Ana Sayfa Blog Sayfa 3598

Sivil Toplum, G20 ülkelerine seslendi, “Fosil Yakıt Teşviklerine Son Ver!”

Boğaziçi Üniversitesi’nde 15 – 16 Eylül tarihlerinde 52 farklı ülkeden 500 sivil toplum kuruluşunun katılımı ile gerçekleştirilen C20 (Civil 20 – Sivil Toplum 20) zirvesinin son gününde G20 üyesi ülkelere yönelik fosil yakıt teşviklerini ortadan kaldırma çağrısı niteliğinde bir bildirge yayınlandı ve Aralık 2014’den bu yana G20 dönem başkanlığını yürüten Türkiye’nin Başbakan Yardımcısı Cevdet Yılmaz’a teslim edildi.

5

Türkiye’de de İklim İçin Kampanyası, bu bildirgeye hitaben bir bülten hazırladı. “G20, İklim İçin Harekete Geç: Fosil Yakıt Teşviklerine Son Ver!” başlıklı bültende G20 üyelerine İklim değişikliğine neden olan sera gazı salımlarının yüzde sekseninden sorumlu oldukları anımsatılrarak fosil yakıt teşviklerine son verilmesi çağrısında bulunuluyor.

Bültenin tam metni şu şekilde,

G20, İklim İçin Harekete Geç: Fosil Yakıt Teşviklerine Son Ver!

G20 üyelerinin “liderleri”, şimdiye kadar sebep oldukları sosyal, ekonomik ve ekolojik krizlere bir yenisini daha eklediler: İklim krizi.  İklim değişikliğine neden olan sera gazı salımlarının yüzde sekseninden sorumlu olan G20 üyelerini yöneten hükümetler, halen fosil yakıt teşviklerine devam ederek, iklim krizini derinleştiriyorlar. Kamu bütçesinden fosil yakıt şirketlerine aktarılan bu teşvikler yüzünden,  yeryüzü dört bir yanda iklim değişikliğine bağlı sorunlarla, felaketlerle yüz yüze.

3

Daha fazla kömür ve petrol yakılmasına sebep olan bu fosil yakıt teşvikleri,bir yandan da kamuda yapılması gereken diğer sosyal ve ekonomik önceliklerin kaynaklarını tüketerek, sosyal haklarımızı da elimizden alıyor.

G20 üyesi ülkelerden 500 sivil toplum kuruluşunun bir araya geldiği C20 (Sivil 20) Zirvesi de fosil yakıt teşviklerini ne kadar önemli bir tehdit olduğuna dikkat çekti. Zirve sonunda Başbakan Yrd. Cevdet Yılmaz’a teslim edilen bildirgede, G20 Liderlerinde “2020 yılına kadar fosil yakıt teşviklerini terk etmek için hemen harekete geç”  çağrısında bulunuldu. Fosil yakıt yatırımlarından vazgeçmek aslında uzun süre önce G20’nin verdiği ancak asla uygulamadığı bir sözdü.

Verdiklerı sözü uygulamak yerine G20 üyeleri IMF tarafından yapılan hesaplamaya göre, 2015 yılında toplam 4.6 Trilyon USD’yi fosil yakıt teşviki olarak dağıttı. Bu miktar aynı zamanda GSYİH’nin %6.3’üne denk geliyor. G20 Zirvesi’ne başkanlık edecek olan Türkiye ise IMF’ye göre GSYİH’nin yüzde %4.5’ni fosil yakıt teşviki olarak harcıyor.

4

G20 « liderleri », bütün bu ağır krizleri görmezden gelmeye devam ediyorlar. Bize, halklara sormadan, bizim geleceğimize dair, kendi çıkarları doğrultusunda fosil yakıtları desteklemeye devam ediyorlar. Yoksulların, işçilerin, çiftçilerin, kadınların, çocukların, gençlerin, LGBTİ’lerin, Pasifik adalarında yaşayanların, yerli halkların, göçmenlerin ve toplumun en kırılgan kesimlerinin hayatlarını yok sayıyorlar.

Artık bir dönüm noktasındayız: Ya kömür gibi kirli kaynaklara bağımlı kalınmaya ve fosil teşvikleri verilmeye devam edilecek ya da hep birlikte mücadele ederek, geleceği kuracağız.

Biz kadınlar, gençler, çocuklar, LGBTi’ler, meslek grupları, sivil toplum örgütleri, sendikalar, sivil toplum örgütleri, sosyal ve siyasi hareketler, sanatçılar, basın emekçileri, akademisyenler, aktivistler, çevre direnişçileri, hep birlikte 12-13 Kasım 2015’de Boğaziçi Üniversitesi’nde yapacağımız İklim Forumu’nda iklim değişikliğinin yaşam alanlarımıza, geleceğimize, bizlere olan etkisini; iklim değişikliğinin neden olduğu sosyal ve ekonomik sorunları, çözümleri ve yaşam hakkımızı hep birlikte tartışacağız ve ortak taleplerimizi oluşturacağız.

İklim Forumu’ndan yükselen sesi G20’ye duyurmak için, biz canlıların ve bu gezegende bizden sonra nesiller boyu devam edecek hayatın adil yaşam hakkını savunmak için 14 Kasım 2015’de yapacağımız büyük iklim yürüyüşü için  de sokaklarda olacağız.

Gelin siz de aramıza katılın. G20’den büyük olduğumuzu, sözlerimizi, geleceği istediğimizi gelin birlikte haykıralım. 

 “G20 Fosil Yakıt Teşviklerine Son Ver!” diyelim.

İklim İçin Sekreteryası”

 

(Yeşil Gazete)

 

‘PKK, AKP’nin şiddet teklifini kabul etti’ – Ferdan Ergut

PKK’nin devlet şiddetine karşı şiddet kullanma kararı verdiği günlerde şunların olacağı belliydi:

i) anında “milli mutabakat” denen heyula kurulacak;
ii) ana akım medya sağduyulu seslere kendini kapatacak ve dahası
iii) bir süre sonra iktidarın şiddetine yönelik eleştiri de sönükleşmeye başlayacaktı.

2

İlk ikisi gerçekleşti. HDP haricindeki bütün muhalefet partileri milli mutabakat rejiminin arkasına dizildiler; savaş tezkeresine hep birlikte onay verdiler. Şirin Payzın CNN Türk ekranından HDP’lileri programlara çıkartamadıklarını itiraf etti. Aslında hizaya girip, Kürt Sorununda gayet muhafazakâr yayınlar yapmaya başlayan Doğan Grubu bile linç güruhunun öfkesinden kurtulamadı.

Ve ilk ikisinin gerçekleştiği bir ortamda üçüncüyü diri tutmak hepimiz için hem çok gerekli; ama hem de çok zor artık. Zor; zira iktidarın şiddetini bütün bir toplumun önünde eleştirmek için kullanabileceğimiz kanallar yavaş yavaş kapanıyor ve sonuçta sadece kendi modern gettolarımızda (twiter, facebook v.s.) bizim gibi düşünenlerle konuşmaya başlıyoruz. Gettolarda konuşmak (ya da gettoya konuşmak) -her ne kadar konuşanı rahatlatsa da- geniş toplum kesimlerinin duygularından uzaklaştırabilir bizi. Derinlerde biriken öfkenin nereye yöneldiğini/yöneleceğini henüz bilmiyoruz. Bir süredir biz bize konuşmaya başladığımız için bu tepkinin iktidara yöneleceğine dair bir beklentimiz oluştu; ama bu beklentinin gerçekçi olup olmadığından emin değilim.

Temel meselemiz, yazının başında söylediğim üçüncü maddedir: Yaşadığımız şiddetin temel müsebbibinin AKP’nin iktidar stratejisi olduğunu anlatabilmek… Dikkat: Bunun böyle olduğunu bilmek değil¸ anlatabilmek … Aslında şiddete yol açan olguların nasıl dizildiğini biliyoruz: Önce Suruç katliamı, sonra iki polisin infazı ve hemen sonrasında –“çözüm süreci” boyunca buna benzer PKK eylemlerine gösterilmemiş bir tepkiyle – Kandil’e bomba yağdırılması… Ve daha da sonrasında  –AKP’nin doğru tahmin ettiği üzere- PKK’nin bu bombalamaya verdiği “yanıtlarla” bugüne kadar gelen şiddet sarmalı…

Olgular böyle; lakin olgu kadar önemli olan –belki ondan bile önemli olan- algıdır. Özellikle siyasetle uğraşanların sorması gereken soru, bu olgular silsilesinin toplum tarafından nasıl algılandığı olsa gerek. Bu soruya bir soru daha ekleyelim: Şiddete dair olgular bir noktada bitseydi, yani iki polisin infazına karşılık olarak devlet kandili bombaladığında başka bir şiddet olgusu buna eklenmeseydi, AKP’nin iktidarını sürdürebilmek için şiddete dayalı bir politika izlemek zorunda olduğunu topluma anlatmamız, şu anda anlatmamızdan daha mı kolay olurdu? Başka bir deyişle, Kürt Sorununun 100 yılı aşkın tarihsel köklerinden habersiz, kendini Kürtlerle eşit görmeyi hala başaramamış, aldığı “milli eğitim” nedeniyle (tam da bu nedenle!) ciddi bir idrak sorunu yaşayan milyonlar varken ve tam da bu insanlarda “acaba hakikat farklı mı” soruları uyanmaya başlamışken; aldığı yüzde 13 oy ve 80 milletvekiliyle HDP, müesses nizamda Türkiye tarihinde eşi görülmemiş bir çatlak yaratma potansiyeline ulaşmışken, yani sivil siyasetin önü –bütün zorluklarına rağmen- hiç olmadığı kadar açılmışken AKP iktidarının birden bire başlattığı şiddet siyasetini topluma gösterebilme imkânı geldiğimiz noktaya göre daha mı genişti? Her iki –retorik- soruya benim yanıtım: Evet.

Şu anda daha zor durumdayız. AKP’yi kendi yarattığı şiddetle başbaşa bırakmak ve o şiddetle mücadeleyi sivil inisiyatiflerle toplumda ve HDP ile de siyaset alanında sürdürmenin bütün imkânları varken, PKK, AKP’nin davetini kabul etti. Bu kabul, bir dizi yeni sorun doğurdu. Birinci sorun, bizatihi HDP’ye ilişkin… HDP’nin “Türkiyelileşme” meselesi zaten çetrefil bir meseleydi; şimdi daha da zorlaştı. Kürt halkının bir bölümünde –anlaşılabilir- bir tepki vardı bu kavrama. (Ben de kavramın sorunlu olduğunu düşünüyorum doğrusu; ama yine de murat edileni bir şekilde karşıladığını düşündüğüm için kullanıyorum)

Henüz Kürtlerin eşitlik sorunu çözülmemişken HDP’nin Türkiyelileşme ekseninde siyaset yapmasından duyulan endişeye dair söyleyebileceklerim sınırlı; zira haklı olma ihtimali var. Yine de ben böyle düşünmüyorum. HDP’yi kuranların da böyle düşünmediklerini sanıyorum. HDP’nin politik zemini –benim görebildiğim kadarıyla- Kürt sorunu ile diğer demokrasi sorunlarımız arasında bir hiyerarşi kurmayan, tam tersine artık Kürt sorununun çözümü yönünde daha fazla ilerleyeceksek bunun ancak genel ve topyekun bir demokratikleşme projesi ile mümkün olacağı kabulüne dayalıdır. “Kürt Sorunu çözülmeden HDP Türkiyelileşemez” demek, bütün projeyi berhava eder.

Burada bir parantez açmak gerekli olabilir: Kürtlerin bir bölümünün “Türkiyelileşme”ye dönük itirazı daha programatik. Ortadoğu’nun mevcut halinin sunduğu imkânlara rağmen HDP’nin “Kürdistani bir siyasetten” uzaklaştığını düşünüyorlar. Bu eleştiri ise, bir öncekinden daha da haklı olabilir. Kendi payıma ben de en başından beri Kürt hareketinin bugüne kadar yarattığı en başarılı siyasal parti olan BDP’nin doldurduğu yerin HDP tarafından doldurulabileceğine dair kuşku besledim. Lakin olan oldu: Bir kez Kürt Hareketi HDP kararını verdikten sonra kendi üzerine yeni bir kısıt – ama iyi kullanılırsa bir imkân!- koymuş oldu. Bundan sonra “Kürdistani siyasetin” –HDP bu haliyle kaldığı müddetçe- HDP içinde diğer her şeyi belirleyecek mutlak bir önceliğinin olması mümkün değil. HDP’nin yapabileceği, bu siyasetin Türkiye siyasetiyle bir çelişki oluşturmadığını topluma anlatabilmekte, gösterebilmekte. Gerisi, diğer Kürt örgütlerinin yapacağı bir iş…

Sözün özü şu ki, şiddet sarmalı, dolaylı yoldan Türkiyelileşme projesinde bir kesinti yarattı. Devlet olanca ceberrutluğu ile Kürtlere saldırırken, Türkiye’nin her yerinde Kürt yurttaşların can güvenliği tehdit altındayken HDP’nin bütün enerjisini bölgeye ve tekrar hassaten Kürt Sorununa yöneltmesinden daha doğal bir şey olamazdı.

HDP’nin iradesi, Türkiye’nin genel demokratikleşme sorunlarına topyekûn (ama çoğulcu) bir yanıt vermek yönünde olduğu sürece bu “kesintinin” arızi olduğunu, normalleşmeyle birlikte tekrar kuruluş döneminin siyaset zeminine dönüleceğinden eminim. Dolayısıyla şiddet sarmalının HDP’ye etkisinin sınırlı olacağını düşünüyorum. Henüz kendini kurma aşamasındaki sivil ve demokratik bir siyaset zemininin, erken bir aşamada artık geçmişte kaldığını umut ettiğimiz şiddet meselesine dönmesi ve onunla başa çıkmak zorunda kalması bir sorundur elbette. Ama anlaşılabilecek –daha önemlisi anlatılabilecek- bir sorundur. HDP’ye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var ve HDP’yi savunmaya devam etmemiz gerekiyor.

Şiddet sarmalının muhalefet için yarattığı ikinci sonuç daha ağır ama… Bu ortam, esas olarak iktidarın şiddetini perdelemesine, hatta onu meşrulaştırmasına imkân veriyor. Oysa esas meselemiz tam da şiddetin gerçek kaynağına dair bir tartışma yürütmek. Milli mutabakatın kurulduğu ve alternatif hikâyelerin kamusal alanda gittikçe daha az görünür olduğu bir ortamda, şiddet devam ettikçe bunu gerçekleştirmemiz de zorlaşıyor, daha da zorlaşacak. Alternatif söze imkân kılan mecralar, ana akımın yanında çok cılız. AKP’nin hegemonyasına karşı mücadele yürütürken, sözümüzü toplumun geniş kesimlerine kurmak, o kesimlerde bir dönüşümü gerçekleştirmeye odaklanmak –ve dolayısıyla sözü de o bağlamı göz önüne alarak kurmak- gerekirken yukarıda sözünü ettiğim gettolara sıkışmayla birlikte buralarda kendi ürettiğimiz sözlerin toplumsal etkisi yerine o sözlerin radikalliğinden büyülenme riski de ortaya çıkmaya başladı!

Olgu ve algı arasındaki farka değinmiştim. Olguların kronolojisi de, son tahlilde kimin haklı olduğu da bir noktadan sonra algı duvarına çarptığında anlamlarını yitirebilir. İçinde yaşadığımız şiddeti doğuran -ve bu yazıyı okuyanların çok iyi bildiği- olguların kronolojisini yukarda verdim. Ama sorun şu ki bu kronolojiyi sunmanın ve onun üzerinden bir analiz yapmanın zemini iki nedenle daraldı: ana akım medya kapandı ve dahası, bunca ölümün yaşandığı, bunca acının ve öfkenin biriktiği bir ortamda kronoloji artık kimsenin umurunda da olmayabilir.

Buraya kadar söylenenler pek iç açıcı değil elbette. Öte yandan, koşullar zor diye demokratik bir muhalefetin sözünü esirgemesi beklenemez. Yaşadığımız şiddetin esas olarak iktidarın bir tercihi olduğunu söylemeye ve HDP’yi savunmaya devam edeceğiz. Lakin geldiğimiz nokta itibariyle her iki alanda da üreteceğimiz sözler mutlak surette bir PKK eleştirisini de içerecek sözler olmalıdır artık. Bu eleştiriyi içermeyen bir HDP savunusunun toplumun geniş kesimlerinde bir karşılığı olacağını sanmıyorum. Dahası, bu eleştiri yükünü de Selahattin Demirtaş’ın sırtından almak ya da o yükü paylaşmak gerekiyor. Naçizane bu yazı da gayrı-Kürt bir HDP bileşeni olarak o nedenle yazıldı.

Bu yazı t24.com.tr/ den alınmıştır

1

 

Ferdan Ergut

Şili’de 8.3’lük deprem ve ardından tsunami alarmı

Latin Amerika ülkesi Şili 8.3 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Dün akşam (16 Eylül Çarşamba) yerel saatle 20.30 sularında meydana gelen şiddetli sarsıntı bölge ülkeleri Peru ve Ekvador’da da hissedildi.

50

İlk belirlemelere göre en az 10 kişinin öldüğü depremin hemen ardından Pasifik’te Şili, Peru ve Hawaii kıyıları için tsunami alarmı verildi.

Saatler gece 02.30’a geldiğinde dev dalgalar, Şili’nin kuzeybatısına vurmaya başladı. Sahil şeridindeki cadde ve sokakları su bastı.

Depremin merkez üssünün başkent Santiago’ya 120 km mesafedeki Valparaiso yakınları ve yerin 25 km derinliğinde olduğu açıklandı.

Şili Devlet Başkanı Michele Bachelet, paniğe neden olan büyük deprem sonrası kriz masası oluşturdu.

Binaların beşik gibi sallandığı güvenlik kamera kayıtlarına yansıyan Santiago’da insanlar araçlarıyla düzlük alanlara kaçıştı.

Şili hükümet yetkilileri, tsunami nedeniyle kuzeybatı kıyılarındaki yerleşim yerlerinin tahliye edileceğini duyurdu.

(Euronews)

Son 40 yılda deniz canlılarının yarısı yok oldu

Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) tarafından yayınlanan rapor, son 40 yılda deniz canlılarının yarısının yok olduğunu ortaya koydu.

WWF ve Londra Zooloji Derneği tarafından yayımlanan ‘Living Blue Planet Report’ adlı araştırma, deniz canlılarının hızla yok olma noktasına geldiğini gösterdi. Raporda, 1970 ile 2012 yılları arasında deniz canlı türlerine ait popülasyonun yüzde 49 azaldığı belirtildi. Balık türlerindeki azalma ise yüzde 75 oranında.

49

Araştırmacılar, deniz canlılarının sayısındaki ‘anormal’ azalışın küresel ısınma, aşırı avlanma ve yaşam alanlarının yok olmasından kaynaklandığını belirtti.

Discovery News’e konuşan WWF yetkilisi Brad Ack, deniz canlılarının azalmasındaki en büyük etkenin insan faktörü olduğunu vurguladı. Ack, “Aşırı avlanma, yaşam alanlarının daralması, kıyıların doldurulması ve küresel ısınmayla bağlantılı okyanus asitlenmesi deniz canlılarını yok ediyor” dedi.

Küresel alanda3,038 deniz canlısı türüne ait 10 binden fazla popülasyonu inceleyen araştırma verilerine göre, küresel balık stokunun üçte biri tükendi. Köpekbalıkları, kedi ve tırpana balığı türlerinin dörtte biri ise tükenme noktasına geldi.

Araştırmada, küresel mercanların dörtte üçünün de yok olma tehlikesi altında olduğuna dikkat çekti. Küresel ısınmanın önüne geçilmemesi ve okyanus asitlenmesinin artması halinde, mercanların 2050’de yok olacağı belirtildi. Ack karalarda ormanların azalması ve tarım faaliyetleri nedeniyle su kalitesinin düşmesi nedeniyle mercanların zarar gördüğünü söyledi. Ack mevcut zararın devam etmesi halinde 2050 yılına gelindiğinde dünyanın en çeşitli deniz yaşamını içeren mercanların yok olabileceğini söyledi.

Ack, uluslararası kamuoyunun acilen harekete geçmesi gerektiğini belirterek New York’ta düzenlenecek Birleşmiş Milletler Zirvesi’nde (BM) bu konunun değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Ayrıca Paris’te düzenlenecek BM İklim Değişikliği Konferansı’nda da önemli bir fırsat sunacağını belirtti.

WWF Direktörü Marco Lambertini, “İnsanlık toplu halde okyanusların çökme noktasına sürüklüyor” yorumunda bulundu.

(Al Jazeera)

Vicdani Retçi Mehmet Tarhan gözaltına alındı

Vicdani retçi, LGBTİ aktivisti Mehmet Tarhan; Aydın girişinde “askerlik kanununa muhalefetten” araması olduğu söylenerek gözaltına alındı.

47

Vicdani retçi, LGBTİ aktivisti Mehmet Tarhan; sabah saatlerinde Aydın girişinde gözaltına alındı. Tarhan gözaltına alınışını sosyal medya hesaplarından şöyle duyurdu:

“Az önce Aydın girişinde “askerlik kanununa muhalefet”ten aramam olduğu söylenerek gözaltına alındım. Aydın emniyetine götürülüyorum”

Sağlık kontrolünden geçirilen Tarhan’ın Emniyet’te bekleyişi devam ediyor.

Tarhan, 2001 yılında askerlik yapmayı reddetmiş ve vicdani reddini açıklamıştı. 2005 yılında ise zorla askere alınmış, hakkında “emre itaatsizlik”ten iki ayrı dava açılmış, askeri hapishanede tutuklu bulunduğu süreçte kötü muameleye maruz kalmıştı.

Tarhan askerlik yapmayı reddetmesine rağmen, eşcinsel kimliğinden ötürü Anayasa’ya ve AİHM’e aykırı bir şekilde fiziksel muayeneye sokulmak istenmişti.

25 Mayıs 2005 tarihli bir tutanağa göre, Tarhan’ın saç ve sakalının kesilmesine karşı çıkması sonucunda yedi asker tarafından zor kullanılarak saç ve sakalı kesilmiş, Tarhan o gün yedi veya sekiz asker tarafından yere yatırıldığını ve üstüne çıkılarak saç ve sakalının kesildiğini, bundan dolayı vücudunun çeşitli bölgelerinde bereler, sıyrıklar ve ağrılar meydana geldiğini ifade etmişti. Tarhan, aynı tarihte yirmi sekiz gün sürecek bir açlık grevine başlamıştı.

Tutuklu kaldığı süreçte yaşananlar ve vicdani ret hakkına ilişkin Tarhan’ın AİHM’e yaptığı başvuruda ise AİHM düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün demokratik bir toplumun temellerinden olduğunu belirterek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edildiğine karar vermişti.

AİHM, Türkiye’yi 10 bin Avro tutarında manevi tazminat cezasına çarptırmıştı.

Sivas Askeri Ceza Mahkemesi ise AİHM’in Türkiye’yi mahkum eden kararını dikkate almayarak Şubat 2015’te, Mehmet Tarhan hakkında 15 ay hapis cezası vermiş; ceza 9 bin TL para cezasına çevrilmişti.

(Kaos GL)

Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nden 20 Eylül ‘Dünya Hasankeyf Günü’ne çağrı

Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Dicle nehri ve Hasankeyf’in yok edilmesine karşı 20 Eylül’ü ‘Dünya Hasankeyf Günü’ olarak ilan ettiklerini belirterek, ekolojistler ve duyarlı herkesin 20 Eylül’de Hasankeyf’te olacağını açıkladı.

Mezopotamya Ekoloji Hareketi adına basın açıklamasını Güner Yanlıç okudu
Mezopotamya Ekoloji Hareketi adına basın açıklamasını Güner Yanlıç okudu

Mezopotamya Ekoloji Hareketi Kürdistan’da yok edilen ormanlık ve tarihi alanlara dikkat çekmek ve 20 Eylül’ün ‘Dünya Hasankeyf Günü’ olarak ilan edilmesine ilişkin basın açıklaması düzenlendi. Sümerpark Güneşevi önünde düzenlenen açıklamada konuşan Güner Yanlıç, AKP’nin iktidarını kaybetmemek için şiddet ve baskı politikasıyla, muhalif olan herkese saldırıp katlettiğini, bu saldırılar kapsamında Temmuz ayının sonundan itibaren, kırsalda 150’ye yakın ‘güvenlik bölgesi’ oluşturulduğunu dile getirdi. Birçok kentte de sıkıyönetim ilan edilerek, halka sokağa çıkmanın yasaklandığını ifade eden Yanlıç, yasaklı bölgelerin çoğunda orman yangınlarının sistematik bir şekilde bombalamalarla çıkartıldığını, on bin hektardan fazla ormanlık alan, bağ ve bostanın yok edildiğini vurguladı.

Yıllardır Kürdistan’da ekolojik yıkımın sürdüğünü söyleyen Güner Yanlıç, bu yıkımın daha üst düzeye çıktığını ifade etti. Hasankeyf ve Dicle nehrinin yok edilmeye çalışıldığını vurgulayan Güner, “Sadece bu bölgeler değil Kürdistan’ın diğer birçok ekoloji alanı da büyük tehdit altındadır. Yıllardır birçok ekolojik zenginliğe ev sahipliği yapan Dicle nehri ve dünyada benzeri bulunmayan Hasankeyf yapımı devam eden Ilısu Barajı ve HES Projesi ile yok edilmek istenmektedir” dedi.

Yanlıç, Mezopotamya Ekoloji Hareketi olarak 20 Eylül’ü ‘Dünya Hasankeyf Günü’ olarak ilan ettiklerini belirterek, 20 Eylül’de saat 11.00’de Hasankeyf Köprübaşı’nda bir araya geleceklerini duyurdu. Güner, dünyanın birçok yerinde Hasankeyf için eylem ve etkinlikler yapılacağını ifade ederek, “Bu çerçevede en büyük değer verdiğimiz eylem Bağdat’ta Dicle kenarında aktivistlerin buluşması ile olacaktır” dedi.

(Bestanuce)

Ekolojistlerden Barış Çağrısı!

Aralarında jîngeh ekolojik yaşam kolektifinin de yer aldığı çok sayıda sivil toplum örgütü,  savaş dolasıyla Türkiye ve Kürdistan’da gerçekleşen ekolojijk yıkımların durması ve barışın sağlanması için ortak basın açıklaması yaptılar.

45

Jiyana Ekolojik’ten Gençay Adnan’ın haberine göre doğa ve yaşam alanlarını koruma mücadelesinde yer alan örgütlenmelerin ortak basın metni şu şekilde

Türkiye halklarına çağrımızdır: Savaşa hayır, barış hemen şimdi!

Savaşlar genellikle sosyal, siyasal veya ekonomik yanları ile tartıştırılır ve şu an Türkiye’de ki tartışmalarda bu eksende yürüyor. Savaşlarda öldürülen insanlar birer istatiksel sayı halini alırken, doğanın uğradığı tahribat nedense hep göz ardı edilmektedir. Oysa insan yaşamını ileriye taşıyacak yegane şey doğal yaşamın kendisidir. İçinde bulunduğumuz savaş, ormanların ve ormanlarda yaşayan binlerce canlının yok olmasına, toprağın ve suyun geri dönülemez düzeyde kirlenmesine neden olmaktadır.

Herhangi bir toprak parçası ve üzerindeki yaşam için verilen mücadele sonsuzdur. Dünya ve insan var oldukça sürecektir. Bugün savaşa karşı verdiğimiz mücadele tüm canlılar için verilen mücadeledir. Doğanın tahribi sınıfsaldır, hak ve hukuk sorunudur, bir inanç ve vicdan sorunudur. Zor ve şiddet, ne incitilecek karıncayı, ne de kırılacak dalı umursar.

Dünya tüm canlılarındır, bir toprak parçası ile aidiyet kurmak, onun üzerindeki yaşamı mutlu, huzurlu, sağlıklı hale getirmek için uğraş vermek, zor karşısında her ne olursa olsun hayatta kalmak ve baskılar karşısında yaşam alanını terk etmemek mücadelenin temeli olmalıdır.

Umudun ve barışın yeşermesi için mücadele eden bizler biliyoruz ki, tahrip edilen toprak parçası üzerinde yeni bir yaşamı kurmak eskisinden çok daha zor hale gelir. Yarının barış içinde yaşayacak toplumunu savaşlarda tahrip edilmemiş doğa üzerinde kurmak zorundayız.

İnsanların doğayı koruma ve bir parçası olma mücadelesi, daha fazla kar ve ranttan başka bir şey düşünmeyen şirketler ve onun emrindeki hükümetlere karşıdır. Bugün toprak uğruna kan döküp, can alanların, o toprakları yerli ve yabancı şirketlere nasıl peşkeş çektikleri herkes tarafından hatırlanmalıdır.

Saray tarafından başlatılan iktidar/rant savaşında Türk ve Kürt gençleri, çocuklarımız ve hatta bebeklerimiz kurban ediliyor. Sarayın savaşı ülkemizi, şehirlerimizi, mahallelerimizi bölüyor, halklarımızı parçalıyor. İnsanların özgürlükleri, yaşam hakları ellerinden alınıyor. Ormanlar terörle mücadele gerekçesiyle içindeki canlılarla birlikte yakılıyor.

Bizler ekoloji mücadelesi içinde yer alan örgütlenmeler olarak bu savaşın derhal sonlandırılmasını istiyoruz.

Doğaya ve yaşam alanlarına yapılan sermaye saldırılarına karşı yürüttüğümüz mücadeleyi barış için de yürüteceğimizi ifade ediyoruz.”

(Jiyana Ekolojik)

Somalı Ayşe Gül öğretmen hukuk mücadelesini kazandı

Soma’da 301 işçinin can verdiği faciadan sonra ilçede avukatlarla birlikte darp edilen öğretmen Ayşe Gül Ersoy’a ‘polise direndiği’ gerekçesiyle verilen sürgün cezası, Manisa 2. İdare Mahkemesi’nce durdurulmuştu. Kararın ardından Ersoy, Soma Linyit Anadolu Lisesi’ne iade edildi.

44

Soma’da 13 Mayıs 2014’te meydana gelen ve yıl 301 işçinin can verdiği maden faciasının ardından, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve bir grup avukat, 17 Mayıs’ta ilçeye gitti. Polisler tarafından takip edilen avukatlar darp edilerek gözaltına alındı.

Kendisi de Somalı ve bir madencinin torunu olan Soma Linyit AnadoluLisesi Beden Eğitimi öğretmeni Ayşe Gül Ersoy, bu arbedenin ortasında kalan 12 yaşlarındaki bir çocuğu kurtarmak isterken, polis tarafından tartaklanarak gözaltına alınmış ve ÇHD’lilerle birlikte spor salonuna götürülmüştü.

Ersoy serbest bırakıldığı halde Manisa Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından hakkında, “memura direnme ve kamu malına zarar” iddialarıyla soruşturma açıldı. Soruşturma sonunda, “toplulukla hareket edip polise mukavemet ettiği” gerekçesiyle Devlet Memurları Kanunu’nun 125/B-d maddesi uyarınca kınama cezasına çarptırılan Ersoy, Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından Kırkağaç Gelenbe Şair Eşref Ortaokulu’na sürüldü.

Ayşe Gül Ersoy’un bu karara karşı açtığı dava üzerine Manisa 2. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Kararda, kamera kayıtlarına ve tutanaklara göre Ersoy’un slogan attığına, polise direndiğini veya mala zarar verdiğine yönelik bir belirleme olmadığı belirtildi. Mahkeme, Eğitim-Sen Soma Şubesi Yönetim Kurulu üyesi olan Ersoy hakkındaki sürgün kararını “neden yönünden isabetsiz” bulmuştu. Kararda, “sendika binası önünde bulunan grupla polis arasında yaşanan kargaşa sırasında gözaltına alınmış olmasının davacının yer değişikliği ve atanmasının yeterli ve geçerli nedeni olamayacağı” belirtildi.

Ersoy bu karar üzerine dün Soma Linyit Anadolu Lisesi’ndeki görevine iade edildi.

(Radikal)

Hrant’ın sorusu cevaplanmayı bekliyor

2015 Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü Suudi Arabistan’dan kadın hakları savunucusu Samar Badawi ile alan Kaos GL adına Ali Erol’un konuşmasının tam metni:

42

“Lezbiyen, gey, biseksüel ve trans toplumunun 20 yıllık mücadele örgütü Kaos GL adına hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyor ve teşekkür ediyorum.

“İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmek”le yetinmeyip nefretle hayata kast edenlerin Hrant Dink’i aramızdan aldığı o gün, Ankara’da dernek merkezimizde kendiliğinden salona toplanıvermiştik…

Bugün eşcinsellerin “tahrik”le, Ermenilerin “kaza” ile öldürülmelerinin normal kabul gördüğü bir toplumda yaşasak da sevgili Hrant’a ödetilen bedelin “normal” olmadığını seziyorduk…

Dernek merkezimizde kaygıyla birbirimize bakarken ilk işimiz kardeş örgütümüz Pembe Hayat’ı aramak olmuştu…

Hakaret, taciz, tecavüz, ölüm korkusu, şantaj, dayak, gasp ve polis şiddetiyle günlük hayatları cehenneme dönen trans kadın arkadaşlarımız, yaşam haklarına sahip çıkmak için başlatacakları açlık grevinden, Hrant Dink’in alçakça öldürülmesi üzerine tereddütsüz vazgeçtiler…

Sevgi ve özlemle andığımız Hrant Dink’in hayatına mal olan “tedirginlik” ile ömür geçiren biz eşcinseller ve translar, “bu toplumda sadece heteroseksüeller yaşamıyor, biz de varız” diyerek yola çıktık…

Kuşatıldığımız ablukayı dağıtmak, biraz da doksan yıllık süreçte en azından hayatta kalma tecrübesiyle kapandığımız gettolardan çıkmak için mücadeleye başladığımızda tek başımıza özgürleşemeyeceğimizi biliyorduk…

Mücadelemizi sadece cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığına karşı sınırlamaktansa çağrımızı eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir şiarıyla yaydık ve yükselttik…

Milliyetçiliğin kapadığı kapılar nelerin üstünü örter?

Nasıl ki Ermeni toplumu “merhamet değil, adalet istiyoruz” diyorsa, LGBT toplumu da “buradayız, alışın gitmiyoruz” direnciyle bugünlere geldi…

Irkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadele etmeden, homofobi ve transfobiye karşı mücadelemizde başarılı olamayacağımızı biliyoruz…

Bu bilinçle yıllardır sadece heteroseksizmin sınırlarına karşı değil aynı zamanda seksizm, milliyetçilik, ırkçılık ve militarizmin sınırlarına karşı da mücadele ediyoruz…

Farklı ayrımcılıklar arasında bağlantılar kurmadıkça, söz konusu ayrımcılıklara karşı mücadele pratikleri ve özgürlük mücadeleleri arasında yatay ağlar örmedikçe her birimiz kendi “mesele”lerimiz etrafında dönüp durmaya mahkûm olacağız…

Bugün sevgi ve özlemle andığımız Hrant Dink, kendi çemberinde dönüp durmayı reddettiği ve hiç şüphesiz birlikte dönüşme – birlikte özgürleşme çağrısını hem içeriye hem dışarıya ulaştırabildiği için hepimizin Hrant Dink’i olmaya devam ediyor…

Öyleyse Kaos GL olarak, bir taraftan “homofobi kimin meselesi” diye sorarken, diğer taraftan “milliyetçiliğin kapadığı kapılar nelerin üstünü örter” diye sorgulamaktan çekinmiyor ve vazgeçmiyoruz…

Sınır kapıları açılsın çağrısı

Eşcinselleri ve Ermenileri canları isterse “süs” canları isterse “ulusun düşmanları” olarak görmekten vazgeçmeyenler her zaman olacaktır…

Bizleri “süs” olarak görüp sevmeye kalkanlara çekinmeden “gönül” kapınızı” değil, “sınır kapınızı” açın diyoruz…

“Deport” şantajından ve “misafir” zulmünden vazgeçip Ermenistanlı güya “kaçak” göçmen işçilerin oturma ve çalışma hakkını tanımanız gerek diyoruz…

Ermenistan sınırını şartsız ve bir an önce açmanın lütuf değil tarihi ve aktüel bir gerek olduğunu hatırlatıyoruz…

Çünkü biliyoruz ki devletinden vatandaşına hepimiz ulus-devlet projesi ile zehirlendik…

1915’in yüzüncü yılını bu ülkenin siyaseti, “Benim için neler söylediler. Gürcüdür, affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu. Ama ben Türküm” diyerek karşılamakta beis görmedi…

Anadolu ve Mezopotamya toprakları bereketlidir, hepimiz aynı zehirli kültürlenme ve sosyalizasyon süreçlerinden geçtik haliyle ulus-devlet projesi ile zehirlenince maya tutmuyor işte!

Öyleyse, sevgili Hrant’ın hayatına mal olan Ermeni’ye yönelik tarihsel travmadan kurtulma önerisini tersinden kendi üzerimize almadıkça, Türk’ün kendi paranoyasından tek çıkış yolu bellemedikçe ne kadar siyasi açılım yaparsan yap o zehir olmadık yerde/n akıp etrafı kirletmeye devam edecektir…

Öyleyse, bizleri canları istediğinde “ulusun düşmanları” olarak görmekten vazgeçmeyenlere, o “ulus”un bir sahte bütün olduğunu hatırlatmaktan vazgeçmiyoruz…

Hrant’ın sorusu cevaplanmayı bekliyor

Irkçı ve milliyetçi söylemler devlet politikaları ile kurumsallaşırken, ülkeler arası sınırların da aşılmaz toplumlar arası sınırlara dönüştüğünü biliyoruz…

Bütün bu sınırlara rağmen Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Trans hareketi olarak nasıl ki özgürlük mücadeleleri arasında köprüler kurabiliyorsak, homofobi, transfobi, ırkçılık ve milliyetçiliğe karşı da birlikte mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz…

1915 zihniyetinin öldürdüğü Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in sorduğu soru hâlâ cevaplanmayı bekliyor:

“Geçmişte yaşanan büyük felaketin sorumluları gibi mi davranacağız, yoksa o yanlışlardan ders alarak yeni sayfaları bu kez uygar insana yakışır bir şekilde mi yazacağız?”

Kaos GL olarak bizler, Ermenistan LGBT toplumunun bileşenleri ile ortaklaşa yürüttüğümüz mücadeleyle bu soruya yanıtlar aramaya devam edeceğiz…

Gökkuşağıyla özgürleşmemizin yolunun milliyetçiliğin gölgesiyle örttüğü hakikatleri bıkmadan, usanmadan dile getirmemizde yattığını biliyor ve bu sorumluğu sahipleniyoruz…

Ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan Kaos GL’nin yirmi yıllık mücadelesiyle birlikte aynı zamanda hiç şüpheniz olmasın bileşeni olduğumuz ortak LGBT hareketimizi de onurlandırdınız…

Kaos GL adına paylaştığım sözlerimi bitirirken, Sevgili Hrant Dink’in mirasını yaşatan bu ödüle bizleri değer gören herkesi sevgi ve saygı ile bir kez daha selamlıyorum…”

Bu konuşma metni kaosgl.com/ dan alınmıştır

43.Ali Erol

 

 

Ali Erol

 

Yeni İnsan’ın ekoloji cep serisi, “Batı Uygarlığı’nın çöküşü” ile başladı

Yeni İnsan Yayınevi, çeşitli serilerde yayımlamaya devam ettiği kitaplarına, Naomi Oreskes ve Erik M. Conway‘ın Batı Uygarlığının Çöküşü kitabıyla birlikte ekoloji cep serisini de ekliyor. Ayrıca bu kitapla, Yeni İnsan Yayınevi iklim için Ben de Varım diyor ve okurlarını iklim için Ben de Varım demeye çağırıyor.

40...

Kitabın yazarları, Batı Uygarlığının Çöküşü kitabını yazma gerekçelerini şöyle aktarıyor:  Bilim kurgu yazarları hayalî bir gelecek kurarlar, tarihçiler geçmişi yeniden inşa etmeye çalışırlar. En nihayetinde, her ikisi de bugünü anlamanın peşindedir. Bu denemede, bugünümüze ve (olası) yarınlarımıza gelecekten bakan bir tarihçi yaratmak için iki türü bir araya getiriyoruz. Batı kültürünün (1540–2093) sonunun üç yüzüncü yıldönümünde kaleme alınan bu çalışmada yanıt aranan soru, Aydınlanma’nın çocukları olarak da tanınan bizlerin, iklim değişikliği konusundaki kuvvetli verilere ve ortaya çıkacak felaketler ile ilgili bilgilerimize rağmen nasıl olup da harekete geçemediğidir.

Batı Uygarlığının Çöküşü kitabıyla ilgili bazı yorumlar şöyle:

40Provokatif ve son derece büyüleyici olan Batı Uygarlığının Çöküşü, okuru sağduyulu yönetimlerle hala önlenebilecek bir geleceğe götürüp, bırakıyor.-Elizabeth Kolbert, The Sixth Extinction: An Unnatural History, Field Notes from a Catastrophe: Man, Nature ve Climate Change kitaplarının yazarı.

Oreskes ve Conway’ın bu şaşırtıcı ve makul yüzyılının hikayesi, George Orwell, Aldous Huxley gibi, yaklaşan felaketleri çok önceden gözleyen, yazarak peygambere dönüşen bütün yazarların zihninde yazılmış bir kitaptır. Gireceğimiz Uzun Ekolojik Felaketlerle dolu yüzyılı detaylı ve inandırıcı bir şekilde resmeden unutulmayacak bir metin.

-Kim Stanley Robinson, Shaman, 2312, Science in the Capital ve Mars üçlemesi’nin yazarı.

İnsanlık tarihinin nasıl olabileceğine dair korkutucu bir bakış. Aldırış etmemekle, bu senaryonun olasılığı artıyor. Bu kitabı okuyarak, ve ihtarlarına uyarak belki dehşetli kehanetlerini önleyebiliriz.

-Timothy E. Wirth, Birleşmiş Milletler’in Başkan Yardımcısı, eski ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi Üyesi

Kitabın yazarlarından Naomi Oreskes, Harvard Üniversitesi’nde Bilim Tarihi profesorü. Dünya ve Gezegen Bilimleri bölümü sözleşmeli öğretim görevlisi ayrıca Scripps Okyanus Bilimi Enstitüsü’nde sözleşmeli öğretim görevlisi olarak da çalışmaktadır. Yapıtları arasında The Rejection of Continental Drift: Theory and Method in American Earth Science (1999),Merchants of Doubt: How a Handful of Scientists Obscured the Truth on Issues from Tobacco Smoke to Global Warming (Erik M. Conway ile birlikte, 2010) ve Science on a Mission: American Oceanography from the Cold War to Climate Change (yayına hazırlanıyor) bulunmaktadır. Dale Jamieson ve Michael Oppenheimer ile beraber çalıştığı son projesi, bilimsel değerlendirme yöntemlerini değerlendirdiği “Assessing Assessments: A Historical and Philosophical Study of Scientific Assessments for Environmental Policy in the Late 20th Century” başlıklı çalışmadır.

Kitabın diğer yazarı Erik M. Conway, Kaliforniya’da yaşayan bilim ve teknoloji tarihçisidir. Yapıtları arasında Blind Landings: Low-Visibility Operations in American Aviation, 1918–1958 (2006), Atmospheric Science at NASA: A History (2008), ve Merchants of Doubt: How a Handful of Scientists Obscured the Truth on Issues from Tobacco Smoke to Global Warming (Naomi Oreskes ile birlikte, 2010) bulunmaktadır.

Kitabın çevirisi ise Boğaziçi Üniversitesi’nden Oya Tuğcu Özağaç ve Açık Radyo’da yayınlanan Tohumdan Hasada Ekolojik Yaşam programının yapımcılığını sürdüren Bora Kabatepe’ye ait.

(Yeşil Gazete)