Ana Sayfa Blog Sayfa 3259

KOS: Hollandalı şirket 3. Havalimanı projesinden çekildi

Kuzey Ormanları Savunması (KOS) İstanbul’un Kuzey Ormanları’nda katliama yol açarak, betonlaşmaya neden olacak 3. havalimanı sahasında proje başvurusu yapan Hollandalı bir şirket çekildiğini duyurdu.

Kuzey Ormanları Savunması yaptığı açıklamada “İstanbul’un akciğerleri Kuzey Ormanları’nın ekosistemini bozacağı ve devasa büyüklükteki bir alanı betonlaştıracağı için eleştirilen ve yaşam savunucuları tarafından durdurulması istenen 3’üncü havalimanı inşaat sahasında proje başvurusu yapan Hollandalı bir şirket, Kuzey Ormanları Savunması’nın (KOS) görüşleri üzerine projeden çekildi” ifadelerini kullandı.

Adı açıklanmayan ve hangi projeyi üstlenmek istediği belirtilmeyen Hollandalı bir inşaat-emlak şirketi, proje kapsamında kredi almak ve sigortalatmak üzere uluslararası kredi kurumu olan Atradius Dutch State Business’a (ADSB) 2016 yılı içerisinde yaptığı başvuruya olumlu cevap alamayınca çekildiğini duyurdu.

Hollandalı şirketin kredi için başvuruda bulunduğu ADSB, Kuzey Ormanları Savunması ile geçtiği irtibat sonucu proje hakkında ayrıntılı bilgi almıştı.

Kuzey Ormanları Savunması yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

“Kuzey Ormanları Savunması (KOS) olarak ADSB yetkilileriyle İstanbul’da bir araya gelerek, toplantıda ‘Projenin bölge ekosistemi üzerinde bırakacağı kalıcı hasarları, projede yaşanan iş cinayetlerini, projenin kır ve kente etkisini ve projenin şeffaf bir şekilde ilerlemediği dahil olmak üzere bir dizi itirazımızı’ aktarmış ve ‘İstanbul’un katli demek olacak 3. havalimanının yapılmamasından başka bir yol olmadığını’ belirtmiştik.

KOS olarak, 3.havalimanı projesine yönelik bugüne kadar gerçekleştirdiğimiz itirazlarımızda, açıklamalarımızda ve 3. havalimanı ile ilgili hazırladığımız raporumuzda altını çizdiğimiz üzere bu projenin bir ulaşım projesi olmadığını, Kuzey Ormanları’nı betonlaştıracak bir emlak-inşaat projesi olduğunu belirttik.

Konuya ilişkin geçen ay ADSB yetkililerinden aldığımız habere göre, Hollandalı şirketin kredi desteği reddi sonucunda projeden çekildiğini öğrendik.”

 

(OdaTV, T24)

Mutsuz yemekler 1 – Michael Pollan

Bu yazı sivilsayfalar.org/ dan alınmıştır

Bu devirde yemek yemek mide ister yazı dizisi için tıklaynız

***

“Bu devirde yemek yemek mide ister” gıda dosyası çalışmasında Michael Pollan’ın yazısı İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi Sesil Tok tarafından Sivil Sayfalar için Türkçeleştirildi. Soframıza gelen gıdaların serüvenine dair çeşitli makaleler ve kitaplar yazan Pollan’ın bu yazısı dört bölüme ayrıldı ve ilerleyen günlerde devam da yayınlanacak

Yemek yiyin, ama çok fazla değil. Bitkiye ağırlık verin.  

İnsanların sağlığını en iyi şekilde koruyabilmesi için ne yemesi gerekir diye sorulduğunda karmaşık bir cevap beklenir. Oysa yukardaki tavsiye kâfidir. (…) Belki birkaç detay daha eklenebilir: Az miktarda et yemek sizi öldürmez, ama eti ana yemek değil yan öğün olarak tüketin. İşlenmiş gıdalar yerine taze ve işlemden geçmemiş besinleri tercih edin. Düzgün beslenmenin temeli bu.

Bir zamanlar yediğimiz tüm gıdalar zaten düzgündü. Ancak bugünlerde marketlerde satılanlar daha ziyade yenilebilir yemeğimsilerden oluşuyor. Gıda biliminin piyasaya sürdüğü bu yepyeni ürünlerin paketleri, ne kadar sağlıklı oldukları iddiası ile dolup taşıyor. Böyle bir ürün gördüğünüzde aklınıza gelen ilk şu olsun: Eğer sağlığınız konusunda endişeleniyorsanız, sağlıklı olma vaadinde bulunan bu gıda ürünlerinden uzak durun. Neden mi? Çünkü bir gıda ürünündeki sağlık vaadi, o ürünün aslında gerçek gıda olmadığının en önemli göstergesi. Siz gerçek gıdalar yiyin.

Eyvah! Her şey birden karmaşıklaşmaya başladı, değil mi? Üzgünüm. Ancak yemek ve sağlık söz konusu olunca bundan kaçılamaz. Kısa sürede yoğun bir kafa karışıklığı başlar. En sonunda da, beslenme ve sağlık konusunda kesin bilgi sandıklarınız son çalışmaların rüzgârında savrulup gider.

Örneğin uzun süredir düşük yağlı beslenmenin göğüs kanseri riskini azalttığına inanılıyordu. 2006’da bunun doğru olmadığı haberi geldi. Bunu söyleyen, devlet tarafından finanse edilen ve dev bir kurum olan Kadın Sağlığı Girişimi idi. Dahası, yaptıkları araştırma, alınan yağ miktarı ve damar hastalıkları arasında da bir bağlantı olmadığını ortaya koydu. Önceki yıl ise lifli beslenmenin bize ısrarla söylenenin aksine, kolon kanserini engellemeye yardımcı olmayabileceğini öğrenmiştik. Daha geçen yaz, Omega-3 yağları üzerine yapılan ve aynı anda yayınlanan iki saygın araştırma bize birbiriyle ters sonuçlar sundu. Sağlık Enstitüsü  “Omega-3’ün sağlığa yararlı olduğu kesin değil” derken, Harvard’taki araştırma her hafta sadece birkaç porsiyon balık yiyerek (ya da yeterince balık yağı tüketerek) kalp krizinden ölme riskimizi üçte bir oranında azaltabileceğimizi bildirdi. Şaşkınlık verecek kadar iyi bir haber bu, değil mi? 2007’de yulaf kepeği ne idiyse bugün Omega 3 yağ asitleri o. Aslında buna da şaşırmamak lazım. Gıda bilimcilerin balık ve su yosunu yağlarını mikrokapsülleyerek eskiden yalnızca topraktan gelen ekmek, lavaş, süt, yoğurt ve peynir gibi besinlere katmasıyla yeni [ürünler] ve şüphe uyandırıcı yeni sağlık iddiaları ortaya saçılacak. (Bu tarz paketleri gördüğünüzde aklınıza ilk gelecek olan neydi hatırlıyorsunuz, değil mi?)

(…)

Ne yiyebileceğimiz hakkındaki en basit soruların bu kadar karmaşık hale gelmesi, gıda endüstrisi, bilim ve gazetecilik hakkında çok şey anlatır aslında. Bu üç kurum da hepçil türümüzün en temel sorusuna dair bu kafa karışıklığından fayda sağlar. İnsanların, uzmanların yardımı olmadan ne yiyeceklerine karar vermeleri, ağaçlardan indiklerinden beri hatırı sayılır bir başarıyla zaten yapabildikleri bir işti. Ancak seçimi insanların kendilerinin yapması, gıda şirketleri için zarar, beslenme uzmanları için risk anlamına gelir; gazete editörleri için haber değeri taşımaz. (Düşünsenize, yemeği yiyen kişi için bile bu durum sıkıcıdır. Kim kendisine bir kez daha “sebze ve meyve yiyin,” denmesini ister ki?) Böylelikle, kocaman gri bir sis gibi, büyük kafa karışıklığı komplosu besin hakkındaki en basit soruların etrafında toplanır, herkes böylelikle kazanmış olur. Görünürde bu uzmanların korumaya çalıştığı bizim dışımızda herkes… Sağlığımız ve mutluluğumuz kaybolur.

Yiyecekten besin değerlerine

Gerçek yiyecekler Amerikan süpermarketlerinden 1980’lerde kaybolmaya başladı ve zamanla yerlerine “besin maddeleri” [nutrients] geldi. Bunlar aynı şey değil. Bir zamanlar gururla rafları işgal eden parlak renkli paketlerin üstünde, yumurta, kahvaltılık mısır gevreği ya da kurabiye gibi yiyeceklerin aşina olduğumuz isimleri bulunurdu. Şimdi aynı paketlerde “fiber”, “kolesterol” ve “doymuş yağ” gibi terimler büyük harflerle öne çıkıyor. (…) Bu görünmez içeriklerin varlığı ya da yokluğu sağlıkla eşleştirilir oldu. Gerçek yiyecekler bayağı, eski moda ve ısrarla bilim dışı olarak tasniflendi. Bunların içerikleri gerçekte neydi ki? Buna mukabil besin değerleri (yani beslenme uzmanlarının sağlık için önemli olduğunu iddia ettikleri kimyasal bileşenler ve mineraller) bilimsel kesinlik vaadiyle parlıyorlardı. Doğru olanlardan daha çok, yanlış olanlardan daha az yerseniz, daha uzun yaşarsınız ve kronik hastalıklardan uzak kalırsınız, deniyordu.

Besin maddesi kavramı, 19. yüzyılın başlarında İngiliz doktor ve kimyacı William Prout’un “makro besinler” başlığı altında protein, yağ ve karbonhidratları ayırmasından beri var. Bir süre, yiyeceklerle ilgili tüm bilinebileceklerin aşağı yukarı bundan ibaret olduğu sanıldı. Ta ki doktorlar bu büyük üçlünün yeterli olmadığını fark edene kadar. 19.  yüzyılın sonlarında, İngiliz doktorlar Malezya’daki Çinli işçilerin beriberi adı verilen bir hastalıktan öldüğünü şaşırarak gözlemlediler. Şaşırtıcı olan şuydu: Hastalık Tamilleri veya yerli Malezyalıları etkilemiyor gibi görünüyordu. Gizem, Çinlilerin “cilalı” tabir edilen beyaz pirinç yediği fark edilince çözüldü. Diğerlerinin yediği pirinç, mekanik şekilde öğütülmüyor, beyazlatılmıyordu. Polonyalı bir kimyacı olan Casimir Funk, birkaç yıl sonra pirincin kabuğunda var olan ve beriberiyi engelleyen “ana besin maddesini” keşfetti; adına  da “vitamin” dedi. Bu bulunan ilk mikro besin maddesiydi. Vitaminler diyet bilimine bir çeşit cazibe kattı ve nüfusun bazı kesimleri, yiyip içtiklerini uzman tavsiyelerine göre değiştirdi. Ancak popüler tahayyülde besin değeri mefhumunun yiyecekleri bir kenara itmeyi başarması, 20. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşti.

Gerçek yemekten besin maddesine [food/nutrient ayrımı] geçişin belirleyici tek bir ânı yok. Ancak  1977’de Washington’da pek fark edilmeden geçilen bir tartışma, Amerikan yemek kültürünün karanlık bir yola girmesini hızlandırmış olabilir. Aralarında kalp hastalıklarının, kanserin ve diyabetin de olduğu birçok kronik hastalığın korkutucu derecede artış göstermesi karşısında, Senato tarafından tayin edilen ve George McGovern’ın başkanı olduğu Gıda Komitesi, çeşitli oturumlar düzenledi ve aslında tartışma götürmez bir belge sayılması gereken “Birleşmiş Milletler için Beslenme Hedefleri” raporunu hazırladı. Komite, Amerika’da 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana kalp hastalıklarının hızla arttığını, buna karşılık geleneksel olarak bitki-yoğun beslenen farklı kültürlerde bahsi geçen kronik hastalık oranlarının çok daha az olduğunu tespit etti. Hattâ epidemiyoloji uzmanlarına göre, Amerika’da et ve süt ürünlerinin katı bir şekilde karneye bağlandığı savaş yıllarında, kalp hastalıkları geçici olarak düşüşe geçmişti.

Malûmun ilamı sayılabilecek bir sonuca ulaşan komite, naif bir şekilde Amerikalıların kırmızı et ve süt ürünlerini azaltmalarını tavsiye etti. Birkaç hafta içinde kırmızı et ve süt endüstrilerinin yarattığı fırtına komiteyi yuttu ve Senatör McGovern (kendisinin Güney Dakota’daki seçim bölgelerinde birçok otlağı vardı) geri adım atmak zorunda kaldı. Komitenin tavsiyeleri aceleyle tekrar yazıldı. Yiyecekler hakkında dümdüz konuşmak yerine (komite Amerikalılara “et tüketimini azaltmaları” konusunda tavsiyelerde bulunmuştu) akıllıca düşünülmüş bir ibare kullanıldı: “Tavuk, et yahut balık alırken doymuş yağ oranını düşüren ürünler tercih edin.”

Yalnızca vurgu değişmiş, büyük bir sorun yok diyebilirsiniz; ama yine de iki tavsiye arasında dünya kadar fark var. İlk olarak, belli bir yiyeceğin daha az yenmesi gerektiğine dair verilen kesin mesaj yok oluyor. Böyle bir mesaj Amerika’daki hiçbir belgeye bundan sonra giremedi. İkinci olarak tavuk, sığır ve balık gibi farklı varlıkların aralarındaki ayrımların nasıl çöktüğüne dikkat edin. Bu üç muteber gıda kaynağının her biri tamamen farklı bir taksonomi [canlıları tasnifleyen bilim] içinde. Ama bu cümleyle artık her biri tek bir besleyici madde [yani doymuş yağ oranı] veren eşit türde gıdalar oluyor. Son olarak yeni ifade şeklinin yiyeceklerin kendisini nasıl tenzih ettiğini de görüyoruz. Artık suçlu et değil; belirsiz, görünmez, tatsız ve politik olarak bağımsız “doymuş yağ”.

Bu sözel kapitülasyonun McGovern’ı kendi gafından kurtarmak konusunda hiçbir yardımı olmadı. Et lobisi, 1980’de yapılan bir sonraki seçimde üç dönemlik senatörü emekli etti  ve böylelikle Amerikan diyetine, özellikle de tabağın ortasında duran büyük parça hayvan proteinine meydan okuyacak herkese, yanlış anlamaya mahal vermeyen bir uyarı gönderilmiş oldu. Bundan sonra devletin hazırlattığı beslenme ilkelerinde böyle açık ifadelerle tavsiyeler verilemez oldu. Zira gıda lobilerinin her birinin Capitol Hill’de ofisleri, bağlantıları vardı. Artık verilen tavsiyeler, besin değerlerinin bilimsel bir kılıfa büründürülmesiyle sınırlandırıldı. Pek az Amerikalının gerçekten anladığı, ancak Washington’da güçlü kulisleri bulunan değerlerdi bunlar. (…) Bileşenlerine ayrılan ve hiçbir gıda grubunu rencide etmeyen yeni bir resmî beslenme dili kullanılmaya başlandı. Sanayi ve medya oyuna dahil oldu. Çoklu ve tekli doymamış yağlar, kolesteroller, karbonhidratlar, lifler, polifenoller, amino asitler, karotenler gibi terimler, yiyecek olarak bilinen maddelerin bir zamanlar sahip olduğu kültürel alanı kısa sürede istila etti. Besin Değerleri Çağı böylelikle başlamış oldu.

Besin değerleri çağının yükselişi

[Besin değeri ideolojisi {nutritionism} bir gıdanın faydalı olduğunu söylemekten farklıdır.] (…) İdeolojiler, paylaşılmış ancak araştırılmamış varsayım kümeleri altında yaşamları ve deneyimleri geniş ölçekte organize etme araçlarıdır. Bu nitelik bir ideolojiyi özellikle zor görülür hale getirir, en azından etki alanı bir insanın kendi kültürü ise… Egemen olan bir ideoloji hava gibidir, her tarafa yayılır ve neredeyse kaçınılmazdır. Yine de biz kaçmayı deneyebiliriz.

Besin değeri ideolojisinin yaygın olarak paylaşılan, ancak sorgulanmayan bir varsayımı bulunur. Yiyeceği anlamanın anahtarının bir besini bileşenlerine ayırmak olduğu düşünülür. Bunu birkaç tane başka varsayım takip eder. Besin bileşenleri görünmezdir ve bu yüzden de biraz gizemlidir. Bu sayede yiyeceklerin gizli gerçeklerini bize açıklama görevi bilim insanlarına (ve bilim insanlarından öğrendikleri kadarıyla gazetecilere) düşer. Yerken göremediğiniz besin değerlerini anlamak için bir sürü uzman devreye girer.

Peki uzmanlar tam olarak neye yardımcı olur? Bu soru bizi bir diğer sorgulanmamış varsayıma götürür: Yemek yemenin tüm amacının vücut sağlığını korumak ve iyileştirmek olduğu varsayımına… Hipokrat’ın ünlü emri olan, “yemeğiniz ilacınız olsun” bu düşünceyi desteklemek için sık sık yardıma çağrılır. Şimdilik bu öncüle dokunmayacağım; ama yine de böyle bir öncülün her kültür tarafından paylaşılmadığını belirteyim. Yiyecekleri vücut sağlığıyla ilgili görmeyen toplumlar (zevk gibi ya da sosyalleşmek gibi amaçlara da hizmet eder yemek) daha sağlıksız değildir. Hattâ çelişkili şekilde daha sağlıklı olduğunu gösteren emareler vardır. Bu, “Fransız paradoksu” hakkında konuşurken aklımızda bulundurmamız gereken bir meseledir: Her çeşit sağlıksız besin maddesini tüketen bir nüfus [Fransızlar] biz Amerikalılardan pek çok açıdan daha sağlıklıdır. O hâlde besin değerlerine niye bu kadar takılmış durumdayız?

Besin değeri ideolojisinin bir diğer ciddi zayıflığı, yiyecekler arasındaki niteliksel farkları ayırt edememesidir. Yani balık, sığır eti ve tavuk, bu objektiften bakıldığında sadece yağ,  protein ve diğer değerleri taşıyan birer araca dönüşür. (…) [Böyle bir ortamda] bildiğimiz gerçek yiyecekler, [mühendislik süreçlerine] tabi tutulmuş gıdalarla yarışmakta zorlanır; çünkü örneğin muz ya da avokado barındırdığı besin bileşenlerini kolay kolay değiştiremez. (Ama yine de içiniz rahat olsun, genetik mühendisleri bu problem üzerinde epey sıkı çalışıyorlar). En azından şimdiye kadar muza yulaf kepeği ekleyemediler. Besin değeri ideolojisinin o gün hakim olan  görüşüne göre, avokadonun yüksek yağlı bir yiyecek olarak zararlı olduğu söylenebilir (eski görüş) ya da tekli doymamış yağları yüksek oranda içermesinden ötürü avokado herkese tavsiye edilebilir (yeni görüş). İşlenmemiş yiyeceklerin bahtı, o an öne çıkan besin değerleri uyarınca açılır ya da kapanır. İşlenmiş yiyeceklerin formülleri ise yeniden elden geçirilir. Atkins çılgınlığı [az karbonhidrat almaya dayalı bir diyet şekli] yiyecek endüstrisini vurduğunda, baştan yapılamayan zavallı patatesler ve havuçlar dışarda kalmış, ekmek ve makarna hızla yeniden tasarlanmıştı: Karbonhidrat azaltılıp protein miktarı arttırılmıştı.

Elbette ki şekerli bir mısır gevreğinin kutusuna sağlık iddiaları yapıştırmak, bir patatesin ya da havucun üzerine yapıştırmaktan daha kolay. Süpermarketlerdeki sağlığa en yararlı yiyecekler manav reyonunda felç geçirmiş gibi sessizce dururken, birkaç reyon ötede CocoaPuff’ların ve Lucky Charm’ların [işlenmiş gıdalar] yeni keşfedilmiş tam tahıllı besin değerleri gözümüze sokulur.

 

Sivil Sayfalar için çeviren: Sesil Tok

Yazının orjinali için tıklayınız

Michael Pollan hakkında daha fazla bilgiye ulaşmak için tıklayınız

Bu yazı sivilsayfalar.org/ dan alınmıştır

 

Michael Pollan

Emsal olsun: Dağ keçisini vuran avcılara 28 bin TL ceza!

Malatya Doğanyol’da nesli tükenmekte olan dağ keçisini vuran avcılar yakalandı, 28 bin TL ceza kesildi.

Malatya Doğanyol’da iki avcı, Konurtay Mahallesi’ne yakınlarında dağ keçisi vurdu. Avcıların korucular tarafından fark edilmesiyle Jandarma ekipleri harekete geçti ve avcıları yakaladı. Dağ keçisi metrelerce yükseklikteki dağdan indirildi.

Avcılara da kişi başı 14 bin TL olmak üzere toplam 28 bin TL para cezası kesildi. Avcıların tüfeklerine de el konuldu.

 

(soL Haber Portalı)

Yurttaşlık Derneği: İştar Gözaydın’a yöneltilen suçlamalar mesnetsiz, serbest bırakılsın!

Yurttaşlık Derneği, Prof. Dr. İştar Gözaydın’ın ‘FETÖ’ soruşturması kapsamında tutuklanmasına tepki göstererek, hakkındaki suçlamaların kabul edilemez olduğunu belirtti.

İştar Gözaydın

Dernekten yapılan açıklamada Gözaydın’ın bugüne kadar yürüttüğü tüm faaliyetlerin evrensel hukuk ilkeleri, anayasa ve mevcut yasalar çerçevesinde olduğu belirtilirken, akademik saygınlığının ulusal ve uluslararası çapta olduğu vurgulandı.

Yurttaşlık Derneği’nin açıklaması şöyle:

“Derneğimizin kurucu üyesi, insan hakları savunucusu, akademisyen, yazar ve idare hukukçusu arkadaşımız Prof. Dr. İştar Gözaydın, 27 Aralık 2016 tarihinde terör örgütü ile ilişkilendirilerek tutuklandı.

Halen Yenişakran Cezaevi’nde tutuklu bulunan Prof. Dr. İştar Gözaydın, bugüne dek tüm mesleki ve insani faaliyetlerini evrensel hukuk ilkeleri, anayasa ve mevcut yasalar çerçevesinde yürüttü. Dünya çapında akademik çalışmaları olan, alanında saygınlığı ulusal ve uluslararası tüm çevrelerce kabul edilmiş arkadaşımız İştar Gözaydın, her türlü hak ihlaline karşı, kim olduğuna bakmaksızın herkes için insan haklarından yana tavır aldı. İştar Gözaydın’ın eleştirel ve entelektüel kimliği ile her türlü kısıtlayıcı, baskılayıcı ve antidemokratik kurumsal ilişkiyi reddettiğine tanığız.

Biz Yurttaşlık Derneği olarak, arkadaşımız ve üyemiz İştar Gözaydın’ın kendisine isnat edilen suçla hiçbir ilgisinin olmadığına sonuna kadar inanıyoruz, hakkındaki suçlamaların mesnetsiz olduğuna eminiz ve bu suçlamaları kabul edilemez buluyoruz.

Bu nedenle, insan hakları savunucusu Prof. Dr. İştar Gözaydın’ın derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılmasını ve hakkındaki suçlamaların düşürülmesini talep ediyoruz.

Yurttaşlık Derneği”

İştar Gözaydın kimdir?

Prof. İştar Gözaydın 1959 yılında İstanbul’da doğdu. 1977’de Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden, 1981’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1982 yılında aynı fakültenin İdare Hukuku Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1986-1987 yıllarında Fulbright Bursu’yla ABD’de lisansüstü çalışmalarına devam etti. 1986’da Georgetown University International Law Institute’da devam ettiği ABD hukuk sistemi üzerine sertifika programından sonra, 1987’de New York Üniversitesi’nden yüksek lisans; 1991’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden doktora derecesini aldı. 1997’de doçent, 2006’da profesör unvanlarını aldı.

Akademik çalışmaları, din ve devlet ilişkileri, Türkiye’nin dış politikasında dinin rolü, dinsel ayırımcılık ve hukuk-siyaset ilişkileri üzerinde yoğunlaştı. Aynı zamanda Yurttaşlık Derneği (önceki adıyla Helsinki Yurttaşlar Derneği) kurucu üyesi olan Gözaydın’ın çok sayıda uluslararası ve ulusal yayını bulunuyor.

 

(Yeşil Gazete)

Mor Çatı çağrısıyla buluşan kadın sanatçıların sergisi: İki Soluk Arası Dayanışma

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne yaklaşırken Mor Çatı bu kez de kadın sanatçılar ile bir dayanışma ağı kuruyor.

Mor Çatı’nın küratör ve sanatçı Arzu Yayıntaş’ın desteğiyle yaptığı çağrıya cevap veren 30 kadın sanatçının Mor Çatı’ya bağışlanan eserlerin sergilenip, satışa sunulacağı “İki Soluk Arası Dayanışma” Sergisi 24 Şubat -24 Mart 2017 tarihleri arasında Zapata Moda’da izleyici ile buluşacak.

Mor Çatı’ya destek olan sanatçılar Arzu Yayıntaş, Ayşecan Kurtay, Azra Deniz Okyay, Balca Ergener, Beyza Boynudelik, CANAN, Çiğdem Yılmaz, Didem Ünlü, Elif Varol Ergen, Ekin Saçlıoğlu, Fulya Çetin, Gözde İlkin, Gülçin Aksoy, Güneş Terkol, H.Berrin Simavlıoğlu, Işıl Güleçyüz, Lara Ögel, Nalan Yırtmaç, Neriman Polat, Nurcan Gündoğan, Özgür Çimen, Özlem Şimşek, Peri Demirbaş, Sevil Tunaboylu, Şafak Şule Kemancı, Tuse Tamer, Ülgen Semerci, Yasemin Özcan, Yeşim Ağaoğlu, Zeyno Pekünlü.

Eserlerin orijinalleri ve kartpostalları satılacak

Sanatçılardan kimisi Mor Çatı yararına orijinal işini bağışlarken kimisi de kartpostal satışı için eserinin kullanım hakkını verdi.

Sergide, bağışlanan 24 orijinal eserin yanı sıra 20 eser de kartpostal formatında basılıp satışa sunulacak. Kartpostallar sergi sonrasında Mor Çatı ürünleri arasında yer alarak Dayanışma Merkezi’nden satılmaya devam edecek ve böylece kadın sanatçılar ile Mor Çatı arasında kurulan dayanışma, kadına yönelik şiddetle mücadele tarihinde kalıcı olarak yerini almış olacak.

Mor Çatı daha önce farklı projeler için kadın sanatçı, illüstratör ve tasarımcılarla işbirliği yapmıştı ama ilk kez bu kadar büyük bir sanatçı grubuyla ortak bir projede buluşuyor. (ÇT)

Tarih: 24 Şubat 2017, Cuma

Yer: Zapata Moda, Caferağa Mahallesi, Şevki Bey Sokak, No: 31/A, Kadıköy, İstanbul

19.00 Karşılama

19.30 Açılış Konuşması

19.45 Kısa Film Gösterimi:  “Sulukule Mon Amour” Azra Deniz Okyay

20.00 Kokteyl

 

(Bianet)

Adalet ‘bozuk saat’ misali: Yargıtay fırıncı ve polise verilen cezayı az buldu

Yargıtay 1. Ceza Dairesi, Ali İsmail Korkmaz davasında iki sanığa verilen cezaları az buldu. Kasten yaralama sonucu ölüme neden olma suçundan cezalandırılmaları gerektiğine hükmetti.

Gezi Direnişi’ne destek olmak için Eskişehir’de düzenlenen protestolar sırasında öldürülen Ali İsmail Korkmaz davasında Yargıtay 1’nci Ceza Dairesi, sanıklar Ebubekir Harlar ve Hüseyin Engin yönünden cezayı az bularak dosyayı mahkemeye iade etti. Dava her iki sanık yönünden yeniden görülmek üzere, Kayseri 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi tarafından incelenmeye alındı.

Geçen yıl 18 Nisan’da karar çıkan Ali İsmail Korkmaz davasında yeni bir gelişme yaşandı. Yargıtay 1’nci Ceza Dairesi kararı, sanıklar fırıncı Ebubekir Harlar ve beraat eden polis memuru Hüseyin Engin yönünden esasa ilişkin bozdu. Yargıtay’ın bozma kararında, ‘Sanıklar Mevlüt Saldoğan, Yalçın Akbulut, İsmail Koyuncu, Ramazan Koyuncu, Muhammet Vatansever ve Ebubekir Harlar’ın fiil üzerinde müşterek hakimiyet kurdukları anlaşıldığı halde Ebubekir Harlar’a 3 yıl 4 ay hapis cezası verildiği, oysa Türk Ceza Kanunu’nun ‘kasten yaralama sonucu ölüme neden olma’ suçundan cezalandırılması gerektiği belirtildi.

“Beraat eden polis de ceza almalı”

Yargıtay 1’nci Ceza Dairesi davada beraat eden sanık Hüseyin Engin’in de diğer sanıklar tarafından darp edildikten sonra kaçan Ali İsmail Korkmaz’ın sol bacağına cop vurarak ‘kasten yaralama sonucu ölüme neden olma’ suçundan cezalandırılması gerektiği halde beraat ettirildiği vurgulandı.

Kayseri 3’ncü Ağır Ceza Mahkemesi’ne iade edilen dosya incelendikten sonra, her iki sanık yönünden davanın yeniden görüleceği belirtildi.

 

(Artı Gerçek)

Unutursak… – Aksu Bora

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

“Rozenfeld” imzalı bu çizim, muhtemelen 1941 yılına ait. Nazi işgali altındaki Varşova gettosunda bir cenaze. Rozenfeld’in kim olduğunu bilmiyoruz. Sonradan “Rozenfeld’in Getto Günlükleri” diye anılacak bir dizi çizimdeki imza bu. Kağıtların altında, yanında, arkasında, bazı notlar da var. Rozenfeld tarafından yazılmış. Her birinin hikâyesi anlatılıyor. Kişiler hakkında bilgi veriliyor. Mesela bu çizimde, “hamalın karısının cenazesi” notu var.

Çizimler, çamura bulanmış bir süt güğümünden çıkmış. 1946 yılında, savaş bittikten sonra. Biliyorsunuz, en feci savaşlar bile biter. İşkenceler, toplama kampları, katliamlar… Geride insanlar kalır. Yaralar, yıkıntılar, yaslar. İşte Varşova’da yaşayan bazı Yahudiler, savaş bittiğinde geride kalacak insanlara kendi hikâyelerini bırakmak istemişler. Emanuel Ringelblum isimli bir tarihçinin önayak olmasıyla, dünyalarını bir takım teneke fıçılara, süt güğümlerine doldurmuşlar: Afişler, sinema biletleri, konser davetiyeleri, günlükler, yeraltı gazeteleri… Sonra da bu hazineleri gömmüşler.

Ringelblum ve ekibi, tarihe kayıt düşmenin önemini biliyormuş belli ki. “Şabat Eğlencesi” kod adlı çalışma, sadece gündelik hayatın nesnelerini ve kayıtlarını içermiyor. Görüşmeler ve notlar da var.

Şabat Eğlencesi ekibinden sadece üç kişi hayatta kalmış. Nazi dehşetiyle kuşatılmış, açlığa mahkûm edilmiş insanlar. Sağ çıkma umutları pek yok. Ama savaş bitecek, dehşet bitecek. Biliyorlar. Bu dehşetin sonraki kuşaklara aktarılması gerek. Sadece dehşetin değil, onun içinde yaşayan insanların izlerinin, hikâyelerinin de.

Ringelblum, daha 1920’lerde, tarihin “yukarıdan” yazılmasının nasıl eksik kaldığını yazmıştı. Bir Polonya Yahudisi olarak, “yukarısı” ve “aşağısı” hakkında bilgi sahibi olduğunu tahmin edebiliriz. Büyük Soykırım Anlatısının hangi tecrübelere kör kalabileceğini de. İşbirlikçi yahut kahraman olmayan, sıradan insanların bu dehşeti gün be gün nasıl yaşadıklarına mesela. Hamalın karısının cenazesinin nasıl kaldırıldığına. Hırsızlık yaparken yakalanan aç çocukların Nazi subayının karşısında nasıl korkuyla büzüştüklerine. Minik bebeğin doğumunun babasının içini nasıl endişeyle ama aynı zamanda sevgiyle doldurduğuna…

Ringelblum Arşivi, bir başka iz bırakma projesine ne kadar benziyor ve hiç benzemiyor: 18. Yüzyıl Ansiklopedistlerine. Onlar, insanlığın bildiği her şeyi biraraya getirmeyi amaçlamışlardı. Öyle bir eser yaratacaklardı ki, kuşaklar boyunca insanlığın bilgi hazinesi olacaktı. Her kuşak, öğrendiklerini bu hazineye ekleyecekti. Hep daha çok şey bilecektik, hep ileri gidecektik. Acıları ve dehşeti kayda geçirmek akıllarına gelmemişti. Dünyaya nereden baktığınla ilgili bir şey muhtemelen.

Bu önemli bir fark. Aynı zamanda, “dünyanın bilgisi” yahut “dünyanın acısı”nı kaydetmekten ibaret bir fark değil. İkincisinin her bir tecrübenin biricikliğine değer vermesiyle, hiçbir tecrübeyi unutulmaya bırakmama kararlılığıyla da ilgili.

Yaşadığımız şu günler, çeşitli dehşetlerle dolu. Evi başına yıkılmak, yanlış saatte yanlış yerde olduğu için öldürülmek, çocuğunun kaybedilmesi, işinden atılmak, “sosyal ölüm”e mahkum edilmek… Bunların hiç birini unutmayacağız. Bugün var yarın yok twitter hesaplarında “unutursak kalbimiz kurusun” yeminleri içtiğimiz için değil. İçinden geçmekte olduğumuz dehşet bizi biçimlendirdiği, yamulttuğu, yaraladığı için. Bazı sembolleşmiş olayları, kişileri, cinayetleri de unutmayacağız. Bunlar ortak belleğimize kazındı. Kayda geçti.

Ama mesela, “çocukların kanı oğlumun üzerine gelmişti”yi, “beyaz bezle çıktık, bağırdık silahımız yok diye”yi, “beni atsınlar, atsınlar kurtulayım”ı unutacağız. “Her an ölüm yanımızdaymış gibi hissettik biz”i bilmeyeceğiz bile. “Kimin kimi ihbar edeceği, kimin kimi suçlayacağı belli olmadığı için…”i tahmin edeceğiz belki.

Bizi biçimlendirmiş, yamultmuş, yaralamış bu dehşeti kaydetmeliyiz. Kaydetmeliyiz ki sağ kalanlarımız kendilerine ne olduğunu anlayabilsinler. Kaydetmeliyiz ki gelecek kuşaklar bize ne olduğunu bilsinler.

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

 

Aksu Bora

 

Bir mekân daha Beyoğlu’nu terk ediyor; Sokak Kahvesi bu hafta kapılarını kapatıyor!

0

İstanbul’un eğlence ve kültür sanat etkinlikleriyle ünlü ilçesi Beyoğlu’ndaki dönüşümden nasibini alan mekanlara bir yenisi daha ekleniyor. 17 yıldır Mis Sokak’ta hizmet veren Sokak Kahvesi de kapanacağını duyurdu.

Mekanın işletmecisi Ayşenur Talayman Özdemir, sosyal medya hesabından duyurduğu kapanma kararıyla ilgili,”Masa sandalye kaldırma operasyonları ile Beyoğlu’nun çok renkli kimliğinin yok edilmesi süreci ile başlayıp, bugünlerde patlayan bombalardan, ülkenin içine girdiği acayip halden nasibini fazlasıyla alan Sokak Kahvesi, yıllardır büyük bir inatla, bin bir güçlükle sürdürdüğü yolculuğunda artık çok yoruldu.” ifadelerini kullandı.

Ayşenur Talayman Özdemir’in veda paylaşımı şöyle:

Sokak Kahvesi Kapanıyor!
Evet yanlış duymadınız, kapanıyor. 17 yılın ardından kapılarını artık kapatıyor. İyisiyle kötüsüyle, çok sayıda insanın zamanının bir bölümünü geçirdiği, yediği, içtiği, eğlendiği, güldüğü, ağladığı, tartıştığı ve hatta orada tanışıp evlendiği hepimizin çok sevdiği Sokak Kahvesi’ne veda ediyoruz.

Her şey İzmir Kumrusu yapma sevdasıyla başlamıştı. Sonra küçük bir lokantaya dönüştü, 2004 yılında ise içki ruhsatı alınmasıyla cafe-bar oldu Sokak Kahvesi. Gerçekleştirdiğimiz yüzlerce etkinliği, neredeyse geleneksel hale getirmesine katkımız olan Mis Sokak’taki 1 Mayıs sokak kutlamalarını ve sizleri çok özleyeceğiz.

Masa sandalye kaldırma operasyonları ile Beyoğlu’nun çok renkli kimliğinin yok edilmesi süreci ile başlayıp, bugünlerde patlayan bombalardan, ülkenin içine girdiği acayip halden nasibini fazlasıyla alan Sokak Kahvesi, yıllardır büyük bir inatla, bin bir güçlükle sürdürdüğü yolculuğunda artık çok yoruldu.

Uzun süredir neredeyse herkesin terk ettiği Beyoğlu’nda, yaşanan ‘dönüşüme’ direnmeye çalışsak da, her geçen gün yalnızlaşan sokaklarda var olma mücadelesini sürdürsek de çabamız ne yazık ki yeterli olmadı.

Siz gittiniz, Beyoğlu mu gitti?

Beyoğlu gitti, siz mi gittiniz?

Ama şarkıdaki gibi, “kimdi giden, kimdi kalan, giden mi suçludur her zaman?”

Şuçlu kim bilemiyoruz ama biz de gidiyoruz işte!

Evet 26 Şubat 2017 Pazar gecesi kapıları kapatıyoruz…

Kapılar son kez kapanmadan önce ‘heyyy benim de orda hatıralarım var” diyen herkesi Sokak Kahvesi’ne vedalaşmaya bekliyoruz.

Buyrun, “eskiden olduğu gibi” her gün gelin!

Kendinize iyi bakın!

Belki bir gün bir yerde… tekrar birlikte şerefe deriz!

Kimbilir?”

 

(Yeşil Gazete)

HDP liderlerinin tutuksuz yargılanabilmeleri için AİHM’e başvuru

HDP Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’ın tutuksuz yargılanabilmeleri için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruda bulunuldu.

Başvuru HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Saruhan Oluç, Grup Başkanvekili Filiz Kerestecioğlu Demir ve milletvekilleri Osman Baydemir, Mithat Sancar ve Ertuğrul Kürkçü tarafından bu sabah Strasbourg’da AİHM’e doğrudan yapıldı.

Başvuruda, AİHM iç tüzüğünün 41’inci maddesi temelinde Yüksekdağ ve Demirtaş için yapılan başvuruların Mahkeme tarafından “öncelikli dosya” olarak ele alınıp “ivedilikle incelenmesi” talebinde bulunuldu. “Referandum sürecinde Eş Genel Başkanların tutukluluk haline son verdirilmesi gerektiği” tezi savunuldu. AİHM iç tüzüğünün 41’inci maddesi, ele alınacak davaların sırasının tespiti konusunda başvuruya bakan daireye belirli ölçütler temelinde takdir yetkisi tanıyor.

Başvuruda, hastalık nedeniyle tedavisi sürdüğü halde hakkında yakalama emri çıkarılan Diyarbakır milletvekili İdris Baluken için de bu kararı durdurmak amacıyla “ihtiyati tedbir” talebinde bulunuldu.

Milletvekili dokunulmazlıkları Mayıs 2016’da kaldırılan Yüksedağ ve Demirtaş, Türk Anayasası’na göre “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak”, “terör örgütü üyesi olmak”, “silahlı terör örgütüne üye olmak” ve “örgüt adına suç işlemek” iddialarıyla 4 Kasım 2016 tarihinde gözaltına alınıp, tutuklanmışlardı.

“AİHS ihlal ediliyor”

Yüksekdağ ve Demirtaş’ın avukatı Reyhan Yalçındağ, başvuru sonrası Strasbourg’da yaptığı açıklamada, müvekkillerinin, “iç hukuktaki düzenlemelere, AİHM içtihatlarına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) serbest seçim hakkıyla ilgili 1 numaralı Ek Protokolüne rağmen tutuklu yargılanmalarına devam edildiği için AİHM’e başvurma kararı aldıklarını” söyledi.

HDP İstanbul Milletvekili Filiz Kerestecioğlu Demir, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Yüksekdağ ve Demirtaş hakkında 95 gündür karar vermemiş olmasını eleştirip, bu durumun “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlali anlamına geldiğini” savundu.

AİHM’nin başvurularla ilgili kararını ne zaman vereceği henüz bilinmiyor. HDP’li diğer tutuklu milletvekilleri için de bu hafta AİHM’ye tutuksuz yargılanma başvurusunda bulunulması bekleniyor.

 

(Deutsche Welle Türkçe)

KHK ile ihraç edilen Aydın: “Ünsal Hoca’nın dediği gibi ‘düşlerimizin özgür kalması için’ didinmeye devam”

KHK ile ihraç edilen Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi Dr. Uraz Aydın, ‘Barış için Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildirisine imza attığı için ihraç edildiğini belirterek, yayımlanan KHK’larda sürekli ismini aradığını belirtti. İhraç edilen akademisyen, isminin ihraç edilecekler listesine 3 ay önce gönderildiğini ifade ederek, “Beklemek yıpratıcıydı” dedi.

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden ihraç edilen Dr. Utku Uraz Aydın’ın, 17 yıllık emeği bir gecede gasp edildi. Bir önceki KHK, doçentlik başvurusunu askıya almıştı. Son darbe 8 Şubat’ta vuruldu. Aydın, yayımlanan her listede adını aradığını söylüyor. Sınav sonuçlarında notunu arayan bir öğrenci gibi bakmış listeye: “Çünkü beklemek de yıpratıcıydı… O hafta sonunda Hollanda’da bir konferansa gidecektim. Neoliberalizm ve kültür üzerine bir sunum yapacaktım. Pasaport iptali nedeniyle o iş de olamadı. İçeri kapattılar yani bizi. Ama Ünsal hocanın dediği gibi en azından ‘düşlerimizin özgür kalması için’ didinmeye devam” diyor. Ece Ayhan’ın “Büyük suçların yakındaki küçük ortakları” sözüne de değinen Aydın, ‘suç ortakları’nın çoğunlukta olduğuna dikkat çekiyor.

Uraz Aydın’ın Cumhuriyet’ten Hilal Köse’nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

-Akademisyenliğe adım attığın zamanlarda fakülte ne durumdaydı?
1999 yılıydı. Yeni mezun olmuş, asistanlık sınavını geçmiş, atamamın yapılmasını bekliyordum. Binamız depremden zarar görmüştü. Satılmaya karşı direniş sonuç verdi ve bina baştan aşağı tekrar yapıldı. Dekanlığın, Dişhekimliği fakültesinin çamaşırhanesine taşındığı ve hocalar için tek bir odanın ve iki sınıfın bulunduğu geçici bir binada ders yaptığımız ilginç bir sene geçirdik. Biz merdivenlerde oturma eylemi yaparken, Ünsal hoca yanımızda olduğunu açıkladı. Hocası, öğrencisi ve taşıdığı kolektif hafızayla eğitim kurumunun bir bütün olduğunu vurguladı. Eğitim ve bilim faaliyeti açısından illa ki binalara ve duvarlara ihtiyaç olmadığını ekledi. Bilgisini paylaşmak için hiçbir mekânsal sınırlamayı kabul etmiyordu. Yan sokaktaki esnaf lokantasında, sandalyeyi ortaya çekip, sigarasını yakıp, öğle yemeğini yiyen inşaat işçileri ve öğrencilere Zweig’ın Dünün Dünyası’ndan yola çıkarak modernliğin ikili doğası, hem özgürleştirici hem tahakkümcü boyutları üzerine konuşmasını hiç unutmam…

-Marmara İletişim’de sol görüşlü hocalara yönelik baskılar ne zaman başladı?
2011’e kadar geçen süre açıkçası rüya gibiydi. Yaşam alanımız gibi olmuştu fakülte. 2011’de Yusuf Devran, dört dörtlük bir operasyonla fakülteye getirildi ve dekan oldu. Ve şu anda toplum olarak yaşadığımız siyasal evreyi, mikro ölçekte yaşamaya başladık. Sadece bana 5 soruşturma açıldı o dönem. Gezi Direnişi sırasındaki grev nedeniyle aldığımız ceza haricinde, ki sonra YÖK iptal etti, hiçbirinden ceza almadım. Akıl almaz bir durumdu. Kendileri hâlâ Radyo-Televizyon anabilim dalı başkanı. Bu baskı süreci de bizi, bir avuç araştırma görevlisini inanılmaz yakınlaştırdı, zor deneyimlerden geçirdi. Bence o dönemin, üniversitelerdeki direniş tarihi açısından önemli bir yeri vardır. Ve o dostlarım hâlâ orada, mevcut ve gelecek yönetimler ayaklarını denk alsın, onlara bulaşılmaz (gülüyor).

Bin kere söyledik

-Barış bildirisine imza atarken, böyle yoğun bir saldırıyla karşı karşıya kalacağınız aklına gelir miydi?
Açıkçası beklemiyordum. Metni kesinlikle radikal bulmuyorum, bin kere söylediğimiz, yazdığımız şeyler. Bir sene öncesine kadar iktidarın da söyleyebileceği şeylerdi. Ama tabii zamanlama önemli. Erdoğan’ın 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarına göre, zaten Mart 2015’ten itibaren aldığı, müzakere sürecini sonlandırarak benimsediği yeni milliyetçi yönelimini pekiştirdiği ve ülkeyi savaşın içine attığı bir dönemdi bu.

-İhraç listesinde adını gördüğünde ne hissettin?
Hemen hemen iki buçuk aydır isimlerimizin gönderildiğini biliyorduk, dolayısıyla KHK bekler hale gelmiştik. Açıkçası ben ‘umarım bu sefer adım vardır’ duygusuyla baktım listeye. Çünkü beklemek de yıpratıcı. Böyle sert bir dönemde imzacıları üniversitede bırakmayacakları aşikârdı, yani atılacağımız belli ama bekleyiş devam ediyor. ‘Bitse de önümüzü görsek’ demeye başlıyorsunuz bir yerden sonra. Ve birçok arkadaşımla konuştuğumda aynı duyguları paylaştığımızı fark ettim.

-Odayı boşaltmak çok mu zordu? Uğurlamaya gelen çok kişi vardı, hocaların, öğrencilerin…
Daha çok sıcak, açıkçası üzülecek veya duygulanacak vakit bulamadım henüz, koşturmaktan. Ama daha sonra vuracaktır elbette. 1995’ten beri içinde yaşadığım, çalıştığım, hatta büyüdüğüm bir yer nihayetinde. Ama dayanışma kısmı çok şaşkınlık veriyor. Oradan anlıyorsunuz insanların nasıl canına tak ettiğini, o bıkkınlığın, öfkenin nasıl biriktiğini. Ama bütün o dayanışma, sarılmalar içinde, müstahdem bir abimizin yaşlı gözlerle okulun parmaklıklarının arkasından bakışını ve de hiç tanımadığım iki liseli genç kadının bizlere beyaz gül getirmesini hiç unutmayacağım. Bir de tabii ki bütün eski dostlarımızın (sen mesela) yanı sıra, Ünsal hocanın oğlu Çınar’ın gelmesi de çok mutlu etti beni.

Ağır darbe ama..

-Akademi bitiyor mu sahiden de?
Benim için bitti gibi görünüyor. Ağır darbe yediği aşikâr fakat hâlâ içerde, çok değerli meslektaşlarımızın olduğunu unutmayalım. Emekten ve özgürlükten yana bilim insanları olarak inandıkları biçimde işlerini yapmaya devam edeceklerinden kimsenin şüphesi olmasın. Ece Ayhan’ın, ‘büyük suçların uzaktaki küçük ortakları’ maalesef çoğunlukta ve hiç de uzakta değil, yanıbaşımızda.

Tarihin akışı değişmeli

Bundan sonra ne yapacaksın? ‘Geri döneceğiz’ diyerek ayrılıyorsunuz, geri dönmenin yolu nereden geçiyor?
Elbette ki tüm hukuki süreçler değerlendirilecek. En nihayetinde tarihe not düşmüş oluyoruz. Suç işlemedik ve gözlerimizin önünde meydana gelen bir büyük suça ortak olmaya razı olmayan yurttaşlar olarak görüşlerimizi belirttik. Durum bundan ibaret. İsimlerini hiç duymadığımız yüzlerce Eğitim-Sen’li öğretmeni de unutmamak lazım. Birkaç isimin geri alınmasıyla çözülecek bir mevzu değil bu. Tarihin aktığı yönün değiştirilmesini gerektiren bir durum bu.

‘Hayır ’ moral üstünlüğü olur

-Referandum süreci de ilerliyor. Ne düşünüyorsun bu konuda?
Referandumda Hayır çıkması demokratik güçlere bir moral üstünlüğü olur. Bütün baskıya rağmen insanların hayır dediklerini kamusal alanda ifade etmekten çekinmediği bir duruma tanık oluyoruz. Bu çok değerli bir dinamik bence ve referandum sonrasının otoriter dalgasına karşı direnişe daha hazırlıklı girmeyi sağlayabilir.

 

(Cumhuriyet)