New York Eyaleti’ndeki Rockland ilçesinde kızamık salgını nedeniyle acil durum ilan edildi. Aşısı olmayan çocukların okul, park gibi kamusal alanlara girmesi yasaklandı. ABD’de din, kişisel nedenler ya da felsefi görüşleri gerekçe gösteren çok sayıda kişi, çocuklarını aşılatmayı reddediyor.
ABD’nin New York Eyaleti’ndeki Rockland’de, kızamık salgını nedeniyle acil durum ilan edildi. Kızamık aşısı yaptırmamış olan çocukların kamusal alanlara girmesini de yasakladı.
Rockland’de 153 kızamık vakasının teşhis edilmesi sonrası alarm verildi.
Aşı oranlarının giderek düştüğü ABD’de, Washington, California, Teksas ve Illinois dahil pek çok eyalette kızamık salgını patlak vermişti.
Aşı karşıtlığı, ülkedeki kızamık salgınlarının başlıca nedenleri arasında sayılıyor. Dini inançları, kişisel nedenleri ya da felsefi görüşleri gerekçe gösteren çok sayıda kişi, çocuklarını aşılatmayı reddediyor.
20’ye yakın eyalette bu gerekçelerle aşıya itiraz edenler üzerinde bir yaptırım yok.
‘Ultra Ortodoks mahallerinde’ yoğunlaşıyor
Amerikan New York Times (NYT) gazetesi, Rockland’deki salgının Ultra Ortodoks Yahudi grupların çoğunlukta olduğu mahallelerde yoğunlaştığını aktardı.
Yetkililer acil durumun en az 30 gün süreceğini açıkladı.
Aşı reddi dünyada kızamık vakalarının artmasına neden oldu.
Bu süreçte aşısı olmayan çocukların okullar, alışveriş merkezleri restoranlar ya da ibadet alanlarına girmesi yasak olacak.
Yasağı ihlal edenler 500 dolarlık para cezası ve 6 aya kadar hapis cezası alabilecek.
Avrupa’da son 10 yılın kızamık rekoru
Kızamık, akciğer ve beyinde ciddi hasara yol açabilecek, tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalık.
Ancak pek çok ülkede aşılanma oranlarında düşüş gözlemleniyor.
2018’de Avrupa’da görülen kızamık vakalarının sayısı 82 bin 500’i bulmuş, bir önceki yılın 3 katına ulaşarak, son 10 yılın rekorunu kırmıştı.
Dünya Sağlık Örgütü ise 2019’un en önemli küresel sağlık tehditleri listesine aşı karşıtlığını da almıştı.
Cezayir’de haftalardır devam eden Abdülaziz Buteflika karşıtı
gösteriler sonunda Genelkurmay Başkanı, Başkanlık koltuğunun artık
boşaldığının duyurulmasını istedi.
Halkın taleplerinin meşru olduğunu vurgulayan Cezayir Genelkurmay Başkanı Ahmed Gaid Salah, cumhurbaşkanı makamının boşaltılmasını öngören Anayasa’nın 102’nci maddesinin uygulanmasını istedi. Bu madde, “Cumhurbaşkanının ciddi ve sabit hastalığından dolayı görevlerini yerine getirmesinin tamamen imkansız” olduğu durumlarda uygulanıyor.
Salah, televizyondan yaptığı basın açıklamasında ülkenin içinde bulunduğu kriz durumundan çıkmak için Cezayir halkının taleplerine cevap verileceğini kaydetti. Genelkurmay Başkanı, önümüzdeki dönemde de anayasaya ve hukukun üstünlüğüne saygı çerçevesinde adımlar atılacağını ifade etti.
Cezayir Millet Konseyi Başkanı Abdelkader Bensalah’ın 45 gün süreyle başkanlık görevini yürüteceği açıklandı.
Cezayir’de 1999’da yönetime gelen ve dört dönemdir yönetimde olan 82
yaşındaki Abdulaziz Buteflika’nın cumhurbaşkanlığı için bir kez daha aday olması ülke genelinde protesto gösterilerine neden oldu.
Buteflika, 11 Mart’ta sürpriz bir kararla 18 Nisan’da yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı seçimlerini ertelediğini duyurmuştu.
Yirminci yüzyıldan kalan en önemli
dönüşümlerden biri ilerici olduğunu iddia eden tüm sosyo-ekonomik modellerin
kırsala yönelik olumsuz bakışı oldu. İster kalkınma ister ekonomik büyüme
odaklı olsun, ilerlemeden anlaşılan şey kırsalın bir üretim modeli ve bir yaşam
biçimi olarak geride bırakılması gereken bir aşama olduğu yönündeydi. Ekonomik
alanda sanayi üretiminin tarıma nüfuz etmesi ve doğal süreci etkinleştirme
çabası akıllı tohumlar, kimyasal gübreler ve son olarak genetik çalışmalarla
kırsal ekonomiyi dönüştürdü. Toplumsal yapı açısından bakıldığında ise
kentleşmenin bir kalkınma göstergesi olarak kabul edilmesi bir taraftan kırdan
kente göçü tetikledi diğer taraftan kırsal alanlarında kentleşmesine, özgün dokusunu
kaybetmesine neden oldu. Tarımın ve kendine has üretim biçiminin dönüşümü yaşam
biçiminin dönüşümüyle tamamlandığında kırın ölümü, kırsalın terk edilmişliği
içler acısı bir hal aldı. Bugün kırsal, içinde yaşayanlar için bir
alacakaranlık kuşağı, ona özenenler içinse sürekli ertelenen bir köye dönüş,
köye dönüşle birlikte öze dönüş ütopyası.
Kentte yaşayan ve sıklıkla modern sektörlerde istihdam edilen kesimlerin en büyük gelecek hayali “sayfiyeye yerleşmek”, “köyde bir ev alıp bağ-bahçeyle uğraşmak”, “güneyde küçük bir sahil kasabasında sakin bir hayat sürmek”. Kenttekilerin önemli bir kısmı hayatları boyunca hiç temas etmedikleri, en iyi ihtimalle yıllık izinlerde turistik ziyaretlerde bulundukları bu seçenekler hakkında romantik hayallere kapılıyor. Özellikle medyada sürekli pompalanan sağlıklı yaşam, çevre bilinci, ruhsal yenilenme anlatıları bu hayalleri besliyor. Ancak bu orta sınıf hayatların kır tahayyülü çoğu zaman kent hayatının konforunu, akıllı evlerin ve güvenlikli sitelerin imkanlarını, dört çeker arabaları ve kent insanının tüketim alışkanlıklarını da içeriyor. Dolayısıyla köye yerleşip öze dönen kent insanı fırına gitmek yerine “artisan bakery” arıyor, gittiği yerde market olsun, banka olsun, “fine dining” olsun istiyor; böyle olunca son derece steril ve dokunulmazlığı olan bir kır hayatı yaratıyor kendine.
Kırsalda yaşayanlar için durum hem ekonomik hem de toplumsal yapı açısından oldukça zorlu. Bunun en önemli nedeni tarımsal üretimin ekonomik olarak varlığını sürdürebilecek verimlilikte olmaması. Tarımsal girdi maliyetlerinin yüksek seyrine karşılık tarım ürünlerinin tarla çıkışı fiyatlarının düşük olması kırsal kesimin üretim motivasyonunu kırıyor. Hasat zamanı emek maliyetlerinden ötürü ürünün tarlada kalması sık sık gündeme gelen bir başka sorun. Mevsimsel değişimler ve zorlu iklim koşullarından kaynaklanan kayıplar çiftçilerin beklenmedik oranlarda borçlanmasına neden oluyor. Bütün bunlara karşılık tarımsal üretimi iyileştirecek devlet politikaları yerine tarım ürünü ithalatını destekleyen vergi indirimleri yerli üretimin sürdürülmesi için hiçbir gerekçe bırakmıyor. Dolayısıyla orta sınıf ve üst orta sınıf kentliler daha iyi bir yaşam hayaliyle köye göç ederken, tarlasını işleyecek girdilerin maliyetlerini karşılayamayan, hasadını yapamayan kırsal nüfus da bir başka hayalin peşinde, bir varoluş umuduyla kente göçüyor. Her iki kesim de gittiği yerde kendine ait bir dünya inşa ederken eklektik ve hiçbir yere ait olmayan başka hayatlar kuruyor.
Bu noktada kır-kent ayrımına dayalı olarak ortaya çıkan karmaşayı netleştirmek adına politika seçeneklerinden söz edilebilir. Kentleşme politikalarının etkinlikten yoksun olması, başta İstanbul olmak üzere kentlerimizde uzun vadeli planlama yerine kısa vadeli ve çıkar odaklı kararlar alınması, dikey büyüme eleştirilebilir. Diğer taraftan tarım politikalarına küçük üreticinin durumunu dikkate alacak politika önermeleri yapılabilir. Üçüncü olarak kır ve kent arasındaki karşılıklı göçe yönelik bir göç yönetimi üzerinde durulabilir. Ancak bu tür çok boyutlu konuları politika yapımı ile çözmeye çalışmak toplumsal dinamiklerin ikinci sıraya itilmesine ve tepeden inme kararların ilgili kesimlere dayatılmasına yol açabilir. Burada asıl üzerinde durulması gereken kır ve kenti nasıl tanımladığımız, nasıl ilişkilendirdiğimiz ve bunun sonucunda aradaki bağı yeniden inşa etme olanaklarımız olabilir.
Öncelikle kır-kent ayrımını toplumsal ilişkiler üzerinden yeniden tanımlamanın imkanlarını değerlendirmek gerekir. Kır ve kent birbirini tamamen dışlayan ikili bir zıtlık değildir. İnsanlar ikisinden birini seçerek hayatlarını bu tekil seçim üzerinde kurmak zorunda kalmayabilir. Kent insanına doğal hayata ulaşmanın, kırda aradığı fiziksel etkinliğin, toprağa temas etmenin, üretime doğrudan katılımın yollarını açmak bir seçenek olabilir. Aynı şey kırdan kente göç eden kesim için de geçerli, kırdan kente göçün ekonomik gerekçeleri ortadan kaldırıldığında, kırsaldaki altyapı sorunları çözüldüğünde bu kesimin kentteki aidiyet sorunu da ortadan kalkar. Kent ve kır birbirini tamamlayan iki farklı yapı olarak düşünüldüğünde bütünlüklü bir anlayış kurmak da mümkün olur. Bu tamamlayıcı ilişki kır ve kent arasında yapay bir köprü kurmaktansa daha geçirgen ve esnek bir sınır tanımlayarak inşa edilebilir. Kır ve kent arasında toplumsal teması artırmanın bir yolu bölgesel sosyo-ekonomik farkların azaltılmasına yönelik yaklaşımlardan, ikincisi farklı kesimler arasındaki iletişimi artırmaktan geçiyor. Toplumsal temasın artması karşılıklılık ve ortak bir anlayışın kurulması açısından önem taşıyor.
İkinci olarak kır-kent ayrımını mekânsal sınırlara bağlı olarak tanımlamak yerine kentte kırı yaratmanın ve yaşatmanın imkanlarıyla, kırsaldaki mekânsal olanakları iyileştirmenin yolları üzerinden düşünmek gerek. Kentli insanın aradığı doğal yaşamı, tarımsal faaliyeti, toprağa temas etmesine imkân sunan bir üretim sürecini kentte kurmak mümkün mü? Bu mutlaka ve mutlaka bir göçü ve kentten radikal bir kopuşu gerektiriyor mu? Örneğin kentsel dönüşümün yalnızca eskiyen binaların yenilenmesine yönelik bir model olmaktan çıkıp kamusal alanların da yeniden düzenlenmesini, yeşil alanların da daha katılımcı bir anlayışa uygun biçimde işlerlik kazanmasını kapsayan bir kentleşme aracı haline getirilmesi mümkün olabilir. Buna karşılık, eğer kırdan kente göçü ekonomik gerekçeler ve sosyo-ekonomik imkanlarla açıklıyorsak, bu etkileri ortadan kaldırmanın yollarını aramak ve kırdaki yaşamı sürdürülebilir hale getirmek bir seçenek olabilir. Kırsaldaki nüfusun ekonomik koşullarını ve altyapısını geliştirmek için ne yapılabilir? Kır nüfusunu kent ekonomisinin entegre bir parçası haline getirecek üretim modelleri üzerinde daha fazla düşünmek gerekiyor. Topluluk destekli tarım, ekolojik pazarlar ya da hem üretim hem de tüketim işlevlerini bir araya getiren kooperatif modelleri böyle bir kır-kent uzamı içinde değerlendirildiğinde, yalnızca kırdan kopuk kent insanının doğa özlemini karşılamanın ötesinde bir toplumsal dönüşümün öncüsü olabilir.
Son olarak meseleyi bireysel olarak gözlemleyebildiğimiz bir yerel düzeyin ötesinde de değerlendirmek gerekir. Burada özellikle Türkiye’nin hem nüfus hem de coğrafya açısından büyük bir ülke olması ve derin bölgesel farklılıkları barındırması göz ardı edilmemesi gereken bir başka boyut. Kent planlaması ve kentleşme politikaları açısından İstanbul’u Diyarbakır’la, İzmir’i Kayseri’yle bir tutamayacağımız gibi, her bir kentin kendi kırsalıyla kurduğu ilişkinin özgünlüğünü de dikkate almamız gerekir. Bunun için de verileri detaylı ve karşılaştırmalı bir biçimde değerlendirecek bir yaklaşım kaçınılmaz. Bölgesel kalkınma devletin, sivil toplum kuruluşlarının, yerel sermayenin ve kalkınma ajanslarının ortak katılımıyla kurgulanmalı, ancak kalıcı bir etki için bölgesel kalkınma dönemsel geçerliği olan bir politika inşası değil, bir zihniyet dönüşümünü hedeflemek zorunda, aksi takdirde yapısal sorunlara geçici çözümler sunmak politikacıların söylemlerine malzeme üretmekten başka bir işe yaramaz.
İspanya’nın doğusundaki Girona kentindeki Montivili Belediye Stadı’nda oynanan dostluk maçında Katalonya, Venezuela’yı 2-1 yendi.
İlk yarısı 0-0 tamamlanan karşılaşmada Katalonya, 53. dakikada Bojan Krkic’in golüyle 1-0 öne geçti. Venezuela’nın beraberlik golü de 59. dakikada Roberto Rosales’den geldi. Maçın 89. dakikasında Javi Puado ile bir kez daha öne geçen Katalonya sahadan 2-1 galip ayrıldı.
Katalonya’da, İspanya Milli Takımı’nın eski futbolcularından olan ve Barcelona’da forma giyen Gerard Pique ile Sergio Garcia (Espanyol), Marc Bartra (Real Betis), Aleix Vidal (Sevilla), Bojan Krkic (Stoke City) gibi tanınmış futbolcular ilk 11’de forma giydi.
Venezuela, Madrid’de 22 Mart’ta oynanan dostluk maçında Arjantin’i 3-1 yenmişti.
Bu arada Katalonya Futbol Federasyonu ve Katalonya özerk yönetim hükümeti yetkilileri, Katalonya Takımı’nın ilk defa FIFA’nın maç takviminin olduğu bir tarihte maç yaptığının altını çizerek, bunun “önemli olduğunu” savundu.
İspanya’da ayrılıkçı girişimleriyle gündemde olan Katalonya’nın organize ettiği Venezuela ile dostluk maçı öncesi saha içinde ışık ve dans gösterileri yapıldı. Montilivi Belediye Stadı’nı dolduran Katalanlar, bağımsızlık yanlısı pankartlar açıp, sloganlar attı. Karşılaşmayı Katalonya özerk yönetimi hükümetinden bazı bakanlar ve Venezuela’nın Barselona Konsolosu Ricardo Capella izlerken, Katalonya Başkanı Quim Torra stadyuma gelmedi.
İşadamı Osman Kavala’nın da aralarında olduğu 16 sanık hakkında ‘Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs’ suçundan açılan davanın şikâyetçileri arasında, üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz’ı tekmeleyerek öldürdüğü için için 10 yıl 10 ay hapis cezası alan eski polis Mevlüt Saldoğan da bulunuyor.
Hürriyet’ten İsmail Saymaz’ın haberine göre iddianamedeki 746 kişilik müşteki listesinin 440. sırasında Saldoğan var. İddianamede Saldoğan ve bir grup şikâyetçi polis için “Grubun attığı taş, şişe ve bilyelerden dolayı çeşitli yerlerinden yaralandıkları, göstericilerin yaralama şeklinde gelişen eylemleri Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçunun cebir unsuru içinde kaldığı” belirtiliyor.
Ali İsmail Korkmaz, 2-3 Haziran 2013’te Eskişehir’deki Gezi Parkı gösterilerinde, Saldoğan’ın yönlendirdiği polisler ve sivillerce dövülerek öldürülmüştü. Saldoğan, 10 yıl 10 ay hapis cezası almış ve polislikten ihraç edilmişti.
İsrail ordusu abluka altındaki Gazze Şeridi’nde Hamas’a ait hedefleri vurmaya başladığını duyurdu. Kentten patlama seslerinin yükseldiği dakikalarda, ABD Başkanı Donald Trump da, “Golan Tepeleri üzerinde İsrail’in egemenliğini ABD’nin resmen tanıdığını” ilan eden başkanlık kararını imzaladı.
İsrail ordusu abluka altındaki Gazze Şeridi’nde Hamas’a ait hedefleri vurmaya başladığını duyurdu.
Saldırının gerçekleştiği dakikalarda Beyaz Saray’da bir araya gelen Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrail’in Gazze’yi hedef alan saldırıları ve Golan Tepeleri konusunda canlı yayında açıklamalarda bulundu.
ABD’nin “İsrail’in kendini koruma hakkını koruyacağını” vurgulayan Trump, “Gelecekteki muhtemel bir barış anlaşması, İsrail’in kendini Suriye’den, İran’dan ve diğer bölgesel tehditlerden koruma ihtiyacını göz önünde bulundurmalı.” ifadesini kullandı.
Trump, İsrail’in Gazze’yi hedef alan saldırılarının “kendini savunma” anlamında haklı olduğunu savundu ve Netanyahu’ya bu konuda tam destek verdiklerini söyledi.
ABD ve İsrail ilişkilerine değinen Trump, “Yönetimimle birlikte ABD ve İsrail arasındaki ittifak her zamankinden daha güçlü. Şuanda ABD büyükelçiliği Kudüs’te gururla yükselmektedir. Çok uzun zamandır İsrail halkı da bizim büyükelçiliğimizin burada olmasını istedi. Birçok bakan görev süresince bu gerçekleşmedi. Ancak biz bunu yaptık.” dedi.
Trump, ”İsrail yakın dostumuz ve önemli bir müttefikimizdir ve ABD her zaman yanında olmaya devam edecektir.” ifadelerini kullandı.
“İSRAİL SİZDEN DAHA İYİ BİR DOST GÖRMEMİŞTİR”
Daha sonra söz alan Netanyahu ise Trump’a birçok kez teşekkür ettiği konuşmasında, “İsrail sizden daha iyi bir dost görmemiştir.” yorumunu yaptı.
Netanyahu, Trump’ın İsrail konusunda bugüne kadar verdiği sözleri tuttuğunu, Golan Tepeleri konusundaki son adımının ise “tarihi bir adım” olduğunu ifade etti.
Binyamin Netanyahu, Golan Tepeleri konusundaki yaklaşımlarını, “İki savaşı kazandıktan sonra bugüne kadar yaklaşık yarım yüzyıl boyunca askeri zaferimizin diplomatik bir zafere dönüşmesini beklemek zorunda kaldık.” sözleriyle dile getirdi.
TRUMP KARARNAMEYİ İMZALADI
Ortak basın toplantısının ardından Trump, “Golan Tepeleri üzerinde İsrail’in egemenliğini ABD’nin resmen tanıdığını” ilan eden başkanlık kararına imza attı.
ABD Başkanı Trump, 21 Mart’ta Twitter’dan yaptığı açıklamada, “52 yılın ardından ABD için İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tam olarak tanımanın zamanı geldi.” değerlendirmesinde bulunmuştu.
İsrail, Suriye toprağı olan Golan Tepeleri’ni 1967’den bu yana işgal altında tutuyor.
TÜRKİYE’DEN İLK TEPKİ
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu karara sosyal medya hesabı üzerinden tepki gösterdi.
Çavuşoğlu, “ABD bir kez daha uluslararası hukuku yok saydı. Ancak bu karar, İsrail’in ilhakını asla meşrulaştırmayacak. Aksine, Orta Doğu’daki barış çabalarını engelleyerek, bölgede gerilimi daha da artıracak.” dedi.
AKP Sözcüsü Ömer Çelik de karara ilişkin, “Türkiye olarak sonuna kadar bu kararın karşısında olacağımızdan kimse kuşku duymasın. Başkan Trump’ın attığı o imza gayrimeşru bir karardır.” açıklamasında bulundu.
GOLAN TEPELERİ İSRAİL İÇİN NEDEN ÖNEMLİ?
Golan Tepeleri’ni İsrail için önemli kılan etkenlerin başında güvenlik ve su geliyor. Bölge güvenlik açısından gözardı edilemeyecek kadar jeostratejik bir konumda ve zengin su yataklarına sahip. İsrail toplam su ihtiyacının üçte birini Şeria Nehri ve Golan Tepeleri’ndeki su kaynaklarından temin ediyor.
Bölgenin en yüksek noktalarından biri olan ve Şam’a sadece 60 kilometre uzaklıkta bulunan Golan Tepeleri’ni elinde tutan İsrail, bu sayede komşu ülkelere karşı büyük bir stratejik avantaj sağlıyor.
Uluslararası hukuka göre Suriye toprağı olan ancak fiilen İsrail’in işgali altında bulunan Golan Tepeleri’nin bu iki ülke dışında Lübnan ve Ürdün’le de sınırı bulunuyor.
Yahudilere ait kutsal metinlerde birçok kez Golan bölgesine atıfta bulunulması da bölgeyi çoğu dindar Yahudi’nin gözünde kutsallaştırıyor.
Bu tür nedenlerle İsrail iç siyasetinde de önemli bir yer tutan Golan Tepeleri, İsrail tarafından “ülkelerinin vazgeçilmez bir parçası” olarak görülüyor.
Golan Tepeleri’yle ilgili önemli gelişmeler kronolojik olarak şu şekilde:
1967: İsrail, Altı Gün Savaşı olarak da bilinen Arap-İsrail Savaşı sırasında Suriye’ye saldırarak, stratejik öneme sahip Golan Tepeleri’ni ele geçirdi.
1973: Suriye, askeri harekat başlatarak İsrail’den Golan Tepeleri’ni geri almayı denedi ancak başarısız oldu.
1974: İsrail ve Suriye, Golan Tepeleri’ndeki kuvvetlerini geri çekerek askeri çatışmayı sonlandırmaya razı oldu. Aynı yıl barış gücü askerleri bölgeye konuşlandırıldı.
1981: İsrail, Golan Tepeleri’ni tek taraflı olarak ilhak ettiğini açıkladı, ancak uluslararası toplum bu kararı bugüne kadar tanımadı.
1999: Dönemin İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Suriye Dışişleri Bakanı Faruk eş-Şara, iki ülke arasında başlatılan üst düzey görüşmeler kapsamında bir araya geldi.
2000: Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iadesi hedefiyle, ABD’nin ara bulucuğunda başlatılan müzakereler başarısızlıkla neticelendi. Görüşmelerin başarısız olmasının nedeni ise İsrail’in, Celile Gölü yanında yer alan ve kilit öneme sahip su kaynağı olan bir toprak parçasını Suriye’ye bırakmaya razı olmamasıydı.
2008: Suriye ve İsrail, kapsamlı bir barış anlaşması sağlanması amacıyla Türkiye’nin ara buluculuğunda yeniden dolaylı görüşmelere başladı. İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ve dönemin İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın yolsuzluk davası nedeniyle istifa etmesinin ardından görüşmeler sonlandırıldı.
2009: İsrail Başbakanı Netanyahu, Golan Tepeleri ile ilgili daha sert bir politika izleyeceğinin sinyallerini verdi. Aynı yıl Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed de karşılarında “barış için görüşülecek bir muhatap olmadığını” söyledi.
ABD Başkanı Barack Obama da 2009 yılında göreve geldiğinde, “İsrail ve Suriye arasındaki görüşmeleri yeniden başlatmanın dış politika öncelikleri arasında yer aldığını” söyledi ancak bu konuda da bir gelişme sağlanamadı.
2013: Mart 2011’de patlak veren Suriye iç savaşı 2013 yılında Golan Tepeleri’ne kadar ulaştı. İsrail, Golan Tepeleri’ne top ateşi açıldığını öne sürerek bu saldırılara karşılık verdi. İsrail ve Suriye orduları da aynı yılın mayıs ayında karşılıklı top atışlarında bulundu. Bu durum bugüne kadar aralıklarla devam etti.
2016: İsrail Başbakanı Netanyahu, Bakanlar Kurulunu Golan Tepeleri’nde toplayarak dünyaya burayı “İsrail toprağı” olarak tanıma çağrısında bulundu ancak uluslararası toplum buna olumlu yanıt vermedi, aksine tepki gösterdi.
2019: ABD Başkanı Trump işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki “İsrail egemenliğini tanıdıklarını” açıkladı.
Spor hukukçusu ve avukat Alpay Köse, Galatasaray Kulübünde idari açıdan ibra edilmeyen Mustafa Cengiz başkanlığındaki yönetim kurulunun 1 ay içinde seçim kararı almaması durumunda sarı-kırmızılı kulübe kayyum atanabileceğini söyledi.
Başkan Mustafa Cengiz’in seçime gitmeme ve hukuk mücadelesi verme kararıyla ilgili AA muhabirine açıklamalarda bulunan Köse, “İbra alamaması neticesinde Galatasaray Kulübünün bir seçim durumuna girmesi beklenir. Seçimle alakalı yönetim kurulunun böyle bir karar alması gerekir. Yönetim kurulu, yapılan oylamada usulsüzlük olduğunu iddia ediyor. Hukuki olarak belli başvuruların yapılacağını söylüyor. Daha önce Adnan Polat zamanında da böyle bir olay yaşanmış ve hukuki durum içine girilmişti. Bu durumda yönetim kurulunun seçim kararı almasını beklememek lazım.” diye konuştu.
Cengiz başkanlığındaki yönetim kurulunun 1 aylık süreç içinde seçim kararı almaması durumunda genel kurul üyelerinin mahkemeye gidebileceğini aktaran Alpay Köse, şu ifadeleri kullandı:
“Genel kurula katılmış üyelerden herhangi biri mahkemeye başvurarak yönetim kurulunun kullanmadığı karar nedeniyle genel kurul yapılmasını talep edebilir. Mahkeme de bunu haklı görürse genel kurul yapılması için bir karar verebilir ve bir kayyum görevlendirebilir. Buna karşı Galatasaray Kulübü Yönetim Kurulu da bir hamlede bulunacaktır. Bu saatten sonra bakılacak konu seçim yapılmasıyla ilgili herhangi bir başvuruda bulunulup bulunulmayacağı.”
İçişleri Bakanı Soylu, belediye meclis üyesi adaylarından 378 kişinin “terör örgütleriyle iltisaklı olduğunun tespit edildiğini” öne sürdü. Soylu, “Bunlar belediye meclis üyeliği falan yapamaz, biz hepsini açığa alırız” şeklinde konuştu.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Anadolu Ajansı (AA) Editör Masası’na konuk oldu. ( Ali Balıkçı – Anadolu Ajansı )
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “PKK ile halen iltisakı ve irtibatı bulunan belediye meclis üyesi adaylarının seçilmeleri halinde açığa alınacağını” söyledi. Soylu, “Muhalefetten 178 aday hakkında PKK’dan adli işlem var, 45’i hakkında FETÖ’den, 4’ü hakkında aşırı sol örgütlerden, 4’ü hakkında DEAŞ’tan” dedi.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, TRT Haber’de yayınlanan “Basın Kartı” programına katıldı. Yerel seçimde belediye meclis üyesi adayı olan 378 kişinin “terör örgütleriyle iltisaklı olduğunun tespit edildiğini” öne sürdü. Soylu, “Bunun 325’i PKK/KCK. 178’ine bizatihi adli ve idari işlemler yapılmış PKK’dan. FETÖ 45, aşırı sol 4, DEAŞ 4” diye konuştu.
“Bunlar görev yapamazlar size söyleyeyim” diyen Soylu, “İçişleri olarak biz idari tarafından sorumluyuz. Bunların hala PKK ile iltisakları söz konusudur. Bunlar belediye meclis üyeliği falan yapamaz, biz hepsini açığa alırız” ifadelerini kullandı.
Barbershop İstanbul, 27 Mart 2019, Çarşamba, saat 20,00’de Summart Sanat Merkezi’nde müzikseverlerle buluşuyor.
Barbershop İstanbul, 2013 yılında klasik ve modern barbershop tarzı acapella müziğini icra etmek amacıyla kuruldu. Türkiye’nin barbershop tarzı ilk vokal kuarteti olarak bu alanda öncülüğü üstlendi. Kuartet, kökleri ABD’ye dayanan müziğin dünyadaki en büyük topluluğu olan Barbershop Harmony Society’nin Türkiye’deki ilk üyesi oldu.
BKM, 15 Mart 2016
Barbershop İstanbul,
İstanbul’da Summart Sanat Merkezi, AkSanat, BKM Mutfak, Pera Müzesi gibi
sahnelerde konserler verdi. 2017 yılında ABD Nashville’de gerçekleşen Harmony
University – Quartet College’dan davet aldı ve her yıl düzenlenen bu barbershop
kampına katılan ilk Türk kuartet oldu ve burada sahne aldı. Kuartet, bünyesinde
İspanya, Macaristan, İrlanda, İtalya, Avustralya, Almanya, ABD gibi çeşitli
ülkelerde uluslararası sahne deneyimine sahip müzisyenler bulundurmakta.
Performanslarında yalnızca
insan sesi kullanan kuartet, sahnede barbershop stili acapella müziğin ustalık
gerektiren eserlerinden oluşan bir seçki sunuyor. Barbershop İstanbul,
hazırladığı performans ile İstanbul’da olduğu gibi bu müziğin doğduğu yer olan
Nashville’de de dinleyicinin beğenisini kazandı ve yoğun ilgi ile karşılandı.
Barbershop İstanbul ekibi Onur Zorlu Uysal (tenor), Erdinç Hasılcıoğulları (lead), Kaan Bayır (bariton) ve Enis Turhan’dan (bas) oluşuyor.
Ali İhsan Göçmen’in danışmanlığında, Doğa Kültürü ve Doğa Fotoğrafı konusunda Türkiye’deki boşluğu dolduran seminer kültür ve fotoğrafın ayrılmaz bir bütün olması yaklaşımıyla hazırlanan “24. Doğa Kültürü ve Fotoğrafı Semineri” 26 Mart 2019 Salı günü başlıyor.
Fotoğraf: Ali Ihsan Göçmen
Seminerin içeriği tümüyle
Türkiye doğası üzerinden örneklenerek yapılacak olan bu seminerde doğa
fotoğrafının öğrenmenin yanı sıra Türkiye doğasını uzmanından tanıma fırsatını
da bulunabilecek.
İFSAK’tan yapılan
açıklamaya göre:
• Seminere katılacak
kişilerin temel fotoğraf bilgisi ve asgari fotoğrafik donanıma sahip olması
gereklidir.
• Seminer 26/03/2019 –
18/04/2019 tarihinde 5 ders 12,5 saat olarak gerçekleşecektir.
Dersler Salı günleri saat
19.30-22.00 arasında yapılmaktadır.
• 14 Nisan tarihinde
uygulamalı eğitim gezisi yapılacaktır.
( Maliyet katılımcılar
tarafından paylaşılacaktır)
• Seminerin verimi
açısından katılım 25 kişi ile sınırlıdır. En az 8 kişi ile başlayacaktır.
• Seminerin içeriğine
uygun Doğa Fotoğrafı Ders notları dağıtılacaktır.