Ana Sayfa Blog Sayfa 3597

4000’e yakın göçmen “Sınırları Açın” çağrısıyla Yunanistan sınırına yürüyor

Türkiye-Yunanistan sınırına yürüyen Crossing No More Dayanışması’nın Edirne’den yaptığı 19 Eylül tarihli Basın Açıklaması’nı sizlerle paylaşıyoruz. Yürüyüş hakkında güncelleme yapmaya devam edeceğiz.

***

GÜNCELLEME

22-09.2015, 02:15

Son durumda Edirne Merkezdeki park tamamen boşaltılmış durumda. Saat 21 civarı aktivistler Sarayiçinde mültecileri tuttukları stadyuma gitmeye çalıştığında içeri alınmadılar, fakat oradakilerin de yavaş yavaş çeşitli bölgelere dağıtıldığı öğrenildi. Edirne’ye gitmek ve battaniye, kıyafet vs. götürmek isteyenlerin şimdilik aktivistlerden gelecek net bilgiyi beklemeleri rica ediliyor.

22-09.2015, 00:10

Polis eski cami altında bulunan göçmenlerin tümüne saldırarak otobüslere bindirdi. İçlerinde çocukların, hamile kadınların ve yaşlıların bulunduğu grup yoğun şekilde darp edildi.

21-09.2015, 23:50

Polis parkı boşaltmaya başladı. Edirne Merkez’de polis zorla iterek, sürükleyerek göçmenleri parktan çıkartıyor.

21-09.2015, 23:00

Parkta bekleyen göçmenlerin etrafı polisler tarafından tamamen sarılmış durumda. Polis parkı boşaltmaları için anons yapıyor, acilen otobüse binmelerini söylüyor. Çok fazla polis var.

21-09.2015, 21:00

Edirne’de şiddetli yağış başladı. Eski Cami altındaki birçok ailenin çadırı ve şemsiyesi bulunmuyor. Devlet göç idaresi ve polis göçmenlerin etrafında nöbet tutmayı sürdürüyor. Sloganlar kesilmiyor.

21-09.2015, 15:00

Parktaki mülteciler bugün saat 17.00da basın açıklamasının ardından açlık grevine başlıyor.

4

21-09.2015, 14:50

Dün Eski Cami Altında bulunan çadır yerleşkesini Kırkpınar’a taşımaya çalışan polis, yemek dağıtımını kesmiş ve gece saatlerinde göçmenlerin kullandığı tuvaleti kullanıma kapatmıştı. Günün ilk saatlerinde açılan tuvaletin göçmenlerden ücret talep ettiği görüldü.

21-09.2015, 14:08

Edirne şehir merkezindeki parkta bulunan göçmenler bugün saat 17.00’da bir basın açıklaması duzenleyecekler.

21-09.2015, 12:42

Esenlerden yola çıkan göçmenlere gözaltılar başladı. Göçmen Dayanışma Ağı’ndan iki arkadaşımız da gözaltında. Bölgeye gidebilecek avukatlara ihtiyaç var.

21-09.2015, 12:00

Mahmutbey gişelerinden Edirne’ye yürüyen gruba polisin müdahale etmeye ve gözaltı yapmaya başladığı bildirildi.

21-09.2015, 08:40

Dün, gece Esenler otogarından uzaklaştırılan mültecilerin bir kısmı Edirne’ye doğru yürüyüşe geçmiş vaziyette. 08.40 itibarıyla, yani şu dakikalarda halen Mahmutbey gişeler civarındalar.  Yüzlerce insan var yürüyen. Yaşlı, hasta ve engelli mülteciler için durum son derece kötü. Gıdaya ve özellikle onları Edirne’de ulaşmak istedikleri yere taşıyacak araca ihtiyaçları var.

1

20-09-2015, 19:15:

Polis, otobüsler eşliğinde Edirne Eski Cami altındaki çadır parkına geldi. Devlet göç idaresi ve valilik parkta günlerdir bulunan grubu şehir merkezinin dışında izole edilen Kırkpınar stadyumuna taşımaya çalışıyor. Yoğun tartışmaların ardından çıkan sonuç; ‘parktan vazgeçmek avrupa hedefimizden vazgeçmektir’

Ardından sloganlarla çevik kuvvetin önüne yürüyen grup ‘kurban bayramında çocuklarımızın canını mı istiyorsunuz? diye soruyor.

20-09-2015, 16:40:

Dün otoyoldaki grup oradan uzaklaştırıldı. Polis tarafından, diğer gruplarla beraber Edirne şehir merkezine götürüldüler.

Bayrampaşa otogarında şu anda 4000’e yakın insan bulunuyor. Ciddi bir şekilde, kitlesel olarak, polise karşı ve ne pahasına olursa olsun İstanbul’dan Edirne’ye yürümeyi düşünüyorlar.

***

“Yemek istemiyoruz,

su istemiyoruz,

insani yardım istemiyoruz,

sınırı karadan geçmek istiyoruz.

Ya geçeceğiz ya da burada öleceğiz.”

5 gündür Edirne’de 3000’e yakın göçmen (çoğunlukla Suriyeli ama ayrıca Afgan, Iraklı ve diğerleri) bir Facebook sayfasından yapılan bir çağrıyı (“Crossing no more” – daha fazla geçiş yok-) takip ederek ve Türkiye-Yunanistan sınırının açılmasını talep etmek amacıyla toplanıyor. Sonunda güvende olacakları, temel insan haklarına erişebilecekleri ve kendilerine bir hayat kurma şansı edinebilecekleri bir Avrupa ülkesine ulaşabilmek için Ege Denizi’nde hayatlarını daha fazla riske atmayı reddediyorlar.

Geçtiğimiz haftasonu (10 Eylül civarında) insanlar Edirne’ye doğru harekete geçmeye başladı. Ancak çok kısa bir zaman içerisinde bilet aldıkları ve otobüse bindikleri yer olan İstanbul’un ana otobüs terminali (Bayrampaşa) onlara karşı bloke edildi. Polis onları otobüs terminalinin kendisinde göz altına alıyor ve Edirne’ye bilet almalarını engelliyor. Şimdi de devlet göçmenlerin Türkiye’de kayıtlı oldukları şehrin içinde kalmak zorunda olduklarını açıkladı. Bu onların artık ülke içerisinde, özellikle Edirne’ye doğru, hareket etmelerinin resmi olarak yasadışı haline geldiği anlamına geliyor.

Şu anda, İstanbul’da bulunan Bayrampaşa otogarında yüzlerce insan alıkonulmuş durumda. Edirne’ye ulaşabilen yaklaşık 1.500 kişinin önü de Edirne otogarında kesildi. Yaklaşık 1.500 kişi ise Edirne’de, şehrin farklı noktalarında ikiye ayrılmış şekilde diğerlerinin onlara katılmasını ve ilk plana uygun olarak sınıra yürümeye başlamayı bekliyor.

Cuma günü (18 Eylül) öğle saaatlerinde, Edirne otobüs terminalindeki insanlar onları Edirne’de bekleyen kalabalık grupla buluşmak için polise karşı yürümeye karar verdi. Aktivistler tarafından belgelenen ve (şehre ulaşan görece daha kısa yolun kullanımını engelleyen) polis tarafından yönlendirilen üç saatlik bir yürüyüşün ardından, onlara doğru yürüyen diğer grupla buluşabildiler. Buluşma Cuma akşamı 21.00 sularında, Edirne’nin kuzeyinden geçen O-3/E-80 numaralı otoyolda gerçekleşti. Çok kısa bir süre içerisinde yaklaşık 300 polis, asker ve özel harekat gücü otoyolda biraraya gelen iki grubun önünü kesti ve alana herkesi göz altına alabilecekleri bir stadyuma götürebilmek için otobüsler getirdi. Göçmenlerin çoğu otobüslerin içine itildi ve Edirne merkezdeki stadyuma gönderildi. Yaklaşık 200 göçmen birçok uzlaşma girişiminden sonra otobüslere binmeyi reddetti. Yalnızca Yunanistan sınırından geçmelerine izin verilmesini talep ettiler. 24 saat sonra (19 Eylül Cumartesi günü, 21.00 sularında) hala otoyolda aynı yerdeydiler. Barışçıl protestolarını sürdürüyor ve Yunanistan sınırına olan yolculuklarını tamamlamayı talep ediyorlardı. Diğer yandan yaklaşık 600 göçmen hala Edirne merkezdeki bir parkta beklemelerini sürdürüyordu.

Şimdiye kadar 1000’den fazla göçmen Edirne stadyumunda göz altına alındı. Yaklaşık 200 kişi hala otoyolda. Ortalama 600 göçmen Edirne parkında, hareket etmelerine izin vermeyen polis tarafından kuşatılmış durumda. 3000 göçmen ise İstanbul’daki Bayrampaşa otobüs terminalinde.

Göçmenlerle otoyolda buluşan aktivistler barışçıl eylemlerini kayıt altına aldı ve Türkiye-Yunanistan kara-sınırını geçme hedeflerini gerçekleştirmeleri için olabildiğince fazla desteğe olan taleplerine kulak verdi. Uluslararası medya ve aktivistlere acilen destek ve dikkatini verme çağrısı yapıyorlar.

SON GÜNCELLEME 20-09-2015:

Dün otoyoldaki grup oradan uzaklaştırıldı. Polis tarafından, diğer gruplarla beraber Edirne şehir merkezine götürüldüler.

Bayrampaşa otogarında şu anda 4000’e yakın insan bulunuyor. Ciddi bir şekilde, kitlesel olarak, polise karşı ve ne pahasına olursa olsun İstanbul’dan Edirne’ye yürümeyi düşünüyorlar.

Crossing no more Dayanışma grubu

1234568910               12131114151617

(Yeşil Gazete)

Edith Piaf 100 yaşında, “Marcel” oyunu İstanbul’da

Edith Piaf 100 yaşında…Ve ilk kez Ermenistan’dan gelen bir tiyatro grubu, Edith Piaf – Marcel oyunuyla İstanbul sahnelerinde…

Edith Piaf'ı

Fransız müziğinin divası Edith Piaf‘ın dünya boks şampiyonu Marcel Cerdan‘a olan aşkını ve özlemini anlatan “Edith Piaf – Marcel” adlı oyun sanatçının doğumunun 100. yılında İstanbul’da sahneleniyor.

Yerevan Gençlik Devlet Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu ve Ermenistan tiyatrosunun genç yeteneği Mariam Ghazanchyan‘ın Piaf’ı canlandırdığı tek kişilik oyunun rejisi sanatçının babası olan Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Ermenistan Başkanı ünlü yönetmen Hakob Ghazanchyan tarafından yapılmış.

Edith Piaf – Marcel

Edith Piaf, Marcel Cerdan için yazdığı L’hymne À L’amour adlı şarkısını ilk olarak 14 Eylül 1949 tarihinde New York’ta seslendirir. Aynı yılın Ekim ayında Cerdan, Piaf’ın yanına gitmek için bindiği Paris-New York uçağının düşmesi nedeniyle yaşamını yitirir:

Eğer hayat seni benden alırsa,
Eğer ölürsen, benden uzak kalırsan
Beni seviyorsan sorun değil
Çünkü ben de ölürüm
Sonsuzluk bizim olur
Büyük enginliğin maviliğinde
Cennette hiç bir dert kalmaz
Sevgilim inan ki eğer birbirimizi seviyorsak.

Tanrı sevenleri kavuşturur.

marcel1

Efsanevi şarkıcı Edith Piaf’ın dünya boks şampiyonu Marcel Cerdan’a olan aşkını ve özlemini anlatan oyun Cerdan’ın trajik ölümünün ardından Piaf’ın düşsel ve tinsel dünyasından bir kesit sunuyor. Oyuncu gelecekle iletişim kurmaya ve bu düşsel dünyada aşkı Marcel’i çağırmaya çalışıyor.

85 dakika süren oyun Piaf’ın Fransızca olarak seslendirilen şarkılarından oluşuyor ve çeviri gerektirebilecek başka bir metin bulunmuyor.

Oyunun tanıtım videosu

Piaf’ın şarkılarından oluşan Edith Piaf Marcel’in İstanbul’da ev sahipliğini bu yıl 15. yılını kutlayan Tiyatro Boyalı Kuş yapıyor. Oyun 15-16 Ekim Perşembe ve Cuma günleri 20:30’da Şişli Belediyesi Kent Kültür Merkezi‘nde izlenebilir.

Biletler: http://www.mybilet.com/event/18859/edith-piaf-marcel/
Bilgi için Tiyatro Boyalı Kuş: 0542 477 27 53 – 0212 245 21 09 (Hafta içi 12.00-17.00)
[email protected]

Facebook etkinlik sayfası için tıklayın

Şişli Kent Kültür Merkezi
Adres: Halaskargazi Cd. No:168. Şişli / İstanbul

(Yeşil Gazete)

[FotoÖykü] Nar – Safiye/Bora Elber

Mevsimlerden bahar, aylardan Nisan, günlerden pazardı. Artık günün ilk ışıklarıyla birlikte doğa da uyanış provalarına başlıyordu. Düşen cemrelerin ardından sanki her şeye bir can gelmişti. Kuşlar bir başka ötüyor, cıvıltıları ise güne merhaba deyişlerinin bir melodisi şeklinde yankılanıyor. Sokaktaki erik ağacı çiçeklerini açmış yerlere kadar reverans yaparken, erguvanlar sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. Balkonlarda, cam içlerinde saksılardaki çiçekler al basmalı fistan gibi doğayı giydirmeye hazırlanıyordu. Tüm bunlar ilkbaharın gelişinin müjdecisiydi. İşte o pazar sabahı da Selin her zamanki gibi erkenden kalkmış ve evinin balkonundaki çiçekleriyle, bitkileriyle ilgilenmeye hazırlanıyordu. Bu onun için sıradan bir ritüeldi. Güneşin ilk ışıklarıyla balkona çıkmak, onlarla konuşmak, bakımlarını yapmak, sularını vermek, gerekiyorsa yerlerini değiştirmek, hatta dokunmak ve sevmek. Nefes almanın bile zor olduğu yoğun iş temposu içinde hayata dair bir bu vardı Selin için. Kendini iyi hissettiriyordu balkonundaki ebruli dünya. Hatta iki de kumru arkadaş edinmişti. Şimdi onlara da yeşil dostlarına davrandığı gibi davranıyordu; sabırla, sevgiyle, özveriyle.

Sabah elinde kahve fincanıyla balkona çıktığında gözüne ilk minyatür ağaçları çarptı. Sanki baharın gelişi karşısında telaşa düşmüşler, bakım yapması için onu bekliyorlarmış duygusuna kapıldı. ‘Aaa zeytin ağacı mı o boynunu büken? Çok mu ihmal ettim son günlerde acaba onu?’ diye geçirdi içinden ve parmaklarını usulca yapraklarında gezdirdi. ‘Bu sene yeni fideler de tutmuş, acaba ne renk açacaklar,’ diye düşünürken, ilk gül tomurcuğunu dalında görmenin hazını yüreğinin derinliklerinde hissetti. “Tutmaz boşuna uğraşma,” demişlerdi ilk begonvilleri Kaş’tan getirdiklerinde… ama bak nasıl da coşmuşlardı. Hoş çiçekleri pespembe açardı begonvillerin, “Bana Akdeniz’in mavisini hatırlatıyor bu çiçekler,” derdi, ablası. Evet ablası… ne tuhaf kadındı. İllaki bir sıra dışılık karıştıracaktı söylemlerine, hareketlerine. Geçen sene de hediye olarak minyatür nar getirmişti bir saksının içinde. “Eviniz bolluk ve bereket içinde olsun,” demenin en anlamlı haliydi, bu davranışı. Selin ise taşıdığı anlamından çok, naifliğine vurulmuştu narın. Sanki değerli bir mücevher koleksiyonunun parçasıymışçasına minik yeşil yaprakların altında sallanan yakut misali kıpkırmızı meyvelerine gözü gibi bakardı. Ağır başlılıklarından siyah saksının kenarından başlarını yavaşça eğerken, yüzüne bakmaya utanırmış da sanki gözlerini gözlerinden kaçırırmış hissi yaratırdı insanda. Hakikatten neredeydi onlar? Her yanı bitki ve çiçeklerle dolu olan balkona hızlı bir göz attıktan sonra minyatür nar saksısının cam masanın üzerinde olduğunu gördü. O an çiğ damlaları gibi yaşlar göz pınarında birikmeye başladı. Hayır, baharı tanımlamıyordu onun durumu. Minyatür nar neredeyse ölmüştü! Eski görüntüsünden eser kalmamıştı. Neredeyse tüm yapraklarını dökmüş, dalları da kurumaya yüz tutmuştu. Yakuta benzettiği nar tanelerinin yerlerinde yeller esiyordu. Artık gözyaşlarını tutamadı.

12

Balkondan gelen hıçkırık ve serzenişlere uyanan Ahmet, eşinin bu durumuna bir anlam veremedi, “Ne oldu?” diye heyecanla sordu. Selin Ahmet’ e ağaççığı göstererek, “Bak bu ölmüş, hiç hayat belirtisi yok!” dedi. Eşinin bitkileri ve çiçekleri konusundaki hassasiyetini bilen Ahmet, Selin’in yanına giderek sıkıca sarıldı. Söyleyeceği hiçbir sözün eşini teselli edemeyeceğini bildiğinden, son bir ümitle saksıyı eline alıp incelemeye başladı. Önce kurumuş yaprakları, dalları temizledi, sonra ince ama kuvvetli gövdesine baktı. Umudun tükendiği yerde açılır kapılar, dedikleri gibi, ölmüş gibi görünen narın da ufacık bir anahtar deliği vardı. “Sakın atma bunu sevgilim, henüz ölmemiş,” dedi Ahmet, elinde tuttuğu ağacın dallarından birini göstererek. Selin, kocasının kendisini üzmemek için böyle söylediğini düşünerek, narı topraktan sökmek için gövdesinden kavradı. “Boş ver ya, onu söküp, saksıya limon ağacağı dikeceğim zaten,” dedi. Ahmet narın önüne siper olarak, söylediklerini yineledi. Karısının ellerinden tutarak, narın yanına götürdü, “Baksana, şu dalın ucundaki, güzelim yeşil yapracığı görmüyor musun?” Selin şaşkınlıkla önce nara sonra kocasına baktı. Parmağıyla minik yaprağa dokundu. O an bir mucizenin içinde olduğunu düşündü. Dalından köküne kurumuş gibi gözüken narı, yaşama tutunmak için minicik bir yaprak açmış ve neredeyse gözle görmeyecek bir biçimde bunu saklamıştı. Tam vazgeçtim denilen noktada hayat yeni bir başlangıç sunuyordu. Önemli olan umudu kaybetmeden, o kadar karmaşanın, tozun toprağın altından sunulan yeni şansı görmek ve yakalamaktı.

Eeee… sonra ne mi oldu? O minyatür narlar aynen görüldüğü gibi tüm naifliği ve tüm zarafeti ile balkonun ayrıcalıklı bir köşesinde her sabah güneşin doğuşuna eşlik etmeye, kuşların cıvıltısını dinlemeye, baharın tadını çıkarmaya devam ediyor.

NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.  

13.Safiye ve Bora Elber

 

Fotoğraf: Bora Elber

Öykü: Safiye Elber 

Ders programında dans

Bir okulda 3 – 8 yaş aralığındaki çocuklara (kızlı erkekli) bale dersleri veriyorum. Nasıl olur, acaba olur mu derken, derslere başlamamın üzerinden 2 yıl geçmiş bile. Verdiğim derslerde çocukların tepkileri ve gelişimleri, dansın eğitimdeki ve hayatımızdaki hallerine dair gözlemlerimi ve sorularımı paylaşmak istedim.

59

Uzun zamandır takip ettiğim İngiliz dansçı & koreograf Akram Khan, dans ve dans eğitimi üzerine The Independent gazetesine önemli bulduğum bir açıklama yapmış. Bir hobiden daha fazlası olduğu için İngiliz Hükümetinin dansı eğitim müfredatına koyması gerektiğini söylüyor Khan ve ekliyor, “Dans pek çok başka şeyin yapamadığı şeyleri yapıp bariyerler aşıyor, yeri geldiğinde onları kırabiliyor. Politik ya da Dini olabildiği gibi, bugün sanatın kaybettiği bir tür sosyal bağlantıları kendilerinden kurabiliyor. Bu da ona ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.”

Doğada, anne – babanın korumacılığından, bakımından çıkıp kendi ayakları üzerinde er geç durmaya başlayan canlının insan olduğunu okumuştum. Yani çocuklar, bu durumda gerçek bir insan olmaya çalışmalarının henüz çok başındayken tanışıyorlar baleyle.

6 – 7 yaşından itibaren erkek çocuklarının bale yapmakla ilgili önyargıları başlıyor. Balenin onları nasıl kazandığını paylaşmadan önce söylemek istediğim, dansın aştığı ilk bariyerin bu olmadığı.

60

Bu yaşlardaki çocuklar her an bir tepki vermeleri, bir fikir yürütmeleri ya da bir davranış göstermeleri gerektiği bir ortamda oldukları hissiyle doluyorlar. Bundan dolayı da etraflarındaki olaylar tekrar ettiğinde ya da bir tablet oyununa göre daha yavaş ilerlediğinde, hemen vazgeçiyor, sıkılıyorlar. Onlar daha birini ya da bir şeyleri suçlamadan zaten sınıf öğretmenleri gelip doğru davranış biçimini anlatıyor ve çocuk da zorunda olduğu için derse katılıyor.

Emekli öğretmen babamın ben derslere başlamadan önce, bana verdiği tek tavsiye şuydu: Çocuklara bale öğretmeye çalışma.

Nasıl anlatılır bilemiyorum, sezgisel bilgilerini kullanarak farkındalıklarını arttırmaya çalıştım, diyebilirim. Bunun için de sakin ve alıcı bir ortama ihtiyacım vardı. İşte bale, dans, her şeye rağmen bu ortamın kurgulanabildiği bir şey, sezgisel bilginin paylaşımını içeriyor. Bunu güzel bir kutlamaya çevirdiğiniz zaman çocukları kazanmak zor olmuyor. Bugün bale dersinde ne yaptınız diye sorsanız, biraz popomuzu bacağımızı acıtarak kurbağa olduk, korsan olduk ve bir adaya gittik. Hazine ararken arılarla, kedilerle, tavşanlarla karşılaştık, deriz. Belki biraz da uyuduk ve rüya gördük. Çok iyi bildikleri masalların farklı anlatımlarının içinde olmayı çok seviyorlar. Aynı anda birden fazla bariyeri aşmış oluyoruz aslında.

Dans eğitiminin ya da sanatının icra edilmesinin değil de dans etmenin kendisinin kolay kurumsallaşan bir şey olduğunu düşünmüyorum.

61

Öncelikle balenin bu anlamda pek de iyi bir karnesi olmadığını söylemek gerek. Sovyetler Birliği örneğiyle, diğer sanatlarla beraber her zaman tartışılır bir halde bale de. Bir sonraki nesil pek çok edebiyatçı ve sanatçı gibi demir perde ülkelerinden kaçan eşcinsel baletlerin hikâyelerini dinleyerek büyüyor balede de.

Burada benim bahsettiğim zorluk, mesela resim renklerden, heykel topraktan, müzik notalardan çıkarak kendini gerçekleştirirken dansın sanat eseri olarak biçimlendirdiği şeyin bizzat bedenlerimiz olmasından kaynaklanıyor. Bunu iklim aktivistlerinin, aktivizmin sembolik olarak belirli insanlara atfedilmesi değil artık herkesin her an iklim için bir nefes olabileceğini söylemelerine benzetiyorum. Yediğimiz yemek, giydiğimiz kıyafet, evden okula – okuldan eve yolculuğumuz ve bu mekânlarda yaptıklarımız zaman geçtikçe bedenimizde bir birikime dönüşüyor. Sanatın yaşamlarımızın içinden bu kadar koptuğu bir zamanda yeni bir yaşam için yine bedenlerimize döneceğiz, dönüyoruz da aslında. İşte, çocuklara dans eğitiminin öneminden bahsediyoruz.

62

Belki de bu yüzden, zaten bale gibi disiplinlerin kurslarına gidecek öğrenciler kadar klasik eserlerle okulda tanışan ve hayatında belki tekrar karşılaşması zor olan çocukların danslarını izlemek ayrı bir heyecanlandırıyor beni. Hem çocuklar, hem de izleyicinin – ailenin yani – de bundan heyecan duyduğunu görüyorum. Seviniyorum.

Her an aktivist olduğumuz gibi her an dans da edebiliriz yani. Zaten her an dans etmezsek, nasıl aktivist olacağız?

54

 

 

Bahar Topçu

 

[Manzum Serzenişler] Yaprak Dökümü

Uzaktaki köyler uzakta olmaya devam ederken o esnada büyük şehrin bir yerinde…

Yaprak Dökümü

Esti biraz…
kıpırdadı belirgin.
Kıtırdadı boğumu yaprağın,
sallantıda ve tedirgin…
Çoktan sararmıştı benzi
mahzun ve mahçup…
Bakışlarına maruz iken
genç yeşillerin…

Gövdesine seyredaldı azıcık…
Uzun bir ağaçtı hakikaten.
Yaşlı, heybetli ve zengin…

Düşmek…
Kopmak…
Zaman…

Hayal etti azıcık…
dokunmak uzaktaki dallara…
bir an için bile olsa…

Düşmek…
Uçmak…
Zaman…

Tomurcuklandığı günü hatırladı
İlk kokusunu Bahar’ın…
Serpilmeyi…
Heyecanla…
Biraz da hırsla…
Kocaman bir yaprak olabilmek için…

Esti biraz daha
tutundu tüm varlığıyla!
Pes etmek yok!
Korku ise bâki…

Bu seferki kıtırtı
kulağına çalınmıştı
o heybete yaslanmış
körpe sevgililerin…
Öyle yakın…
Öyle hazîn…

Nice kasırgalar görmüştü oysa!
Ne fırtınalar!
Yıldırımlar atlatmıştı,
sayısız yağmurlar…
Ama gel gelelim,
küçük bir mumu nazikçe söndüren o üflemenin
dokunuşuyla süzüldü işte…
Ölesiye hafif…
Biraz da serin…

Düşler…
Gitmek…
Zaman…

Seyredaldı heybetli ağacı,
en üst mevkilerinden zemine doğru alçalırken;
dallar tanıdık ve uzak,
ellerini sıktılar, uğurlarken…

Uçuştu biraz sağa
biraz sola
sonra da yola…

***

Taksi çağıracaktı,
eli havada…
Geri çekti!
Metro’ya seyirtti usul usul,
yeni işsiz kurumsal adam…

Tabanının altında bir yaprak çıtırdadı…
Körpe sevgililer işlerine döndüler;
Öğle tatili bitiyordu…

15/9/2015
19:15
Üsküdar

Kısık ateşte siyasi cinayet

Son Teşebbüs, devlet ortadan kalktığından dolayı her türlü devlet aygıtıyla birlikte

polis teşkilatı da lağvedildiğinden polislerin olmadığı bir polisiye.

 

Polisiye bir kitapla ilgili yazı yazarken okurun keyfini kaçırmamak adına dikkatli olmak gerekir. Yazarın oyunlarından tarihle ilgili olanını açıklarsam, katilin kimliğine ima dahi yapmadığım gibi en kafama takılan sorunu aşacak olan okura elindeki feneri sadece cinayeti aydınlatmak için tutma şansını da vereceğimi düşünüyorum. Son Teşebbüs, son cinayetin işlenmesinin üzerinden yüz yılın, devrimin gerçekleşip insanların sınıfsız toplumu kurmalarının üzerinden iki yüz yılın geçtiği bir zamanı anlatıyor. Kitabı bir gelecek ütopyası olarak okudum ama ufak tefek birkaç detay dışında insanların günlük yaşamının neredeyse aynı kalmasını, hatta ulaşım gibi kimi konulardaysa daha geride olmasını başta handikap olarak yorumladım. Gelgelelim kitabın sonundaki mektupta geçen 2012 tarihi, yüz yıllık ve iki yüzyıllık göndermelerin 1789 Fransız ve 1917 Ekim Devrimlerini işaret ettiğini, dünya çapında başarıya ulaşan devrimlerden sonra nihai amaç olan sınıfsız ve sömürüsüz toplum düzeninin kurulduğunu anladım. Devletlerin ve sınırların kalktığı, insanların çalışıp çalışmamak konusunda özgür olduğu, sömürenler olmadığı için fakirliğin değil zenginliğin bölüşüldüğü bir dünyada geçiyor roman. Ancak devlet ortadan kalktığından dolayı her türlü devlet aygıtıyla birlikte polis teşkilatı da lağvedildiğinden polislerin olmadığı bir polisiye okuyoruz. (Finali okuduktan sonra geri dönüp sayfaları tekrar çevirdiğinizde yazarın tüm detayları bilinçli olarak yerleştirdiğini görüyorsunuz ve kitap kafanızda yerli yerine oturuyor.)

52

Gazetede çalışan Anlatıcı ve arkadaşı Can’a bir mektup gelir: “Yeryüzünde bir cinayet işlenmesinin üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçti… Sen bu mektubu okuduktan sonra, dünyanızda bir cinayet işlenecek. Bir insan ölecek. Taammüden öldürülecek. Bunu çok iyi biliyorum, çünkü ben öldüreceğim!” Cinayeti engelleyebilecek, ne bir devlet aygıtı ne de kolluk kuvveti kalmıştır. İnsanlar yalansız, barış içinde yaşamayı öğrendiklerinden gereksiz hale gelen bu birimler kapatılmıştır. Güzel yemekten başka pek bir şeyden anlamayan Anlatıcı ve asabi arkadaşı Can’ın cinayeti engellemeleri mümkün değildir. Onlar da Milano’dan polisiye edebiyat tarihçisi –cinayetler ortadan kalktığı için polisiye edebiyat da tarih olmuştur– arkadaşları Andrea’yı çağırırlar. Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali, kahramanlarımız dedektifin olmadığı yerde polisiye edebiyat tarihçisinden hafiye yaratmaya soyunurlar.

Aziz Hatman - Son Teşebbüs

            Andrea’nın yazdığı gazetede yayınladıkları, polisiye romanlar üzerine yazılar sebebiyle mektubun onlara yollandığına kanaat getirirler. Cinayetin aslında tek bir kişinin katlinden çok daha fazlası olduğunu, kurulan sisteme karşı ve siyasi olduğunu kavrarlar. Bir kişinin öldürülmesiyle, devletsiz sistemin sorgulanmaya başlanacağını, kendini savunmak için tekrar üreteceği aygıtları vasıtasıyla gericileşeceğini ve aslında korumak isterken kendini yıkacağını fark edince katilin –daha doğrusu henüz yazar olan kişinin–, peşine düşerler. Bunun için de yem olarak gazetede bir karşı mektup yayınlarlar. Kuzguncuk’un Yemekleri isimli yemekyerinde mideleri seçkin tatlarla doyarken, çeneleri et çiğnemenin yanı sıra keskin kuramsal tartışmalara da girişir. Bu sırada Can ve Andrea arasında yöntem konusunda keskin bir ayrışma belirir: Can katili ne olursa olsun bulmak adına devrimci biçimde hareket edilmesi, gerekirse düzenin korunması için tüm aygıtlarıyla birlikte devletin yeniden inşasını önerirken; Andrea ise muhafazakâr biçimde sisteme hiçbir müdahale yapılmaması gerektiğini, onun kendi kendini koruyacağını, koruyamazsa zaten yıkılmaya mahkûm olduğunu, dışarıdan müdahalenin de katilin istediği amaca hizmet edeceğini ve düzeni yıkacağını söyler. Can hışımla mekândan ayrılır. Anlatıcı yola Andrea ve yemekyerinde tanıştıkları Doktor Yakup ve garson kadın Pantea’yla devam eder. Andrea ile yakınlaşan Pantea aslında gastronomi okumaktadır, Yakup’sa insanların sıkıntılı zamanlarında gittiği doktorluktan kaçarak, yemek yiyerek mutlu oldukları bu yemekyerine sığınmıştır.

Roman Anlatıcının ağzından anlatılıyor ve yazar ağırlıklı olarak iç konuşma tekniğini kullanıyor. Anlatıcının adını uzun süre öğrenemezken Doktor Yakup’un adı –Yaqup, Yaghub, Jakob, Jakobus, Hakob, Hagop vs. gibi– her seferinde değişiyor. Burada yeni kurulan düzende insanların istediği kişiliğe, ada, mesleğe vs. bürünmekte özgür olduklarına bir gönderme yapıldığı gibi İsa ve havarilerine atıf da var.

Özgür Üniversite, NHKM, soLMeclis’te yer alan sol siyasi gelenekten gelen yazar Aziz Hatman, kitaba da okuru sıkmayacak, aksine ufkunu açacak biçimde kuramsal tartışmalar yerleştirmiş. “Herkes toplumun sorumluluğunu üstlendiğinde, çözülmez denen teknik bölümdeki ast-üst ilişkisini dahi önemli ölçüde çözebilmiştik. Özgür astlar ve özgür üstler olunca ortada sadece istedikleri işi yapan, ama gün gelip de istemediklerinde yine yapmayan ve istediklerinde başka bir diğer işi yapanların oluşturduğu eşitlerin emek süreci ortaya çıkmıştı. Kimse kimseyi sömürmüyor, kimse istemediği bir işte çalışmak zorunda kalmıyordu. Herkes kendi kişisel sorumluluğunu, kendini gerçekleştirmek için üstleniyordu. Mutlak çalışma özgürlüğüne sahip olan eşit insanların toplumu doğuyordu… Hayatta kalmak için çalışmak, geçici bir dönem için toplumsal sorumluluğu paylaşma bilincine evrilmiş olsa da, eşit ve özgür emek süreci hızla olgunlaşmış ve insan zevk almak, tatmin olmak, mutlu olmak için çalışmaya başlamıştı. Çalışarak kazanılan ücretin tüketilirken verdiği tatmin, mutluluk, zevk tarih olmuş ve yerini üretmenin tatminine, mutluluğuna ve zevkine bırakmıştı.”

aziz-hatman

            Son Teşebbüs’ün alt bölüm adları besinlerden oluşurken, kitap boyunca ağzımızı sulandıran sofralar kuruluyor ve yemek tarifleri veriliyor. Yazarın kendisinin de yaptığı ve beğendiği yemek tariflerini kitaba ustaca yedirmesinin tek kötü yanı; akıcı kitaba devam etmekle, şapırdayan ağzınızı kapatmak için tarifleri denemek üzere mutfağa gitmek arasında bıraktığı dilemma oluyor. (Tamam, itiraf ediyorum; geyik etinden yapılan carpaccio ya da canlı istiridyede kitabı okumaya devam ettiysem de, her yediğimde babaannemi andığım domatesli pilav ve üryan eriği hoşafından sonra pirinci ıslayıp, erikleri kaynatmaya başladım.)

Andrea’ya yollanan devletin çözülüş şemasından sonra, şemanın en üstünde yer alan birimlerdeki insanlardan birinin eski düzeni diriltmek, yeniden önemsenmek ya da başka bir amaçla siyasi cinayet işleneceğine emin olurlar. Anlatıcı ve Doktor Yakup, hem şemanın hem de halen tutulan tek kayıt olan sağlık riski haritasının en tepesinde yer alan eski düzenin son meclisinin temcileri, önde gelen bürokratları ve partilileriyle görüşmeye başlarlar… (Okurların kafasının karışmaması için kısa bir not olarak, gelişen tıp bilimiyle birlikte insan ömrünün hayli uzadığını ve bir asrın orta yaşlara tekabül etmeye başladığını ilave edeyim.)

İstanbul’da geçen kitapta hiç dinmeyen yağmurlarıyla polisiyenin anavatanı Londra’ya, siyasi tartışmalarla İskandinavya’ya, uzun yemek seanslarıyla da Akdeniz’e (İtalya ve Fransa’ya) selam gönderiliyor. Arka kapak yazısında ülkemizde polisiyenin tarihini yazmış olan Erol Üyepazarcı, Anlatıcıyı ünlü İspanyol polisiye yazarı Manuel Vazquez Montalban’ın komünist ve ağzının tadını bilen ünlü dedektifi Pepe Carvalho’ya benzetiyor.

Son Teşebbüs, kapağında yazdığı gibi Siyasi Cinai Gastro bir kitap. Bir yandan uzun süren yemeklerde tartışılan siyasi görüşler verilirken, bir yandan da cinayet işlemeden durdurulmaya çalışılan katili kovalıyoruz. Aziz Hatman’ın kısık ateşte kapalı bir tencere içinde pişen kitabının sonunda, okuru beklediğine değen, tadı damakta kalan, görkemli bir final bekliyor.

Eline sağlık Aziz Usta, yeni kitabını okumak için dört gözle bekleyeceğim ama bu arada kırmızı biberli fasulye kavurması yaparsan, ‘sadece kitabı imzalatmak amacıyla’ gelmek isterim hani.

Son Teşebbüs, Aziz Hatman, Esen Kitap, Polisiye Roman, 235 Sayfa, Temmuz 2015

51

 

Mehmet Fırat Pürselim

Emin Alper, “Türkiye’de de durum Abluka filmindekine benzer”

72. Venedik Film Festivali’nde ‘Abluka’ filmiyle ‘Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen yönetmen Emin Alper, ödül töreninin arından düzenlenen basın toplantısında, “Venedik’ten davet geldikten sonra Türkiye’de ateşkes sona erdi ve kendimizi filmdekine çok benzer bir durumda bulduk” diye konuştu.

14...

‘Abluka’nın Türkiye’deki problemleri vurgulamaya yardımcı olmasını umduğunu belirten Alper, “Bu filmi çektiğimizde Türkiye’de çok daha sakin bir atmosfer vardı. Ama maalesef bize Venedik’ten davet geldikten sonra ise Türkiye’de ateşkes sona erdi ve kendimizi filmdekine çok benzer bir durumda bulduk. Dilerim bu film, Türkiye’de barışçıl ve demokratik bir ortama katkıda bulunur” dedi.

‘Abluka’, Venedik’te ‘Jüri Özel Ödülü’ dışında, gençlik jürisinin ödülüyle birlikte bağımsız eleştirmenler ödülü ‘Bisato D’Oro’nun da sahibi olmuştu.

(BBC Türkçe, Diken)

Mehmet Tarhan, askerlik şubesine teslim olması şartı ile serbest

Aydın’da gözaltına alınan vicdani retçi Mehmet Tarhan iki gün içinde askerlik şubesine teslim olma şartıyla serbest bırakıldı. Tarhan kendisi için “sivil ölüm” sürecinin yeniden başladığını söyledi.

12

Bianet’den Ekin Karaca’nın haberine göre Mart 2015’te hakkında firar davası açıldığını belirten Mehmet Tarhan, bu dava çerçevesinde yakalama kararı verildiğini söyledi.

Yakalama kararı nedeniyle Aydın’da gözaltına alındığını söyleyen Tarhan, önce savcılığa, ardından askerlik şubesine götürüldüğünü söyledi ve ekledi:

“Askerlik şubesinde birliğe teslim olmam için iki gün süre verdiler ve serbest bıraktılar. Bu şu anlama geliyor: Hakkımda yeniden yakalama kararı çıkartacaklar. Yani ‘sivil ölüm’ süreci yeniden başlayacak.”

(Bianet)

 

Hasan Cemal hakkında gazete yazısı nedeniyle soruşturma

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, gazeteci Hasan Cemal hakkında “Akan kanın bir numaralı sorumlusu Saray’daki Sultan’dır, nokta!” başlıklı yazısı nedeniyle soruşturma başlattı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, gazeteci Hasan Cemal hakkında soruşturma başlattı.

Soruşturma Cemal’in T24’te yayınlanan Akan kanın bir numaralı sorumlusu Saray’daki Sultan’dır, nokta! başlıklı yazısı nedeniyle başlatıldı.

10

 

İstanbul Cumhuriyet Savcısı Umut Tepe‘nin imzasını taşıyan ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürlüğü tarafından tebliğ edilen yazıda, “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrılan Cemal, aksi halde “zorla” getirilecek.

Bu soruşturma 12 Mart Darbesi’nden bu yana Hasan Cemal hakkında açılan ilk soruşturma.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Cemal gazeteciliğe 1969 yılında Ankara’da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı, Günaydın, Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde çalıştı.

Cumhuriyet gazetesinde Ankara temsilciliği ve genel yayın yönetmenliği yapan Cemal, 1998 itibariyle çalışmaya başladığı Milliyet gazetesinden 15 yıl sonra dönemin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Batsın bu gazetecilik” sözlerini eleştirdiği yazısı yayınlanmayınca ayrıldı. Halen t24’ta yazılar yazan Hasan Cemal Bağımsız Gazetecilik Platformu P24’ün kurucu başkanı yayımlanmış ve 12 kitabı var.

(Bianet, T24)

Fatsa’da siyanüre karşı direniş çadırı yakıldı

Ordu’nun Fatsa ilçesinin Bahçeler Mahallesi’nde siyanürle altın ayrıştırma çalışmalarına karşı kurulan direniş çadırı yakıldı.

Evrensel’de yer alan habere göre Fatsa Ünye Doğa Koruma Platformu’nun siyanüre karşı verdikleri mücadelede sembol yeri olan madene yakın yerde fındık bahçesine kurulan direniş çadırı gelen konukların ağırlandığı, basın açıklaması ve eylem yeri olarak da kullanılıyordu. Daha önce çadırın brandası ve çevresinde bulunan pankartlar kesilmişti.

8

Her akşam yöre halkının bir araya geldiği çadır, dün gece 23.00 sıralarında insanların dağılmasından sonra kimliği bilinmeyen kişi ya da kişiler tarafından yakıldı. Çadır ve içindeki eşyalar tamamen yandı.

Ordu Doğa ve Yaşam Alanlarını Koruma Platformu üyesi Coşkun Özbucak yaptığı açıklamada, “Fatsa ve Ünye halkı başta olmak üzere Türkiye’nin her tarafından da desteklenen siyanüre karşı verilen mücadele önemli bir aşamaya geldi. Halkın tepkisi her gün büyüyor. Halkın direnişinin sembolü olan çadırın yakılması da gösteriyor ki, önemli bir etki gücü var. Bu tür saldırılar halkın mücadelesini daha da yükseltecektir. Yapılan saldırıyı şiddetle kınıyoruz” dedi.

7

Çadırın kurulduğu alanın sahibi Cevat Atar yaptığı açıklamada, “8 ayın 5’inde ‘Siyanüre hayır’ yazan pankartlarımızı kestiler, Geçen ayın 26’sında da bir arkadaşımızın cenazesine gittiğimizde çadırımızı 30-40 yerinden kesmişlerdi. Dün akşam saat 21’e kadar çadırdaydım, arkadaşlarla nöbet tutuk, sohbet ettik. Daha sonra kayınvalidemin rahatsızlığı nedeniyle eve döndüm. Gece 12 gibi komşum aradı, ‘Çadır yanıyor’ diye. Jandarmaya itfaiyeye haber verdik hemen. Onlar geldiler gece. Sabaha kadar oradaydık. Çadırda ne var ne yok yanmış. 30-40 sandalye, iki masa, çay, şeker ne varsa… Şüphelendiğimiz kişiler var elbette. Madenle alakalı olduğunu düşünüyoruz tabii. Madenin bazı kişilere ‘Sizleri işe alacağız ama şu çadır buna engel’ dediğini duyuyoruz. Bu akşam yine çadırda toplanıp durumu değerlendireceğiz” diye konuştu.