe ihtiyacı yoktur. Devletin kendi kurumu TÜİK’in istatistiklerine göre iddia edildiği gibi enerji açığı değil, tersine enerji fazlası vardır. Kimsenin gerçekleşebileceğine inanmadığı 25 bin dolarlık kişi başına gelir hedefine yönelik enerji projeksiyonlarının aşağıya revize edilmesi ve santral inşaatlarının yeniden planlanması gerekmektedir.

Geleceğimizi, çocuklarımızı, yaşadığımız doğayı, havayı suyu geri dönülmez bir şekilde radyasyona maruz bırakmamak için bir an önce yapılmış yapılacak nükleer projelerin iptal edilmesini bekliyoruz.
Sevil Turan – Naci Sönmez
Eş Sözcüler
10.03.2015