Atatürk Havalimanı’nın terminal işletmecisi TAV, yaklaşık 4 bin 500 çalışanının işine son veriyor.
6 Nisan’da ticari uçuşlara kapatılan Atatürk Havalimanı’ndan yeni açılan İstanbul Havalimanı’na taşınma süreci tamamlandı. Atatürk Havalimanı’ndaki çalışanların son durumu da bu sabah netleşti. Terminal işletmecisi TAV, Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) yaptığı bildirimde, yaklaşık 4 bin 500 kişinin işine son verileceğini belirtti. İşten çıkarmalar nedeniyle ödenecek kıdem ve ihbar tazminatlarının toplam tutarı ise açıklamaya göre yaklaşık 204 milyon lira.
2018’in sonlarına doğru TAV İstanbul Terminal
İşletmeciliği AŞ şirketinin Atatürk Havalimanı’nda 5 bine yakın çalışanın işten
çıkarılmasına yönelik hazırlıklar yapıldığı iddia edilmişti. Fakat TAV yönetimi
bu iddiaların gerçeği yansıtmadığını belirtmişti.
Zararını
DHMİ tazmin edecek
Atatürk Havalimanı terminal binaları, otopark ve genel
havacılık terminalinin işletme hakkı 3 Temmuz 2005’den başlamak üzere 2 Ocak
2021 yılına kadar toplam 15,5 yıllık süre için TAV İstanbul Terminal
İşletmeciliği AŞ’ye aitti. Şirket daha önce yaptığı
açıklamasında, İstanbul Havalimanı’nın kira sözleşmesi bitmeden önce
açılması durumunda, çakışma döneminde oluşacak kâr kayıplarının DHMİ tarafından
tazmin edileceğini duyurmuştu.
Konuya ilişkin TAV tarafından yapılan açıklamada, “Atatürk
Havalimanı’nın sözleşme süresinden daha önce ticari uçuşlara kapanması
nedeniyle şirketimizin uğrayacağı kâr kayıplarının hesaplanmasına ilişkin DHMİ,
şirketimiz ve danışmanlar tarafından yapılan çalışmalar devam
etmektedir” denildi ve kâr kayıplarının tazminine ilişkin
bilgilendirmenin beklendiği kaydedildi.
Ankara’da, Fethullah Gülen Cemaati’nin ÖSYM Başkanlığı’ndaki yapılanması soruşturmasında, aralarında ÖSYM eski Başkanı Ali Demir’in de bulunduğu, 6’sı hala kurumda aktif görevde 34 şüpheli hakkında gözaltı kararı verildi. Şu ana kadar Demir ile birlikte 20 kişi gözaltına alındı.
Başkanlığı sırasında sorular çalınmıştı
2011’deki YGS’de soruların çalındığı iddia edilmiş ve çok sayıda öğrenci Ali Demir’i protesto etmişti. Ali Demir Eylül 2010’da ÖSYM başkanı olarak atanmış ve süresinin dolduğu 29 Mart 2015’e kadar bu görevi yürütmüştü. Demir’in görevde olduğu 2011 yılında üniversite sınavında matematik sorularında soruların yanıtlarının bir şifrelemeyle verildiği skandal ortaya çıkmıştı.A
İngiltere doğumlu bisikletçi Ishbel Holmes, çocukluğunda tacize uğradı, annesi tarafından terk edildi, evsiz kaldı, uzun süre intihar düşüncesinden kurtulamadı. Dünyayı tek başına bisikletiyle gezen Holmes, Türkiye’de peşine takılan bir sokak köpeği ile kurduğu olağanüstü bağın onu nasıl kurtardığını yazdı
Bisiklet
selesine oturduğum ilk anı hatırlıyorum. Manchester’da yaşarken babam 20
kiloluk patates çuvalları biraz daha ucuz oluyor diye şehrin öbür ucuna
bisikletiyle giderdi. Ben daha beziyle gezen bir bebektim. Bisikletin
arkasında, patateslerle beraber oturur, onunla gezerdim.
Babam
Manchester’da okurken annemle tanışıp ona aşık olmuş. İran Devrimi sonrası
Tahran yurt dışında okuyan İranlı öğrencilere para vermeyi bir anda keserek
onları ülkeye geri getirmeye çalışınca, babamın hiç parası kalmamış. Bisikleti
de hayatta kalabilmek için en önemli araç haline gelmiş.
Babam iş
bulsun diye İskoçya’ya taşındığımızda daha 2 yaşındaydım. Ancak annemle
ilişkileri yürümedi ve ayrıldılar.
Annemle
kalıyordum. Bir gün babamı ziyarete gittiğimde bir arkadaşı dizine oturmamı
istedi ve elleri bacağımdan yukarı uzandı. 7 yaşındaydım. Tek hatırladığım çok
kötü hissettiğimdi. Korkunç bir kız olduğumu düşünüyordum. Sanırım kendimden de
o zaman nefret etmeye başladım.
Babam beni
bir kez daha ziyaret ettikten sonra bir anda ortadan kayboldu. Benim yüzümden
gittiğini düşündüm.
Ben
ve iki kardeşim büyüdükçe, annem giderek hayatla mücadele etmekle zorlanır hale
gelmişti. Ailede yaşanan tüm sorunların suçunu benim üzerime atıyordu.
Annemle
ilişkim acınası haldeydi. Aramız gerginleştikçe, ben kendimi geri çektim. 16.
doğumgünüm yaklaşırken tedirginliğim artıyordu. Annemin benden vazgeçeceği gün
yakındı, biliyordum.
Korktuğum
oldu ve doğum günümden kısa süre sonra annem beni sonsuza dek hayatından
çıkardı. Evin kapısını yüzüme kapadığı an, hayatımın en zor anlarından biriydi.
Yavaş çekim bir filmde gibiydim, saatlerce yürüdüm.
Daha sonra
bana bir koruyucu aile buldular ama tek istediğim eve geri dönmekti.
Bir gün
haftasonları çalıştığım yerden yürüyerek dönerken bir araba yanımda durdu.
İçindeki bir grup erkek, göle nasıl gideceklerini sordu. Onlarla gelip yolu
gösterip gösteremeyeceğimi sordular, “Seni hemen geri getireceğiz”
dediler. Arabaya bindim ama beni geri getirmediler. Issız bir yere götürüp bana
tecavüz ettiler.
Kimseye bunu
anlatmadım çünkü benim suçum olduğunu, kötü bir kız olduğum için
cezalandırıldığımı düşündüm. Olanları aklımdan çıkararak bununla baş etmeye
çalıştım. O sırada insanların bana istediğini yapmasına alışmıştım. Kendi
gözümde bir değerim yoktu. Doğru düzgün yemek yemiyordum. Kendimden o kadar
nefret ediyordum ki, ölmek istiyordum.
Adamlar yeniden peşime takıldı ama arabalarına binmeyi reddettim, koşarak kaçtım. O kadar çaresizdim ki bir telefon kulübesi bulup annemi aradım. Ağlıyordum, yalvarıyordum, ne isterse yapacağımı söylüyordum. Ona “İstediğin gibi bir kız olmaya hazırım. Çok kötü şeyler oluyor” dedim. Olanları anlattığımda beni suçladı, değişmem gerektiğini söyledi.
Artık tek
istediğim ölmekti. Bir noktada, intiharı önleme çağrı hattını her 20 dakikada
bir arar olmuştum.
21
yaşındayken kaldığım evsizler yurdundan atıldım. Bana bağıran görevli kadın,
sefaletin içinden çıkamayacağımı söylüyordu. Söyleyiş şeklinde öyle bir şey
vardı ki, kendi kendime “Artık buna daha fazla izin veremem” diye
düşündüm. Bir karar vermek zorundaydım. Ya intihar düşüncesinin beni tüketmesine
izin verecektim, ya da kendimi yaşamaya adayacaktım.
Düştüğüm
yerden kalkmak, yaptığım en zor şeydi. Bir anda “Süper kadın”a
dönüşmedim tabii ki; emekleyerek içine düştüğüm yerden çıktım.
Üniversiteye
yazıldım, ardından otobüsten daha ucuz oluyor diye kendime ikinci el bir
bisiklet aldım. Şehirdeki bir bisiklet kulübüne katıldım. Aralarındaki tek
kadın bendim. Önceleri hep arkalarda kalıyordum ama yavaş yavaş onlara
yetişmeye başladım.
Bisiklete
binmeyi çok seviyordum çünkü her şeyden kaçmanın muhteşem bir yoluydu. Hayatım
giderek daha iyi bir hâl aldı. Bisikletten inmediğim için o dönem endorfin
hormonum tavan yapmış olmalı. O dönem ilk kez bir yere ait olduğumu da
hissettim. 2014’te Glasgow’da İngiltere Milletler Topluluğu’nun olimpiyatları
için bisiklet yarışları pisti kuruldu. Pistte öylesine bisikletimle turlarken,
hemen oracıkta bana takıma katılmam teklif edildi ve kabul ettim. Daha ilk
yarışımda İskoçya’nın önceki olimpiyat madalyasının sahibini de geçerek altın
madalyayı kazandım.
Tam o sırada
İran’a gidebileceğim bir fırsat çıktı. Aslında benim için doğru zamandı ama
bazı aile üyeleri oradaydı ve çekiniyordum.
Tahran’dayken
İranlı takıma katılmam istendi. “Bu, İran’la ve babamla bir bağ kurmak
için bir fırsat” diye düşünerek kabul ettim. Daha önce kadın hakları
mücadelesinde yer almamıştım ama İran’da durum olağanüstüydü. Kadın
bisikletçilerin gördüğü muameleye karşı ses çıkaranların arasına katıldım.
Kavurucu
sıcakta örtünmek zorundaydık. Kadınların ellerinden “erkeklerle
mesajlaşmamaları ve dikkatlerinin dağılmaması” için telefonları ellerinden
alınıyordu.
Kadına
yönelik ayrımcılığa karşı mücadelem hiçbir şeyi değiştirmedi. Ben de sonunda
Tahran’ı terk ettim ve Türkiye’ye uçtum.
Türkiye’ye
geldiğimde tesadüfen, aylardır bisiklet turu yapan bir adamla tanıştım. O an
istediğimin bu olduğunu anladım. İskoçya’ya geri döndüm ve neyim varsa sattım.
Fransa’nın Nice şehrine uçtuktan sonra, dünyayı bisikletimle gezmeye başladım.
Lucy ile ilk karşılaşma
Marmara Denizi boyunca devam ederken arkama bir köpek takıldı. Pedalıma
basıp ilerlemeye çalıştım ama beni takip etti. Aslında durmayı düşünmüyordum,
dünyayı bisikletle geziyordum, bir sokak köpeğiyle ne yapacaktım ki?
Ancak açık renkli tüyleri olan bu köpek bana yetişmeye çalıştı. Mesafe
artarken dayanamadım ve frenleri sıktım.
Bana yetişti ve bir metre kadar mesafeden bana eşlik etmeye başladı. Arada
bir elimi uzattım ama aynı mesafeyi korudu. Bir kamp alanı bulup durduğumda o
da yanıma geldi.
Ertesi gün onu alıp köye geri bırakmayı düşünürken, dört köpeğin ona
saldırdığını gördüm. Bir grup halinde olmaları, köpeğin olanlara tepki veriş
şekli, beni 16 yaşıma geri götürdü. Ne kaçmaya çalışıyor, ne de onlara karşı
koyuyordu.
Ben de aynıydım.
Aniden her şey bulanıklaştı. Bisikletimden indim, bağırmaya başladım.
İçimde nereden geldiğini anlamadığım bir güç belirdi ve köpekleri kovmayı
başardım. Birkaç adım geri attım ve gözyaşlarına boğuldum. Lucy için ama daha
çok kendim için ağlıyordum.
Artık
benim hayat amacım onu güvende tutmaktı çünkü güvende olmamanın ne demek
olduğunu çok iyi biliyordum.
İsmini Lucy
koydum.
Yolculuğumun
bundan sonrası tamamen farklıydı. Lucy kendime değer vermemi, gücümü bulmamı
sağlamıştı. Değişmiştim. Artık bir kurban değildim. “Eğer kendimi
koruyamazsam bu köpeği nasıl koruyacağım” diye düşünüyordum.
Kendimi
sevmenin bir yolunu bulmalıydım. Ben de Lucy’e baktığım gözle kendime bakmaya
başladım. Onu korumaya, iyi beslenmesini sağlamaya çalıştıkça, otomatik olarak
kendime de böyle davranır oldum.
Lucy
sayesinde ilk kez koşulsuz sevmenin ne olduğunu gördüm. Dönüştürücü bir
deneyimdi. Uyanmıştım ve şoktaydım.
Lucy’nin
çadırımın önünde oturduğunu gördükçe, “Benim hayatım da tam olarak
buydu” diye düşündüğümü hatırlıyorum. İşte o zaman kendi kendime şöyle
demiştim: “Vay canına, şu başardığın şey inanılmaz.”
İlk kez
kendimle gurur duymuştum.
Lucy’e söz
verdim. Dünyadaki tüm Lucy’lere ve arkadaşlarına yardım edecektim.
Bir sokak
köpeği hayatımı değiştirdi. Sanki hiçbir insanın yapamadığını yaptı. Beni
kurtardı.
(Olivia Lang’in
röportajından).
Ishbel’in kitabı “Ben, bisikletim ve Lucy isimli sokak
köpeği” hem İngiltere hem ABD’de basıldı. Ishbel ayrıca, worldbikegirl.com ve ishbelholmes.com internet
sitelerinden deneyimlerini paylaşıyor.
Geçtiğimiz ay dünyanın gündeminde su vardı. Yaşamın kaynağı olan, bedenlerimizin yarısından çoğunu oluşturan ve gün geçtikçe daha da kirlenen, erişilmesi zorlaşan suyu konuştuk. “Kimseyi geride bırakmamak” temasıyla suya erişimin herkesin en temel yaşam hakkı olduğu vurgulandı. Ancak tüm bu vurguya rağmen dünya nüfusunun neredeyse üçte birinin su ve hıfzıssıhha hizmetlerine erişemediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu satırları okuyanlar mutlak bir susuzluk sorunuyla karşı karşıya olmayabilir. Fakat devletlerin iklim değişikliğini hiçe sayan, onunla uyumlu olmayı bırakın ona inat tasarlanmış su ve enerji politikaları sayesinde su krizi er ya da geç hepimizin ve hatta daha doğmamışların sorunu olacak. Ve hiçbir ülke ya da hiçbir insan bu krizden muaf kalamayacak. Şunu bilmeliyiz ki o gün sandığımız kadar uzakta değil.
Peki ne yapmalı? Dünyanın farklı ülkelerinde insanlar neler yapıyor? İşte bu noktada Mavi Topluluklar’dan (Blue Communities) bahsetmek gerek. Mavi Topluluklar, Kanada’da 2000’lerde başlayan su özelleştirmelerine karşı mücadele etmek için kamu eliyle verilen su hizmetlerini destekleyen ve ambalajlı su endüstrisine karşı çıkan pek çok sivil oluşumla birlikte örülen bir mücadelenin sonucunda ortaya çıktı. Mavi Topluluklar suyu mülkiyeti olmayan ancak sorumluluğu herkese ait olan bir ortak varlık olarak tanımlıyor. Su, insan faaliyetlerinin merkezinde olduğuna göre, suyun yönetimi de adil paylaşımcı ve koruma eksenli olmalı. Gelecek nesillerin de sudan faydalanması bu eksenler üzerinde kurulacak bir su yönetimi anlayışına bağlı. Buradan hareketle, belediyelerden kurumlara kadar herhangi bir topluluğun mavi olabilmesi için aşağıdaki üç şartı kabul etmesi gerekiyor:
– Su ve hıfzıssıhha hizmetlerinin insan hakkı olarak tanıması;
– Bu hizmetlerin kamu eliyle yürütülmesi için destek vermesi;
– Kamunun veya kurumun tesislerinde ve etkinliklerde ambalajlı su kullanımına izin vermemesi
Hemen belirtelim Kanada’da başlayan Mavi Topluluklar, yıllar içinde dünyaya yayıldı. Örneğin 2013’te İsviçre’nin başkenti Bern, Avrupa’daki ilk Mavi Topluluk oldu. Paris 2016 yılında, Berlin ise 2018’de bu ünvana sahip oldu. Üstelik Mavi Topluluklar sadece büyük kentlerin belediyelerini kapsamıyor. Mavi Topluluk olma ilkelerini kabul eden üniversiteler ve okullar gibi kurumlar da var. Mesela İsviçre’nin üniversitelerinden St. Gallen ve Bern’in dışında Dünya Kiliseler Konseyi gibi çeşitli dini topluluklar da Mavi Topluluklar arasında. Yani dünya gittikçe mavileşiyor.
Peki, gittikçe betonun grisine, asfaltın siyahına bürünen Türkiye mavileşebilir mi? Bu sorunun muhatabı sadece devlet ya da yerel yönetim otoriteleri değil. Esas muhatap bizleriz. Küçük adımlarla üniversitelerden ya da çalıştığımız kurumlardan mavileşmeye başlayabiliriz. Değişimin öncüleri olmaktan başka çare yok. Toprağa düşen ilk damla gibi yağmuru getirmekten başka bir yok kalmadı artık. Suyun tasarrufunu ve korunmasını; su hizmetlerinde kârın değil hizmetin merkeze alınmasını, ambalajlı suyun değil içilebilir şebeke suyunun teşvik edilmesini hedefleyen her oluşumun birer damlası olmak için kaybedilecek vakit yok artık.
Her yıl yayımlanan Uluslararası Enerji Ajansı raporundaki senaryoları ele alan iş insanları, iklim liderleri ve teknik uzmanlar ajansa ‘Senaryolarınızı yüksek emisyonlu kararları meşrulaştırmak için kullanmayın’ uyarısı yaptı.
Mektup, her yıl yayınlanan Dünya Enerji Görünümü (World
Energy Outlook, WEO) Raporu’nda ele alınan uzun vadeli enerji
projeksiyonlarının, işlerin olağan seyrettiği Yeni Politikalar Senaryosu (New
Policies Scenario, NPS) yerine Paris Anlaşması’yla uyumlu hale getirilen
senaryo baz alınarak yapılmasını talep etti.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel
on Climate Change, IPCC) iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini en aza
indirmek için 1,5 derece limitini belirlemişken, Yeni Politikalar Senaryosu’nun
2,7 ila 3 derecelik küresel ısınmayla sonuçlanacağı öngörülüyor.
Mektup, IEA’nın, küresel emisyonların 2018 yılında en yüksek seviyeye
ulaştığını gösteren yeni verileri yayınlamasının hemen
üzerine kaleme alındı.
‘İklim ve kalkınma senaryoları Paris Anlaşması’yla uyumlu değil’
WEO senaryoları, hükümetler, yatırımcılar ve iş dünyası tarafından sıkça
referans olarak kullanılıyor. Kullanıcıların birçoğu, IPCC’den gelen yeni
bilginin yanı sıra Finansal İstikrar Heyeti tarafından oluşturulan İklim
Temelli Finansal Şeffaflık çalışma grubunun belirlediği risk çerçevesinin
ışığında, Paris hedefleriyle uyumlu enerji dönüşümünün ne anlama geleceğini
anlamaya çalışıyor.
İmzacılar arasında enerji sistemlerinin modellenmesi konusunda önde gelen
uzmanların ve bilim insanlarının yer aldığı mektup, IEA’nın ‘’iklim senaryosu’’
ve Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu’nun Paris Anlaşması’yla uyumlu olmadığını
öne sürüyor.
Raporun temel senaryosu olan ve emisyon yoğun enerjileri meşrulaştıran Yeni
Politikalar Senaryosu’nun sıkça kullanıldığını belirten mektup, durumu‘’Yeni
Politikalar Senaryosu’nun yetersizliğin hakkında karar vericileri uyarmak
amacıyla geliştirdiğiniz senaryonun WEO’deki temel rolü, birçok kullanıcının bu
senaryoyu baz almasıyla sonuçlanıyor’’ şeklinde özetledi.
2 Nisan tarihinde IEA İcra Direktörü Fatih Birol’a ve yönetim konseyi
başkanı Hiroshi Oe’ya hitaben kaleme alınan mektupta, IEA’nin Paris
hedefleriyle uyumlu senaryoyu baz alması gerektiği belirtildi.
Mektuptaki imzacılar arasında yer alan bazı isimler şöyle:
Christina Figueres (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi eski başkanı)
Mary Robinson (Irlanda eski cumhurbaşkanı)
James Hansen, John Schellnhuber ve Michael Mann gibi iklim değişikliği biliminin öncüleri
Bünyesindeki üyelerin 70 trilyon dolarlık likiditeyi yönettiği PRI, Ceres, IGCC, AIGCC, UNEP-FI gibi büyük yatırım grupları
Legal & General Investment Management, Hermes, and CCL gibi önde gelen varlık yöneticileri
Joeri Rogelj, Michiel Schaeffer ve Malte Meinshausen gibi enerji sistemleri modelleme uzmanları
IEA’dan talep edilenler ise şu şekilde sıralalıyor:
Yeni Politikalar Senaryosu’nun 2,7ºC ila 3ºC küresel ısınmayla sonuçlanacak ve işlerin olağan şekilde seyrettiği bir senaryo olduğunun altını çizin. Yeni Politikalar Senaryosu’nun yetersizliği hakkında karar vericileri uyarmak amacıyla geliştirdiğiniz senaryonun WEO’deki temel rolü, birçok kullanıcının bu senaryoyu baz almasıyla sonuçlanıyor. Yeni Politikalar Senaryosu’nun başka bir isimle ele alınmasını ve bu eksikliği açıkça dile getirmesini öneriyoruz. ‘Yeni Politikalar’ günümüzde yeni olma özelliğini yitirmiş ve dönüşümün hızı ile seviyesinin yetersizliğine işaret etmektedir.
Güncel ve şeffaf bir Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu geliştirerek Paris hedeflerindeki azmi yansıtan senaryoyu WEO’nun temel referansı olarak belirleyin. Bu senaryo, küresel ısınmayı 1,5ºC ile sınırlama olasılığı olan (yüzde 66), ufku daha uzun vadeli (2040’ın ötesinde) ve negatif emisyon teknolojilerini hedefleyen tedbir yaklaşımını kapsamalı. Negatif emisyonlar konusunda gerek endüstriyel gerek doğal yaklaşımların sınırlandırmaları ve belirsizlikleri göz önünde bulundurularak doğal karbon yutakları önceliklendirilmeli. Bu senaryo aynı zamanda, temiz teknolojilerin hızı ve piyasaya entegrasyon potansiyeli hakkında güncel delilleri ve hızla düşen maliyetleri de yansıtmalı. Mevcut Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu emisyon profili, 2009’da Kopenhag’da gerçekleştirilen Taraflar Konferansı zamanındaki 450ppm senaryosunda yer alan profille aynı ve küresel ısınmayı 2ºC ile sınırlandırma olasılığı yüzde 50. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 1,5ºC ile 2ºC arasındaki önemli farkın bugün farkındayız.
Senaryolar ne diyor?
Küresel ısınmayı 2,7 ila 3 dereceye çıkaracak ‘’Yeni Politikalar Senaryosu’’ raporun temel senaryosu olup, yüksek
emisyonlu ve fosil yakıtlara dayanan enerji kararlarını meşrulaştırmak amacıyla
kullanılmaktadır.
Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu, Paris Anlaşması’nın
hedefleriyle uyumlu olmaması sebebiyle eleştiriliyor. Bu senaryo, 2 derecelik
ısınma yolunda, bu hedefi aşma riski barındırmakta ve büyük oranda denenmemiş
negatif emisyon teknolojilerine dayanmaktadır.
IEA WEO, temiz enerji teknolojilerinin maliyeti ve piyasaya entegrasyonunu
defalarca gerçekleşme oranının oldukça altında tahmin etti.
Oyuncu Çağlar Çorumlu’nun 2014 yılında kurduğu TiyatrOPS,Yorgun Cümleler Günlüğü oyunuyla yeni mekânında açıldı.
TiyatrOPS; çağdaş tiyatro metinlerinin yanısıra modern ve sıra dışı yazarlarla seyirciyi buluşturmayı, prodüksiyonlarında farklı disiplinlere yer vermeyi amaçlıyor. Oyun ve performanslarla birlikte, dinletiler, okuma tiyatrosu, söyleşiler, film gösterileri ve çeşitli atölyelerin gelecek sezon programında yer alması planlanıyor.
Çağlar Çorumlu’nun yönetmen ve yazar Nefrin Tokyay’ın onu cesaretlendirmesi ve desteklemesi ile 2014 yılında kurduğu TiyatrOPS, yazar Rodrigo Garcia’nın ‘Daisy’ oyununu ‘Yorgun Cümleler Günlüğü’ ismiyle 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde seyircisiyle buluşturdu. Nefrin Tokyay yönetmenliğinde sahneye konan oyun, tüketim toplumu içerisinde sistem tarafından savrulan insanı konu alıyor. (Yeşil Gazete)
Hera Büyüktaşcıyan’ın kişisel sergisi Neither on the Ground, nor in the Sky, 29 Mart – 30 Haziran 2019 tarihlerinde ifa-Galerie Berlin’de gerçekleşiyor.
Nat Muller’in küratörlüğündeki sergi, ifa-Galerie Berlin’in bir yıllık programı
olan Untie
to Tie – Movement.Bewegung.’a bir yanıt.
Sergiye eser üretim desteğini SAHA Derneği veriyor.
Sergi; göç, kültürel miras, ait olma ve yer değiştirmenin ne anlama geldiğini şiirsel olarak inceleyen yeni işlerden oluşuyor. Proje, antik Pergamon Sarayı’ndan (şu an Türkiye’de Bergama) alınmış olan, Berlin’deki Bergama Müzesi‘ndeki bir taban mozaiğinden ilham almış. Eski eserlerin ve sömürge eserlerinin varlığı ve mülkiyeti şu anda akademi ve müze çevrelerinde yoğun bir şekilde tartışılsa da—bu projenin siyasi zeminini oluşturuyor— Büyüktaşcıyan, bu kavramları genişletiyor ve bizi kayıp, kimlik ve tarih gibi evrensel hassasiyetlere dokunarak zamana ve mekâna geçen bir yolculuğa çıkarıyor.
Büyüktaşcıyan, video, heykel ve karma medya enstalasyonları ile Neither on the Ground, bize nor in the Sky sergisinde doğrusal olmayan bir geçiciliği, sınırsız bir yeri sunuyor ve bizi asi günümüze döndürürken tarih boyunca seyahat etmemize izin veriyor. (Yeşil Gazete)
Güney Afrika’daki Kruger Ulusal Parkı’nda kaçak
olarak gergedan avlamaya çalıştığı belirtilen bir kişi bir fil tarafından
ezilerek öldürüldü, ardından gelen aslan sürüsü de cesedi yedi. Kaçak avcının
yanındaki kişilerin bildirmesi üzerine durum ortaya çıktı. Park yetkililerinin
arama çalışmaları sonucunda ceset bulunamadı ancak insan kemikleri ve bir pantalona
rastlandı.
Kaçık avcının ailesine başsağlığı dileyen Park yetkilileri “Kruger Ulusal
Parkı’na kaçak ve yaya olarak girmek akıllıca değil” dedi. Yetkililere
göre, kaçak avcılar Park için büyük sorun. Özellikle Asya pazarında yoğun talep
gören gergedan boynuzu için son on yılda yedi binden fazla gergedanın
öldürüldüğü tahmin ediliyor. Parkta hayvanları avlamaya çalışan pek çok avcı da
daha önce de hayvanlar tarafından öldürülüp yenmişti.
Ankara Adliyesi’nde bugün mazbatasını alan Ankara Büyükşehir Belediye
Başkanı Mansur Yavaş, burada yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Ankara’yı
birliğin ve bereketin başkenti yapacağız. Gelişmiş ülkelerin başkentleriyle
yarışır bir Ankara yapacağız. Seçim bitti seçimde olanlar geride kaldı. Bizde
kin yok. Ne çalışanlar ne oy vermeyenler açısından bizde ayrım yok.
Hizmetlerimizde adelet ve liyakat ön planda olacak” diye konuştu.
Yavaş, gün içinde Ankara Adliyesi’nden ayrılıp Büyükşehir Belediyesi’ne
geçecek. Buradaki devir teslim töreninin ardından 15:30’da Anıtkabir’i ziyaret
edecek. Buradan yürüyerek 16:30’da Ankara Büyükşehir Belediyesi binasına
geçecek.
Seçimlerin resmi olmayan sonuçlarına göre Ankara’da oyların Mansur Yavaş
yüzde 50,93’ünü, Mehmet Özhaseki ise yüzde 47,12’sini almıştı.
Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) dün AKP’nin Ankara’nın 13 ilçesinde tüm
sandıkların sayılması yönündeki başvurusunu reddetmesinin ardından, Mansur
Yavaş’ın belediye başkanlığı kesinleşmişti.
Ruanda’da en az 1 milyon insanın öldürüldüğü soykırımın 25’inci yıldönümününde, 100 gün boyunca ulusal törenler düzenlenecek. Soykırımcıları desteklemekle suçlanan Belçika özür diledi; Fransa’nın Cumhurbaşkanı Macron da 7 Nisan’ı Tutsi Soykırımı Anma Günü olarak ilan etti, ülkesinin yaşananlardaki rolünü anlamak için bir Tarih Komisyonu kurulacağını belirtti.
Anma törenleri Ruanda Cumhurbaşkanı Kagame, Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Musa Faki Mahamat ve AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in anma meşalesini birlikte ateşlemeleriyle başladı. Soykırım anmasına binlerce Ruandalı katıldı.
Orta Afrika’da yer alan Ruanda Cumhuriyeti’nde Nisan 1994’te başlayan ve yaklaşık 3 ay süren soykırımda Hutuların katlettiği Tutsi kabilesine mensup kişiler törenlerle anılıyor. 100 gün sürecek törenler, Devlet Başkanı Paul Kagame’nin başkent Kigali’de, 250 bin kişinin mezarının bulunduğu Gisozi’ye çelenk koyması ve burada 100 gün boyunca yanmaya devam edecek bir ateş yakmasıyla başladı. Meşale, 100 gün boyunca sürecek ulusal yas için, 100 gün boyunca yanmaya devam edecek.
Kagali burada yaptığı konuşmada, “1994’te
yalnızca cesetler vardı, şimdi ışıklar altındayız. Nasıl bu noktaya ulaştık ?
Artık Ruandalılar bir aile. Hiçkimse ve hiç birşey artık, bir Ruandalı’yı
öbürüne karşı getiremeyecek. Bu bizim kararlı hedefimizdir. 25 yıl sonra
hepimiz hala buradayız, yaralı, kalbi kırık ama yenilmeden bir aradayız” ifadelerin
kullandı. Konuşmanın ardından mezarlığa çiçekler konuldu, şarkılar söylendi,
mumlar yakılarak yaşamını yitirenler anıldı.
Belçika
Başbakanı özür diledi
Törende konuşan Belçika Başbakanı Charles Michel ise,
1994’de uluslararası toplumun büyük hatası olduğunu kabul ederek Ruanda
halkından ülkesi adına özür diledi. Michel, Burada tarihteki hatasını
gözlerinizin içine bakarak, olanlarda kendi payını ve sorumluluğunu kabul etmek
isteyen bir ülke adına konuşuyorum. Ülkem adına sizden özür diliyorum. Burada
yaşananlar uluslararası toplumun bir başarısızlığıdır” diye konuştu.
Soykırıma karşı Mücadele Ulusal Komisyonu Başkanı
Jean-Damascene Bizimana da, uluslararası toplumun soykırımdaki rolüne parmak
basarak, “Her türlü işarete rağmen, kimse kılını kıpırdatmadı. Şimdi de
suçluları iade etmeyi ya da yargılamayı reddediyorlar. Bu ülkelerden
bazılarında soykırımcılar rahatça yargılanmadan yaşamlarını sürdürüyorlar”
ifadelelerini kullandı.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, ülkesindeki soykırım suçlularının yakalanıp yargılanması için elinden geleni yapacağına söz verdi.
Fransa 7 Nisan’ı anma günü ilan etti
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’da Paris’te,
Elysee Sarayı’nda bir açıklama yaptı. Ruanda halkı ile dayanışma duygularını
ifade eden Macron, 7 Nisan’ı Fransa’da da Tutsi soykırımını anma günü olarak
ilan ettiğini söyledi. Macron, Fransa’nın
soykırımdaki rolünün belirlenmesi için bir Tarihçiler Komisyonu kurulacağını
belirtti; ülkedeki soykırım suçlularının yakalanması ve yargılanması için
polisin ve Paris Soykırım Mahkemesi’nin elinin güçlendirileceğine söz verdi.
Hutu kabilesine mensup sivillerin Tutsilere saldırırken kullandıkları silahlar arasında en çok pala, balta, kılıç ve bıçaklar bulunuyordu.
25 yıl önce ne olmuştu?
Ruanda’da bugün hala yaraları kapanmayan olaylarda,
Nisan ve Temmuz 1994 yılında 3 ay boyunca, BM’ye göre geneli Tutsi olan yaklaşık
1 milyon kişi vahşice öldürüldü. Tanzanya’dan, isyancı milisler Ruanda
Yurtseverler Cephesi (RYC) ile barış müzakerelerinden dönen dönemin Cumhurbaşkanı
Juvenal Habyarimana’nın uçağının, bir füzeyle düşürülmesinin ardından başlayan
olaylarda, Hutu hükümetinin talimatıyla Tutsi soykırımı başladı.
Katliamlar, Ruanda Silahlı Kuvvetleri (FAR) ve
Interahamwe Hutu milislerinin yanı sıra Tutsi karşıtı propagandayla kontrolden
çıkan çok sayıda Hutulu sivil tarafından gerçekleştirildi. Yaklaşık 100 gün
süren katliamlar sonucu 800 bin ila 1 milyon Tutsi katledildi. Soykırım, 4
Temmuz’da, Paul Kagame liderliğindeki Ruanda Yurtsever Cephesi’nin
önderliğindeki Tutsi güçlerinin Kigali’ye girmesiyle sona erdi. O zamandan beri
Ruanda’nın güçlü adamı olan Kagame, ülkesinin bu korkunç hafızayı aşması için
çalışıyor.
Fransa’nın soykırımdaki rolüne ilişkin ise
halen aydınlatılmayan pek çok soru işareti var. Fransa,
soykırımı yapan Hutu hükümetinin uzun süre destekçisi olduğu için uluslararası
kamuoyunda ve ülke içinde eleştiriliyordu. Soykırımı engellemek yerine saldırganlara
silah ve mühimmat desteği sağlayarak, RYC’nin ilerleyişini kısıtladığı için pek
çok kez uluslararası arenada kınandı.
Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı François
Mitterrand, Le Figaro gazetesine 1998’de “O ülkelerde bir soykırım
yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” demişti.