Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nin yürüttüğü “Birlikte Yeşil Enerjiye” projesinin hedeflerinden biri olan iklim değişikliğiyle birlikte mücadele için, Kazdağı ve yöresindeki sivil toplum kuruluşları bir araya geldi. Proje kapsamında, iklim değişikliği konusunda çalışan STK’lar arasında bir ağ oluşturmak üzere planlanan yüz yüze buluşmaların ilki, derneğin Küçükkuyu’daki binasında, Çanakkale, Edremit, Bozcaada, Akçay, Altınoluk ve Ayvalık’ta çevre konusunda çalışan sivil toplum kuruluşlarından yaklaşık 50 kişinin katılımıyla gerçekleşti.
İklim için STK ağı
Birlikte Yeşil Enerjiye projesi, iklim değişikliğiyle mücadele eden STK’lar arasında ağ oluşturarak farkındalık yaratmayı, yenilenebilir enerji üretimi ve kullanımı konusunda bilinç yükseltmeyi amaçlıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Projesi – Küçük Hibeler Fonu tarafından desteklenen projenin ortakları arasında Küçükkuyu Belediyesi, Ege ve Marmara Çevre Belediyeler Birliği, Genç Troya Derneği ve Yeşil Düşünce Derneği yer alıyor. Proje kapsamında oluşacak İklim İçin STK Ağı ‘nın katılımı ile yapılacak yüz yüze buluşma toplantılarında, iklim değişikliğine neden olan etmenler, örgütlenme ve savunuculuk, sivil itaatsizlik, kadının mücadeledeki rolü başlıkları konuşulacak. Nisan ayının ortasında son bulacak toplantılardan ortak bir strateji planı çıkarılacak.
Projeyle ilgili diğer ayrıntıları, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı SüheylaDoğan anlattı: “Yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği, alternatif enerjiler konusunda bir çalıştay yapacağız ve derneğimizin bahçesine, model olması açısından güneş enerji sistemi kuracağız. İnternet sitemizden İklim İçin STK Ağı’na dahil olan tüm STK’ların iletişim bilgilerine, projeyle ilgili gelişmelere, yüz yüze buluşmalardan çıkacak sonuç kitapçıklarına ulaşılabilecek.”
Projenin diğer hedefi, enerji kooperatifçiliğine özendirmek
Süheyla Doğan, sözlerine şu çağrıyla devam etti: “İklim İçin STK ağını genişletmek için özellikle doğa koruma konusunda çalışan STK’ları projeye davet ediyoruz. Birlikten güç doğar. Projenin, enerji kooperatifleri ile ilgilenenleri mevzuat hakkında bilgilendirmek, bununla ilgili engeller ve nasıl aşılabileceği konularında çalışma yapmak, yurt dışında enerji kooperatifleri yerel yönetim uygulamalarını ziyaret edip inceleyerek, bu bölgede de bir enerji kooperatifi kurmanın adımlarını atmak hedeflerine birlikte ulaşalım istiyoruz.”
(Süheyla DOĞAN)
Proje kapsamındaki yüz yüze buluşmaların ilki, “Kazdağı ve Yöresinde İklim Değişikliği’ne Neden Olan Etmenler” başlığı altında, İklim Bilimci Prof. Dr. Murat Türkeş, Ziraat Mühendisi Hicri Nalbant, Doktor İlhan Pirinçciler’in konuşmacı olarak katılımıyla gerçekleşti.
İklim değişikliğinin olumsuz etkilerini, Kazdağı dengeler
Prof. Dr. Murat Türkeş, Kazdağı ve yöresinde gözlenen ve beklenen iklim değişikliğini, bölgenin coğrafi koşullarını, bugünkü ekosistemini, toprak – su dengesini, sıcaklık, nemlilik, yağış rejimlerini haritalarla destekleyerek açıkladı: “İklim değişti, kışlar çok ılık ve az yağışlı, yazlar çok sıcak, bazen çok yağışlı oldu. Kazdağı ve yöresi, iklim değişikliğinden çok etkilenecek alanlardan biri. Buharlaşma, yağıştan fazla ve bu da yıllık su açığı olduğu anlamına geliyor. Bu bölge bir kış yağış almazsa kuraklık iki yıl sürebilir. Yaz kuraklığı da düşünülünce bir damla su bile çok yaşamsal ve önemli. İklim değişikliği Kazdağı’nı olumsuz etkiler. Kazdağı’nın üzerinde yaptığımız bütün olumsuzluklar da Kazdağı’nın olumlu etkilerini en aza indirger. Kazdağı bir bütün halinde korunursa iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini dengeler. Altın madenciliği, termik santraller ve ağır sanayi, bu dengeyi bozuyor. Kaz Dağları’nın metalik madenciliğe ve termik santrallere verecek suyu yok.“
(Hicri Nalbant – Prof. Dr. Murat Türkeş – Dr. İlhan Pirinçciler)
Lapseki’nin kirazı, şeftalisi, termik tehdidinde
Ziraat Mühendisi Hicri Nalbant, yöredeki tarımın iklim değişikliğinden nasıl etkilendiğini anlatırken, Çanakkale ve çevresinde planlanan termik santrallerin tarımsal üretime verdiği zararlara dikkat çekti: “Karabiga bölgesine 18 bin megawatt termik santral kurma çalışmaları var. Bir kısmı planlandı, bir kısmı ÇED aşamasında. ÇED iptalleri için davalar açmaya ve mücadeleye devam ediyoruz. Termik santrallerin baca gazları çok uzak mesafelere yayılıyor. Asit yağmuru olarak ormanların, su kaynaklarının, tarım alanlarının üzerine yağıyor. Termik Santrallerden enerjiyi dışarıya dağıtan yüksek gerilim hatları, tarım alanlarının, meyve bahçelerinin üzerinden geçiriyor. Çanakkale’nin tarımı bundan etkilenmeye başladı. Lapseki’de dünyanın en değerli nektarini, şeftalisi, kirazı üretiliyor. Çiftçiler para da kazanıyor bu topraklardan ama şimdi, kendilerine göre iyi paralarla, köprü inşaatı için topraklarını satmaya başladılar. Çanakkale’de tarımı bekleyen bir diğer büyük tehdit de bu, tarım toprakları hızla el değiştiriyor.“
“Çan halkı kirli hava soluyor”
Birlikte Yeşil Enerjiye projesinin destekçilerinden olan İda Dayanışma Derneği’nin yönetim kurulu başkanı Dr. İlhan Pirinçciler, temiz hava en önemli insan haklarından biridir diyerek kirli havanın iklim değişikliği ve insan sağlığı üzerine etkilerine değindi: “Çanakkale Yenice’ye, Karabiga’ya, Çan’a yapılmak istenen kömürlü termik santraller bize uzak diye kimse düşünmesin. Çanakkale, neredeyse yılın tamamı rüzgar alan bir boğaz kenti. Santrallerde yılda 3,5 milyon ton kömür yakılacağı ve çıkacak küllerin en az 50 kilometre alana uçuşacağı gerçeği düşünülürse, bu hava kirliliği, hipertansiyon, migren, kalp damar hastalıkları, kronik nefes hastalıkları ve psikolojik sorunlara sebep olacaktır. Çan Termik Santrali bunun en somut örneklerinden biri. Raporlar, Çan’da yaşayan insanların yılda en az 270 gün kötü hava soluduğunu gösteriyor.”
İklim için STK Ağı’nın diğer yüz yüze buluşma toplantıları konuları ve konuşmacıları şöyle:
Mert Gökalp’le Kuzguncuk’ta bir Ekim öğle sonrası yüzyüze gelene dek iki, belki üç kez telefonda konuşmuş, bir sürü buluşma planlamış ancak bir araya gelememiştik. Lüfer üzerine bir belgesel yapıyordu. Lüfer Bayramı bizi bir araya getirdi. İlerleyen aylar yıllarsa bizleri tanış olmanın ötesine taşıdı. Cenova’da Slow Fish’e delege ziyaretinden, sıradan kahve sohbetlerine muhabbetimiz derinleşti. Lüferin kuyruğunda yan yana ve omuz omuza yerimizi aldık.
Şimdi çektiği belgeselin görücüye çıkma zamanı. Ben de görmedim henüz. Canım İstanbul’un, canan-ı lüferin peşinde neler anlattı, kamerasından meraktayım. Röportaj yapma imkanı sunuldu. İkiletmedim.
Lüfer-Boğazın Prensi/Bluefish-Prince of Bosphorus‘un ilk gösterimleri 16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında 18 Şubat 2017 Cumartesi 11:00’de , Cinemaximum Kanyon’da ve 20 Şubat Pazartesi günü 16:00’da Cinemaximum City’s Nişantaşı’nda gerçekleşecek.
Uzun da bir sohbet oldu. Sizlere iki parçada sunacağız. Bu ilk kısım, daha fazla belgeselle, çekim süreci ve niyetlerle ilgili.
Defne Koryürek: Mert, seni sadece belgesel yönetmeni olarak tanıtmak hata olur ama bilemedim de ne demeli, deniz biyoloğu demek yetmeyecek.. Ne diyeceğiz sana, necisin?
Mert Gökalp
Mert Gökalp: Benim durum karışık biraz. Mühendis olarak başladım, ODTÜ’de Petrol Mühendisliği okudum. Ardından Fiziksel Okyanus Bilimi okumak üzere burs alıp Miami Üniversitesi’e gittim ama orayı tamamlayamayıp dalış hocalığı eğitimi aldım. Haliyle bursum kesildi, döndüm. Ankara Üniversitesi’ne girdim. Yüksek lisansımı biyoteknoloji üzerine yaptım. Bir süre doktora şansı bulamadım, beş sene kadar. Bu sürede dalış hocalığına devam ettim ve nihayetinde de kendimi fotoğrafçı, hatta kameraman ve videographer olarak buldum..
Defne: O nasıl oldu?
Mert Gökalp: Zaten hep tutkumdu fotoğraf. Hatta fotoğraf noktasında güçlü olduğumu biliyordum zaten ama insanın bunu kendine söylemesi kolay değil tabi. Dostlarım yönlendirdi, öyle oldu, soruna cevap olacaksa. Grafik tasarımı yapan dostlarımın yönlendirmesiyle, internet aracılığıyla sadece Türkiye’ye değil, tüm dünyaya fotoğraf çekip satabileceğimi fark ettim.
Defne: Kişinin kendine isim vermesi bir cüret meselesi...
Mert Gökalp: Biraz da gemileri yakmayı gerektiriyor. Şimdi sen bir disiplin almışsın, mühendis, biyolog.. Bir iş. Meslek kariyer falan derken. Hop diyorsun ki ailene, çevrene, ben bir fotoğrafçıyım! Doğa fotoğrafçısıyım, doğa kameramanıyım, diyorsun. Bunu demek için elinde bir şey olması gerekiyor. Arkada bir alt yapı ve yanında bir güç olması gerekiyor. Benim dostlarım vardı. Bana oğlum senin fotoğraflar profesyonel kalitede, yapabilirsin bu işi dediler. 2005 ya da 2006, öyle başladım. Sonra kamera girdi işin içine. Öyle. Daha sonra doktora şansı doğdu, yüksek lisansdan 6 yıl sonra, Hollanda’dan, Wageningen Universitesi’nden, o şekilde hem fotoğrafçılık hem akademik hayat bir şekilde birlikte ilerlemeye başladı.
Defne: Peki, biz seninle bugün bir yönetmen olarak konuşuyoruz ve tüm bu geri planın bir yana, Lüfer belgeselin ilk yönetmenliğin de değil üstelik..
Mert Gökalp: Evet ilk filmim Lüfer değil, İrme. Belgesel de değil, bir kısa film. Aslında yönetmenlik değildi niyet. Çünkü yönetmenlik için arkanda bambaşka bir geri plan olması lazım. Alt yapının olması gerekiyor. Deneyim gerekiyor.. ki ben yönetmenim diyebilesin.
İlk başta ben doğa fotoğrafçısı ve kameramanı olarak başladım bu işe, sonra baktım benim deneyimlediğim şekilde canlı hikayelerini, doğa hikayelerini, su altı hayatını, oradaki bir takım ilişkileri anlatabilen, anlatabilecek yönetmen Türkiye’de yok; benim üzerime bir yönetmen gelecek olsa anlatmak istediklerimi tam olarak yansıtamayacak. Bu noktaya vardıktan sonra kendimi geliştirmeye çalıştım. Kurgu öğrenmek mesela.
Defne: İşin en önemli yanlarından bir kurgu, değil mi?
Mert Gökalp: Elbette! Dili kurgu belirliyor. İrme’de kurguyu derin mali imkansızlıklar sebebiyle ben yapmak zorunda kalmıştım. Gerçi Lüfer’de de muazzam bir bütçemiz yoktu ama çok yetenekli bir kurgucuyla çalışma fırsatım oldu. Mehmet’le çalışırken gördüm ki yönetmenin belki de kurguya hiç girmemesi lazım.
Defne: Niye?
Mert Gökalp: Biraz ruhsuz olması gerekiyor kurgucunun. Senin belgeseli yapma sebebin olan o her ne ise, o heyecanın objektif değerlendirilmesi gerekiyor kurgu sırasında. Senin heyecanının nispeten nötr bir el aracılığı ile dengelenmesi ve doğru yatağına oturtulması gerekiyor. Hatta bazı açılımlar yapabilmesi gerekiyor, kurgucunun. Açıkları bulabilmesi gerekiyor.
Defne: Ne gibi?
Mert Gökalp: Aslında sen bir örneğini gördün. Mehmet’le çalışmaya başladığımızda elde ne var ne yok döktü, baktı ve Greenpeace’den aldığım malzemeleri kullanmamaya karar verdi. Çünkü, dedi, bu belgeselde bir eksiklik var, o da üstten, herkesin üstünden ve kimseden korkmadan bakıp konuşacak biri. Kurgucu olarak malzemeyi birleştirmek istediğinde oluşacak hikayeyi o gördü, eksiği de o tespit etti. Eh, Tan geldi tabi aklımıza. Tan’la son röportajı sende yaptık, hatırlıyorsun ve öyle güzel yerleşti ki filme. Aslında iş filmin ortasında, Tan’ın sözleriyle yarılıyor. Yer yerinden oynuyor orada. Benim yerime konuşuyor aslında, yönetmenin pozisyonunu belirliyor. Sen de seyretmedin daha. Göreceksin. Bu açığı bulan ve Lüfer’i akacağı yatağına oturtan Mehmet oldu, kurgucumuz.
Defne: Aslında Tan’la çekimleri taa en başta yapmıştın..
Mert Gökalp: Hata yaptık. Buz gibi bir havada, Tan da hasta, rüzgar kıyamet bir röportaj yaptık iskele üstünde. Mehmet’in yönlendirmesiyle yenileyince röportajı, çok iyi oldu.
Defne: İlla her belgeselcinin aktivist olması gerekmiyor elbette ama sen bir aktivist gibi konumluyorsun sanki burada kendini. Yani nedir diye bir araştırma değil, bir sürecin tanıklığı değil, seninki bir cümlenin, bir duruşun ilanı.. Tan o yüzden önemli. Peki bu kişiliğini İrme’de nasıl görüyorsun, ilk yönetmenlik denemende, kısa filmde?
Mert Gökalp: Hepsi su canlıları. Ben de bir su canlısıyım. Deniz altı, su altı yaşamını Türkiye’de belki de en iyi bilen ve yaşayanım. Orayı, o kültürü, oradaki ilişkileri birinin anlatması gerekiyor. Bir kısa film hikayesi içerisinde bir sünger avcısı, bir belgesel dahilinde lüfer.. Hepsi su canlıları, onların hikayeleri. Ben de bir rehberim belki.
Defne: Kaç yaşından beri muhabbetin var sucul hayatla? Kaç yaşında daldın ilk kez?
Mert Gökalp: 6 yaşından bu yana normal nefesli dalıyorum. Ama tüplü dalış, ODTÜ’de Su Altı Topluluğu’na girişle, 17-18 yaşlarında oldu. O zamandan bu yana tüple dalıyorum.
Defne: Yaptığına rehberlik diyeceksek, senin sadece filmlerin değil bir de Türkiye’nin su altı hayatını, sucul canlılarını tanımaya yarayan aplikasyonun var değil mi?
Mert Gökalp: Aslında kitap var. Bir de kitabın aplikasyonu… ama yok artık.
Defne: Sahi mi! Niye? Ne oldu?
Mert Gökalp: Türkiye’de kitaba olan ilgiden de az bu tür, yani bilgi içeren malzemeye, aplikasyona merak. İşin kötü yanı bu aplikasyonların versiyon yenilemelerinin yapılması, bilginin taze tutulması gibi ciddi yükü de devam ederken ilgisizlik de pek cesaretlendirici olmuyor. Aplikasyon yaptım, hadi kimin ilgisini çekerse diyemiyorsun yani. İlgi, bu gayreti yüklenmeyi dengeleyecek bir ilgi gerekiyor ve olmadı.
Defne: Senin aplikasyonun bir envanterdi. Denizde ya da tezgahta karşılaşacağın tüm su canlılarını tanımayı sağlayan bir başvuru kaynağı.. yani denizin ilgilisi çok, çok mu az ülkemizde, bu manaya mı geliyor aplikasyonun yaşayamaması? O anlama mı geliyor, ilgisizlik?
Mert Gökalp: Bilemiyorum. Ama aslında az insan da yok. Ciddi sayıda insan outdoor aktivitelere, biyolojiye, mali imkanların artmasıyla hele, daha fazla ilgi göstermeye de başlıyor Türkiye’de. Bizde sanırım kitap yani bilgi kültürü yok. Listenin en sonuna denk geliyor kitap, harcama yaparken hala. Bu aplikasyonu İngilizce yapmadığıma pişman oldum mesela. Yapsaydım ilgi çok farklı olurdu İngilizce konuşan ülkeler tarafından ve gayretlerin de karşılığı görüldüğü için yenileme ve sürdürme cesaretim, takatim de başka olurdu haliyle.
Defne: Çok yazık. Bu bir data ama. Belki bir daha fırsat doğar.
Mert Gökalp: Kitabı zaten yarım basabilmiştik. Maliyet meselesi, 600 sayfa kaynağı 300 sayfaya indirmiş ve sadece Türkçe basabilmiştik. Tazelerken hem İngilizce’sini katıp hem de tümünü basma imkanı buluruz belki. O vakit aplikasyon için de bir ufuk oluşur.
Defne: Şimdi, senin gibi fevkalade donanımlı birine nasıl sorulur bilmem fakat deneyeceğim. Su altını bu kadar iyi bildiğin, bir aktivist olarak tüm lüfer kampanyalarının parçası, sadece mücadeleye katılanların değil, su altıyla muhabbetin sebebiyle lüferin de yol arkadaşı olduğun halde eminim bu belgeseli çekerken, süreçte, kendin ve su altı hayatıyla ilgili yüzleştiğin yeni konular olmuştur. Oldu, değil mi?
Mert Gökalp: Genişleteyim. Yüzleşmek değil de idrakımın derinleştiği anlar diyelim. Hatırlayacaksın sen de. Slow Food’un düzenlediği şenliklerden birinde (İstanbul’un Lüfer Bayramı’ndan bahsediyor) ilk çağlardan bu yana İstanbul coğrafyasından geçip giden filozof, gezgin, din ya da devlet insanlarının bu denize dair anlattıklarını dinlemiştim. Bu metinlere baktım belgesel için çalışırken. İşte Latince ya da Yunanca asıllarından İngilizce’ye çevrilmiş hallerini tararken niyetim lüferle ilgili bazı detaylara ulaşmaktı. Hem Aristo hem Ophianus, hem de Strabon söylüyor, enteresan bir kaç detaydan bahsediliyor. Mesela orkinosların ve palamutların sağ gözleriyle iyi gördüklerini ve Kalkedon (bugünkü Kadıköy) kıyısını kullanarak Marmara’dan Boğaz’a şiddetli bir giriş yaptıklarını ancak bu zengin sürü geçişinden Kalkedonlular’ın yararlanamadıklarını çünkü Boğaz’a girer girmez karşılarına çıkan nefis, bembeyaz parıldayan kayadan korkup rotalarını Haliç’e yönlendirdikleri ve bu sayede Haliç etrafındakilerin balığı neredeyse elle tutabilecek bolluğu yaşadıklarını anlatıyorlar. Şimdi bu beyaz, bembeyaz, enfes kayalık neresi? Açtım haritayı baktım. Fenerbahçe burnundaki kayalık olabilir mi, su altını biraz biliyorum haliyle.. derken o dönem Kız Kulesi yok ki! Tam yeri. Meğer Kız Kulesi’nin üzerine oturduğu kayadan korkuyorlarmış, dedim. Elbette kanıtlanmış bir şey değil. Başka fikirlere açığım, tartışalım. Türkiye’de yapılmıyor pek galiba ama bir konuya dair iş üretirken, o konuda kim ne demiş ilk diye bakmak gerek. Lüfere dair de bakınca, bu kadar filozofun, bu kadar din ve devlet insanının bu coğrafyadaki balık göçleri ve haliyle muazzam balık göçleri üzerine yazma ihtiyacı duymaları zaten buraya, bu denize bakma şeklimizi gözden geçirmeye sebep. Burası korumamız gereken bir hazine.
Defne: Çok bahtsız bir dönemi bu coğrafyanın, yıllardır mücadele veriyoruz bir balığı sembol ettik. Bu denizin, bu coğrafyanın korunması gerektiği ortada ve evet lüfer yok oluyor. O kadar ki, verimli üreme boyu 27-30 cm olan ve yok olan bir balığın bugün asla denetimi olmayan avlanma boyu 18 cm! Kurala riayet edilmesini umut edeceğin İstanbul Su Ürünleri Hal’inde ise listeleye tane ve kasanın yanı sıra “demet”le giriyor!
Mert Gökalp: Demet mi? Sahi mi, anlayamadım!
Defne:Evet evet, demet diye satış birimi var Hal’de, artık ne demekse!
Mert Gökalp: Allah allah!
Defne: Aslında diyeceğim, soracağım bundan hareketle.. Denize, balığa, yanı başımızdaki ve yok olan bir yaşama ilişkin duyarsızlığımızın tavan yaptığı bir dönemde çektin belgeseli ve kısmetine, ülkemizde lüferle ilgili son 50 yıllık dönemde yapılmış bir elin parmağı kadar bile olmayan araştırmadan birini de takip etme imkanı doğdu! Kültürel bağlamda kitapla, bilgi içeren aplikasyonla sınavımızı değerlendirdin, araştırmayı takip ederken bizzat bilimle imtihanımızı da değerlendirir misin? Akademiden bakanlığa, balıkçıya tüm katmanlarıyla…
Mert Gökalp: Bu belgesel için araştırır, konuşur, çalışırken sanırım tüm katmanlarıyla gördüm işi, tanıştım muhataplarla.
Defne: Bakanlık dahil mi?
Mert Gökalp: Yok, bakanlık haricinde. Malum, bakanlığa soracağım sorulara muhatap bulma ihtimalim olmadığı gibi savunma mekanizmalarının devreye girmesi ve endişelerin belgeseli zora sokması mümkündü. O yüzden katmanlardan bakanlık katmanı hariç herkese dair söyleyeceğim var.… öncelikle herkes yok oluşun farkında. Kim ne derse desin kameralara, mikrofonlara, en azgın zıpkıncısı, en azgın gırgır reisleri de biliyorlar ki balık yok oluşta ama bir araya gelip çözüm bulmayadakimsenin niyeti yok çünkü herkes durumdan bir diğerini suçluyor. Bir örnek vereyim, inceleme imkanı da olsun herkesin. 2016 Ağustos’unda, tam da av yasaklarının bitmesine yakın, sosyal medya kanallarından Lüfer’in teaser’ını yayınladık. Çok ciddi sayıda bir izleyiciye, 650 bin gibi akıllara durgunluk veren sayılarda insana ulaştı ve altına yüzlerce yorum bırakıldı. Yani lüfer ve sucul hayatta yaşanılan kriz, kırılma belli ki her kesimden insan için önemli ve acil ama altına yazılan yorumlara da bir bak derim. Anlatmayayım hiç. Önce cevap verme ihtiyacı duydum. Sonra baktım olacak gibi değil, belgesel var, o verecektir cevabı dedim. Durdum. Ama zıpkıncısı ayrı saldırıyor, trolcüsü başka, gırgırcısı başka.. Oltacılar ayrı konuşuyor. Bilim insanları ayrı. Bir bulut şeklinde, herkes biliyor bir de!
Defne: Şimdi kızım kızacak bana cinsiyetçi konuşma diye ama soruyu başka nasıl soracağımı da bilemedim, dilerim demeye çalıştığımı aktarsın sana: çok eril bir dil de hakim tartışmalara, değil mi?
Mert Gökalp: Sadece lüferde, denizde değil, bu ülkenin tüm tartışmalarında hakim dil bu.
Defne: Avlanmak, işgal etmek, teslim almak gibi bir meşgalenin sonucu diye okuyordum, ben. Kızım sahiden çok ayıplayacak beni dile cinsiyetçi yaklaştığım için, ne olur affet sahiden başka nasıl ifade edeceğimi bilemediğimden böyle soruyorum, bitmek üzere, yok olmak üzere olan bir canlı hayatı, onu avlayarak yaşamını geçiren bir başka yaşam kültürüyle konuşarak, onunla konuşma imkanı yaratmaya çalışarak dengelemeye, düzenlemeye çalışıyoruz. Muhabbet diyoruz, bereket diyoruz, bunlar da dişil kalıyor ama dengeyi de kuramıyor sanki. Çok uzun sordum! Bu işin sonu nereye varacak?
Mert Gökalp: En ufak bir geri çekilme imkanı yok çünkü insan kendini herşeyin üzerinde görüyor, bunlar hep insan için bakışı çok kuvvetli. Herşey bizim için, düşünsene. Dünyayı bir süpermarket rafı gibi görüyoruz, aynı Tan’ın dediği gibi. Tavuğu, eti, balığı..
Defne:E, kutsal kitaplar öyle diyor! Bu bolluk, bu bereket sizler için yaratıldı diye anlatıyor ve ilişkimiz biraz da oradan kuruluyor galiba. Rabbim kısmet ederse, diyor balıkçı mesela.
Mert Gökalp: Evet, oradan kurulunca ilişki biraz zor tabi. Doğanın bizi yarattığını, doğanın herşeyin yanı sıra bizim türümüze de yer açtığını algılamış değiliz. En önemlisi, bu yeri geri alabileceğini de anlayamıyoruz. Doğa geri alır. Alacak da. Lüfer biter. Palamut biter. Deniz biter. İnsan da biter. Bunun farkında değiliz.
Defne: Soruma geri dönersek, herkesin kendi tarafını savunduğu, başkasını dinlemediği sert ancak yok oluşa da tanıklık edilen bir dönemde lüfere ilişkin az sayıdaki araştırmadan birinin de tecrübesiyle.. Bilimsel araştırmalarla imtihanımızı değerlendirir misin? Bu araştırmanın sonucunu yasaya taşıyacak kadar önemsiyor mu mesela bakanlık ya da balıkçılar destek verdikleri bu araştırmanın sonucunu merak ediyorlar ve bir sonraki dönemlerini değiştirmek bahasına okuyacaklar, inceleyecekler mi sonuçlarını?
Mert Gökalp: Şimdi, malesef yapılan araştırmanın kapsamı, çalışan insanların sayısı, ayrılan ödenekler vs tam bir sonuç çıkmayacak ki bu araştırmadan.
Defne: Nasıl, anlatsana neden?
Mert Gökalp: Samsun’da, Trabzon’dan İstanbul’a Çanakkale’ye bir takım anketler dağıtıldı, balıkçı kooperatifleri aracılığıyla rakamlar toplandı örneğin. Bir balıkçıyla konuşurken tanık olacağın şey zaten, bu rakamları gerçek almak kabil değil. Çünkü ya rakibinden çekiniyor, ya bakanlıktan, ceza yemekten. Yani avladığı balığı kooperatifinde gerçek rakamlarla kaydetmiyor ki vaktiyle defterine. Sen anket yolluyorsun. O da açıyor o defterden o gün külliyen yalan yazdığı rakamlardan sana aktarıyor. TÜİK’de de bu veriler var. Tümü düzmece. Sen araştırma yapmaya yeltendiğinde ikna olsa da yaptığına, iyiliğine, gerekliliğine ve istese bile mümkün değil ki düzgün rakam vermesi, hatırlamıyor çünkü. Haldeki rakamların da ne kadarı doğru, sen biliyorsun zaten. Şimdi böyle bir alt yapıyla sahici veriye ulaşmak mümkün değil.
Defne: Dolayısıyla araştırma yapılırken balıkçı desteği var desek de gerçek bir destek olmuyor, olamıyor. Gidip TÜİK rakamlarını alarak masa başında da yapmak kabil o halde çalışmayı.
Mert Gökalp: Yok. Dalyanlardan, izinli yapılan avlardan rakamların sağlamasını yapmaya çalışırken bir hayli veri toplanabiliyor. Şu kadar alanda, şu mevsimde, şu kadar balık der bir veri toplarsın. Balık boylarını, yumurta miktarlarını vs biraz konuşabilirsin ama popülasyon bağlamında güç. Zaten bu boşluk sayesinde, bu imkansızlık sebebiyle kimi reisler çıkıp yok lüfer 17 cm’de ürer, yok her çinekop lüfer olmaz iki türü vardır bunun gibi saçma sapan cümleler kurabiliyorlar. Bilim tokmak olup net bilgi sağlayamıyor.
Defne: Balıkçı cephesi böyle. Peki akademi nasıl? Son dönemde bir hayli fakülte kapanır, bakanlığa su ürünleri mühendisi dahi alınmaz, bakanlık genel manada denize ve tasalarına ekonomik bakarken… araştırma yanı işin nasıl yürüyor?
Mert Gökalp: Sıkıntılar bunlarla limitli değil. Koltuğunu terk etmek istemeyen, balıkçı ile ilişkisi bir hayli problematik bazı hocalarımız da var. Alt taraftaki genç akademisyenleri rekabet olarak görüp engelleyen hocalarımız var.
Defne: Bu araştırmanın akademi tarafından engellendiği ya da dışarıya itildiğine mi tanık oldun yoksa?
Mert Gökalp: Yok, öyle bir şey olmadı. Daha çok İstanbul Üniversitesi ve Trabzon Su Ürünleri Araştırma Enstitüsü güzel bir işbirliği yaptılar ama yetersizdi. Bir araştırmadan onlarca makale çıkartmak mümkün esasında, genç ve cesaretlendirilen kadroları olsa üniversitenin. Yok. O yüzden de gayret, renkli bir okuma olarak çıkmayacak karşımıza. Araştırma desteğini veren bakanlık. Sonuçlarını yayınlayıp yayınlamama tasarrufunu da elinde tutacak.
Defne: Lüfer konusunda, yani son 6 yıldır üzerine kampanyalar yapılan, gazetelerde hakkında yazılar çıkan, yok oluşu yasa yapma süreçlerine etki etmesi beklenen bir balığa ilişkin, ülkemizde gerçekleştirilmiş çok çok az araştırma var biliyoruz, peki kaç akademisyen var ülkemizde, lüfer çalışan?
Mert Gökalp: Sayı bilmiyorum ama kendi belgesel çekimim sırasında bunu çalışan iki kişiyle karşılaştım ve bir de bu, sürecini paylaştığım araştırmayla. O kadar.
Defne: Bu kadar gözde olduğu bir zamanda konunun, hem de!
Mert Gökalp: Aslında belki bir sürü insan vardır. Ama araştırma yapabilmek için bütçe gerek. Bu bütçeler bakanlık ya da TÜBİTAK aracılığı ile veriliyor. Elbette Avrupa Birliği’ne başvurmak da mümkün fakat.. Şimdi, TÜBİTAK kolay imkan sağlamıyor bu konulara, çıktısı politikaları etkileyecek konulara daha çok kaynak aktarıyor. Dolayısıyla kimler ne projeler veriyorlar TÜBİTAK’a ve ne kaynaklar nereye yönlendiriliyor çok da bilemiyoruz.
Defne: Bu belgeseller için de geçerli, değil mi. Senin tecrübeni, işin finansına dair tecrübeni dinleyelim biraz da.
Mert Gökalp: Hayatımı aldı, üç yıl. Ne Kültür Bakanlığı ne de bir başka kaynak olmadan, tümüyle ayni katkılar ve crowd funding’le birleştirdiğim kendi kaynaklarım sayesinde gerçekleşti film. Kültür Bakanlığı her yıl 50-60 filme kaynak ayırıyor aslında. Biz bunların belki 10 tanesini görüyoruz festivallerde. Gerisi nerede? Televizyonda, internette falan yoklar. Sadece bakanlık yetkilileri görüyor. Yapanlar kasedi teslim ediyor gidiyorlar. Zaten fonların aktarıldığı kaynaklar arasında geçmiyor çevre. Sıklıkla insan konusuna aktarılıyor, göç, zorunlu göç, mülteciler, insan problemleri, cinsiyet seçimleri falan.. İnsan problemleri.
Defne: Türcü müyüz yani?
Mert Gökalp: Kesinlikle. Dolayısıyla böyle bir belgesel bir daha çıkmaz. Çünkü yapanın ya benim gibi aklını kaçırmış elindeki avucundakini buraya koymakla kalmamış başkalarının da emeğini, katkısını dilenmiş olması gerekiyor. Kaldı ki önümüzdeki dönemde fon aktarılsa bile balık kalmadığından, bu imkan hiç olmayacak. Al bunu bilime yansıt. Araştırmaya ne kadar fon vardır hesapla. Nasıl dağılıyordur tahmin et.
Defne: Bu kadar güncel, bu kadar popüler, bu kadar elzem olduğuna herkesin ikna olduğu konuda bile fon bulmak bu kadar zorsa, gün yüzüne çıkmayan ve fakat aciliyeti tartışılmaz konular nasıl değerlendiriliyor merak ediyor tabi insan.
Mert Gökalp: Bir de düşün ki bu konu, yok olan faunamızı belgelemekle alakalı. Yani ben ki bunca zamandır denizle haşır neşirim, sizin, yani Slow Food’un ve Greenpeace’in yaptığı kampanyalar olmasaydı bu kadar farkında olmazdım yaşananların. Yani sıkıntı olduğunu biliyordum ama ne kadar olduğunu bilmiyordum. Bu belgeseller de başkalarının fark etmesine al verecek. Bu süreci, yok oluşu durdurmanın, geri dönüşü başlatmanın ilk adımı uyanmak. Uyanmadan nasıl olacak ki? Dolayısıyla fonların yakinen bakması gerekiyor nereye aktarılıyor destekler diye. Destek nereye, hangi alana gerekiyor diye. !f Bağımsız Filmler Festivali’nde bile çevre konusu limitliyse, orada, o limitli gösterilen belgeselin arasında Kültür Bakanlığı destekli bir tane bile çevre filmi yoksa, durup düşünmemiz gerekir.
Defne: Nasıl olacak da uyanacağız. Uyananlar diğerlerini nasıl uyandıracaklar diyorsun yani… Ben umudumu kaybettim aslında Mert! Bunu seni harekete geçiren kampanyalardan birinin uzun dönem sözcüsü olarak söylüyorum üstelik, sen bunca röportaj, bunca araştırma, bunca tanıklık sonrası nasıl hissediyorsun kendini?
Mert Gökalp: Bilmem ki. Nihayetinde hepimiz gayret edeceğiz. Ben tanıdığım yaşam alanı üzerinden, bir balığın peşinden anlatmayı denedim. Sizden el aldım. Benden de el alacak çıkar elbet.
Defne: Peki de ki uyandık, ne dersin, geri döndürebilir miyiz bu yok oluşu?
Mert Gökalp: Bu sadece bizim değil dünyadaki tüm diğer metropollerin ortak sorusu. Ekolojik manada derin sıkıntılar var. İstanbul’a ve Marmara’ya spesifik olarak yaklaşır, bakarsak, belli alanlara hasar vermekten bellimiktarda kaçınabiliriz. Hele bu bir hükümet, bir devlet politikası olursa. Şu saate kadar yaptığımız etkileri görüyoruz. Endişemiz yüksek. Ama bunların bir de post etkileri var. Yıllar sonra yaşanılacak etkiler var. Bilmiyoruz da bir kısmını. O yüzden ancak tecrübe ettiklerimiz oranında tamir etmeyi ya da engellemeyi planlayabiliriz. Ancak çok kapsamlı bir politika oluşturmak gerekiyor. Yaşamımızın her katmanına etkisi olacak zira, yememize, düzenimize, alışkanlıklarımıza. Doğayla ilişkimize bir daha bakmak, bir daha bakmak ve çözümlemeler getirmemiz gerekiyor. Herşeyi gözden geçirmemiz gerekiyor ki bir netice alabilelim. Düşün ki araba 180 km hızla gidiyor ve çarpmadan durdurmamız gerek. Zor. Olmaz değil ama çok kapsamlı bakmak ve radikal kararlar almak gerek. Bir istilası var insanlığın gezegen üzerinde. Biz hep istilanın ilerleyişine tanık olduk. Geri çekilme zamanı geldi. Bilmediğimiz, tanık olmadığımız bir şey bu.
Defne: Bu duygu olarak bile yabancı bize
Mert Gökalp: Bu matematik olarak dahi hesaplanması güç bir süreç. Sezgisel olarak yapmamız gerektiğini hepimiz biliyoruz. Yapma hızımız doğayı ikna eder mi, bizi tutmaya bilemiyorum. Belki de doğa çözümleyecek, neticede. Doğanın bir matematiği var elbet.
Defne: Biraz da rakamlarını versene, filmin. Matematik deyince istatistiklerini merak ettim. Mesela kaç saatlik kaydın var, kaç kişiyle konuştun..
Mert Gökalp: Film fikir aşamasından perdeye yansıtılacak hale gelene dek 3 yılımı aldı. Sanırım 100 kadar mekan var, set yani. Tabi %95’ine bu setlerin ekip olarak gitmedik, mali imkanlar yetersizdi. Ben hem kameraman, hem sesçi, hem de yönetmen olarak gittim ama, 100 yer var mıdır, vardır! Aktivist, bilim insanı, balıkçı, dalgıç, gırgırcı, trolcü, sandalcı, oltacı, zıpkıncı, kirliliği toplamaya çalışan dalgıç gibi yüzlerce insanla konuştum. Dünyanın farklı noktalarından görüntüler alındı, lüferin yaşam alanlarını gösterebilmek ve kıyaslayabilmek için. Çekim saat olarak… 600 saatlik kayıt var. 3 terrabyte’lık bir yer kaplıyorlar. Az değil. 6 ay boyunca bu ham veriyi kaba bir montajla bir araya getirdik. Bir 6 ay da Mehmet’le beraber çalıştık ve son halini aldı. Yani kurgu da 1 yılı almıştır. Bu arada animasyonlar yapıldı. 3,5 dakikalık harikulade bir animasyon var, bütçemize uygun rakamı Portekiz’de bulduk, orada yapıldı. Kafa animasyonları var. Koç Üniversitesi’nde gerçekleşti. İstatistiki verileri Jim şekle soktu. İki boyutlu tasarımlar yapar. Filmin özgün müziklerini bize hediye eden 123 grubu var, Berke Can Özcan ve Burak Irmak. Biliyorsun senden aldığımız kimi dökümanlar var. Bunları Ahmet Yasir Göktepe iki boyutlu tasarımlara dönüştürdü. İmre (Azem) mesela drone görüntüleri paylaştı. Ayni ve nakdi destek aldığım diye bak, röportaj yaptıklarımı saymazsam, 50-60 dostla çıktı yani film! Şimdi ilk gösterimle birlikte büyük heyecan yaşayacağız. Çocuğu görücüye çıkartmak gibi. Beğensinler istiyorum. Kaç para tuttu deme. Destek alabilseydik, 110 bin lira yeterdi. Alamadık. Herşey futbol değil, keşke görseler. Anlasalar. Bu proje gibi her yıl bir kaç proje desteklenemez mi? Şirketler bu gezegeni bu kadar sömürürken sözde sürdürülebilirlik, sosyal sorumluluk alanları açıyorlar. Lüfer gibi filmlere kaynak yaratamazlar mı? Bu konuda agresifim. Rakam verirken filmin bütçesini konuşamıyoruz bile. Baksana.
Defne: Benim tecrübem, bütçe elde değilse, para yolda oluşuyor, gecikerek geliyorsa, işlerin daha pahalıya çıktığı şeklinde. Bu projede de öyle mi oldu?
Mert Gökalp: Söylemek zor. Kaça çıktığını hesaplamak dahi zor. O kadar çok iş aslında bir kaç kişiyle yapılması gerekirken yalnız yapıldı ve müzikten animasyonlara o kadar çok parçası filmin destekle, gönülle geldi ki. Zor. Elbette bütçesi başından belli, yönetimi, yapımcılığı net olsaydı daha iyi bilirdik. Ama olamadı. Diyorum ya, herşey futbol değil. Keşke anlasalar.
Defne: Haklısın. Peki, gösterimlere ve filmin geleceğine geçelim bari. !f’de gösterilecek, sonra?
Mert Gökalp: Festivallere gidecek. Başvurulara başladık. İlk yıl böyle geçecek herhalde. Televizyon için çok sert bu belgesel. Belki yurt dışında olur ama Türkiye’de alıcısı olmaz sanki. Elbette belgesel marketlere girecek, alıcı bulmayı deneyecek. Olur ya da olmaz, başka opsiyonlar da var artık. İnsanların daha geniş erişimine imkan veren bir internet seçeneği var. Cüzi rakama en geniş ve en demokratik sinema salonu internet tabi. Bu en istediğimiz. Bakalım.
Defne: Tabi dünya kadar para yatırdınız, en hafif koşullarla sen ve takım arkadaşların bir ev parasını bu belgesele yatırdınız.
Mert Gökalp: Diyemiyorum o yüzden işte yayalım, herkes seyretsin diye. Geçtim yaşamaktan, bir sonraki projeyi nasıl fonlayacağım ki koşullar böyleyken. Elbette, hakkını bulsun, bir alıcısı olsun istiyorum.
Defne: Liseler, okullar talep ederse, peki? Onlara kapıyı açabiliyor muyuz?
Mert Gökalp: Okullar neden olmasın, elbette. Onların farkı var. Sadece bizden birilerinin de orada olması gerek. Zamanlama, fırsat, denk getirme meselesi. O kadar.
Lüfer / Bluefish
18 Şubat 2017 11:00 Cinemaximum Kanyon Salon 8
20 Şubat 2017 16:00 Cinemaximum City’s Nişantaşı Salon 3
Yönetmen MERT GÖKALP Senaryo MERT GÖKALP, ONUR UYSAL Görüntü Yönetmeni MERT GÖKALP Kurgu MEHMET ABANOZ, MERT GÖKALP Katılımcı(lar) DEFNE KORYÜREK, BANU DÖKMECİBAŞI, SERCO EKŞİYAN, MUSTAFA ZENGİN, SAADET KARAKULAK, HAKAN KABASAKAL, TAN MORGÜL, FİLO ESAT, KARTALLI EMRE, ARNAVUT ÖMER, ERHAN TÜRKMEN, KAAN TÜRKMEN, EMRAH SARI Yapımcı MERT GÖKALP Uygulayıcı Yapımcı MEHMET ABANOZ, ONUR UYSAL Renk EMRE ALTINOK Ses Tasarımı MEHMET ABANOZ Ses Mix MEHMET ABANOZ, EMRE ALTINOK Görsel Efekt JIM LAKE, AHMET YASİR GÖKTEPE Animasyon JOAO DIAS, KEREM PEKKAN, FAZIL EMRE USLU Orijinal Müzik BERKE CAN ÖZCAN, BURAK IRMAK
İklim değişikliğin etkilerini her geçen gün daha çok hissettiğimiz şu günlerde, dünyadaki hava kirliliğini masaya yatıran The Guardian haberi[i] gündemimize bomba gibi düştü. Gazete, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) dünyanın kentlerindeki hava kalitesini güncel olarak gösteren veri tabanını kullanarak yaptığı bir analizi yayınladı.
Kaynak: http://www.theguardian.com
Yıllık PM 2,5 verilerine dayanılarak yapılan bu çalışma, dünyanın havası en kirli ilk 10 şehrinin İran, Hindistan, Suudi Arabistan, Kamerun ve Çin’de bulunduğunu gösteriyordu.
Şekil 1: Dünyada havası en kirli olan ilk 10 kent
Kaynak: http://www.theguardian.com
Avrupa’ya bakıldığında ise hava kirliliğinin en yüksek olduğu ilk 10 şehir arasında Türkiye’den 8 ilin yer aldığı görülüyordu (Bkz. Şekil 2). Kıtanın en kirli ikinci şehri Batman’ı sırasıyla Hakkâri, Gaziantep, Siirt, Afyon, Karaman, Iğdır ve Isparta izliyordu. Dolayısıyla Türkiye’de gittikçe büyüyen hava kirliliği meselesini ele almak şart oldu.
Şekil 2: Türkiye ile birlikte Avrupa’nın havası en kirli olan ilk 10 kenti
Kaynak: http://www.theguardian.com
Türkiye’de hava ne kadar kirli?
Temiz Hava Hakkı Platformu tarafından Türkiye’de hava kirliliği ölçümü yapılan tüm istasyonlardan alınan verilere dayanılarak yayınlanan “Türkiye’de Hava Kirliliği: Kara Rapor”[i] adlı çalışmada 81 il içinde sadece Çankırı’nın hava kalitesinin WHO sınır değerleri altında olduğu belirlenmişti. ÇMO’nun belirttiği son verilere göre ise Edirne’nin Keşan ilçesinde sülfür dioksit (SO2) değeri 2015 yılında 112 kez, 2016 yılında ise 166 kere aşıldı. Keşan’daki bu kirlilik, geçtiğimiz Ekim ayında Musul’da IŞID saldırısı nedeniyle meydana gelen hava kirliliğinden çok daha fazlaydı. Düzce, Bolu, Edirne, İstanbul, Ankara, Iğdır, İzmir, Muş, Tokat, Denizli ve Samsun’da hava kirliliği sorunları giderek büyüyor. WHO verilerine göre İstanbul’da PM 2,5 yıllık ortalaması 33 μg/m3 seviyesinde seyrediyor. Bu da havanın sağlımızı nasıl olumsuz etkilediğini gösteriyor. Örnek olarak en yakınımızdaki İstanbul Esenyurt’taki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yayınladığı hava kirliliği verilerine bakalım[ii]. 2015’te Esenyurt’ta 282 gün boyunca kirlilik sınır değeri aşılırken, 57 gün ölçüm yapılmamış. 2016 yılında ise sınır değeri aşılan gün sayısı 206 gün olurken, 9 gün ölçüm yapılmamış (Bkz. Şekil 3)
Şekil 3: WHO sınır değeri ve ölçüm sonuçlarının 2016 yılı içinde dağılımı (İstanbul / Esenyurt)
Kaynak: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
Türkiye’nin izin verilen hava kirliliği sınır değerleri yüksek
İşin kötüsü ÇMO, Türkiye’de belirlenen sınır değerlerin Avrupa Birliği ve WHO tarafından belirlenen sınır değerlerle uyumlu olmadığını belirtiyor (Bkz. Tablo 1). Tablonun da gösterdiği gibi Türkiye’nin sınır değerleri AB ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından belirlenen sınır değerlerden yüksek. Türkiye ancak 2019’da yılında bu sınır değerlerin AB ile tam uyumlu olmasını hedefliyor.
Tablo 1: AB sınır değerleri ve Türkiye sınır değerleri karşılaştırması
Türkiye’de hava kirliliği doğru düzgün ölçülmüyor
Sorunlar bu kadarla da kalmıyor. ÇMO’nun da belirttiği gibi Türkiye’de hem kirlilik ölçümünde temel alınan veriler, hem de hava kalitesi izleme istasyonları yetersiz. Daha da kötüsü PM 2,5[i] gibi akciğer hastalıklarına neden olan bir kirleticiye dair mevzuatta herhangi bir kısıtlama bile yok. Her ilde en az bir istasyon bulunmasına rağmen bunların tümünde aynı kirletici parametreler ölçülmüyor. Mesela Düzce gibi kirliliğin en yoğun yaşadığı bir kentte bile sadece PM 10[ii] ve kükürt dioksit (SO2) ölçümü yapılıyor. Oysa daha onlarca çeşit kirletici (karbon monoksit, PM 2,5, kurşun, kadminyum, ozon, arsenik vb.) var ve hiçbiri ölçülmüyor. Üstelik birçok istasyon trafikten ve şehir merkezinden uzak alanlarda kurulu olduğu için bunlarda gerçeği yansıtan ölçümler de yapılamıyor. Tüm bu nedenlerden dolayı Türkiye’de kirliliğin gerçek boyutları tam olarak bilinmiyor. Bilinen tek şey mevcut verilerin yansıttığından çok daha büyük bir kirliliğin var olduğu.
Kömür hepimizin sessiz katili
Hava kirliliğin bir numaralı sorumlusu ise kömür. Kömürlü termik santrallerden salınan kömür kaynaklı asit gazı, kurum ve kül emisyonları solunum yollarında ve kan dolaşımında meydana gelen mikroskobik parçacık kirliliğinin en başta gelen kaynağı. Kalp krizi, akciğer kanseri, astım ve diğer solunum yolu sorunlarına neden olan bu hava kirliliği halk sağlığını tehdit ediyor[iii]. Çevre ve Sağlık Birliği’nin (HEAL) 2015 tarihli raporunda[iv] kömürlü termik santrallerden kaynaklı hava kirliğinin Avrupa’da her yıl 2.876 kişinin ölümüne neden olduğu tespit edilmişti. Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) son raporunda da Türkiye’de sadece 2010 yılında kömürlü termik santrallerin yarattığı kirlilik nedeniyle hava kirliliğine maruz kalan kişilerin ömrünün yaklaşık 79 bin saati yani yaklaşık 10 yılı kısaldı deniliyordu[v]. Bu sonuçlar, 2010’da Türkiye’de kömürden kaynaklı ölümlerin, trafik kazalarında yaşanan can kayıplarının neredeyse 2 katı olduğunu gösteriyor[vi].
Kömür bir tek havayı kirletmiyor
İklim değişikliğinden en fazla etkilenen Akdeniz Havzası’nda yer alan ülkelerden biri olan Türkiye tüm bu gerçekliğe rağmen iklim değişikliğinin bir numaralı tetikleyicisi olan kömürden enerji üretimini 2002-2010 yılları arasında %70 artırdı. 2023 Kalkınma Hedefleri doğrultusunda linyit rezervlerinin %100’ünü kullanmak için tarım arazisi, turizm potansiyeli veya yaşam alanı olmasına bakılmaksızın ülkenin dört bir yanında toprağın altı üstüne getiriliyor. Kırk kadar kömürlü termik santraline 80 tane yenisi daha eklenmesi planlanıyor. Geçtiğimiz günlerde gündeme gelen Ankara’nın Nallıhan ilçesinde kurulması planlanan Çayırhan B Termik Santrali bunlardan sadece biri. Bu santral kurulursa sadece içinde bulunacağı yeri değil, tüm bölgeye ait tarım alanlarını ve Nallıhan Kuş Cenneti gibi önemli sulak alanları da kirletecek. Son yarım asır içinde Marmara denizi büyüklüğünde sulak alanını kaybetmiş bir ülke için tek bir enerji santralinin yok edeceği bir sulak alan bile çok önemlidir. Bu santrallerin sadece yakılan kömürden çıkan emisyonlarla havayı kirletmediği, kömür çıkarma ve termik santrallerin soğutulması süreçlerinde de muazzam bir su kirliliğine neden olduğu unutulmamalı.
Başka bir mesele ise kömür madenlerinde çalışan işçilerin ölümleriyle sonuçlanan iş cinayetleri. Geçen sene Kasım ayında Siirt’in Şirvan ilçesinde bulunan Madenköy’deki maden ocağında 16 işçi yaşamını yitirmişti. Göçüğün yaşandığı gün patlatılan dinamitlere bağlı olarak 80 cm’lik yarıkların oluştuğu, işçilerin yetkililere bildirmesine rağmen önlem alınmadığı için göçüğün olduğu ortaya çıktı. Tabi bu hiç de münferit bir kaza değildi. Türkiye’de 2003-2014 yılları arasında iş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölen işçi sayısının 14587 olduğunu hatırlatalım. İşçi ölümlerinde dünyada üçüncü sırada yer alan Türkiye’de günde ortalama 4 işçi iş kazaları nedeniyle yaşamını yitirirken, 6 işçi de “iş göremez” hale geliyor[vii]. Başı kömürün çektiği madencilik, inşaattan sonra iş cinayetlerinin en fazla görüldüğü ikinci sektör.
Ne yapılmalı?
Herşeyden önce yeni kömürlü termik santralleri açmak yerine enerji verimliliğini ve tasarrufunu merkeze alan enerji politikaları geliştirilmeli. Ancak ve ancak enerji verimliliği ve tasarrufu sağlandıktan sonra ekolojik adaletsizliğe neden olmaması şartıyla güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelik yatırımlara izin verilmeli. Halkın yetkililere bu yönde baskı yapması değişimi hızlandırabilir. Zira Greenpeace’in 2011 yılında yaptırdığı kamuoyu araştırma sonuçlarına göre, Türkiye’de halkının %84,2’si enerji ihtiyacını karşılamak için yenilenebilir enerjilere yönelmek gerektiğini düşünüyor[viii].
İkinci olarak, ülkenin 81 ildeki her bir hava kalitesi izleme istasyonunun sadece bir iki tane belirlenmiş hava kirleticisini değil, karbon monoksit, PM 2,5, kurşun, kadminyum, ozon, arsenik gibi çoğu kentte hiç ölçülmeyen kirleticileri de ölçer hale getirilmesi gerek. Bunun için kirlilik parametrelerinin çeşitliliği ve sayısı artırılmalı, gereken ölçüm cihazları geliştirilmeli. Bunun yanı sıra mevcut istasyonların hava kirliliğinin en yoğun yaşandığı kent ve sanayi merkezlerinde kurulup kurulmadıklarının tespit edilerek gerekli değişikliklerin yapılması şart.
Başka bir önemli husus ise Türkiye’nin izin verilen hava kirliliği sınır değerlerini tekrar gözden geçirip, dünya standartlarına (AB ve WHO) uygun hale getirmesi gerekliliği. Dünyadaki sınır değerlerin üzerinde belirlenmiş değerler, hava kirliliğinin gerçek boyutlarını görmemizi engelliyor. Yanlış saptamalar ise durumun daha da vahim hale gelmesine neden oluyor.
Bir başka yapılması gereken ise her il için temiz hava eylem planı oluşturmak. Aslında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı mevzuatında göre 2014-2019 yılları için yapılması gereken bu plan Düzce gibi kirliliğin en yoğun yaşandığı kentlerde bile yapılmıyor. Bu planlarda hem kirliliğin düzeyi, kirletici parametreler, kirlilik noktaları, kaynağı gibi temel veriler yer almalı, hem de kirliliğin azaltılmasına yönelik çalışmalar belirlenmeli.
İşin kent planlama boyutu da önemli. Zira Türkiye’de çoğu kentte coğrafi konumdan ve yanlış kentleşmeden dolayı kirli havanın dağılamaması sorunu var. Bu nedenle, kentin boş alanlarının imara açılması durdurulmalı ve hava koridorlarına engel olacak binaların yapımı engellenmeli. Ayrıca yerleşim alanları ile sanayi bölgeleri arasında tampon yeşil kuşak oluşturulmalı. Kent planlamasında hâkim rüzgâr yönü ile komşu şehirlerden gelebilecek kirleticilerin taşınması ihtimali de hesaba katılmalı.
Son olarak da kentlerdeki hava kirliliğinin önemli kaynaklarından biri olan ulaşımınla ilgili önemli değişiklikler yapılmalı. Özel araç trafiğini pompalayacak köprü, otoban, duble yol ve tünel gibi projeler yerine toplu taşımayı cazip kılacak düzenlemelerin hayata geçirilmesi gerek. Özellikle büyük kentlerde şehir merkezlerine özel araç girişinin kısıtlanması için düzenlemelerin yapılması gerek.
[1] Hava kalitesi hakkındaki bilgiler bakanlık tarafından yayınlanan http://www.havakalitesi.gov.tr adresinden alınmıştır.
[1] Havada bulunan 2,5 mikrogramdan daha küçük olan parçacık maddelere verilen isim. Partikül maddeler (PM 10 ve PM 2,5) civa, kurşun, kadmiyum gibi ağır metaller ile kanserojen kimyasalları bünyelerinde bulunduruyor ve sağlık üzerinde önemli tehdit oluşturuyor. Bu zehirli ve kanser yapıcı kimyasallar, nemle birleşerek aside dönüşüyor. Kurum, uçucu kül, benzin ve
dizel araç egzoz partikülleri benzo(a)pyrene gibi kanser yapıcı maddeler içerdiğinden bunların uzun süre solunması kansere sebep oluyor.
[1] Havada bulunan 10 mikrogramdan daha küçük olan parçacık maddelere verilen isim.
“Kırmızı suratlı bir adamın yaşadığı bir gezegen biliyorum. Adam hiç çiçek koklamamış. Hiç yıldızlara bakmamış. Hiç kimseyi sevmemiş. Bütün vaktini şemalar yaparak geçirmiş. Ve bütün gün “Önemli işlerim var. Önemli işlerim var.“ deyip dururdu. Bundan büyük bir gurur duyardı. Ama o bir insan değil, bir mantar o!“ (Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupery)
Eskişehir Adım Sanat’ta, 11 Şubat ve 10 Mart tarihleri arasında, Küçük Prens’in Türkiye’deki ve dünyadaki basım serüvenini anlatan sergi ve etkinlikler gerçekleşiyor. Etkinliği Küçük Prens koleksiyoncularından oluşan ve kitabın soluğunu daha fazla yeşertebilmek, yaşatabilmek, korumak ve sergilemek amacı taşıyan Küçük Prens Müze girişimi düzenliyor. Ali Lidar, Yıldıray Lise ve Mehmet Sobacı’nın koleksiyonlarından 450 Küçük Prens kitabı sergileniyor. İçlerinde yok olmuş ve nadir diller de var; yapay bir dille ya da mors alfabesiyle yazılanlar da.
Benim Küçük Prensim
Fransızca asıl adıyla, Le Petit Prince yani Küçük Prens…
316 dile çevrildi: Ahbazca’dan, Mısırca’ya (Antik, Hiyeroglif) kadar evrenselliğe ulaştı. İyi bir yazarın ruhu dünyanın her yerindeki insanların başını okşadı. Bu yazar, Antoine de Saint-Exupery. Öyle ki, Arjantin’de Evanjelik Kilisesi üyeleri Küçük Prens’i daktilo ile yazdılar ve fotokopi ile çoğaltıp, dağıttılar. Öyle ki, Buenos Aires’te görme engelliler için braille alfabesinde yazılan Küçük Prens, kendilerine mektupla gönderilen malzemelerle tutuklular tarafından yapıldı (Bu kitaptan dünyada yalnızca 14 tane var).
Göz ucumuzun kenarında tutuklu kalan gülüşlerimizin; dudak kenarımızdaki çizgilerin, gerçek yansıması oldu, Küçük Prens. Paylaşıldıkça çoğaldı, dilimizin ucuna kondu.
Dünyanın farklı dil ve lehçelerinde basılan Küçük Prens’in soluğunu yaşatabilmek, yeşertebilmek, korumak ve yeni baskılarını oluşturabilmek adına Küçük Prens Müze Girişimi var. Nasıl bir yol izlediklerine, fikirlerine http://www.kucukprensmuzesi.com/ adresinden ulaşılabilir. Aynı zamanda Türkiye’deki ve dünyadaki Küçük Prens basımlarına da bakılabilir ki varlığından bir haber olduğum diller de mevcut. Görmek istiyorum derseniz, Eskişehir Adım Sanat’ta, 11 Şubat-10 Mart tarihleri arasında 450 Küçük Prens’i yakından görüp inceleyebilirsiniz.
Küçük Prens Müze Girişiminin düzenlediği sergide mavi fularlı çocuk, Küçük Prens okuyor.Küçük Prens’in ilk basımları
Saint-Exupery’in Küçük Prens Çizimleri
‘’…Beni üzen ne bu çökük avurtlar, ne bu kamburlar, ne bu çirkinliktir. Bu biraz da, bu insanların her birinde öldürülen Mozart’lardır.’’ (İnsanların Dünyası, Antoine De Saint-Exupery)
Antoine De Saint-Exupery, Küçük Prens ile tanınsa da Savaş Pilotu (Pilote De Guerre), Gece Uçuşu (Vol De nuit), Güney Postası (Courrier Sud), İnsanların Dünyası (Terre des Hommes), Kanayan İspanya (L’Espagne ensanglantée) kitaplarını da yazdı.
İkinci dünya harbinde keşif uçuslarında bulundu Saint-Ex. Bu uçusların etkileri var satırlarında Savaş Pilotu eserinde: “Savaş bir macera değildir. Bir hastalıktır, tifüs gibi.” der.
Antoine de Saint-Exupery ve yardımcı pilot Andre Prevot 30 Aralık 1935’te Sahra çölüne düştü
Antoine de Saint-Exupery Küçük Prens kitabının çizimlerini kendisi yapar. Çocukluğunda büyükler tarafından kırılan resim çizme hevesini, Küçük Prens ile avutur gibi…
Saint-Exupery’in Küçük Prens çizimlerinden.
Saint-Exupery’in Küçük Prens çizimlerinden.
Yazarın resimlerini görmek isterseniz http://imgur.com/a/9rCdG#0 adresinde daha fazlası var. Ayrıca, Küçük Prens Müze Girişimi’nin düzenlediği, Eskişehir Adım Sanat’ta Exupery’nin çocukluktan itibaren tüm çizimlerini bir araya getiren, önsüzünü Hayao Miyazaki’nin yazdığı Desenler kitabını da görebilirsiniz.
Antoine De Saint-Exupery’in Küçük Prens’ini okuduktan sonra aldığım bir notla bitireyim kelamımı,
Büyüklerin kötü eserleridir şehirler, hayattan kopuk resmederler kendilerini.
Signor Camardo elinde plastik poşetlerle bahçe kapısına doğru Emilia’nın önünde yürüyordu. Elindeki plastik poşetlerin birinden yere tek bir ayakkabı düştü, siyah deri bir ayakkabı. Sivri olan burun kısmı bir yerlere tekme atılmış gibi ezikti ama yeni boyanmıştı, ışıldıyordu. Yaşını gizlemeye çalışan, gereğinden fazla süslü bir kadın gibi görünse de topuğuna basılmıştı zavallının, boyun kısmı pestil gibi ezilmişti. Fazlaca eziyet görmüştü belli ki şu dünya yüzünde; ama usta ellerden çıkmış olmalı ki tabanlar sapasağlamdı, hiçbir yerinde açılma yoktu. Emilia yüzyüze kalakaldı bu tek eski ayakkabıyla.
“Signor Camardo’nun bir hafta önce ölen babasının ayakkabısı olmalı” diye düşündü.
“Sanırım eşyalarını elden çıkarıyorlar. “
Signor Camardo ‘ya seslenmek istedi ama ;
“Giden gitti, beni de onun ardından ölüme gönderme”, der gibi mahzun mahzun duruyordu ayakkabı önünde.
Dokunsa üzerine ölüm bulaşacakmış gibi korkuyordu. Kimbilir en son ne zaman giymişti bu ayakkabıları? Hastalığı onu iyice elden ayaktan düşürmeden önce olsa gerek. Yoksa son zamanlarda şu balkonun köşesindeki sandalyesinde saatlerce oturup gelen geçeni seyretmek dışında yaptığı bir şey yoktu. İyi vakitlerinden yadigar ayak bileği ile topuğunun birleştiği noktadaki kızarıklığı görür gibi oldu. Ayakkabı ayağını vurmuştu, o inat edip giymeye devam etmişti ne de olsa dünyanın parasını saymıştı bu ayakkabıya, atacak hali yoktu ya? En sonunda ayakkabısın arkasına basmaya karar vermişti. Dönüp yaşlı adamın ölmeden önce bütün gün oturduğu balkona baktı. Sanki ayakkabının üzerinden atlayıp geçse onu görecekti! Ayakkabıyı bir cesaret eline alıp dışarı çıkmak yerine eve döndü.
Luigi Ghirri
“Balkonunun altından geçerken bir kez bile başımı kaldırıp selam vermediğim yaşlı adamın ayakkabısı ile burada böyle bakışıyoruz. Hayatlarımızın teğet bile geçmediği bu adam, ölüp gittikten sonra şimdi şu koca ayakkabısı ile hayatımın bir köşeşine basıp iz bırakmaya çalışıyor. Yapmak istediği tam olarak bu, biliyorum. Çünkü nasıl bilmem; ama anladı benim hayatımın girişi olup çıkışı olmayan çılgın bir bellek cehennemi olduğunu. Burada herkese yer var. Hadi gel, sen de gel, sığışırız nasıl olsa. Anladı ki herkes kendi ömrünü kendi biçiyor burda.”
Emilia’nın başı ellerinin arasında gömülmüş olduğu halde, ince parmaklarını bir şey ararcasına şakaklarında dolaştırıyordu; bir düğme, sonsuza dek karanlığa gömebileceği ya da sıfırlayabileceği bir düğme. Geçmişe doğru giden bu sonsuz yolculuk bitmeli artık; ama nasıl? Etrafına bakındı. Kendisini çok iyi tanıyan eşyaları, olanları hiç yadırgamadan sessizce olacakları izliyorlardı. Zaten odada toplasan en fazla altı yedi parça eşya vardı. Evin boşluğundan hoşnuttu. İkici el mağazasından aldıkları bir üçlü kırmızı koltuk sırtını duvara dayamış duruyordu. Renkleri solmuş, kumaşı tiftiklenmişti. Emilia ve Luca’nın dizdize izledikleri filmlere, sevişmelere , en ehemmiyetli tartışmalara şahitlik etmiş, üzerine dökülen yemek artıklarına, şaraplara, kahvelere; köşelerine sıkışıp unutulan en akla gelmez küçük objelere katlanmıştı yıllardır, hala da katlanıyordu. Duvarda asılı kitap rafları salonun ortasında küçücük kalmışlardı. Zamanın ve Emilia’nın kedisinin ortak çalışmaları sonucu kenarlarından sökülmeye başlamış, çok değerli olduğuna inanılan, atmaya bir türlü kıyılamayan İran halısı; hem yemek hem çalışma masası olarak kullanılan üstü cam ayakları metal bir masa -Emilia nefret ediyordu bu masadan, Luca çok beğenmiş ve o kadar ısrar etmişti ki almak için Emilia karşı koyamamıştı. Bu çirkinliği gizlemek için de üzerine her zaman bir örtü örtüyordu- diğerleriyle birlikte onların hayatlarına sessizce yarenlik ediyorlardı.
İkisi de eşyalarla doldurulmuş, eşyalardan kendilerine nefes alacak alan kalmamış evleri sevmiyorlardı. Kitaplarını bile bir süre sonra yük olmasınlar diye satıyorlardı. Olmazsa olmaz bir kaçı dışında. Ya insanlar? Onlar kalsın, aman ha bir yere gitmesinler. Başadilmesi güç, hırçın bir çocuk gibi bütün geçmişini kucağına sığdırmaya çalışıyor, kucağından dökülenleri toplamaya çalışırken, kaybetme korkusu onu bir hortum gibi yutuyordu. Yolda dökülüp kalanların anılarına iki eliyle asılıp bırakmıyor , yükünü hafifletemiyordu. Bu keşmekeşin içinde asıl hakedenler gerçek yerlerini bulup, gerine gerine bir rahat oturamıyorlardı. Bir de tabii o vardı Emilia. Bu kalabalığın arasında o nerdeydi? Aslında onun dışında herkesin keyfi yerindeydi. Bir düzen tutturmuş gidiyorlardı, kimsenin kendini yabancı hissettiği yoktu.
Tam üç kez evlenmiş, bir nişanlılık geçirmiş olan Emilia’nın ilk kocası yedi dil bilen, çok güzel piyano çalan, elinden kitap düşmeyen bir entellektüeldi. Fakat kendisine bakmayı bilmeyen bir adamdı. Sürekli takip etmek gerekiyordu. Markete bile gitse onu on kez arar listedeki her şeyi almış mı diye kontrol ederdi. Başı ağrısa kalkıp bir asprin almayı bilmezdi. Temiz gömleği kalmasa , çamaşırların yıkanması gerektiğini asla düşünemez, gider kendine yeni gömlek satın alırdı. İki insan arasına karışalım deseler paniğe kapılır, kekeler konuşamaz ya da heyecanını bastırmak için o kadar konuşur ve öyle berbat espriler yapardı ki herkesi yıldırırdı. Emilia utancından yerin dibine girerdi. Bu haliyle kendisini tam üç kez aldatmış olduğunu öğrenmek Emilia için bir yıkım olmuştu. Her arkasını döndüğünde o başka bir kadın aramıştı. Ayrıldılar tabii. Sonra ne oldu? Evde tek başına kalan eski koca ocağı açık unutur evle birlikte kendini yakar, hastalanır kimse bakmaya gelmez diye endişelenmekten geri duramadı Emilia. Eski koca evlat edinildi böylece. Diğerlerini de bambaşka bahanelerle hayatında tutmayı bildi. Bununla da kalmayıp üçünde de öyle bir sorumluluk duygusu geliştirdi ki , o olmadığında bile birbirlerini gözetip kollar oldular.
Eski kocalarla birlikte , hayatına girmiş çıkmış arkadaşlar, iş arkadaşları, evinden küpesini çalan temizlikçinin kızı, bisikletini tamire verdiğinde ‘işi çok bunun diyip’ haftalarca bisikleti elinde tutan, sonra da bisikleti turistlere kiralayan bisiklet tamircisi…( Bunu öğrendiğinde adama çok kötü şeyler söylemiş sonra pişman olup bir hafta boyunca boyunca özür dilemek için yapmayı bildiği tek şey olan elmalı keke boğmuştu adamı. ) Oysa hepsinin bir mitadı olmalıydı.
Her şeyin sorumlusu tek bir gündü. Babasının bacağına bir bir yabani otun köklere sarılması gibi sarıldığında, aşk denen üç harfli kısacık bir sözcüğün onu nasıl peşine takıp götürecek gücü bulduğunu anlayamadığı o gün, annesi çelik gibi duran tek eliyle açık kapıyı tutuyordu.
Babasının ona:
‘Sakın unutma söz var bana, sakın unutma’ diyişini hatırlıyordu.
Emilia söz verdi, hiç unutmadı.
Emilia histerik bir hareketle sandaleyi çekip ayakkabıyı üzerine fırlattı. Bir yandan ayakkabı ile kavga ederken kocası Luca’nın anahtarla kapıyı açtığını duydu. Koridoru geçip salona ulaşır ulaşmaz kendini koltuğa atıp ayaklarını uzatmak hatta bir bardak cin icip, dvd’ye bir film koyma hayaliyle eve dönen Luca, salonun ortasında sandalyenin üzerinde duran bir ayakkabı ile bakışan karısını buldu.
Parmağını sallayarak ayakkabıyı işaret etti:
-Bu ne?
-Signor Camardo’nun ölen babasının ayakkabısı.
Luca’nin dili tutulmuştu. Kafası bulandı, parmağını kazağının kenarına dolayıp kazağı sündürüp durmaya başladı. Düşünceleri bir engelli koşunun en sona kalmış atleti gibi engelleri devire devire Emila’nın sesine, final çizgisine ulaşmaya çalışıyordu. Emilia’nın tuhaflıklarına alışıktı hatta çok da sevimli bulurdu bu tuhaflıkları ama bu kadarı onun “dünya yansa bir avuç samanım yanmaz” bünyesine bile fazla geldi.
Luca ayakkabıyı eve getirmiş olmanın ne kadar saçma ve gereksiz bir davranış olduğunu anlatmaya çalıştıysa da nafile.
Emilia :
-Fakat o ayakkabının o poşetten benim önüme düşmesinde bir neden olduğuna eminim, dedi.
– Nasıl bir nedenmiş o? Diye sordu Luca. Gerçekten merak ettiği belliydi.
-Bak Luca, Benim hayatım sandık odası gibi. Her bahar temizliği gerektiğinde atmaya kıyamadığım, vazgeçemediğim ıvır zıvır bir sürü anıyla dolu. Yeri gelir de lazım olur dediğim yığınla duygu kırıntısı. Pılını pırtısını toplayıp bohçasını koltuğunun altına koyup, kapısına da kırk kilit vurmak yerine, tozlanmaya bıraktığım eskimiş sevgilerle dolu.
Zavallı Luca, annesinin Emilia ile tanıştığında koridorda Luca’yı sıkıştırıp:
-Koskocaman Italya’da daha normal bir kız bulamadın mı? Demesindeki haklılığı şimdi anlıyordu.
Luca bütün sakinliğini korumaya çalışarak :
-Belki bir mesaj falan yoktur, poşet delik olduduğu için öylesine düşüvermiştir ayakkabının teki , bu ihtimali düşündün mü hiç? Dedi.
Ferdinando Scianna
Emilia, zavallı ölü baba Camardo’nun ruhunun ona “Gecmişi bırak, geleceğe bak “ demek için gönderdiği bu ayakkabıya Luca’nın böyle muamele etmesine biraz gücendi doğrusu. Bu ayakkabı herkesin kurtuluşuydu. Normal koşulllarda bir araya asla gelmeyecek bir sürü insan, Emilia’nın insanlar ve anılar koleksiyonunda uyumsuz bir birliktelik içinde varolmaya çalışıyorlardı. Üstelik her biri onun içsel dünyasıyla kendini öylesine özdeşleştirmişti ki bu dünyayı bir parça kendisinin kılıyordu. Bu da biribirlerine tahammül olanağını kısıtlıyor, herkes kendisinin daha büyük bir yeri hakettiğine inanıyor, itiş kakış hiç bitmiyordu. Hele yeni gelenlere yer açmak tam bir işkenceye dönüşmüştü. Sadece bu zamanlarda eskiler arasında bir birlik oluşuyor yeni geleni bezdirip kaçmasını sağlamak için en güzel, en anılası , en sevilesi halleriyle Emilia’nın belleğine hücüm ediyorlar, kimsenin onların yerini tutamayacağına onu ikna etmeye çalışıp, bu son geleni unutuşun sularında uzaklara göndermek ellerinden geleni yapıyorlardı. Sonunda herkes için bir umut kuşu gibi kanatlarını çırpa çırpa gelmişti, -Sinyor Camardo’nun ayakkabısı- herkesin esenliği ona bağlıydı.
Luca, Emilia ile başetmenin ne kadar zor olduğunun farkındaydı. Ona açmaya çalıştığı bütün kapıları suratına çarpıp duracaktı. Onu anlamamakla suçlayacak, içine kapanacak , gidenlere ne kadar yakınsa Luca’ya o nebze uzak duracaktı bir süre. Onu incitmeden, bu ayakkabıyı farkettirmeden gözünde önemsizleştirecek bir çözüm üretmeliydi. Basit, sembolik bir şey…
“Ayakkabıyı gömelim, ona bir mezar yapsak belki böylece huzura kavuşur . Gittiği yerde sahibi ile buluşur,” dediğinde Emilia çıldırdı.
“Çocuk mu kandıyorsun sen? Benim anlatamaya çalıştığım bu tesadüfün benim kendimle ilgili bir çok şeyi düşünmeme, irdelememe, zaaflarımı görüp, kabullenip, bunları değiştirmenin yollarını aramama neden olduğu.”
Luca :
“Bütün bunları bu tek ayakkabbı mı yaptı yani? “ dedi .
Emilia bakışlarını Luca’dan öte yana çevirdi, dudaklarını araladı ‘Evet, su lanet olası ayakkabı yaptı‘ diye mırıldandı. Bazen kaygılarının, sevginin, tükenmenin, yeniden başlamanın, durmanın, koşmanın, kazanmanın, kaybedişlerin, gelenlerin gidenlerin, arasında sen nerdesin anlamak için bir ayakkabıya gerek vardı işte.
‘Bu kalabalığın içinde herkese yer var da, bana niye yok?’ diye inledi.
‘Bu insanlar neden üstüme yalnızlık kusuyorlar? Başlangıc noktası işte burası ‘dedikten sonra arkamdan itip içine attıkları labirentte çıkış yolunu arıyorum; ama beni asıl korkutan labirentin içinde kaybolmak değil çıkış noktasına ulaşmanın bir son olduğunu bilmek. Ya çıktığımda kimseyi bulamazsam? O yüzden oyalanıp duruyorum. O kaçtığım şeylerle hesaplaşmak için bana gelen o zavallı adamın ayakkabısını çöpe atıp gitmek istemiyorum. ‘
Uzun bir sessizlik girmişti aralarına, Luca karmakarışık bir ifadeyle ona bakıyordu. Bu sessizliğin sorduğu sorulara doğru cevabı bulamadıkça, sessizliğin onu küçümsediğini hissediyor, onu Emilia’dan uzağa doğru itişine direnmeye çalışıyordu. Emilia başını ona tekrar çevirdiğinde içi rahatladı. Yorgun ama vazgeçmemiş gözlerle baktı ona Emilia;
‘Öğrenmem gerek Luca, sadece gerçek olanları yanımda tutmayı öğrenmem gerek. Artık sırtımı dönmeyi bilmem gerek. Kendime rucu etmem gerek bundan böyle’
Luca gülümseyip sarıldı ona. Yine aynı şeyi yapıyordu işte. Onu kırmamak için ;
“Bir ayakkabıya bile sırtını dönüp gidemiyorsun, bugüne kadar vazgeçemediklerine bir günde nasıl arkanı dönüp gideceksin? “ diye sormadı.
Artık bu kalabalığın uğultusundan kendi sesini duyamaz olmuştu, bu yüzden de çığlık çığlığa bağırıyordu işte. Tabii yine onlara değil, bir ayakkabıya. Yine de sanki bir parça işe yaramıştı bu çığlık. Sesin şiddetiyle bir yarık açılmıştı, küçük çaplı bir sarsıntı sonrasında dışarı doğru akan ince bir sızıntı hissediyordu , ılık ılık.
Şanlıurfa’nın Viranşehir ilçesinde hâkim ve savcı lojmanlarının yakınında bombalı araçla terör saldırısı düzenlendi. Şanlıurfa Valiliği’nden yapılan açıklamaya göre saldırıda 10 yaşındaki bir çocuk hayatını yitirirken 18 kişi yaralandı. Şanlıurfa Valisi Güngör Azim Tuna ise, “Olayda zabıt katibinin 3 yaşında erkek çocuğu hayatını kaybetmiştir” açıklamasını yaptı.
Doğan Haber Ajansı’nın (DHA) haberine göre, Yenişehir Mahallesi’ndeki hâkim ve savcı lojmanlarının yakınında patlama meydana geldi. Patlamanın ardından olay yerine çok sayıda polis ve sağlık ekibi sevk edildi. Patlama sesinin kentin hemen her bölgesinden duyulduğu belirtilirken, ilçeye Gaziantep’ten de ambulanslardın sevk edildiği öğrenildi.
Valilikten açıklama
Valilik, saldırı sonrası şu açıklamayı yaptı:
“İlimiz Viranşehir ilçesinde bulunan Adliye ve emniyet personelinin ikamet ettiği lojmanların bulunduğu sokak içinde muhtemel bomba yüklü araç ile yapılan saldırı sonucunda saat 21:45 itibariyle Viranşehir Devlet Hastanesi’ne 18 yaralı vatandaşımız intikal etmiş, bunlardan 10 yaşındaki bir çocuk hayatını kaybetmiş ve durumu ağır olan bir vatandaşımız ise il merkezindeki hastanelere sevk edilmiştir”
Vali Tuna: Uzaktan kumanda ile patlatıldı
Şanlıurfa Valisi Güngör Azim Tuna, aldıkları ilk bilgilere göre akşam saatlerinde 18-20 yaşlarında bir kişinin Yenişehir Mahallesi’ndeki Savcılar Sitesine bomba yüklü bir aracı park ettiğini belirtti.
Tuna, yaptığı ilk açıklamada saldırıya ilişkin şu bilgileri paylaştı:
“Patlayıcı yüklü bir araç daha sonra uzaktan kumandayla patlatılarak lojmanlara yönelik bir terör saldırısı gerçekleştirilmiştir. Lojmanlar büyük ölçüde hasar görmüştür. Olayda zabıt katibinin 3 yaşında erkek çocuğu hayatını kaybetmiştir. 15 civarında ağır olmayan yaralı mevcut olup, tedavileri hastanede devam etmektedir.”
Şırnak’ın Cizre ilçesinde yürütülen operasyonlar sırasında üç evin bodrumunda 100’den fazla kişinin ölümüne ilişkin yürütülen soruşturmada takipsizlik kararı verildi.
Cumhuriyet’ten Mahmut Oral’ın haberine göre Cizre savcılığı, bodrumlara yönelik operasyonların ‘hukuka uygun’ olduğu sonucuna vardı.
Savcılık, operasyona katılan güvenlik güçlerinin Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 25’inci maddesine göre ‘meşru müdafaa’ temelinde davrandığını savunarak, ‘meşru müdafaa’ sınırının aşıldığına dair herhangi bir delil tespit etmediğini öne sürdü.
Kararda gizlik tanık ifadeleri de dayanak gösterildi. Bu ifadelerde, birinci bodrumda yaralı halde bulunan Muharrem Erbek (18), ikinci bodrumdaki Yasemin Çıkmaz (17) ile üçüncü bodrumdaki Ramazan Biriman’ın (22) ‘örgüt üyesi’ oldukları öne sürüldü.
23’ü çocuk 177 cenaze
Karara itiraz eden avukat Ramazan Demir, Cizre savcılığının olay yeri incelemesi yapmadığına dikkat çekti.
Ailelerin cenazeleri şehir şehir dolaşarak yanmış ve çürümüş cesetler arasından teşhis etmeye çalıştığını belirten Demir, “HDP’nin Cizre raporuna göre büyük çoğunluğu bodrum katı başvurularına konu olan üç binanın enkazından olmak üzere, 23’ü çocuk 177 cenaze çıkartılmış, 103 kişinin kimliği tespit edilebilmişken 74 kişi kimliği teşhis edilemeden defnedilmiştir. Bu cenazelerin tamamı yanmış ya da parçalanarak tanınamaz hale gelmiştir” dedi.
Türkiye’nin ilk modern deniz yolcusu uğurlama ve karşılama salonu Karaköy Yolcu Salonu yıkıldı.
Arkitera.com’dan Bahar Bayhan’ın haberine göre Karaköyde, Galataport projesi için süren hummalı çalışma sürecinde modern mimarlık eserlerinden biri daha yok oldu. Rebii Gorbon tasarımı Karaköy Yolcu Salonu yıkıldı. Yapının yıkıldığını, Zafer Akay Facebook paylaşımıyla duyurdu.
1935’te açılan İstanbul Limanı Yolcu Salonu Proje Müsabakası’nda Rebii Gorbon’un birincilik ödülü alan Karaköy Yolcu Salonu projesi 1940’larda Galata Rıhtımı’nda inşa edildi. Bina, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli amaçlarından biri olan taşımacılıktaki gelişimi ve ulusallaştırmayı sembolize ediyordu. Yapı, İstanbul’un ve Türkiye’nin ilk ve modern deniz yolcusu uğurlama ve karşılama salonu olma özelliğini taşıyordu.
Son sayısında yayınladığı bir karikatürle kamuoyunda tepkilere neden olan Gırgır Dergisi, kapatıldı. Yayıncı şirketin avukatı, “Buna sebep olan çizer ve çalışanlar hakkında yayıncı firma olarak Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunacağız” dedi.
Türkiye’nin en çok satan mizah dergilerinden biri olan Gırgır, artık satılmayacak.
Son sayısında yayınladığı bir karikatürle kamuoyunda tepkilere neden olan Gırgır Dergisi, yayıncı şirket tarafından bugünden itibaren kapatıldı.
Gırgır Dergisi son sayısında Musa Peygamber ile ilgili bir karikatür yayınladı. Derginin bu karikatürü Musa Peygamber’e hakaret edildiği iddiasıyla Twitter’da tepkilere neden oldu. #gırgırdergisikapatılsın hashtagi gün içinde TT oldu. Yayıncı şirket bunun üzerine Gırgır Dergisi’nin Twitter hesabından özür dileyerek, “Yorgunluk ve uykusuzluk nedeniyle basım öncesi fark edilmeyen bu ‘berbat’ karikatür nedeniyle incitmiş olduğumuz herkesten özür dileriz” ifadelerini kullandı.
Yayıncı şirketin avukatı tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
‘Gırgır dergisinin son sayısında yayınlanan hoş olmayan karikatür nedeniyle yayıncı şirket Gırgır dergisinin kapatılmasına ve dergide çalışanların tamamının işten çıkarılmasına karar vermiştir. Bu karikatürün yayınlanması en başta toplumumuzu rahatsız ettiği gibi, yayıncı şirketi de çok rahatsız etmiştir. Karikatürün firmayı zor durumda bırakmak amacıyla kötü niyetli çalışan kişi veya kişiler tarafından yayınlandığını düşünüyoruz. Kasti bir tutum söz konusudur. Dini değerlerin aşağılandığı bu karikatür kötü niyetli bir tutumla çizilerek, yayıncı şirkete danışılmadan, adeta gizlenerek, son anda habersizce yayına verilmiştir. Bunu yapan çalışanlar dini değerleri aşağılamak suretiyle suç işlemiştir. Buna sebep olan çizer ve çalışanlar hakkında yayıncı firma olarak Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunacağız.’
Gırgır’ın tarihi
Oğuz Aral yönetiminde 1972den 1989’a kadar Türkiye’nin en çok satan kült mizah dergisidir.
Oguz Aral’ın, kardeşi Tekin Aral ile birlikte 26 Ağustos 1972 tarihinde yayınlanmaya başladığı Gırgır dergisinin temel sloganı; “Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı koca kavgasını, şipşak keser. Her derde devadır, Gırgır da gırgır.” idi.
Gırgır tirajını 300.000’e yükselterek Avrupa’nın 3. büyük mizah dergisi haline geldi. Günümüzün ünlü mizahçılarının çoğu bu dergide yetişti.
Gırgır’ın bir dönemin mizah anlayışı üzerinde büyük etkisi oldu. Daha sonra çıkan Fırt, Deli, Hıbır, Mikrop, Limon, Leman, Öküz, Hayvan, Penguen, Uykusuz dergileri Gırgır örneğini temel alarak geliştiler.
Gırgır bazılarının da yazdığı gibi 70’lerin dergisidir. Doğuşu da yükselişi de 70’lerdir. Gırgır öncesinde 60 lı yıllarda çok ama çok meşhur Akbaba dergisi vardır. Ondanda önce ünlü mizah yazarlarımız Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın çıkardığı Marko Paşa. (Marko paşa yasaklandıkça malum paşa gibi değişik isimlerle sürmüştür) İlk sayısı 25 Kasım 1946’da çıkan, keskin muhalif mizah gazetesidir Akbaba 1922’den 1977’ye dek tam 55 yıl yayınlanmıştır.
Akbabadan sonra Gırgır farklı ve çizgi ağırlıklı olarak doğmuştur. Önceki dergiler yazı ağırlıklı idi.
Aliağalılar on yıllardır verdikleri çevre mücadelesinde bir zafer daha kazandı. İzdemir Termik Santrali ile ilgili verilen 17.06.2010 tarihli ÇED Olumlu Kararı’na karşı açılan dava sonuçlandı. Mahkeme, Dava konusu ÇED kararının yetki, şekil, sebep yönlerinden hukuka aykırı olduğunu, kamu yararı dışında bir amaçla verildiğini ifade ederek, iptalini istedi.
2010 yılında başlayan hukuki sürece rağmen, santralin inşaatı devam etmiş, İzdemir Termik Santrali, 2014 yılında faaliyete başlamıştı. Bu karar ile birlikte termik santralin üretim lisansının da en kısa sürede askıya alınması bekleniyor.
Aliağa, Mayıs 2016’da tüm Türkiye’den çevre ve yaşam savunucularının katılımıyla gerçekleşen Kömürden Kurtul – Break Free etkinliğini takiben, planlanan ve var olan kömürlü termik santrallardan bir bir kurtuluyor.
On yıllardır kömür santrallarının inşasına ve hukuksuzca işletilmesine direnilen bölgede, yerel topluluklar, Mayıs 2016’daki Kömürden Kurtul etkinliğinden sonra önemli bir zafer daha kazandı. İzdemir Termik Santralı ile ilgili verilen 17.06.2010 tarihli ÇED Olumlu Kararı’na karşı açılan dava sonuçlandı. Mahkeme, Dava konusu ÇED kararının yetki, şekil, sebep yönlerinden hukuka aykırı olduğunu, kamu yararı dışında bir amaçla verildiğini ifade ederek, iptalini istedi. Kararda, “ÇED olumlu kararının yenilenebilir enerji kaynaklarının özendirilmesi yönünde tedbirler almak göreviyle çeliştiği” gerekçe olarak gösterildi.
Üretim Lisansı Askıya Alınmalı!
Şimdi Aliağa’daki hukukçular ve yaşam savunucuları hukuksal süreç gereği işletmenin üretim lisansının askıya alınmasını bekliyor. T.C. İzmir Valiliği’ne seslenen Fosil Yakıt Karşıtı İnisiyatif Üyesi Bahadır Doğutürk, “Bu karar önemli bir hak ve hukuk zaferidir. Kararda da belirtildiği üzere, Aliağa bölgesi kümülatif etki yönünden sınır değerleri geçmiştir. Bölgede hiçbir kirletici tesise izin verilmemeli, mevcut tesisler de acilen rehabilitasyon edilmelidir. Valiliğin 30 yıllık haklı mücadelemizi takiben gelen bu kararları uygulamaya koymasını ve üretimin durdurulmasını bekliyoruz. Gelecek nesiller için fosil yakıtlardan vazgeçin.” dedi.
Bölgede planlan bir diğer proje olan Enka 800 MWlık ENKA termik santral projesi’nin ÇED Raporu da benzer bir biçimde Aralık 2016’da iptal edilmişti. İki dava sürecini de takip eden hukukçulardan Diler Bosut Güven ve Gülay Mete, mahkemenin iptal kararlarını “zafer” olarak nitelendirdi. Hukukçular İzdemir Kömürlü Termik Santrali’nin bir an önce faaliyetlerine son vermesi gerektiğini ifade ederek yetkililerin harekete geçmesini talep etti.
Ayrıca SOCAR’ın (Azerbaycan Devlet Enerji İirketi) da bölgede yapmak istediği termik santraldan vazgeçtiği Ekim 2016’da ortaya çıktı. SOCAR, Aliağa, İzmir’de toplam 672 MW kömür santralı inşa etme planlarını rafa kaldırdığını finansman aradığı ihracat kredisi kuruluşlarına bildirmişti. SOCAR’ın kömür santralı, en yüksek koruma önceliği olarak kategorize edilen arkeolojik bölge Kyme antik kentinin gelişim alanında inşa edilecekti. SOCAR’ın planlarından vazgeçmesini, Break Free eylemini organize eden ve Türkiye’den onlarca sivil grubun oluşturduğu Fosil Yakıt Karşıtı İnisiyatif zafer ilan ederek duyurmuştu.