Ana Sayfa Blog Sayfa 3260

Şili’deki ‘hayır’ kampanyasının yaratıcısı: Türkiye’nin alacağı karar Dünya’yı etkileyecek

Şili’de diktatör Pinochet’nin 8 yıl daha iktidarda bulunması için yapılan referandumda yenildiği ‘Hayır’ kampanyasının yaratıcısı Eugenio Garcia Ferrada, deneyimlerini paylaşmak için bir hafta boyunca Türkiye’de. CHP Gençlik Kolları tarafından İstanbul’da ağırlanan Ferrada, “1988 yılında bizim yaşadığımız değişimi aktarmak için buradayım” derken, referandum sürecinde gençlerin önemine vurgu yapıyor.

11 Eylül 1973’te sosyalist Salvador Allende hükümetine karşı yaptığı ABD destekli askeri darbeyle yönetimi ele geçiren Pinochet’in 17 yıl boyunca süren iktidarının sonunu hazırlayan halk oylamasından yüzde 55 oranında ‘Hayır’ çıkınca, Pinochet’in görev süresi 4 yıla indi.

Türkiye’ye ‘Hayır’lı bir destek veren Şili’deki ‘No’ kampanyasının yaratıcısı Eugenio Garcia Ferrada BirGün’ün sorularını cevapladı. Ferrada, söyleşide önemli bir detaya da şu sözlerle dikkat çekti: “Biz dünyanın uzağında bir ülkeyiz, oysa siz dünyanın ortasındasınız. Türkiye uluslararası çapta çok önemli ve burada olanlar dünyaya yansıyarak etki yaratıyor. Bugün yaşananlar ve Türkiye’nin durumu dünya için çok önemli.”

Ferrada’nın BirGün’den Erk Acarer ve Meltem Yılmaz’ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

»‘No’ kampanyası öncesi ve devamında Şili’de toplum nasıldı?
Şili’de o dönem çok sert bir süreç vardı. Herkes düşüncesini söylemekten, fikrini aktarmaktan korkuyordu. ‘Hayır’ diyenler Augusto Pinochet ile devam etmek istemiyordu. Pek çok soru işareti vardı. Ancak yine de mutlu ve huzur içinde yaşayan bir ülkenin gerekliliğini anlatmalıydık. Kampanyaya başladığımızda, toplumda endişe ve korku hâkimdi. Kimileri Şili’nin bir savaşa sürüklendiğini düşünüyordu. Ekonomik problemler yaşanıyordu. Pinochet, korkuyu yayıyordu.

»Kampanyanızın ağırlıklı olarak gençleri hedef aldığını biliyoruz. Peki dili ve yöntemi nasıldı?
Politik olmayan bir şekilde ilerledi. Gençleri hedef alan kampanyada siyasal argümanlardan daha fazla duygusal bağlar kurma çabasından yol alındı. Ahlaki değerlerin önemi de vurgulandı. Gençlerin huzur içinde yaşayabilecekleri, yeni bir dünyayı ve kendilerini keşfetmelerine yardımcı olmayı amaçladık. Başta herkes ‘Hayır’ cephesinden sert bir çıkış bekliyordu. Pinochet’e karşı agresif bir kampanya yürütüleceği düşünülüyordu. Böyle olmayınca, kafasında soru işaretleri olanlar da yavaş yavaş ‘Hayır’ cephesine kaydı. Kampanyayı desteklemeye başladı. Pinochet ise negatif tutumunu sürdürdü.

Şili’deki ‘hayır’ kampanyası, başrolünde Gael Garcia Bernal’in oynadığı ‘No’ filmine konu olmuştu

»Gençlerle çalışmak daha mı kolay yoksa daha mı zor?
Daha kolay. Önyargıları daha kolay kırılıyor. Gerçeğe yakın pratikleri onlarla hayata geçirebilmek daha kolay. İkna olabilmeleri daha mümkün görünüyor.

»Öyleyse, başarı için gençlerin gerekliliğini gösteriyor…
Evet, Şili’de gençler ‘Hayır’ denmesinde büyük pay sahibi olmuşlardı. Geleceğimizi belirlemek zorundaydık. Geleceği şekillendirecek olan kişiler ise gençlerdir. Değişiklik için gereken enerji onlarda mevcuttur. Öncelikle onları fikir sahibi yapmak şart. Bir arada özgürce yanabilecek mutlu bir dünyanın var olduğunu anlatabilmeli.

»Şili’de iktidar ve muhalefetin propaganda kaynakları eşit miydi?
Elbette değildi. Televizyon kanallarına ve gazetelere baskı uygulanıyordu. Dahası bu mecralar hükümetin ve Pinochet’nin tekelindeydi. Referandumda ‘evet’ cephesine de hayır cephesine de görünüşte 15’er dakika süre tanınmıştı. Şüphesiz iktidar bu sürenin kat be kat üzerine çıkıyordu. 15 dakikayı 15yıl olarak düşündük. Bugünkü imkânlar geçmişten biraz daha farklı. Sosyal medyanın etkisini Mısır ve Tunus’ta gördük. Medyada eşit şartlar olmasa da şimdi bir şekilde üstesinden gelebilmek daha kolay.

»Peki, bu gibi süreçlerde motivasyon olarak korku mu yoksa umut mu daha baskın bir duygu?
Bence toplumlar her zaman için barıştan ve umuttan yana. Yalnızca bunun nasıl olabileceğine ikna etmek gerekiyor. Zira korku, yeni değerlere inanamamayı beraberinde getiriyor. Bakın, toplumların daha iyi bir gelecek için ihtiyaçları olan şey ilhamdır. Bu nedenle biz “hayır” savunucuları, onlara ihtiyaç duydukları ilhamı vermeliyiz.

»Türkiye ve Şili’nin referandum süreçlerini kıyasladığınızda farklılıkları nasıl görüyorsunuz?
Biz dünyanın uzağında bir ülkeyiz, oysa siz dünyanın ortasındasınız. Türkiye uluslararası çapta çok önemli ve burada olanlar dünyaya yansıyarak etki yaratıyor. Bugün yaşananlar ve Türkiye’nin durumu dünya için çok önemli.

»Türkiye’deki ‘Hayır’cılar daha mı avantajlı demek istiyorsunuz?
Bugün bütün dünya sağa yöneliyor ve tüm dünyada gücü tek elde toplamaya eğilim var. Bu açıdan Türkiye’nin alacağı karar dünyayı da etkileyecek aslında.

»Kampanyanızı konu alan “No” filmini, Türkiye’deki bir dağıtıcı şirket gösterimden kaldırdı. Bunun nedeni nedir sizce?
Eğer biri bir şeyi yasaklıyorsa, ondan korktuğunu gösterir.

***

Diktatörlerin kolay yöntemleri var

»Diktatörlükler çok uzun süre sürdürülebilir mi, toplumlar nasıl oluyor da yeterli refleksi veremiyor?
Diktatörlüklerin pek çok yerde başarıyla sürdürüldüğünü görüyoruz. Diktatörlerin kolay yöntemleri var. Mutlaka kendilerine karşı çıkanlar oluyor. Gücü kaybetmemek için yaptıkları korkuyu bir sopa olarak kullanıyorlar. Söylemleri ve ilham aldıkları yerler basittir. “Ya ben ya kaos” deyip iktidarlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Biri onlara karşı çıkıyorsa, kaosu desteklemiş gibi gösteriliyor ve oyundan çıkması gerektiği algısı yaratılıyor.

 

(Birgün)

Baki Koşar Kültür ve Sanat Festivali başladı

Baki Koşar Kültür ve Sanat Festivali “Queer Arzu Yabandır” Nilbar Güreş Sergisi ve Açılış Kokteyli ile başladı.

Açılış konuşmasını Pembe Üçgen Derneği’nden Metin Akdemir ve Erdem Gürsu gerçekleştirdi

Bu yıl “Performans” teması ile 9. kez yola çıkan Baki Koşar Kültür ve Sanat Festivali dün (20 Şubat Pazartesi) gerçekleştirilen, güncel sanata queer-feminist yaklaşımıyla bilinen sanatçı Nilbar Güreş’in sergisi ile başladı. Sergi sonrasında Siyah Pembe Üçgen Derneği’nden Metin Akdemir ve Erdem Gürsu festivalin açılış konuşmasını yaptılar. Sanatçı Nilbar Güreş sergideki işlerini anlattıktan sonra soruları kabul etti.

Nilbar Güneş

Sanatçı Nilbar Güneş, “Bugün burada olmaktan çok mutluyum çünkü artık Türkiye’de böyle cesur sergiler çok az yapılabiliyor” diyerek başladığı konuşmasına kadın ilişkilerini anlatan, heteronormatif estetik çerçeveye sığmak için yardımlaşan kadınların olduğu “Bilinmeyen Sporlar – İç Mekan Antrenmanları” (2009), annesinin aşk hikayelerini anlattığı “Mektup” (2007), kendisinin de olduğu ve direkt olarak Avrupa’daki islamofobiyi anlattığı “Soyunma” (2006) adlı video çalışmalarından bahsetti.

Sergi, festival bitimine kadar yani bütün hafta boyunca her gün 14:00 – 18:00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek.

Festivalin ikinci günü yani bugün ise programa göre saat 19:00’da Fransız Kültür Merkezi’nde François Ozon’un 2014 yapımı “Yeni Kız Arkadaşım” (Une Nouvelle Aime) adlı filmi gösterilecek.

#performansagel

Programın geri kalanını ve detaylı halini bu linkte bulabilirsiniz.

 

Haber: Marsel Tuğkan Gündoğdu

(Yeşil Gazete)

Sivil toplum, tehlikeli atık ticaretinin önündeki en büyük engel! Ya susarsa?

Yaşam hakkı savunuculuğu kolay değil!

Her daim Devletin desteğini alan özel sektöre ait yol, köprü, inşaat, AVM gibi mevcut ekosistemi ve yaşamsal bütünlüğü bozacak   projelere “Hayır!” demek kadar kirleticilere izin vermemek de yaşam hakkını savunmakla ilgili. Sözkonusu kirleticiler termik, nükleer santral, can suyu bırakmayan HES’ler olduğu kadar  daha önce de defalarca Türkiye sınırları içine sızdırılmaya çalışılan tehlikeli atıklar…

Maalesef hafızamızı zorlayacak konular değil bahsettiklerim: İzmir’in Gaziemir ilçesinde Emrez Kasabası içindeki Aslan Avcı Kurşun Fabrikası’nın arazisinde, nükleer reaktörlerde oluşturulan, yarılanma ömrü 13,5 yıl olduğu için etkileri onlarca yıl devam eden, her anlamda çevre ve insan sağlığını hasara uğratan Europium 152 (Eu-152) izotoplarının gömülü bulunması, nükleer santrali bulunmayan Türkiye’de, atık ticaretinin yapıldığının ispatıydı. İlk olarak 2008 yılında yerinde tespit edilen  fakat, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK) tarafından önlem alınmayan, 2012’ye gelindiğinde sivil toplum eliyle başlatılan dava süreci üzerinden bugün hala yürütülen bir mücadele sözkonusu. Gaziemir için  sivil toplum eliyle verilen mücadele salt atık ticaretinin faili Aslan Avcı Kurşun Fabrikası’na yönelik değil, çevre ve toplum yararına yürütülen tüm kampanyaların, bu çabanın İzmir Valiliği ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yönelik baskı oluşturmayı amaçlaması biraz önce bahsettiğim gibi yaşamdan yana olmanın denkliği gibi görünüyor.  Gaziemir direnişinde evrilen sivil toplumun katettiği mesafeyi okuyabileceğiniz yazılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

Bir diğer örnek ise, henüz iki yıl önce Kuito adlı asbestli olduğu çevre örgütlerince öngörülen geminin  “radyoaktif atık bulunduğu” gerekçesiyle 5 gün açıkta bekletilerek incelenmeye zorlanması sayılabilir. Ancak, sivil toplumdan yükselen itirazlara rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın oluşturduğu komisyonun inceleme sonrasında “tehlikeli atık bulunmadığı”nı ve “radyasyon değerlerinin TAEK’in belirlediği sınırın altında olduğu” nu raporlamasıyla, asbestli geminin kıyıya yanaştırılarak söküm işlemlerine başlanmasına izin verilmişti [1].

Şüphesiz endüstriyel ve teknolojik gelişmeler neticesinde Dünyanın başı çok uzun zamandır tehlikeli  atıklarla dertte.  Zira  tehlikeli atıklar içerisinde özellikle arıtmak suretiyle bertarafı mümkün olmayan nükleer atıklardan nihai olarak kurtulmak mümkün olmadığı için ortaya çıkan nükleer atıkların gözönünden kaldırılması, bir bakıma halının altına süpürülmesi en uygun(!) çözüm olarak görülüyor. 2011 yılında meydana gelerek bugüne dek etkilerini hissetirmiş olan Fukuşima nükleer santral faciasından sonra Japon sivil toplum insiyatifi tarafından nükleer santrallerin “tuvaletsiz” evler olarak nitelenmesi boşuna değil. Nükleer atıklarını ne yapacağını bilemeyen dünyada bugüne dek Finlandiya’da 2020’de faaliyete geçirilmesi planlanan Onkalo Nükleer atık deposundan  hariç kullanılmış yakıt çubuklarının bertarafı için bir yöntem bulunmamış. Kaldı ki söz konusu Onkalo nükleer atık deposu bile geleceğe dair pek çok tehdidi içinde barındırıyor. Onkalo Nükleer Atık Deposuyla ilgili yazımıza, sözkonusu tehditlere buradan ulaşabilirsiniz.

Evet, dünyanın başı dertte ama, kabul edelim ki bazı ülkelerin başı daha fazla dertte:  ülkelerin azgelişmişlik ve demokrasiden yoksun oluşları oranında tehlikeli atıklara da maruz bırakıldıkları ortada. Zira %90’ı zengin OECD ülkeleri tarafından üretilen tehlikeli atıkların miktarı gelişmiş ülke olmakla doğru orantılı şekilde artarken kişi başı 120 kiloya kadar çıkabilmekte. Mamafih, gelişmiş ülkelerde tehlikeli atık bertarafının maliyetinin yasalara uygunluk çerçevesinde yüksek olması nedeniyle atıklar az gelişmiş ülkelere gönderilerek para karşılığında doğaya terk edilmekte.[2] Örneğin 1 ton atık fiyatı İtalya için 250 Dolar iken, Somali için ödenen miktar 2,5 Dolar civarında. Öyle ki yapılan anlaşmalar Somali’yi 600 bin ton kimyasal atık boşaltıldığını gösteriyor. Lakin bu ticretin faturası ekolojik problemler şeklinde olduğu gibi 2004’te yaşanan tsunami’nin ardından karaya saçılan nükleer atıklar bölge insanında ani ölümlere, mide kanamalarına, deri hastalıklarına neden olmuş bulunuyor[3].

Dünyadaki tehlikli atık ticaretinin korkutucu boyutlara vardığına diğer bir örnek geçen hafta Tayvan ve Somali açıklarına 200 bin varil bırakıldığının anlaşılması olabilir. Medyada yer alan biligiye göre İtalyan Gizli Servisi’nin ortaya çıkardığı belge ve dökümanlar, işadamı Georgio Comerio’nun Kuzey Kore ile 1990’lardan beri işbirliği yaptığını, 200 bin varil için kendisine 227 milyon Dolar ödeme yapıldığını gösteriyor. Tayvan’daki çevre örgütleri hükümetten bu iddiaların izini sürmesini ve atık varillerde meydana gelen sızıntının ekolojik tahribata yol açıp açmadığını, okyanusun durumunu test etmesini, Aktivistler hükümetin atıkların tam olarak bırakıldığı yeri tespit etmesini talep ediyor. [4]

Yine Türkiye’den bir diğer örnek 1988  yılında Karadeniz’de yaşanmış, zehirli atıklarla dolu 450’den fazla varil, Karadeniz açıklarında bulunmasını izleyen süreçte yaşandı denebilir. Romanya’da bertaraf edilecek tesis bulunmadığı için Karadeniz’e atılan variller,  2000 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı eliyle  İzmit’teki İzaydaş Atık Yakma Tesisi’ne gönderilmek istenmiş ama atıkların transferi esnasında yayabilecekleri hastalıklar gözönünde bulundurularak çevre örgütleri tarafından engellenmişti. Denizden paslı,“delik deşik” çıkarılan varillerin ise gerçek sayısının 3000 olduğu tahmin ediliyordu. 1994 yılında tehlikeli ve diğer atıkların sınır aşırı taşınması, bertaraf edilmesi ve geri dönüşümünden doğabilecek tehlikeleri ortadan kaldırmaktı.Özellikle de “gelişmekte olan ülkeleri”; tehlikeli atık sorunu yaşamaya başlayan “gelişmiş ülkelerin çöplüğü olmaktan koruyan “Basel Sözleşmesi”ne dayanarak bu atıkların menşei olan İtalya’ya gönderilmesini sağlayan ise yine sivil toplum olmuştu.

Görüldüğü üzere halının altına süpürme işi veya Fukuşima literatürüyle evde bulunmayan tuvalet, komşu evlerde başka diyarlarda aranırken, sifonu çekmek bu işin ticaretini yapanlara kalmış durumda… Buna karşı mücadele ederek ses çıkarıp, yaşam alanlarını korumaya çalışanlar ise sivil toplumdan başkası değil. Peki baskı organlarının ağırlığını yitirdiği, sivil toplumun dışlandığı bir ortamda  dünyada alıp başını giden tehlikeli atık ticaretine karşı kimin sesi çıkaracak?!!! Sesi çıksa bile onu kim dinleyecek ? Siyasi arenada seçmenlerine iyi görünmek isteyen bir iktidar varken hasbelkader dikkate alınan sivil toplum, bu kez  kime konuşacak? Gaziemirler’in, Kuitolar’ın istilasını bir düşünün…Sivil toplumun varlığından boşalan alanda denizleri asbestli gemiler, radyoaktif variller, toprağı, havayı radyoaktif izotoplar, kimyasallar mı dolduracak?

Hayır…!

[1] https://yesilgazete.org/blog/2015/03/30/kuito-icin-mahkemeye-sokum-islemini-durdurun-basvurusu/

[2] S.k.Agarwal , 2005, Wealth from Waste, New Delhi, APH Publishing

[3] http://www.halkinsagligi.org/gaziemirde-gomulu-radyoaktif-atiklar-hur-hassoy-raika-durusoy/

[4] http://www.taiwannews.com.tw/en/news/3092135

Pınar Demircan

Hakan Fidan’ı ifadeye çağıran savcı tutuklandı

‘FETÖ/PDY’ soruştması kapsamında yakalanan, eski hakim Dursun Ali Gündoğdu ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağıran eski savcılar Adnan Çimen ve Sadrettin Sarıkaya tutuklandı.

‘Selam Tevhid soruşturmasında kumpas’ iddiasıyla haklarında dava açılarak yakalama kararı çıkarılan ve 17 Şubat’ta İstanbul’da yakalanan eski savcılar Sadrettin Sarıkaya, Adnan Çimen ile eski hakim Dursun Ali Gündoğdu, bu suçtan tutuklandı.

Yargıtay’da görülen duruşmada SEGBİS ile ifade veren 3 şüphelinin tutuklanmalarına karar verildi. Eski hakim ve savcılar, haklarında farklı illerde bulunan soruşturmalar ile evlerinde bulunan sahte kimlik ile pasaportlarla ilgili açılan soruşturma kapsamında ifade vermeye devam ediyor.

 

(Ajanslar)

WHO: Kanser tedavisinin maliyeti düşüyor

Birleşmiş Milletler’e bağlı Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yayınladığı son rapora göre, gelişmekte olan ülkelerde erken kanser teşhisi sayesinde çok daha fazla hastanın hayatı kurtuluyor.

Yayınlanan rapora göre gelişmiş ülkeler kanserle mücadele konusunda oldukça önemli gelişmelere imza atmış durumda. Çoğu kanser hastası erken teşhis sayesinde tedavi olarak kanser hastalığından kurtuluyor. Ayrıca gelişmiş ülkelerde kanser tedavisinin hastalara olan maliyeti de geçtiğimiz yıllara göre giderek daha da düşüyor.

Amerika’nın Sesi’nde yer alan haberde, aynı rapora göre her yıl 8,8 milyon kişi kanser hastalığı nedeniyle yaşamını kaybediyor. Kanser yüzünden yaşamını kaybeden kişilerin büyük bir çoğunluğu ise az gelişmiş ülke vatandaşları.

“Az gelişmiş ülkelerde kanserle mücadele yeterli değil”

Dünya Sağlık Örgütü, kanserle mücadelede erken teşhisin önemine yeniden işaret etti. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde erken teşhisin artması için sağlık hizmetlerinin ve eğitim çalışmalarının güçlendirmesi gerektiğini savundu.

Dünya Sağlık Örgütü, her yıl hazırladığı çok sayıda rapor ve araştırmayla kanserin farklı belirtileri hakkında dünyayı bilgilendirmeye çalışıyor.

Örgüt aynı zamanda diğer kanserle mücadele eden uluslararası kuruluşlarla birlikte çalışarak kanser hastalarının gerekli tıbbi bakımı alabilmeleri ve kanserle mücadelede en etkin tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi için çaba sarf ediyor.

“Gelişmiş ülkelerde kanser tedavisi ucuzladı”

Dünya Sağlık Örgütü’nün son raporuna göre, gelir düzeyi yüksek ülkelerdeki kanser konusunda yapılan çalışmalar sonucu tedavi ücretlerinin, gelişmemiş ülkelere kıyasla iki ila dört kat daha ucuz olduğunu gösteriyor.

Raporda, 2030 yılına kadar, kanserin sebep olacağı ölümlerin üçte ikisinden fazlasının az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde olacağı tahmin ediliyor.

Raporda, sadece Afrika ülkeleri arasında, tahminen bir milyar nüfusun yüzde 80’inin radyoterapi tedavisine ve erken teşhisle ilgili kanser hizmetlerine erişimin sahibi olmadığı belirtildi.

Raporda, Birleşmiş Milletlere bağlı olana ajanslardan biri olan Dünya Sağlık Örgütü’nün, radyoterapi ve nükleer tıbbın daha yaygın hale getirilmesi için yaptığı çalışmaları artırdığı da belirtildi.

BM kanserden ölenleri sayısını 2030 yılına kadar azaltmayı hedefliyor

Yayınlanan son kapsamlı rapor sonrasında çeşitli bilim adamları kanserle mücadele konusunda görüşlerini de açıkladı.

Dünya Sağlık Örgütü Bulaşıcı Olmayan Hastalıklar Yönetimi Bölüm Direktörü Doktor Etienne Krug, “Geç evrelerde kanser teşhisi ve tedavinin sağlanamaması, birçok insanı gereksiz acıya sürüklüyor ve erken ölümle cezalandırıyor” dedi

Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerin imza attığı, “2030 Yılı Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinde”, ülkelerin 2030 yılına kadar, kanser ve diğer kronik hastalıklardan ölenlerin sayısını üçte bir oranında azaltma hedefine ulaşması öngörülüyor.

 

(Amerika’nın Sesi)

Soma Katliamı’nda adalet referandum sonrasına kaldı

Manisa’nın Soma ilçesinde 301 madencinin yaşamını yitirdiği madenci katliamıyla ilgili 6’sı tutuklu 51 kişinin yargılandığı davanın 16’ıncı duruşması sonuçlandı. Mahkeme heyeti ara kararında sanık ve avukatlarına süre verirken, tahliye taleplerini ise reddetti. Bir sonraki duruşmayı referandum sonrasına bırakan mahkeme heyeti, 17. duruşma için 18 Nisan 2017’ye gün verdi.

Akhisar Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davanın 16’ncı duruşmasının öğleden sonraki oturumunda, davaya ilk kez katılan Alp Gürkan’ın avukatı İhsan Sartık, Alp Gürkan’ın davaya dahil olmaması gerektiğini savundu.

“Maden işletecek kimseyi bulamayacaksınız”

Evrensel’in haberine göre, Gürkan’ın kazanın olacağını bilebilecek durumda olmadığını söyleyen İhsan Sartık, “Kendisi yönetim kurulundan çekilen birisi. Bir de denetim geçirmiş. Gürkan görevde iken Enerji Bakanlığına bağlı MİGEM ve CSGB’nin Teftiş Kurulu tarafından 17 kez denetlenmis. Gürkan görevden ayrıldıktan sonra da bir denetim yapılmış. Tutanaklarda hiçbir olumsuzluk yok. Bunlarla ilgili açılmış bir dava yok” dedi.

Sartık’ın “301 kişinin ölmesi olası kastı göstermez, zararın büyüklüğünü gösteriyor” sözleri ailelerden tepki gördü. “Verilen karar sadece burayı bağlamayacak, tüm Türkiye’deki uygulamaları değiştirecek, maden işletecek kimseyi bulamayacaksiniz” sözleri de tepki gördü.

Madenin devlet tarafından sürekli denetlendiğini ama bunlara soruşturma izni verilmediğini yineleyen Sartık, katliamdaki kamu sorumluluğuna da dikkat çekmiş oldu.

Emsal dosyalardaki durumların dikkate alınmasını istediklerini belirten Sartık, dosyaya yeni dahil olduğunu belirterek 3 ay süre istedi.

Ardından mahkeme heyeti ara kararını açıkladı. Savunma için süre isteyen sanıklar ve avukatlarına bir sonraki celseye kadar süre veren mahkeme heyeti, bilirkişilerin mahkemeye getirilmesini reddetti.

Savcıya esasa ilişkin mütalasını vermek için süre verilmesine de karar veren mahkeme heyeti, kuvvetli suç şüphesi bulunması nedeniyle tutuklu sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar verdi. Dava 18 Nisan tarihine ertelendi.

Davanın uzaması nedeniyle aileler, “Her yeni gelen avukatla dava uzayacak mı” diyerek tepki gösterdi.

Bazı aileler de “Yaşama hakkı da, adalet de zenginlere ait galiba” dedi.

 

(Evrensel)

Amerikan Cinneti – Chris Hedges

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

Gerçeklik tasallut altında. Sözel kargaşa ülkeye hükümdar olmuş. Hakikat ile yanılsama içiçe geçmiş durumda. Zihnimizdeki kaos, ne olup bittiğini idrak etmemizi güçleştiriyor. Aynalar dehlizinde kapana kısılmış haldeyiz sanki. Açığa çıkarılan yalanların karşısına hemen başka yalanlar çıkarılıyor. Akla uygun olan her şeyin karşısına hemen akıldışı olan çıkarılıyor. Bilişsel uyumsuzluk (cognitive dissonance) her yere egemen. Kaygı verici bir utanç, hatta suçluluk duygusu içinde kıvranıp duruyoruz. On milyonlarca Amerikalı, özellikle kadınlar, belgesi olmayan işçiler, Müslümanlar ve Afrikalı-Amerikalılar korkunç bir canavar tarafından sürekli kovalanıyor olmanın ağır huzursuzluğunu yaşıyor. Bunların hepsi kasıtlı, bilerek yapılıyor. Halk avcıları (demagoglar), yönetilen kitlelere kendi cinnetlerini daima bulaştırırlar.

“Totaliterlik ile psikoz (cinnet/çıldırı) arasındaki kıyaslama tesadüfi değildir.” Psikiyatrist Joost A.M. Meerloo, Zihnin Irzına Geçilmesi: Düşünce Denetimi, Zihinkırım ve Beyin Yıkama’nın Psikolojisi ( “The Rape of the Mind: The Psychology of Thought Control, Menticide, and Brainwashing”) adlı kitabında böyle diyor. Ve devam ediyor: “Kuruntucu, evhamlı düşünce, her türlü zorbalık ve isdibdat yönetimine eninde sonunda mutlaka sızar. Şuursuz geri güçler harekete geçer. Kadim geçmişin kem güçleri günümüze geri dönüverir. Kendini yoketmeye yönelik otomatik içgüdüsel bir zorlamanın gelişmesiyle, yapılan her hata yeni bir hatayla haklı çıkarılmaya çalışılır; marazî fâsit daireyi (kısır döngüyü) genişletip yaygınlaştırmak hayatın başlıca hedefi halini alır. Anlayamadığı bir kültürün ağırlığı altında ezilen o korkmuş adam, kendi içindeki büyük boşluğu örtbas edebilmek için, zorbanın o hudutsuz kudret kuruntusuna doğru geri çeker kendini. Bu kuruntu önce liderlerde başlar ve daha sonra da liderin zulmettiği kitleler tarafından devralınır.”

Yalanlar Beyaz Ev’den güvercin sürüleri gibi uçuşup kaçışıyor: Donald Trump’ın seçim galibiyeti ezici bir zaferdi. Trump’ın göreve başlama törenine Amerikan tarihindeki en büyük kalabalık katıldı. Seçimlerde 3 milyonlar 5 milyon arasında belgesiz göçmen oy kullandı. İklim değişikliği bir uydurmacadan ibaret. Aşı, otizme yol açar. Göçmenler korkunç bulaşıcı hastalıkların taşıyıcılarıdır. Seçim hileliydi – sonunda hileli olmadığı anlaşılıncaya kadar. Dünya Ticardet Merkezi’ni “gerçekte kimin yıktığını” bilmiyoruz. İşkence işe yarar. Meksika duvarın parasını ödeyecek. Komplo teorileri gerçektir. Bilimsel gerçekler komplo teorisidir. Amerika yeniden büyük ülke olacak.

Turuncuya çalan renkteki teni ve saçlarıyla, Penn Jillette’in “sidikten yapılmış pamuk helva”ya benzettiği 70 yaşındaki yeni cumhurbaşkanımız, Trump’ın sık sık bize hatırlattığı üzere “çok yakışıklı” biri. Trump’ın hemen hemen hiçbir entelektüel becerisi/hüneri yok: tarihten, siyasetten, hukuktan, felsefeden, sanattan ya da yöneticilikten pek anlamıyor. Ama “IQ’sunun (zekâ göstergesinin) en yüksek seviyede olduğunu” söylüyor. Ve ikliyor: “Bunu hepiniz biliyorsunuz zaten! Lütfen kendinizi o kadar aptal ya da güvensiz hissetmeyin, bu sizin hatanız değil.” Dahası, Bakanlar Kurulu’na yerleştirdiği bütün o vasat, yarım-akıllı insanlar “bugüne kadar herhangi bir Bakanlar Kurulu’nu oluşturmuş insanların uzak ara en yüksek zekâlı olanları.”

Bir saçmalıklar fırtınasıdır gidiyor.

Eğer sorun sadece Trump’ta vücut buluyor olsaydı, bu yalancılık dalgasını geri püskürtmek daha kolay olurdu. Ama yükselen zorbalık dalgasıyla yüzyüze iken bile Demokrat Parti, demokrasimizin içini boşaltan ve ülkeyi yoksullaştıran şirket güçlerini afişe etmeyi reddediyor. Neoliberal Trump Müslümanları, belgesiz işçileri ve medyayı şeytanlaştırıyor. Neoliberal Demokrat Parti ise Vladimir Putin’i ve FBI Direktörü James Comey’i şeytanlaştırıyor. Şirket kudretinin yıkıcı gücünden kimse bahsetmiyor. Birbiriyle savaşan elitler, alternatif olgular (gerçekler) karşısına alternatif olgular koymakla meşgul. Hepsi demagogluk yani halk avcılığı işinde. Tahminim o ki, hem Trump’ın yolsuzluk ve rüşvetçiliği hem de liberal sınıfın korkaklığı ve namussuzluğu yüzünden istibdat ve zorbalığa mahkûm olacağız.

Trump ve etrafındaki zevat, anlayamadıkları şeylere derin bir nefret duyuyorlar. Bağımsız düşünen herkesi susturuyorlar. Kendi çarpık ve tuhaf senaryolarına bağlı kalan yalancı-entelektüelleri yüksek makamlara getiriyorlar. Bu şahıslar karmaşık olgularla, ince ayrıntılarla ya da öngörülemeyen şeylerle baş etme becerisinden yoksunlar. Bireysel açılımlar onlar için ölümcül bir tehdit niteliğinde. Çevre Koruma Kurumu (EPA), ABD Tarım Bakanlığı araştırma servisi, Ulusal Park Hizmetleri, Sağlık ve Beşeri Hizmetler gibi bazı federal kurumlarının kimi çalışanlarının basınla ve Kongre üyeleri (milletvekilleri) ile haberleşmelerinin sınırlandırılmasına ya da tamamen kesilmesine ilişkin kararname, başkanlık yemin törenini izleyen altı gazeteciye 10 yıla kadar hapis cezası talep eden suçlamalar getirilmesi, gerçekliğin ötekileştirilmesi ve kuruntunun yüceltilmesi kampanyasının başladığına işaret ediyor. Olgular, yalnızca onları yaratacak kudreti olanlara bağlıdır. Trump yönetiminin hedefi, o yönetimin çarpık dünya algısına uyan yapay bir tutarlık yaratmaktır.

“Totaliter hareketler, iktidarı ele geçirip kendi doktrinlerine uygun bir dünya kurmadan önce, insan zihninin ihtiyaçlarına gerçekliğin kendisinden daha yeterli gelen bir yalan dünya tutarlılığı icat ederler; köklerinden kopartılmış kitleler, sırf hayal gücü sayesinde bu dünyanın içinde kendilerini evlerinde gibi hissederler ve gerçek hayatla gerçek deneyimlerin insanlara ve onların beklentilerine vurduğu sonu gelmez darbe ve şoklardan kurtulmuş olurlar.” Hannah Arendt Totaliterizmin Kaynakları kitabında böyle yazıyor ve şöyle devam ediyordu: “Tamamen hayalî bir dünyanın o ürkünç sükûnetinin herhangi biri tarafından en küçük gerçeklik parçasıyla bozulmasını engellemek üzere hareketlerin demir perdeler çekme gücüne sahip olmasından önce de totaliter propagandanın sahip olduğu kuvvet, kitleleri gerçek dünyadan koparma konusundaki becerisinde yatar.”

Trump’un kör edici narsizmi, 21 Ocakta CIA’ya yaptığı o acayip konuşmada tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. “Donald Trump bir entelektüel mi, diyorlar,” demişti Trump. “İnanın, ben, nasıl desem, akıllı bir şahsiyetim.”

“Medya ile sonsuz bir savaşım var” diye eklemişti. Gazeteciler yeryüzündeki en namussuz insanlar arasında yer alır. Gazeteciler, sanki benim istihbarat cemaati ile bir kan davam varmış gibi gösterdiler. Size şunu açıkça söylemek isterim ki [Başkanlığımın başında] ilk durak olarak sizi seçmiş olmam, bunun tam tersini – tam da bunu – göstermek içindir. Onlar da bunu anlıyorlar, ha.”

Trump daha sonra medyaya “başkanlık yemin törenine “bir milyon, birbuçuk milyon insan” katıldığını haber yapmadıkları için saldırıya girişti. Medyanın törene katılan kalabalığı tasvir etmek için “neredeyse kimsenin olmadığı bir araziyi gösterdi”ğini söyledi. “Donald Trump büyük kalabalıkları toplayamadı dediler. Ben de dedim ki, neredeyse yağmur yağacaktı, yağmurun onları kaçırması beklenirdi, ama Tanrı yukarıdan baktı ve dedi ki, Biz senin konuşmana yağmur yağdırmayacağız.”

[***]

Trump’ın abartmacılığı işe yarıyor. Trump basını ve kamuoyunu kendi yalanlarını tekrarlamaya zorluyor ve böylelikle bu yalanlara inandırıcılık kazandırıyor. Trump sürekli hareket halinde. Sürekli vitrinde. Onun sabit bir inanç sistemi de yok. Gücünü pekiştirdikçe, kendi ideolojik boşluğunu doldurmak için Hıristiyan sağının ideolojisini benimseyecektir. Hıristiyan sağının büyülü düşüncesi Trump’ın büyülü düşüncesiyle teyelsiz-dikişsiz bitişecek, kaynaşacaktır. Budalalık, kendini aldatma, megalomani, kuruntu ve devlet baskısı Hıristiyan haçı ve Amerikan bayrağı görüntüleriyle sarılıp sarmalanmış, ambalajlanmış olarak önümüze getirilecektir.

Yurttaşların dertlerine ya hasım ya da kayıtsız olan şirket devletinin halk nezdinde hiçbir duygusal çekiciliği yoktur. Hatta bu devlet genellikle halk arasında bir nefret objesidir. Siyasi adaylar siyasetçi olarak değil, birer şöhret olarak seçime katılırlar. Seçim kampanyalarında halkın adaylara sempati duyması ve kendilerini iyi hissetmesi için, meselelerin ele alınmasından kaçınılır. Fikirlerin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Duygusal coşku her şeydir. Seçmen, bu politik tiyatroda bir aksesuardan ibarettir. Politika, politika karşıtlığıdır. Televizyon dizisidir (reality show). Trump bu oyunda hasımlarından daha iyi çıktı. Olguların ve bilginin filan hiçbir öneminin olmadığı bir bir oyundur bu. Gerçeklik, sen ne yaratırsan odur. Bizler bir Trump’ın gelmesi için şartlandırılmıştık zaten.

Meerloo şöyle yazıyordu: “Halk avcısı (demagog), etkili olabilmek için, kendi uydurduğu yalan ithamlara halkın inanmasını sağlamaya bakacak, yarattığı sahte meseleleri sanki gerçekmiş gibi tartışacak, ya da halk demagogun suçlamaları ve ithamları karşısında öyle bir paniğe kapılacaktır ki, kendi başlarına düşünme ve iddiaları doğrulama hakkından düpedüz feragat edecektir.”

Yalanlar öyle bir atmosfer yaratır ki, bu ortamda herkesin yalan söylediği varsayılır. Hakikat şüpheli ve müphem bir hale bürünür. Anlatılanlara, doğru oldukları için değil, hatta kulağa doğru gibi geldikleri için bile değil, duygusal bakımdan cazip oldukları için inanılmaya başlanır. Sistemli bir şekilde yalan söylenmesinde esas amaç, Arendt’in yazdığı gibi “bizatihî insan doğasının dönüştürülmesi”dir. Yalanlar eninde sonunda, büyülü düşünceye teslim olan ve olup bitene aldırmaktan vazgeçen halkta bir uyurgezerlik halini besleyip büyütecektir. Halk çıkışını yaptıracaktır. Kuşkucu, kelbî (cynical) bir tutum takınacaktır. Sadece eğlendirilmeyi isteyecek, hüsranını ve gazabını boşaltabilmek için de bir havalandırma deliği talep edecektir. Halk avcıları da tıpkı sihirbazın şapkadan tavşan çıkartması gibi durmadan düşman çıkarırlar ortaya. Mevcut olmayan tehlikelere karşı sürekli savaş açarlar, demagojiyi bir heyecan kasırgası seviyesinde tutmak için birbiri ardından hızla yeni tehlikeler icat ederler.

“Esas itibariyle, totaliter yönetici, onun düşman olduğunu herkes anlayana kadar öteki adama ısrarla hakaret eden biri gibi davranır ki, sonunda belli bir inandırıcılıkla gitsin o öteki adamı meşru müdafaa diyerek öldürsün. Arendt böyle yazıyor ve şöyle devam ediyordu: “Bu hiç şüphesiz biraz kaba saba bir yöntemdir, ama işe yarar – başarılı olmuş fırsatçıların rakiplerini nasıl tasfiye ettiğini biraz olsun izlemiş olan herkes bunu bilir.”

Milletçe bir psikolojik travma dönemine girmiş bulunuyoruz. Gözü dönmüş meczupların tacizi altındayız. Judith Herman’ın Travma ve Tedavisi: Şiddetin Sonrası – Ev İçi Tacizden Siyasi Teröre başlığını taşıyan kitabında yazdığı gibi “ezici bir gücün ağırlığı altında çaresiz bireyler haline getirilmekteyiz.” Bu travma, bütün travmalar gibi, “insanlara bir kontrol hissi, dostluk, yakınlık ve anlam kazandıran olağan bakım ve ihtimam sistemleri”ni bir çırpıda bastırır, ezer geçer.

Kendi ruhsal dengemizi yeniden kurmak için, travma kurbanları taciz ve istismara nasıl karşılık veriyorlarsa biz de Trump’a işte öyle karşı durmalıyız. İçlerinde anlayış ve dayanışma bulabileceğimiz topluluklar inşa etmeliyiz. Kendimize yas tutabilme imkânı tanımalıyız. Bizi hasta eden bu çıldırı ve cinnet halinin (psikoz) adını koyabilmeliyiz. Sivil itaatsizlik eylemlerine ve kararlı meydan okumalara girişmeliyiz ki, hem başkalarını hem de kendimizi yeniden güçlendirebilelim. Cinneti savuşturmak ve hakikat, okur yazarlık, empati ve gerçeklik üzerine kurulu diyaloglar yürütmek zorundayız. Doğada teselli ve şifa bulmak, müziğe, tiyatroya ve edebiyata, sanata, hatta dua gibi faaliyetlere –yani   kendimizi yenileme ve aşma konusunda kapasite yaratacak bu gibi faaliyetlere– yönelmeli, bunlara daha çok zaman ayırmalıyız. Psikolojik olarak bir bütün halinde kalabilmemizin tek yolu budur. Yoksa, bir dış kabuk oluşturmak ya da saklanmaya kalkışmak, psikolojik çöküntümüzü ve depresyonumuzu artırmaktan başka işe yaramaz. Kazanamayabiliriz ama küçük, benzer düşünen ve duyan hücreler yaratabilirsek kafayı yememe kapasitemizi geliştirebiliriz.

İngilizce aslından çeviren: Ömer Madra

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

 

Chris Hedges

Medyatik istilaya cevap: Yavaş gazetecilik – Ragıp Duran

Ragıp Duran’ın yazısı artigercek.com sitesinden alındı

Haber adı altında çok yoğun ve hızlı bir bilgi bombardımanına tabi tutuluyoruz. Ne doğru ne yanlış, ayırdedebilmek zorlaşıyor. Egemen medyanın saptadığı gündemi izlemek şart mı? Gazeteci olarak, okur olarak bu kadar hızlı ve yüzeysel olmak zorunda mıyız? Bugün hangi muhabir/editör bir habere en az 2 ayını verebiliyor?

İnternet’in hayatımıza ve dolayısıyla gazetecilik/habercilik dünyasına girmesiyle çok şey değişti, çok şey bozuldu.

Gazetecilikte yapılan hataları zaten eskiden beri zamansızlıkla ya da zamana karşı yarış bahanesiyle aklamaya çalışırdık. Zamansızlık aynı zamanda yüzeyselliğin de mazareti olarak ön plana çıkardı.

Sürat ve yüzeysellik, sadece gazeteciliğin değil, 80’lerden sonra bütün dünyada hem ekonomik  bir rejim hem de ideolojik bir  engel olan  neo-liberalizmin de önemli iki boyutu.

Sürat ve yüzeysellik yüzünden haber üretimi de, nicelik olarak,  olağanüstü bir şekilde arttı. Bir Fransız uzman, ‘Son 30 yılda üretilen haber miktarı, 5 bin yılda üretilmiş haber miktarını aştı’ diyor. Gerçekten de eskiden, 24 saat boyunca bir tek gazete okuyup, radyo ve televizyonlarda,  günde bilemediniz üç rekat haber bülteni izlerken, şimdi bilgisayar özellikle de akıllı cep telefonları marifetiyle, 24 saat ‘non stop’  habere maruz kalıyoruz. Miktar arttıkça kalite düşüyor, haliyle…

Nispeten yeni iki kavram dolaşıyor Fransa’da iletişim konusundaki akademik ve mesleki literatürde: İnfobesité ve İnfaux.

İnfobesité, ‘information’ ve ‘obesité’ sözcüklerinden oluşan bileşik isim.  Yani ‘AşırıHaber’ diye çevirebiliriz. ‘Çokfazlahaber’ de diyebiliriz. Gereğinden fazla her halükarda.

İnfaux, Fransızca yazılımı, ‘Fake News’ün yani yalan haberin Fransızca kelime oyunuyla doğmuş versiyonu. Fransızcada haberin kısaltılmış şekli ‘ İnfo’ diye yazılır,‘Enfo’ diye okunur. ‘Faux’ da sahte, yalan, yanlış demek. Dolayısıyla ‘İnfo’ sözcüğünü ‘İnfaux’ şeklinde yazınca, ki o da ‘Enfo’ diye okunur, ‘Yalan Haber’ demiş oluyoruz.

Yurttaş olarak, okur olarak gün boyunca çok fazla sayıda, üstelik çoğu gereksiz haber iletiliyor bize. Gereksiz olduğu yetmiyormuş gibi bu haberlerin önemli bir kısmı da, klasik anlamda haber değil. Yani toplumu, kamu çıkarını ilgilendiren, doğru, çokboyutlu, dengeli, inandırıcı, güven verici, hızlı bilgi değil. Bize ulaşan/ulaştırılan bilgilerin önemli bir kısmı propaganda, ajitasyon, manipülatif haber, désinformation (Çarpıtılmış haber) ya da misinformation/mésinformation (Haber gizleme). Yani kısacası yalan ya da yarım gerçekler…

Bu durumda, gazeteciliğin/haberciliğin esas işlevi olan, yurttaşı, içinde yaşadığı toplumun aktif/katılımcı bireyi olabilmesi için, söz konusu toplum hakkında doğru, bilgili ve bilinçli tercihleri yapabilmesi, kararları verebilmesi için, kendisine gerekli olan bilgi ve fikirleri,  olup biteni ayrıntılı olarak aktarmak ya çok zor hale geliyor ya da imkansız.

Çünkü gazetecilik sadece olup biteni aktarmak değil. Onu ulak oğlanları/kızları ya da bugün robotlar da yapabiliyor. Gazetecilik/habercilik akıl, fikir, bilgi, deşme, tahlil yani analiz ve sentez yapma yeteneği isteyen bir meslek. Hatta artık salt bir meslek olarak da tanımlanması yetersiz kalıyor. Çünkü gazetecilik, tıpkı avukatlık ya da doktorluk gibi, icra mekanı ve zamanı ile koşulları sınırlandırılamayan bir uğraş, hatta bir yaşam tarzı haline geliyor/gelmeli.

Gazetecilik artık görünen arkasında gizleneni göstermek, olguyu/ olayı tüm boyutlarıyla açığa çıkarmak, gelişmenin nedenlerini, diğer olgularla ilişkilerini faş etmek, yurttaşın düşünce ufkunu genişletmek, okuru aktif yurttaş haline getirmek için dürtmek gibi işlevlere de sahip.

Bugün, okumuş yazmış, toplumsal bilinci ortalamanın üzerinde, aktüaliteyi izlemek isteyen bir yurttaş, radyo, gazete, TV ve İnternet’ten gelen, üstelik çok hızlı ve çok yüzeysel bir şekilde gelen binbir haber ve bilgiyi nasıl eleyecek, seçecek, işine yarayabilecek (News to use)  olanlar ile safraları nasıl ayıredebilecek?

Şimdilik bulunan çözüm, Yavaş Gazetecilik (Slow Journalism).

20.yüzyılın sonlarına doğru, ‘Fast Food’un (Ayaküstü ve sağlıksız besinlerin atıştırılması)  yaygınlaşmasına tepki olarak, önce mide zevkine önem veren İtalyanlar tarafından icad edilip, Avrupa’ya sonra da bütün dünyaya yayılan yavaş ve sağlıklı beslenme yöntemi, bilahare ‘Yavaş Kentler’ ibaresiyle, günlük yaşam modeli haline de getirildi. Çevreyi kirletmeyen taşıt araçları, çevre dostu enerji üretim ve tüketim yöntemleri, dayanışmacı komşuluk, katılımcı yönetim… Belediyelerin bazı önemli ilkeleri haline geldi. Milan Kundera’nın ‘Yavaşlığa Övgü’ başlıklı romanında/denemesinde belirttiği üzere yavaşlık haz almak ya da alınan hazzı uzatmakla da ilgili bir kavram.

Yavaş gazetecilik nasıl oluyor?

Adı üzerinde, hali hazırda piyasada, neredeyse yıldırım hızıyla ve 24 saat boyunca, aralıksız haber üretimi derinlikten yoksun olduğu için red ediliyor. Zaman önemli ve değerli olduğu için, haber haline getirilecek olan olayların seçimi, incelenmesi, irdelenmesi, yazımı, sunumu hep yavaş yapılıyor. Aktüalite eski önemini yitiriyor çünkü maksat esas olarak hızlı olmak değil, doğru olmak. İlle de şu bültene şu haberi yetiştireceğim diye bir derdi olmayan muhabir ve editör, haberi derinlemesine, gerekirse uzun uzun verebiliyor. Üstelik haber seçiminde de, egemenlerin, egemen medyanın saptadığı gündeme (Agenda setting) uymak zorunda da değil Yavaş Gazeteci. Egemen medyanın çoğu zaman kasıtlı olarak ilgilenmediği, dışlanmışlar, kenarda kalmışlar, aykırılar, dikbaşlılar, garipler (Galiba 2. Yeniciler!) Yavaş Gazetecinin değerli konu hazinesi.

Yazım da farklı. Yaşar Kemal’in röportajlarına bakın, Hemingway’in ya da Marquez’in yazdığı ‘feature’ları gözden geçirin, oralarda okura bilgi vermenin, bir şey anlatma ve aktarmanın ötesinde, renkli, canlı, huzurlu, yumuşak, haz veren bir edebi uslup görürsünüz. Bu yöntem sıradan bir biçem pazarlaması değil.

Yavaş Gazetecilik sanıldığı kadar yeni bir yöntem değil. Batı’da mesela aylık ‘National Geographic’ dergisinin her bir sayısının hazırlanması en az 3 yıl, evet yazıyla üç yıl, alıyor. Keza yine Batı’da önemli gazetelerin özel haber araştırma birimleri de, bir habere kimi zaman 2 yıl zaman harcayabiliyor. Bakınız Boston Globe’un Spotlight ekibinin  kilisedeki pedofili skandalı haberi…

Yavaş Gazetecilik, genel olarak ‘Généraliste’ tabir edilen, konu ve uzmanlık ayrımı yapmadan bir seferde her haberi vermeye teşne değil.  Çünkü kadrolar ve zaman sınırlı,  sınırlı olmasa bile derinlik sağlamak için, belirli alanlara yoğunlaşmak gerekiyor. Mesela Yavaş Gazeteciliğin Fransa’daki kalelerinden biri olan haftalık 1 dergisi. Le Monde’un eski yöneticileri ile bilgisayar ‘freak’ gençlerin bir araya gelip oluşturduğu bu dergi, her hafta sadece bir tek konuyu işliyor. Muhabiri, editörü, uzmanı, akademisyeni, sanatçısı bir tek konunun farklı yönlerine eğiliyor.

Yavaş Gazeteciliği önümüzdeki yazılarda yavaş yavaş anlatmaya devam edeceğim.

Ragıp Duran – artigercek.com

(1)     Caroline Sauvajol-Rialland, ‘İnfobesité’nin yazarı, Le Monde des Médias, Octobre-Novembre 2016, p5.

KHK ile ihraç edilen Prof. Doğanay ODTÜ’de ders verecek

ODTÜ’nün bahar yarıyılının açılışı yarın yapılacak. Açılışda, Ankara Üniversitesi’nin ihraç edilen hocalarından Prof. Dr. Ülkü Doğanay da ders verecek.

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyeliğinden 686 Sayılı KHK ile ihraç edilen Prof. Dr. Ülkü Doğanay, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin (ODTÜ) bahar yarıyılının açılışında ders verecek. Doğanay’ın “Ayrımcılığa Karşı Ders”i, 20 Şubat Pazartesi günü Mimarlık Amfisi’nde saat 10 40’ta başlayacak. Dersin sunumunu ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nün hocası Doç. Dr. Galip Yalman gerçekleştirecek.

ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği, Eğitim Sen ODTÜ Şubesi ve ODTÜ Mezunları Derneği tarafından planlanan dersin devamı da düşünülüyor. İhraç edilen hocaların ODTÜ’de zaman zaman ders vermesi planlanıyor.

Prof. Ülkü Doğanay şunları söyledi

“Bir imza atmanın karşılığında ihraç edildik. Bize atılmış bir suç var ve bu suçlamanın hiçbir dayanağı yok. Bunu herkes görüyor. Bu nedenle ‘#HAYIR Gitmiyoruz’ dedik. Bize yönelik suçlama, referanduma ‘hayır’ diyeceklerin terörist ilan edilmesine benziyor. ‘Bana benzemiyorsan, benim gibi düşünmüyorsan, benim dediklerimi demiyorsan teröristsin’, vatan hainisin’ diyorlar. Artık bunun inandırıcılığı kalmadı. Artık size kimse inanmıyor! Biz buradayız! Kimliklerimizi alabilerler, kampüslerdeki odalarımızı boşaltabilirler ama bizi öğrencilerimizden, üniversal hayattan koparamazlar. Alternatif yollarını bulacağız. Biz haklıydık, haklıyız ve bize bunu yapanlar haksızlar. Bu yüzden ‘

#HAYIRGitmiyoruz’!”

 

(Gazete Duvar)

 

Save the Children’den Musul’da mahsur kalan 350 bin çocukla ilgili uyarı

Londra merkezli sivil toplum örgütü “Save the Children”, Musul’da IŞİD’e karşı operasyonun başlaması üzerine savaş ortasında kalan 350 bin çocukla ilgili uyarıda bulundu.

Save the Children, Musul’un batısını kurtarmaya yönelik operasyonla ilgili olarak Irak güvenlik güçlerini ve ABD’yi kentin bu bölgesinde mahsur bulunan 350 bin çocuğun can güvenliği konusunda uyardı.

Kentte kalan çocukların bombalar, çapraz ateş ve açlık ile infaz ve keskin nişancı ateşi arasında kaldığı ifade edilen açıklamada, “Siviller için en kısa zamanda güvenli kaçış yolları oluşturulmalı” denildi.

Save The Children IŞİD’in tehdidi altındaki pek çok aile için şehirden kaçmanın bir seçenek olmadığını hatırlattı.

Ayrıca Musul’da yaşanan gıda, su ve ilaç sıkıntısına da dikkat çekildi.

Irak Başbakanı Haydar el İbadi dün “Musul’un batı yakasının kurtarılmasına yönelik askeri operasyon için düğmeye basıldığını” açıklamıştı.

 

(Bianet)