Ana Sayfa Blog Sayfa 3019

Beyaz Show’da “Çocuklar ölmesin” diyen Ayşe Öğretmen’in hapis cezası onandı

Sokağa çıkma yasakları döneminde Kanal D’de yayınlanan Beyaz Show isimli programa telefonla katılarak “Çocuklar ölmesin” dediği için hakkında dava açılan öğretmen Ayşe Çelik hakkında 1 yıl 3 ay hapis kararı verilmişti. Çelik’in avukatları karara itiraz etti. İtirazı değerlendiren İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi, Çelik hakkında verilen hapis cezasını onayladı.

2. Ceza Dairesi onama kararına gerekçe olarak şunları gösterdi:

“Sanık Ayşe Çelik’in ulusal bazda yayın yapan bir TV kanalında ekrana gelen programın canlı yayınına telefonla bağlanarak PKK/KCK terör örgütünün doğu ve güneydoğudaki bazı yerleşim birimlerinde örgüt militanları tarafından yollara barikatlar, kurulması, hendekler kazılması ve bombalı tuzaklar yerleştirilmesi ve sözde özyönetim adı altında işgal eylemleri gerçekleştirilmesi neticesinde bu yerde yaşayan ve evini terk edemeyenleri rehin olarak alan ve canlı kalkan olarak kullanan teröristlere karşı yasanın verdiği yetki ve sorumlulukla azami gayret göstererek mücadele eden güvenlik güçlerinin operasyonlarını salt orada yaşayan sivillere karşı yapılıyormuş gibi göstermek suretiyle terör örgütünün güneydoğudaki yerleşim yerlerindeki eylemlerini meşru göstermeye çalışması şeklinde gerçekleşen eyleminin silahlı terör örgütü PKK/KCK’nın cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek, övecek, teşvik edecek nitelikte olduğu anlaşılmakla yerel mahkemenin kabulünde belirtilen gerekçelerde herhangi bir isabetsizlik görülmemekle…”

Çocuğunu hapiste doğuracak

Çelik’in avukatları Odatv’ye verdikleri bilgide, Çelik’in bu karardan sonra hapse gireceğini, karar duruşmasında 2-3 aylık hamile olduğunu ve muhtemelen çocuğunu hapisteyken doğuracağını belirttiler. Avukatlar, Ayşe Çelik’in mahkemenin verdiği 1 yıl 3 ay cezanın 11 ayını hapiste yatacağını söylediler.

 

(Cumhuriyet)

2017 Nobel Tıp Ödülü’nün sahibi ‘biyolojik saat’i araştıran üç ABD’li bilim insanı oldu

İnsan vücudunun biyolojik saatini inceleyen ve bunu kontrol eden moleküler mekanizmaları ortaya çıkaran üç ABD’li bilim insanı, 2017 Nobel Tıp Ödülü’ne layık görüldü.

Bilim insanları, biyolojik saati inceleyerek bunu kontrol eden moleküler mekanizmaları ortaya çıkardı.

Ödülü Jeffrey C. Hall, Michael Rosbash ve Michael W. Young paylaştı.

Nobel Komitesi, üç ismin keşfinin ‘insanın sağlığı ve esenliği açısından dev etkileri olduğunu’ söyledi.

 

(Yeşil Gazete)

ABD, Porto Riko’yu neden ölüme terketti? – Cem Erciyes

Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

Sabahın erken saatlerinde onlarca adam bir tepeye doğru tırmanıyor. Hepsinin ellerinde plastik bidonlar, şişeler var. Tepenin üstünde toplananlar kırık oluklar, plastik hortum parçalarıyla bir kaynaktan gelen suyu plastik bir bidonun içine toplamaya çalışıyor. 61 yaşındaki Jorge Rivera da 11 boş şişesiyle birlikte orada. Yaşadığı mahalle bir kaç dakika ötede ve bir haftadır burada ne su var, ne yiyecek ne de yardım eden bir kimse… Tam o sırada başlarının üstünden Ulusal Muhafızların helikopterleri geçiyor. O ve komşuları bu helikopterlere ‘su’ diye sesleniyorlar; Rivera çaresizce “Bizi unuttular” diye söyleniyor…

Şehrin hemen dışında otobanın kıyısında üç yüz kadar otomobil ve kamyon dizilmiş bekliyor. Kuyruğun ucunda boş bir benzin istasyonu var…

Joey Ramos, iki katlı evinin kapısında dikiliyor. Giriş tamamen sularla kaplı. Elinde bir elektrikli testere var. Su kötü kokuyor. Yine de içinde yüzen balıklar görmüş… Eski bir buzdolabını gondol gibi kullanarak evin önünde geziniyor. Köşedeki fırına saldıranları gördüğünden beri buradan ayrılmıyor, evini yağmacılara karşı korumaya kararlı. “Bir de bana gülüp el salladılar” diye anlatıyor…

Telefon binasının önünde ellerindeki telefonlara eğilmiş bir kalabalık toplanmış. Çünkü burası kentteki çalışan tek wi-fi bağlantısının olduğu yer. İnsanlar yakınlarına ulaşıp bir haber almaya uğraşıyorlar…

Maritza Giol, bir süpermarketin önündeki kuyrukta bekliyor. 96 yaşındaki yatalak annesi için yiyecek bir şeyler bulmak zorunda. Dolapları tamtakır ve yaşlı Innocencia Torres artık sadece sıvı şeyler yiyebiliyor. Maritza içeride biraz pirinç ve çorba konservesi bulmayı umuyor. “Eğer yoksa başa markete gidip tekrar sıraya gireceğim, annemi açlığa mahkum edemem” diyor…

Burası Porto Riko, Amerika Birleşik Devletleri’ne bağlı iç işlerinde bağımsız bir eyalet. Geçen hafta adayı vuran Maria kasırgasından beri bir yıkıntılar imparatorluğu halinde. The New York Times muhabirlerinin aktardığı bu sahneler, küresel ısınmayı neredeyse bilimsel bir yalan ilan etmiş olan Trump yönetiminin, doğal felaketler karsında da ne kadar aymaz olabildiğini gösteriyor.

CNN’deki röportaja “Bize yardım edin, ölüyoruz!” yazan bir tişörtle çıkan Porto Riko valisi bu yüzden, ‘Porto Riko’da ‘fantastik bir iş çıkarttıklarını’ söyleyen Başkan Trump’ın şimşeklerini üstüne çekti tabii ki. 3.5 milyon kişinin yaşadığı adada bir haftadır elektrik, temiz su ve yakıt yok. ABD 10 bin konteynerlik yardımı yola çıktap çoğunu da limana indirmiş ama bir türlü dağıtılamıyor. Vali Carmen Yulin Cruz “Burada yaşanan neredeyse bir soykırıma dönüşmek üzere. Hepimiz ölüyoruz. Mr. Trump, size yalvarıyorum sorumluluk alın ve hayatlarımızı kurtarın” diye sesleniyor.

Dünyanın en güçlü ülkesinin kendi eyaleti olan bir adada yaraları saramaması beceriksizliğini görmezden gelen Başkan Trump’ın ilk yaptığı ise bu durumu ‘teftiş’ etmek üzere Ortadoğu’da önemli işler başarmış üç yıldızlı bir generali görevlendirmek oluyor. İkinci yaptığı ise, bu dramı ortaya döken valiye ve seçmenlerine çatmak. Tabii yine Twitter üstünden. Başkan’a göre vali zayıf bir liderlik gösteriyor. Porto Rikolular ise kendilerine yardım etmek için gerekli çabayı göstermiyor, “her şeyi başkalarından bekliyorlar”.

Porto Riko’nun Latin nüfusu, dünyayı saran sera gazlarının tetiklediği bitmek bilmez kasırgalardan birinin kurbanlarına dönüşmüşken, kabinesini petrol şirketi yöneticileriyle kurup her fırsatta beyaz Amerikalıların göçmen korkusunu gıdıklamayı adet edinen bir siyasetin işi ağırdan almasında belki de şaşılacak bir şey yok. Amerikan medyası daha ilk dakikalardan ‘Trump’ın yoksulları sevmediği’ yorumlarına yer vermeye başladı.

İşin bir gerçek yanı da felaketler karşısındaki çaresizliğimiz. Sular yükseliyor, felaketler her gün bir başka yeri vuruyor ve belli ki insanlık hala bunların ‘beklenmedik’ olduğunu düşünüyor. Yoksa her hafta bir başka kasırganın sahillerini yalayıp yuttuğu ABD’nin bile yetersizliği sadece Başkan’ın beceriksizliği ile açıklanabilir mi. Bu ülke kaynaklarnı seferber etme, uzaktaki yoksullar için yönlendirip yaraları sarma beceresini gösteremiyor. Çünkü, felaketlerin artık hayatın rutin bir gerçeği olduğunu hala kabul etmiyor.

Sadece Amerika’nın değil tabii, her gün bir başka vilayetinden sel, heyelan haberleri gelen Türkiye’nin de derdi bu. Artık küresel ısınmayı durdurmak mümkün değil. Yok edilmiş ormanları yeniden yeşertmek, beton kaplı kentleri toprakla buluşturmak kolay olmayacak. Ama hemen şimdi coşup gelen sulara karşı ne yapmak gerektiğini düşünmek lazım.
Şu günlerde İstanbul’un üstünü kaplayan bulutlar, bir zamanlar olduğu gibi romantik bir sonbaharın işareti değil, bu artık aşikar. Tatlı bir melankoliyle camdan dışarıyı seyrettiğimiz zamanlar geride kaldı. Şimdi barometre her düşmeye başladığında kenti bir ‘fırtına’ endişesi kaplıyor. Hangi semtte kimin evini, dükkanını su basacak, hangi mahalle mahvolacak onu düşünüyoruz.

Belli ki kentlerin yeniden tasarlanmasının, bütün alt yapıların elden geçirilmesinin vakti geldi. Eminim, kent yöneticileri de şu günlerde zaten bunları planlıyordur…

Cem Erciyes – Gazete Duvar

Torba Yasa ormanları madenciye peşkeş çekecek – Pelin Cengiz

Bu yazı artigercek.com/ dan alınmıştır

Türkiye’yi orman arazilerinin madencilik faaliyetlerine peşkeş çekildiği, üstelik ormanlar talan edilirken sermayenin ödemesi gereken bedellerden muaf tutulduğu yeni bir dönem bekliyor.

Hukukun üstünlüğünü çekinmeden, sıkılmadan ayaklar altına alıp, seçilmişlikten gelen nüfuzunu zorbalık, kural tanımazlık, kayırmacılık gibi hukuksuzluklar için kullanmakta en ufak bir beis görmeyen iktidarın, her geçen yeni hinliklerine şahitlik ediyoruz. Epeydir erkler ayrılığı yerine yasama ve yargının yürütmeye bağlandığı, yürütmenin de bütün ipleri elinde tutan tek adamın isteklerine göre hareket ettiği bir düzene savrulduk.

Giderek ucubeleşen Torba Yasalar da, bu düzeni meşrulaştırmak için kullanılan en temel araç haline geldi. Son birkaç yılda, Torba Yasalara onlarca kanun ve KHK sığdırıldı. Bunlardan çevre ve yaşam alanlarını talana ve ranta açacak kanun değişiklikleri de elbette nasibini fazlasıyla aldı.

Geçen hafta daha çok kamuoyunda yaşanacak vergi artışlarıyla gündeme gelen yeni Torba Yasa, yine yukarıda bahsettiğim hinlikleri içeriyor. Vergi artışlarıyla vatandaşın hayatı eskisi gibi olmayacak, bu bir gerçek. Ancak, biz çevre mücadelesi açısından yeni Torba Yasa’nın içeriğine baktığımızda, madencilik sektörünün elini rahatlatacak bazı önemli düzenlemeler içerdiğini görüyoruz.

Tasarıyla planlanan değişikliklere göre,

  • ÇED işlemleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, diğer izinlere ilişkin işlemler de ilgili Bakanlıklar ve ilgili kamu kuruluşlarınca, ÇED sürecinde en geç üç ay içinde bitirilecek. Aksi takdirde ÇED ve diğer tüm izin başvurlarıyla ilgili olumlu karar verilmiş sayılarak, buna göre işlem yapılacak.
  • Maden işletme ruhsatı alan ancak arama döneminde gerekli çalışmaları yapmayan ruhsat sahiplerinin ruhsatları iptal edilecek.
  • Maden arama ruhsatı alan ancak yeterli üretim yapmayan ruhsat sahiplerinin de ruhsatları iptal edilecek.

Tasarıyla, işletme izin tarihinden itibaren son beş yılın herhangi bir üç yılında yaptığı toplam üretim miktarının, projede beyan edilen bir yıllık üretim miktarının yüzde 30’undan az olmaması sağlanarak atıl duran maden sahalarının etkin olarak değerlendirilmesi hedefleniyor. Buna göre, söz konusu oranın yüzde 30’dan az olması durumunda ruhsat sahiplerine 50 bin lira idari para cezası verilecek.

İdari para cezasının uygulanmasından başlamak üzere takip eden üçer yıllık dönemde, toplam üretim miktarının projede beyan edilen yıllık üretim miktarının yüzde 30’undan daha az olması halinde ruhsat iptal edilecek.

Bu tasarıda yer alan değişiklikler hayata geçirilirse, son yıllarda sektörün en önemli sorunu olan orman izin bedelleri konusundaki düzenleme ile, işletme döneminin ilk 10 yılı için, orman sahası içinde yer alan maden alanlarının kullanımı kapsamında orman arazi bedeli veya herhangi bir bedel alınmayacak.

İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden Prof. Dr. Doğanay Tolunay’ın yaptığı çalışmanın son güncellenmiş verilerine göre, 2016 sonu itibariyle ormanlardan verilen izinlerin toplam miktarı alansal olarak yaklaşık 600 bin hektar. Bunların içinde sadece madencilik faaliyetleri için verilen izin miktarı ise 103 bin 502 hektar. 2014 ve 2015 yıllarında ağaçlandırılan alanlardan daha fazla orman alanından başka kullanımlara izin verilmiş.

Torba Yasa ile getirilen düzenleme, ormanlardan madencilik izni alındığında ödenen bedellere yönelik de muafiyetler getiriyor. Oysa, orman alanlarında gerçekleştirilecek madencilik faaliyetlerinden hem ağaçlandırma bedeli hem de arazi izin bedeli alınıyor. Bu da devlet için önemli bir gelir kalemi.

Tolunay’ın konuyla ilgili değerlendirmesi ise şöyle: “Arazi ağaçlandırma bedeli bir defaya mahsus alınıyor. 2017 yılı için ağaçlandırma bedeli bir hektar için 17 bin 420 TL’dir ve bu bedel her yıl arttırılıyor. Arazi izin bedeli ise her yıl alınmaktadır. Arazi bedelinin hesaplanmasında da birim alan ağaçlandırma bedeli kullanılmaktadır. Madencilik faaliyetinin türüne (arama, işletme ve tesis), ormanın niteliğine ve madenin açılacağı iler göre belirlenen çeşitli katsayılar aracılığıyla bir hesaplama yapılmaktadır. Arazi izin bedeli hesaplamasında 5 hektara kadar olan alanlardan bedel alınmamaktadır. Bir örnek üzerinden ağaçlandırma bedeli ve yıllık arazi izin bedellerinin nasıl hesaplandığı aşağıda açıklanmıştır.

Türkiye’de yıllık ortalama 10 bin hektar maden izni verilmektedir. Bunun yarısının açık maden işletmesi yarısının ise maden alt yapı tesis olduğu; izin verilen ormanların kapalılığının yüzde 10 ile 40 arasında değiştiği ve Bartın, Bilecik, Bolu, Düzce, Edirne, Gaziantep, Giresun, Karabük, Kayseri, Kırıkkale, Kırklareli, Konya, Kütahya, Ordu, Rize, Zonguldak, Denizli, Eskişehir, Hatay, Manisa, Tekirdağ, Trabzon illerinden birisinde açıldığı kabul edilirse Orman Kanunu’nun 16. Maddesinin Uygulama Yönetmeliği’nin eklerinde verilen katsayılar kullanılarak yaklaşık olarak ağaçlandırma bedelleri ve yıllık arazi bedelleri şu şekilde hesaplanabilir.

(Hesaplamalarda ilk 5 hektardan arazi izin bedeli alınmaması dikkate alınmamıştır)

Ağaçlandırma bedeli = 10 bin ha maden x 17.420 TL/ha ağaçlandırma birim fiyatı = 174.217.420 TL

Maden işletme Arazi izin bedeli (yıllık) = 5 bin ha maden işletme x izin türü katsayısı (0,4) x ekolojik denge katsayısı (1,4) x il katsayısı (2) = 97.552.000 TL

Maden tesis Arazi izin bedeli (yıllık) = 5 bin ha maden tesis x izin türü katsayısı (0,5) x ekolojik denge katsayısı (1,4) x il katsayısı (2) = 121.940.000 TL

Toplam arazi izin bedeli de 219.492.000 TL olarak hesaplanmaktadır.

Orman Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, 2014 yılında 85,9 milyon TL olan ağaçlandırma gelirleri 2015’te 266,3 milyon TL’ye ve 2016 yılında 364,9 milyon TL’ye yükselmiştir.

TBMM’ye Sevk Edilen Bazı Vergi Kanunları İle Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nda yer alan “Orman sahası içinde yer alan maden sahalarının kullanımında orman arazi bedeli veya herhangi bir bedelin işletme döneminin ilk 10 yılı için alınmaması öngörülmektedir” ifadesi ile kaba bir tahmin olsa da yıllık 400 milyon TL civarında olan bir gelirden vazgeçilmektedir. Ancak bundan daha tehlikeli olan günümüzde 103 bin hektarı aşan ve yıllık ortalama 10 bin hektar civarında olan ormanlardan verilen maden izinlerinde patlama yaşanabilir. Böylece orman alanları tahrip olarak ormansızlaşma artabilir. Ayrıca bu tür izinler ormanların parçalanmasına yol açarak, flora ve fauna elemanlarının da olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır.”

Özetle, Türkiye’yi orman arazilerinin madencilik faaliyetlerine daha fazla peşkeş çekildiği, üstelik ormanlar talan edilirken sermayenin ağaçlandırma ve arazi için ödemesi gereken bedellerden muaf tutulduğu yeni bir dönem bekliyor. Milyarlarca ağaç diktiğini iddia eden AKP iktidarlarının orman sevgisi gerçekten bir başka…

Bu yazı artigercek.com/ dan alınmıştır

 

 

Pelin Cengiz

Uşaklılar altın madenine karşı ‘Murat Dağıma Dokunma Platformu’nu kurdu

Ege’nin yaşam kaynaklarından Murat Dağı’nda yapılmak istenen altın işletmeciliğine karşı yöre halkı bir araya geldi.

Evrensel’den Özer Akdemir’in haberine göre Uşak Kütahya il sınırında yer alan Murat Dağı yöredeki dört büyük su kaynağı olan Büyük Menderes, Gediz, Porsuk ve Banaz Çayı’nın da doğduğu yer. Bu nehirlerin suladığı Büyük Menderes, Çivril, Denizli, Aydın, Söke, Gediz, Alaşehir, Salihli, Turgutlu, Manisa ve Bakırçay havzaları Ege bölgesinin en önemli tarım merkezleri durumunda.

“Ege Bölgesinin gözbebeği” denilen Murat Dağı’nda yapılmak istenen altın madenciliği ile ilgili geçtiğimiz aylarda bir araya gelen Uşak ve Kütahyalı yurttaşlar yörenin yıkımı anlamına geleceğini söyledikleri madencilik faaliyetine karşı mücadele etme kararı aldı.

30 Eylül Cumartesi günü Uşak Atatürk Kültür Merkezinde bir araya gelen siyasi parti, işçi memur sendikaları, dernek, oda ve meslek örgütleri Murat Dağı’na yapılmak istenen bu madencilik faaliyetine karşı neler yapılabileceğini konuştu. Toplantının açılışında konuşan emekli öğretmen Mehmet Çancı, Murat Dağı’ndan Ege’de 2 milyonun üzerinde çiftçinin geçim kaynağı olan suların doğduğunu belirtti.

Murat Dağı’nda siyanürle altın üretimi için İngiliz Strateks şirketine ruhsat verildiğini aktaran Çancı, “Duyumlarımıza göre Murat Dağı’ndaki altın rezervi 775 – 1000 ton civarında. Bu miktar dağın farklı yerlerinde. Altını çıkarmak için Murat Dağı tamamen tıraşlanacak, bitki örtüsü yok edilecek. su kaynakları yok edilecek, belki nehirler kuruyacak” dedi. Uşak Ulubey Eşme arasındaki Kışladağ’da yapılan altın madenciliğinin çevresel ve sağlık etkilerini aktaran Çancı, “Eğer bu felaketi durduramazsak Ege bölgesinde yaşam alanlarımız yok olacak. Kanser kaderimiz olurken, yeşil alanlarımız çöle dönecek. Hep beraber mücadele ederek başaracağız. Murat Dağı’mızı kurtaracağız” dedi.

Yaklaşık 150 kişinin katıldığı toplantı sonunda altın madenine karşı mücadeleyi yürütmek üzere Murat Dağıma Dokunma Platformu oluşturuldu.

 

(Evrensel)

Adana Film Festivali sona erdi: Köklükaya ödülünü Gülmen ve Özakça’ya ithaf etti

24. Uluslararası Adana Film Festivali’nde (Eski ve bilinen adı ile “Altın Koza”) ödüller dün akşam sahiplerini buldu.

Onur Ünlü
En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleri Onur Ünlü imzalı ‘Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok’ filmine gitti

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleri Onur Ünlü imzalı ‘Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok’ filmine gitti.

“En İyi Kadın Oyuncu Ödülü” alan Başak Köklükaya ise ödülünü açlık grevindeki tutuklu eğitimciler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya ithaf etti.

Başak Köklükaya

Adana Film Festivali ödül töreni, Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde yaklaşık 2 bin kişinin katılımıyla düzenlendi. “İşe Yarar Bir Şey” filmindeki performansı nedeniyle “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”nü almaya hak kazanan Başak Köklükaya, törende konuşma yaptı.

Köklükaya, konuşmasında “Bu önemli ve güzel ödülü hâlâ direnmekte olan, onuruyla yaşamayı seçen, onuruyla yaşamak için direnenlere ithaf etmek istiyorum” diyerek ödülünü Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya ithaf etti.

Ödül alan filmlerin tam listesi şöyle

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması Ödülleri

En İyi Film: Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok (Onur Ünlü)
Yılmaz Güney Ödülü: Daha (Onur Saylak)
Adana İzleyici Ödülü: Daha (Onur Saylak)
Jüri Özel Ödülü: Körfez (Emre Yeksan)
En İyi Yönetmen: Onur Ünlü (Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok)
En İyi Senaryo: Pelin Esmer-Barış Bıçakçı (İşe Yarar Bir Şey)
En İyi Kadın Oyuncu: Başak Köklükaya (İşe Yarar Bir Şey)
En İyi Erkek Oyuncu: Fatih Artman (Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok)
Yardımcı Rolde En İyi Kadın Oyuncu: Hare Sürel (Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok)
Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu: Ahmet Varlı (Taş)
En İyi Müzik: Mustafa Biber (Buğday)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki (İşe Yarar Bir Şey)
En İyi Sanat Yönetmeni: Naz Erayda (Buğday)
En İyi Kurgu: Ayris Alptekin (Kar)
Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu: Hazar Ergüçlü (Kar)
Umut Veren Genç Erkek Oyuncu: Halil Babür (Kar)
SİYAD En İyi Film: Daha (Onur Saylak)
FİLM-YÖN En İyi Yönetmen: Semih Kaplanoğlu (Buğday)

Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması Ödülleri
En İyi Film: Sevgisiz (Nelyubov)
Jüri Özel Ödülü: Uysal Bir Ruh (Krotkaya)
Mansiyon: Kutsal Geyiğin Ölümü (The Killing of a Sacred Deer)

Uluslararası Kısa Film Yarışması Ödülleri
En İyi Belgesel: Bıraktığın Yerden (Volkan Güney Eker)
En İyi Canlandırma: Kötü Kız (Ayçe Kartal)
En İyi Deneysel: Irony (Radheya Jegatheva)
En İyi Kurmaca: It’s Just A Gun (Brian Robau)

Uluslararası Öğrenci Filmleri Yarışması Ödülleri
En İyi Belgesel: 683 (Canberk Şimşek)
En İyi Canlandırma: Eat, Pray, Bird (Huang Ji, Derrick Fun, Jeremy Teo)
En İyi Deneysel: Tablo (Mert İnan)
En İyi Kurmaca: 3.5 Lira (Hasan Ali Kılıçgün)

Adana Kısa Film Maratonu Yarışması Ödülleri
Orhan Kemal Birincilik Ödülü: Suda Zaman Yok (Ali Aktemur)
Yaşar Kemal İkincilik Ödülü: Kebapçı Mehmet (Nevzat Hız)
Muzaffer İzgü Üçüncülük Ödülü: Beni Yılmaz Güney’e Benzetiyorlar Biraz (Engin Yıldırım)

 

(Altyazı, Birgün)

2 Ekim 2017 Dünya Habitat Günü ana teması “Ekonomik Evler”

BM Genel Kurulu tarafından 1985 yılında 40/202 numaralı karar ile her yıl Ekim ayının ilk Pazartesi günü olarak belirlenen Dünya Habitat Günü (World Habitat Day) 1986’dan bu yana kutlanıyor. Temel insan haklarından biri olan güvenli barınak hakkına dikkat çekmek ve şehirlerin geleceğini şekillendirmenin insanoğlunun sorumluluğu olduğunun altını çizmek için düzenlenen Dünya Habitat Günü bugün 31’inci yılına girdi.

Türkiye’de de resmi olarak tanınan ve kutlanan “Dünya Habitat Günü” hükümetlere, yerel yönetimlere ve genel olarak kamuoyuna insan yerleşimlerini daha iyi bir hale getirmenin ne kadar acil bir sorun olduğunu ve çözüm önerilerine ihtiyaç duyulduğunu hatırlatıyor. 2017 yılının teması “Konut Politikaları: Ekonomik Evler” seçildi.

Konutların kentleşmenin vazgeçilmez bir unsuru olduğu ve yeni kentleşme ajandasını uygulamak için dönüştürücü niteliklere sahip olduğu belirtiliyor. Yeterli sayıda konutun temel bir insani ihtiyaç olduğuna ve tüm insanların yeterli bir yaşam standardına sahip olma hakkına dikkat çekiliyor. Konutlara yönelik yatırımların şehirlerde ve insanların sosyal yaşamı üzerinde derin bir etki yarattığı vurgulanıyor. BM, ekonomik konutların ekonomik kalkınma, istihdam yaratma ve yoksulluğun azaltılmasından önemli bir rol üstlendiği görüşünde.

2017 teması neleri içeriyor?

  • Kapsamlı konut ve sosyal hizmetler
  • Herkes için güvenli ve sağlıklı bir yaşam alanı. Özellikle çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar ve engelliler için.
  • Ekonomik ve sürdürülebilir ulaşım ve enerji
  • Kentsel yeşil alanların teşvik edilmesi, korunması ve restorasyonu
  • İçme suyu ve sanitasyon
  • Sağlıklı hava kalitesi
  • İş yaratımı
  • Geliştirilmiş kentsel planlama ve gecekondu
  • Daha başarılı atık yönetimi

 

(urbanoctober.org, Yeşil Gazete)

Müftülük Yasası’na karşı kadınlar meydanlara indi: “Çocuk evlilikler ve çok eşliliklerin önü açılacak!”

“Eşit ve özgür bir hayat için bu yasalar böyle gitmez, kadınlar izin vermez” sloganıyla 100 kadın ve LGBTİ örgütünün bir araya gelerek imzaladığı kampanya çerçevesinde başta müftülere resmi nikah kıyma yetkisi veren “Müftülük Yasası” ve ” Mağdur Hakları Yasa Tasarısı” olmak üzere kadınların haklarına ve hayatlarına yönelen yasalara karşı kadınlar Ankara, İzmir, İstanbul başta olmak üzere bir çok kentte protesto için sokağa indi.

Ellerinde enstrümanlar ve renkli balonlarla Ziya Gökalp Caddesi’nde bir araya gelen Ankara Kadın Platformu üyelerinin Sakarya Meydanı’na yapmak istedikleri yürüyüşe polis izin vermedi. Bir süre polislerle kadınlar arasındaki görüşmelerden de sonuç çıkmaması üzerine kadınlar bu kez Konur Sokak’a doğru yürüdü.

Burada açıklama yapan Ankara Kadın Platformu üyesi Derman Gülmez şunları söyledi:

“Birçok kadının yeni öğreneceği gibi, Meclise bir yasa tasarısı sunuluyor. Bu yasa tasarısına göre müftülüklere resmi nikah yetkisi verilecek. Çocuk evlilikler, çok eşliliklerin önü açılacak. Bu yasa tasarısını kadınlara sormadan, kadınların hiç bir ihtiyacı olmadığı halde altı boş gerekçelerle bunları meclise sunuyorlar. Biz kadınlar diyoruz ki; bize sormadan hiç bir ihtiyacımız olmadan bu yasa tasarısını Meclis’e sunamazsınız. Bu yasalar böyle geçmez, kadınlar buna izin vermez. Bugün Türkiye’nin birçok ilinde kadınlar sokakta. Ve diyoruz ki; bu hayat bizim, bu karar bizim. Biz bu yasaları kabul etmiyoruz.”

Açıklamanın ardından kadınlar ellerindeki balonları gökyüzüne uçurdu.

İstanbul’da ise kadınlar, Kadıköy Süreyya Operası önünde bir araya gelerek Khalkedon Meydanı’na yürüdü. Eyleme, çok sayıda kadın kurumu ve Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş sözcüsü Gülistan Kılıç Koçyiğit de destek verdi.

“Eşit ve özgür bir hayat için bu yasalar böyle geçmez” pankartının açıldığı eylemde kadınlar, “Özgürlüğü ve yaşamı savunuyoruz”, dövizleri taşıdı.

Sık sık “Yaşasın kadın dayanışması”, “Erkek şiddetine hayır” ve “Resmi nikah müftünün işi değildir” sloganları atan kadınlara çevredeki yurttaşlar da alkışlarıyla destek verdi.

Yapılan yürüyüşün ardından Khalkedon Meydanı’na varan kadınlar adına açıklama yapan Feride Eralp ile Rüya Kurtuluş çıkarılmak istenen yasalara karşı ortak mücadele çağrısında bulundu.

Kocaeli, İzmir, Manisa’da da kadınlar yürüyüşler ve basın açıklamalarıyla geçirilmek istenilen yasalara karşı ses çıkardı. Konu daha önce de gündeme gelmiş ve uzmanlar tarafından uygulamanın çocuk evliliklerini yaygınlaştıracağı belirtilerek tepki çekmişti.

Nüfus Hizmetleri Kanun Tasarısı hakkında:

Yasanın mevcut 22. maddesi şöyle:

MADDE 22– (1) Bakanlık, evlendirme işlemlerinin nüfus ve vatandaşlık hizmetlerinin bütünlüğü içerisinde yürütülmesi için gereken her türlü tedbiri alır ve uygular. (2) Evlendirme memuru; belediye bulunan yerlerde belediye başkanı veya bu işle görevlendireceği memur, köylerde muhtardır. Bakanlık, il nüfus ve vatandaşlık müdürlüklerine, nüfus müdürlüklerine ve dış temsilciliklere evlendirme memurluğu yetkisi ve görevi verebilir. Eşlerden birinin yabancı olması halinde evlendirmeye, (…) belediye evlendirme memurlukları ile nüfus müdürleri yetkilidir.

Tasarı meclisten geçerse söz konusu madde şöyle olacak:

MADDE 22- (1) Bakanlık, evlendirme işlemlerinin nüfus ve vatandaşlık hizmetlerinin bütünlüğü içerisinde yürütülmesi için gereken her türlü tedbiri alır ve uygular. (2) Evlendirme memuru; belediye bulunan yerlerde belediye başkanı veya bu işle görevlendireceği memur, köylerde muhtardır. Bakanlık, il nüfus ve vatandaşlık müdürlüklerine, nüfus müdürlüklerine ve dış temsilciliklere, il ve ilçe müftülüklerine evlendirme memurluğu yetkisi ve görevi verebilir. Eşlerden birinin yabancı olması halinde evlendirmeye, (…) belediye evlendirme memurlukları ile nüfus müdürleri yetkilidir.

 

(Gazete Karınca, Yeşil Gazete)

İnsan aktivitesi denizleri boğuyor: Bilim insanları tarım ilaçları ile iklim değişikliğini suçluyor

Le Liberation’da Arthur Le Denn imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Berk Öktem’in çevirisi ile paylaşıyoruz

***

Okyanuslar gittikçe artan bir şekilde oksijensiz kalmaktalar. Su altı biyoçeşitliliği tehlike altında olmasına rağmen insanlık «ölü bölgelerin» artmasına sebep olmaya devam ediyor. Bilim insanları tarım ilaçlarını ve iklim değişikliğini suçluyor.

Amerika’nın Maryland eyaletinde bulunan Chesapeake Körfezi’ndeki Calvert Cliffs plajı. Bu bölge Dünya’nın ilan edilen ilk ölü bölgesi.( Fotoğraf: Daniel Slim / AFP)

Hareket edemeyen kabuklular ve mercanlar ölüyor. Balıklar ise kaçıyor. Su altı biyoçeşitliliğinin, oksijen bakımından fakir olan “ölü bölgelerle” baş etmesi zor görünüyor. Fas, Peru, Kaliforniya… Dünya genelinde 400’den fazla ölü bölge bulunuyor. Genelde kıtaların batı sahillerinde görülen bu alanlar 245.000 km2’ye ulaşmış durumda. Bu fenomen Dünya tarihi kadar eski. Fakat Amerika Okyanus ve Atmosfer Gözlem Ajansı (NOAA) Meksika Körfezi’ndeki ölü alanın geçtiğimiz 15 yıl boyunca %3 arttığını tespit etmiş. Yani bugünkü büyüklüğü 22.000 km2’yi buluyor.

“Aşırı hava olayları veya bazı su altı akıntıları bu bölgeleri doğal bir şekilde yaratabilir.” diye açıklıyor biyojeokimyacı ve Avrupa Üniversiteler arası Deniz Enstitüsü kurucusu Paul Tréguer. Ama son yüzyılda insan aktivitesi bu fenomenin boyutunu arttırmış durumda. Ölü bölgeler katlanarak artıyor. Meksika Körfez’ndeki artışı tespit eden NOAA acı bir şekilde ekliyor: “Mississippi Nehri’nin taşıdığı tarımsal atıklar ve şehirlerin yarattığı kirlilik, kıyı bölgelerini ve su altı yaşamını etkilemeye devam ediyor.”

Temel sorun suni gübre

Bütün kıtalarda gözlemlenen ölü bölgelerinin artışının arkasında tarım ve hayvancılık var. “Tarım sektöründe kullanılan gübre bu fenomenin boyutunu arttırmaktadır” diye belirtiyor Paul Tréguer. Denizlere atılan bu gübrelerde bulunan besleyici maddeler birikerek alglerin çoğalması için uygun ortam yaratıyorlar. Bu algler ise çok yüksek miktarlarda oksijen kullanıyorlar. Sonuçta yüksek oksijen talebi okyanusların üretebileceğinin çok üstünde kalıyor ve “okyanuslar boğuluyor”.

100 m. derinlikte yıllık yüzde oksijen satürasyonu

Kuzey Avrupa’daki Baltık Denizi’nden, Hindistan açıklarındaki Bengal Körfezi’ne, gübre kullanımı kıyıları mahvetmekte. Paul Tréguer’e göre ölü bölgelerin bugünkü seviyesi henüz küresel bir tehdit oluşturmuyor ancak durum “tehlikeli noktaya” doğru ilerliyor. Çözümün siyasi düzeyde gerçekleşebileceğine inanan Tréguer ekliyor: “Ekosistemin dengesini bozmak çok kolay, düzeltmek ise çok daha zor”. Bir çok okyanus bilimcisi kimyasal ürünlerin kullanımı ileride daha iyi yönetilmesi gerektiğini düşünüyor.

Suların ısınması sorunu büyütüyor

Okyanusların bazı bölgelerinde görülen oksijen miktarının azalmasına katkıda bulunan etkenlerden birisi de suların ısınması. “Okyanus ısındıkça, oksijen bakımından daha fakir hale gelecektir” diye durumu özetliyor Tréguer. Sıcaklık suyun yoğunluğunu değiştiriyor. Okyanus tabanındakiler yükselemiyor; bu durum da oksijenin yenilenmesini kısıtlıyor. Biyojeokimyacı, bu fenomenin kökeninde iklim değikliğinin yatmadığını belirtiyor ancak fenomeni hızlandırdığını tahmin ediyor ve “Doğada her şey birbirine bağlıdır” diye de ekliyor. Oksijen miktarının azalması azot döngüsünü bozuyor. Azotun azalmasıyla okyanus, besin zincirinin devamlılığını sağlayacak öğeleri üretemez hale geliyor. “Gerçek tehlike bazı organizmaların yok olmasında” diye uyarıyor Paul Tréguer.

Su altı volkanlarının bulunduğu bölgelerde hayat, oksijen olmamasına rağmen devem edecektir. “Çok yavaş da olsa bazı organizmalar yeni çevre koşullarına uyum sağlamayı başaracaktır” diyor biyojeokimyacı. Bilim insanları, hayvan ve bitki türlerinin yok olmasının sonucu olarak ortaya çıkabilecek bir başka duruma daha dikkat çekiyorlar. Birleşmiş Milletler’in yakın zamanda yayımladığı bir rapora göre, Dünya nüfusu 2050 yılında yaklaşık 10 milyarı bulacak. Bu da Dünya’nın beslemesi gereken 3 milyar insan daha olacak anlamına geliyor. Ölü bölgelerin yayılması ise balıkçılık sektörüne büyük bir darbe vurabilir, insanların beslenmesi daha da zor hale gelebilir.

 

Haberin Fransızca orijinali

Muhabir: Arthur Le Denn

Yeşil Gazete için çeviren: Berk Öktem

 

(Yeşil Gazete, Le Liberation)

“Hibakuşalar Olmasın” sergisi Kırklareli’nde

TMMOB Kırklareli Ziraat Mühendisleri Odası  ve Kırklareli Kent Konseyi Gençlik Meclisi ev sahipliğini yaptığı Nükleersiz org tarafından düzenlenen “Hibakuşa’lar Olmasın” Sergisi açıldı.

Yeşilyurt Gazete’den Kadir Sinici’nin haberine göre 30 Eylül 2017 Cumartesi günü saat 18.00’da açılan sergiye; Kırklareli Kent Konseyi Başkanı Seyfi Meriç, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Kırklareli Ziraat Mühendisleri Odası  Erol Özkan olmak üzere çok sayıda davetli katıldı.

Açılan sergi öncesi, Nükleersiz.org adına Yeşil Gazete İklim ve Enerji haberleri editörü Pınar Demircan bir sunum yaptı. “Hibakuşa’lar Olmasın”  Sergisi’nin  amacını açıklayarak daha iyi anlaşılması için bir sunum yapan Demircan, nükleer zincir içerisinde maruz kalınan radyasyonun yol açtığı ekolojik felaketlere ve kalıcı hastalıklara dikkat çekerek, uranyum madenlerinin, nükleer silahlanmanın, nükleer santrallerin ve nükleer atıkların geri dönülmez sorunlar yarattığını örnekleriyle anlattı.

Gazetemizin iklim ve enerji haberleri editörü Pınar Demircan da, “Hibakuşalar Olmasın” sergisinin Kırklareli’ye gelmesi kapsamında bir sunum gerçekleştirdi

Demircan sunumunda şunları söyledi; “Nükleer enerji üretimi, ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı atom bombalarının ardından, nükleer silahlanma konusunda ilerleme kaydetmek için başlatılmıştır. Dönemin ABD Başkanı tarafından “yıkıcı bir enerjiyi yapıcı bir enerjiye dönüştürme” vaadiyle 1953 yılında tanıtılan Barış için Atom girişimi ile ilk adım atılmıştır. Aynı süreçte1970’lere kadar süren nükleer denizaltı, atmosferik ve yeraltı nükleer testlerine de başlanmıştır.  1970’lerden sonra ise nükleer santral kurulumunda artış olmuştur.

Sonuçları açısından Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının veya izleyen yıllarda yapılan nükleer testlerin etkilerinin insanlar üzerindeki etkisi radyasyona maruziyet olmuştur.Dünyada 2000 nükleer bomba denemesi yapılmış, bu denemelerde milyonlarca insan radyasyona maruz kalmış, hayatını kaybetmiş, o radrasyonun etkileri ekolojik dengeyi bozduğu gibi, günümüze kadar da etkileşim sürmüş ve insanlar hastalanarak hayatlarını kaybetmeye devam etmektedir.  Uranyum sadece atom bombası yapımı için değil, tankların ve zırhlı araçların yapımında ve yok edilmesinde de kullanılmaktadır. Benzer şekilde nükleer bombaların ham maddesi olan uranyum madeninin çıkarılmasında, nükleer santrallerin patlamasında tecrübe ettiğimiz şey etrafa yayılan radyasyonun, radyoatif kirliliğin etkileridir.

Yeşil Gazete’ye Kırklareli’nden gönderdiği yazılarla içerik katkısı sağlayan Göksal Çidem ile Pınar Demircan

Radyasyona maruziyet şüphesiz sadece insan yaşamını etkilemiyor tüm bir yaşamın yok oluşundan bahsediyoruz. Örneğin Çernobil, felaketin meydana geldiği an itibariyle girilmesi yasak olan bir bölgedir, yani aslında ülke toprak da kaybediyor.

Hibakuşa

Radyasyona maruziyette insanlar için kullanılan bir terim var, Hiroşima’ya atılan atom bombasından sonra radyoaktif  etkilere maruz kalan insanlara “Hibakuşa” deniyor. Japonca kelime anlamıyla atom bombasının patlamasından etkilenen aslında sadece insanlar değil, ekolojik sistem de etkilenmekte. Dolayısıyla Nükleer santrallerin arkasında nükleer silahlanma yatıyor. Derdimiz enerji olsa bu , başka şekilde çok daha ekonomik hatta yerli, milli ve sınırsız enerji kaynaklarıyla  üretilebilir. Türkiye’de yapılması düşünülen 3 nükleer santral olduğunu düşünürsek, nükleer santralin ne olduğunun konuşulmaması ve tartışılmaması kabul edilemez. Tüm bunlara ilaveten nükleer santraller için “tuvaletsz ev”benzetmesi yapılmaktadır. Nükleer santrallerin en büyük sorunu atıklardır. Türkiye’de bu santrallerin atıklarının nasıl saklanacağı ile ilgili bir proje yoktur. Rusya Akkuyu’da Türkiye ile yaptığı nükleer enerji anlaşmasında 3. dünya ülkelerinden nükleer atık almayacağını bildirerek, yapılacak olan nükleer santralin zararlı atıklarına karışmayacağı Rus yasalarında yazmaktadır. Akkuyu’da nükleer atıklar için yer planı yoktur. Bu atıkların ne olacağı bilinmemektedir.”

Panel sonrasında, panel katılımcıları ve dinleyiciler hep birlikte “Hibakuşa’lar Olmasın” isimli sergiyi gezdi. Türkiye’de ve Dünyada radyasyon mağduru olarak sağlıklarını yitiren kişilere adanan sergi, salona gelenler tarafından dikkatlice incelendi.

 

(Yeşilyurt Gazete)