Ana Sayfa Blog Sayfa 2486

Yabancı gözlemciler: Seçim usulüne göre gerçekleşti

Yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanlığı seçiminde sandıkların TSİ 17.00 itibarıyla kapanmasıyla birlikte oy verme işlemi sona erdi. Oy verme sürecini izlemek üzere İstanbul’da bulunan gözlemciler, seçim sürecinin genel itibarıyla sorunsuz bir biçimde geçtiğini söyledi.

Sandık başında gözlemci olarak hazır bulunan Alman Yeşiller Partisi milletvekili Margit Stumpp, Alman haber ajansı dpa‘ya açıklamalarda bulundu. Stumpp, “Bize seçim listeleri ve süreçle ilgili her şeyin yolunda olduğu bildirildi. Herhangi bir usulsuzlük kulağımıza gelmedi” diye konuştu.

Daha önce birçok kez Türkiye’ye gözlemci olarak giden Stumpp, bu sefer seçim merkezlerini ziyaret etme ve insanlarla diyaloğa girme noktasında hiçbir sorun yaşamadıklarını kaydetti. Vekil, “tatile rağmen dikkate değer bir seçime katılım oranının” sözkonusu olduğunu belirtti.

Binali Yıldırım: Rakibimi tebrik ediyor, hayırlı hizmetler diliyorum

İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı seçimlerinde AKP ve MHP’nin adayı Binali Yıldırım, seçim yasağı biter bitmez ekrana çıkarak rakibi Ekrem İmamoğlu’nu tebrik etti.

Tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde YSK’nın seçim yasağını kaldırmasından 5 dakika sonra kameralar karşısına geçen AKP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım, rakibi Ekrem İmamoğlu‘nun seçimi kazandığını kabul ederek,  “Rakibim Ekrem İmamoğlu önde gidiyor, kendisini tebrik ediyor, başarılar diliyorum. İstanbulluların verdiği kararın gelecek beş yıl için kadınlarımız, çocuklarımız ve bütün İstanbul’da yaşayanlar için hayırlı uğurlu olmasını diliyorum” dedi.

AKP İstanbul İl Başkanlığı‘nda konuşan Yıldırım, “Bildiğiniz gibi YSK seçimlerin sonuçlarıyla ilgili yasağı kaldırmış bulunuyor. Şu an itibariyle seçimleri rakibim Ekrem İmamoğlu önde götürmektedir. Kendisini tebrik ediyorum. Başarılar diliyorum” ifadesini kullandı.

Kampanya sürecindeki çalışma arkadaşlarına teşekkür eden Yıldırım, “Kampanya boyunca yoğun bir çalışma içine giren yakın çalışma arkadaşlarıma teşkilat mensuplarıma ve bizi dinleyen projelerimizi anlatma fırsatı evren İstanbulumuzun güzler insanlarına teşekkür ediyorum. Aynı zamanda büyük fedakarlık gösteren aileme de teşekkür ediyorum. Sabah oy kullanırken söylediğim gibi seçim demek demokrasi demektir. Bu seçimler demokrasinin en iyi şekilde kusursuz işlediğini bir kez daha ortaya koymuştur. Elde edilen sonuçlar daha sonra kesin olarak ortaya çıkacaktır. Bu sonuçların İstanbul’a hayırlar getirmesini diliyorum. İmamoğlu arkadaşımıza güzel hizmetler yapmasını temenni ediyorum. Yapacağı çalışmalarda kendisine yardımcı olmaya gayret edeceğiz” diye konuştu.

“Bir kez daha İstanbulluların verdiği kararın gelecek beş yıl için kadınlarımız, çocuklarımız ve bütün İstanbul’da yaşayanlar için hayırlı uğurlu olmasını diliyorum” değerlendirmesinde bulundu.

10.5 milyon seçmen, bugün İstanbul için yeniden sandık başında

AKP’nin başvurusu üzerine YSK tarafından iptal edilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi için İstanbullular bugün yeniden sandık başına gidiyor. Kent genelinde kurulan 31 bin 124 sandıkta, 10 milyon 560 bin seçmen bir kez daha oy kullanacak.

İstanbullular yaklaşık 90 günün ardından bugün bir kez daha sandık başına gidiyor. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), AKP’nin itirazı doğrultusunda iptal ettiği İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanlığı seçimi tekrarlanacak.

Kent genelinde kurulan 31 bin 124 sandıkta oy kullanacak olan 10 milyon 560 bin 963 seçmen, 21 aday arasından tercihini yapacak. Tekrarlanan seçimlerde, 31 Mart’takinden farklı olarak seçmene tek oy pusulası sunulacak. Oy verme işlemi bugün saat 08:00’da başlayıp 17:00’da sona erecek.

Seçmene tek oy pusulası verilecek.

Bugün yenilenecek seçimde, seçmenin önüne sadece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına ait oy pusulası konulacak. Birleşik oy pusulalarının basımında 31 Mart 2019’da yapılan seçim için uygulanan esaslar aynen uygulanacak.

Yeni seçimde sadece oy verme işlemi tekrar edilecek.

Yeniden yapılması gereken seçimler, bu seçimin tekrarı ve seçimin devamı niteliğinde olduğu için sadece oy verme işlemleri tekrarlanacak.

Aynı partiler seçime girecek.

Seçime katılabilecek siyasi partilerin yeniden tespit ve ilan edilmesine gerek olmayacak. 31 Mart 2019’da yapılan seçime katılan siyasi partiler bu seçime de katılabilecek.

Seçimde AKP’li Cumhur İttifakı adayı Binali Yıldırım, CHP’li Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu, Saadet Partisi adayı Necdet Gökçınar ve Vatan Partisi adayı Mustafa İlker Yücel yarışacak.

Bağımsız adaylar ise şöyle: Dursun Ali Bacıoğlu, Vedat Öztürk, Ahmet Çördük, Muhammet Ali Canca, Mehmet Yıldız, Güldes Önkoyun, Hasan Atasoy Torun, Mehmet Ali Aydoğmuş, Lütfü Yılmaz, Seçkin İlker, Özkan Mustafa Küçükkural, Fatma Ragibe Kanıkuru Loğoğlu, Burhan Erol, Doğan Duman, Ali Rıza Kansız, Abdul Celil Gülalp, Burak Kadıoğlu.

Sandık kurulları yeniden oluşturulacak.

Seçim sandık kurullarının oluşumundaki usulsüzlükler nedeniyle iptal edildiği için sandık kurulları yeniden oluşturulacak. Sandık kurulu başkan ve üyeleri devlet memurları arasından seçilecek. 31 Mart 2019’da yapılan seçimde sandık kurullarına üye veren partiler, bu seçimde de sandık kurullarına üye verebilecek. Seçime katılma yeterliliği tespit ve ilan edilen siyasi partilerin müşahit bulundurma hakları olacak.

Seçmen listeleri güncellenmeyecek.

31 Mart 2019’da yapılan seçimler için güncelleştirilmiş ve kesinleşmiş sandık seçmen listeleri yeni bir güncelleştirme yapılmaksızın bu seçimlerde de kullanılacak. Kullanılacak sandık seçmen listelerinin ve her bir sandıkta oy kullanacak seçmen sayısının 31 Mart seçimi ile aynı olması gerekecek.

31 Mart’tan sonra 18 yaşına girenler oy kullanamayacak.

Yenileme seçimi niteliğinde olduğu için 23 Haziran’da 18 yaşını dolduranlar oy kullanamayacak.

Askerden gelenler de oy kullanamayacak.

31 Mart’ta askerde olup 23 Haziran’a kadar terhis olanlar da seçmen listesinde yer almadığı için oy veremeyecek.

Seçim işleri İstanbul’dan yürütülecek.

Bu seçimle ilgili iş ve işlemler, YSK tarafından değil seçimi yönetecek İstanbul İl Seçim Kurulu’nca uygulanacak.

68 bin kişi oy kullanamayacak

YSK geçtiğimiz hafta içinde, kısıtlı olanlar ve hayatını kaybedenlerin sayısını belirleyerek, “oy kullanamaz” şehri düşmüştü. Buna göre, 68 bin 17 kişi yenilenecek İstanbul seçimlerinde oy kullanamayacak.

Seçim önlemleri: 52 bin güvenlik personeli

İstanbul Valiliği seçim için üst düzey güvenlik önlemlerinin alınacağını açıkladı. Seçim Güvenliği Tedbirleri Planı yürürlüğe koyan valilik, bu kapsamda Vali Yardımcısı Mehmet Ali Özyiğit Başkanlığında Seçim Güvenlik Koordinasyon Merkezi, Vali Yardımcısı Cemalettin Özdemir Başkanlığında Seçim Koordinasyon Bürosu ile Vali Yardımcısı Bahattin Atçı Başkanlığında (GAMER) Güvenlik ve Acil Durumlar Koordinasyon Merkezi oluşturdu.

Valilik, bugünkü seçimlerde Jandarma Komutanlığı‘ndan 5 bin 632, İl Emniyet Müdürlüğü‘nden 46 bin 524, Sahil Güvenlik Boğazlar Marmara Grup Komutanlığı‘ndan da 350 olmak üzere toplam 52 bin 506 personel görevlendirildi. İl dışından da 2 bin 64 emniyet mensubunun İstanbul’da görevlendirildiği duyuruldu.

‘Olası’ elektrik kesintileri için önlem

Valilik tarafından yapılan açıklamada ayrıca şunlar kaydedildi: “İBB, İl Afet Acil Durum Müdürlüğü, Türk Telekom, Elektrik İdareleri, seçim günü ile ilgili olarak özellikle talimatlandırılmış ve gerekli tedbirleri almışlardır. Valiliğimiz Seçim Koordinasyon Bürosu yönetiminde; Seçim Güvenlik Koordinasyon Merkezi, GAMER, İlçe Kaymakamlıklarımız, Güvenlik Güçlerimiz; İSKİ, İGDAŞ, Elektrik İdareleri, Kara, Hava, Deniz ve Demiryolu ulaşımı, sağlık ve itfaiye hizmet birimleri 7/24 saat esasına göre kesintisiz hizmet sunacaklardır.”

İstanbul Havalimanı için 2.5 değil, 13 milyon ağaç kesilmiş

Nisan ayında açılan ve ÇED raporunda 2,5 milyon ağaç kesileceği açıklanan İstanbul Havalimanı için kesilen ağaç sayısının, projede belirtilenin çok üzerinde, 13 milyon olduğu ortaya çıktı.

Kuzey Ormanları Savunması’nın (KOS) şehir plancıları, havalimanı çevresinde inşaat sebebiyle açılan taş ocakları ve havalimanına giriş sağlayan Kuzey Marmara Otoyolu için kesilen ağaç sayısını hesapladı. Bu hesaplamaya Kuzey Ormanları’nda yapılan Üçüncü Köprü, köprü bağlantı yolları ya da Kuzey Marmara Otoyolu’nun açılmış diğer kısımları gibi proje alanları dahil edilmedi. Sadece Kuzey Ormanları içerisinde kesilen ağaçların bir kısmını kapsayan bu hesaplamaya göre toplamda en az 13 milyon ağacın bu proje alanları kapsamında kesildiği belirtildi.

KOS’un hesaplamalarına göre, havalimanı ve çevresindeki sahalara göre kesilen ağaç sayısının dökümü şöyle: Üçüncü Havalimanı ‘proje sahası’ içinde 2012 yılından bugüne (2019) kadar en az 8 milyon, Üçüncü Havalimanı çevresinde bulunan, Kuzey Ormanları Savunması’nın iki taş ocağının ruhsat iptali için açtığı davadaki alanların da bulunduğu, havalimanı inşaatı için açılmış taş ocakları için en az 1.2 milyon ve havalimanına giriş sağlayan Kuzey Marmara Otoyolu için de en az 3.7 milyon ağaç kesildi.

KOS gönüllüsü, şehir plancısı Ayşe Yıkıcı, Kuzey Ormanları’nın sadece İstanbul sınırları içinde yer alan orman alanları olmadığını ifade ederek şunları söyledi: “Orman dediğimizde aklımıza ilk gelen hep ağaç oluyor ama bugün yaptığımız hesap aslında yok edilen bir yaşam alanının sadece bir üyesine ait verileri kapsıyor. Ağaçlar ile birlikte orada yaşayan milyonlarca canlı hem evinden oldu hem de yaşamını kaybetti. Çünkü Kuzey Ormanları’nda bir sürü canlı birlikte yaşıyor. Biz bugün sadece ağaçları hesaplayabildik. Sayılarını hesaplayamadığımız milyonlarca canlıyı ise böylesine akıl dışı, bilime aykırı, doğa düşmanı katil projeler sebebiyle kaybetmiş bulunuyoruz.”

Yıkıcı, Kuzey Ormanları mücadelesine destek için şu sözlerle çağrıda bulundu: Sloganımız ‘Ağıt yakma, savunmaya katıl!’. Evet kaybımız büyük ve ama Kuzey Ormanları’nın milyarca ağacı hala Trakya İstanbul ve Anadolu ya nefes olmaya devam ediyor.”

David Gilmour gitar koleksiyonunu, iklim değişikliğiyle mücadele için sattı

Sanatçının 1971’den beri kullandığı gitar 3 milyon 975 bin dolarla rekor fiyata satıldı. Müzayededen elde edilen toplam 21 milyon dolarlık gelir, ClientEarth adlı kuruma bağışlanacak.

Pink Floyd’un efsanevi gitaristi David Gilmour, gitar koleksiyonunun önemli bir kısmını açık artırmayla sattı. Gilmour’un isteği üzerine, New York’taki Christie’s Müzayede Evi’ndeki müzayededen elde ettiği 21 milyon dolarlık gelir, iklim değişikliğiyle mücadele edilmesi için ClientEarth adlı kuruma verilecek.

Pink Floyd’un “Money”, “Shine On You Crazy Diamond” ve “Comfortably Numb” gibi ünlü parçalarında kullanılan Gilmour’un Stratocaster gitarı, şimdiye dek bir gitar için verilen en yüksek meblağ olan, 3 milyon 975 bin dolarla, rekor fiyata satıldı. Sanatçının en sevdiği gitarı Martin Nazareth 1969 D-35 ise 1 milyon dolara alıcı buldu. Gilmour, müzayede için hazırlanan basın bülteninde, gitarların yeni evlerinde başkalarına yardım etmesini umduğunu söyledi.

“Bu gitarlar bana çok iyi davrandı ve birçok parça verdi” diyen sanatçı, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunları açık artırmayla satarak, gerçekten ihtiyaç duyulan şeyleri sağlayabilirim. Yardım kurumları sayesinde bu dünya için iyi şeyler yapabilirim. Onların gidişi bir anahtar olacak. Ve belki de bir gün, birini ya da ikisini bulup, geri alacağım.”

Gilmour söz konusu müzayedeyle ilgili, bu yılın başında Rolling Stone dergisine konuşmuş ve etkinliği “bahar satışı” diye tanımlamıştı.

[Babil’den Sonra] Sadun Boro ve Okluk’un Denizkızı

“Bu denizkızı düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için, nice engin denizler, ufuklar aştı… Kıtalar, adalar, koylar  dolaştı… Ta  ki Gökova’ya ulaşana kadar…”

Sadun Boro, Kısmet’in güvertesinde, 1967

Sadun Boro’yu bilirsiniz. Yaşamını denizlere ve doğal çevrenin korunmasına adamış, kitaplar yazmış, ilkleri başarmış bir deniz kurdu, efsanevi tekne Kısmet’in bir garip yolcusu…

O da Okluk’un Denizkızı gibi düşlerinin peşinden kıtalar, adalar, koylar dolaştı. Sonra bir gün geldi Gökova’ya demir attı ve 5 Haziran 2015’te yine oradan son yolculuğuna demir aldı.

Sadun Boro, o denizkızını bir yazısında şöyle anlatıyordu: “… Sırma, uzun saçları omzundan göğsüne düşmüş dünya güzeli bir denizkızı sudan çıkmış, pullu balık kuyruğu ile bir kayanın üzerine oturmuş, etrafını çeviren doğanın ihtişamını hayranlıkla seyrediyor!”

Okluk Koyu’nun Deniz Kızı ufka kaygıyla bakıyor!

Bugünlerde yolunuz oralara düşerse, Gökova’da Okluk Koyu’nun girişinde bir kayanın üzerinde, artık ne yazık ki ufka hayranlıkla değil ‘kaygıyla’ bakan bu denizkızını göreceksiniz.

Okluk Koyu kamulaştırma tehlikesiyle karşı karşıya

Doğa Ana’nın bir dantel gibi işlediği Gökova koylarından Okluk Koyu’na bir saray yavrusu hançer gibi saplandı. Yazlık sarayın beton çitleri güzelim doğa parçasını ikiye böldü. Kırk yıldır koyda misafirlerini ağırlayan iki işletmenin tahliyesi gündemde ve belki bugün ahşap iskeleye kıçtankara bağlanmış irili ufaklı tekneler bir süre sonra bir daha geri dönmemek üzere son kez buradan demir alacaklar.

İşletme sahiplerinin kamulaştırmaya karşı açtıkları davanın mahkeme süreci hala devam ediyor. Koy bugün deniz ulaşımına açık ama tedirgin bekleyiş devam ediyor.

Sadun Boro 1980 yılından sonra hayatının önemli bir bölümünü buralarda geçirmiş. Dostlarıyla Denizkızı Restoran’da sık sık buluşurlarmış. Ölümünden iki gün önce, 3 Haziran’da dostlarıyla burada, Denizkızı Restoran’da son kez buluşmuşlar. Her zaman bir 70’lik açılır, 35’liği Sadun Boro içermiş. O akşam bir dubleyi ancak bitirebilmiş. Giderken restoran çalışanlarından Abdullah’aAbdullah, ben gidiyorum, buralara sahip çıkın, vakti geldi, ben gidiyorum” demiş. Ertesi gün hastaneye kaldırılan Sadun Boro 5 Haziran 2015’te 87 yaşında Marmaris’te hayata veda etti.

Sadun Boro, Gökova, 2012

Sadun Boro ilk okyanus seyahatini 1952 yılında, İngiltere’ den Karayip Adaları’ na Ling isimli bir İngiliz teknesinde yapmış. Bir gün kendi yelkenlisi ile dünya seyahati yapma hayalinin başlangıcı olarak gördüğü bu deneyimini “Bir Hayalin Peşinde” kitabında anlatır.

Gün gelir bu hayalini de gerçekleştirir. Kendi teknesiyle dünya seyahati yapan ilk Türkiyeli denizci olur. 1965’te eşi Oda, kedisi Miço ve 10,5 metrelik keç armalı teknesi Kısmet ile İstanbul’dan yola çıkıp, dünyanın etrafında tam bir tur atıp, 2 yıl 10 ay sonra 1968’de yine İstanbul’a döner. Yurda dönüşleri coşkuyla kutlanan Sadun Boro bu gezilerini “Pupa Yelken” kitabında anlatır.

Pupa Yelken kitabının ilk baskısı

Pupa Yelken

Sadun Boro’yu ilk kez bu kitabıyla tanıdım. Ortaokul yıllarımda Beyazıt Sahaflar Çarşı’sından aldığım bu kitabın, Neolitik çağlardan kalmışçasına yaprakları sararmış, sayfa kenarlarına notlar aldığım, haritalarının üzerine işaretler koyduğum ilk baskısı bugün de zaman zaman dönüp baktığım bir kitap. Daha sonra yeni baskıları da oldu ama bu ilk baskının bende bıraktığı tat bambaşka.

Başka kitaplar da yazdı Boro. İkinci büyük seyahatleri 1977-79 yılları arasında kızları Deniz’in de katıldığı Amerika yolculuğudur. Bu macerayı “Fora Yelken” isimli kitabında anlatır.

1980 yılından itibaren Boro ailesi Bodrum’a yerleşir. Sadun Boro başta yeryüzü cenneti olarak nitelediği Gökova olmak üzere bu bölgenin doğası ve denizini korumak için olağanüstü çaba sarf eder. “Kısmet’ in Dümen Suyunda” isimli kitabında Türkiye ve komşu kıyılara yaptığı seyirlerin anılarını derlemiştir.

Hayatı boyunca en değer verdiği çalışması “Vira Demir”, kıyılarımıza ait detaylı bir seyir rehberidir. Onun teşvikiyle amatör denizciliğimiz gelişmiş, yeni denizciler dünyaya yelken açmıştır.

***

5 Haziran, Sadun Boro’nun hayata veda ettiği gündü. 8 Haziran da “Dünya Okyanus Günü”ydü. Ben de 10 Haziran’da Açık Radyo’da, “Babil’den Sonra” programımda Sadun Boro’yu ve okyanusları konu alan bir program yaptım. Programda denizci şarkıları çaldım. Programı şuradan dinleyebilirsiniz.

OKYANUSLARA KORU!

Boro bir yazısında, Okluk’un Denizkızı’nı, uzun yıllar Kısmet’i ve onun yolcularını ağırlayan Gökova Körfezi’ne olan duygularını ifade eden bir armağan olarak niteliyor ve;

“…Yıllarca Kısmet’i ve onun garip yolcusunu en güzel koylarında misafir edip ağırlayan Gökova’ya, ne zamandır bir şükran borcu olarak, naçizane bir şeyler armağan etmek isterdim. Gönlümde yatan, bir “Denizkızı”  idi. Onun için, en ücra koylarında bile ağ attım, belki tutarım diye. Ama bizim ağ eskimiş,  yırtılmış, her voli çevirişimde Denizkızı bir delik bulup kaçtı. Bir türlü ele geçiremedim. Nihayet, bir gün, heykeltıraş Tankut Öktem yardımıma yetişti. Usta ellerinde, Deniz Kızı vücut buldu. Sonra getirdik, Okluk Koyu’nun girişindeki kayanın üzerine oturttuk. Ve 1995 yılının 28 Ekim günü, dostlarla beraber duvağını açıp ona “Hoş geldin” dedik” diyordu.

Ve yazısını “O da, Tanrı’nın bizlere emanet ettiği, bu dünya cenneti Gökova’yı, bozmadığımız, yakmadığımız, kirletmeyip aynen koruduğumuz sürece, aramızda yaşamaya söz verdi. Temennimiz odur ki, Deniz Kızı’nı bir gün gene yollara düşmeye mecbur etmeyelim” diye bitiriyordu.

Bugün sadece Gökova’nın doğası-denizi değil bütün ekolojik sistem ve okyanuslar tehdit altında. Yeşil Gazete’de bugün yayımlanan bir haberde ölü ispermeçet balinasının midesinden 100 plastik bardak, 25 plastik poşet, dört plastik şişe, iki terlik ve daha fazlasının çıktığını yazıyordu.

Greenpeace 8 Haziran’da okyanuslardaki bu kirliliğe karşı Mavi Gezegenimiz Tehlike Altında, iklim değişikliğinden plastik kirliliğine, madencilik faaliyetlerinden aşırı avlanmaya kadar okyanuslarımızın karşı karşıya kaldığı tehlikeler her geçen gün artıyor. OKYANUSLARI KORU!” çağrısıyla bir kampanya başlattı. Kampanyaya şuradan destek olabilirsiniz.

(Yeşil Gazete)

William Saroyan, iki kitabıyla Aras’ta

Amerikalı yazar William Saroyan’ın 1938-1939’da Broadway’de sahnelenen oyunları “Yüreğim Dağlardadır” ve “En Güzel Günlerin” , Ece Eroğlu çevirisiyle Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı.

Yüreğim Dağlardadır

William Saroyan’ın 1938 yılında kaleme aldığı ve aynı yıl Broadway’de sahneye konulan Yüreğim Dağlardadır, kendi zamanının çok ötesinde bir oyun. 1914 yılının Fresno’sunda, aç bir şairle oğlunun, yolunu kaybetmiş, kendini dünyadan kopmuş gibi hisseden Mac Gregor adında ihtiyar bir Shakespeare aktörüyle karşılaşmasını konu alan bu tek perdelik metin, Saroyan’ın birçok öyküsü gibi, gerçeküstücü bulunmuştu. Birçok eleştirmen oyunu, dönemin daha geleneksel ve gerçekçi metinleriyle karşılaştırarak deneysel bulmuş ve bu sebeple derinlemesine bir okumasını yapmaktan çekinmiş, ancak bir taraftan alkışlamaktan da geri durmamıştı. Hikâyenin merkezindeki memleketine uzak düşmüş, Ermeni bir aileyle yüreği İskoçya’nın dağlarında kalmış Mac Gregor üzerinden yabancılık, gurbet, özlem, aidiyet gibi konuları işleyen Saroyan, kuvvetli kalemiyle okuyucuyu bunlar üzerine düşündürmekle kalmayıp, sadece yüreğin bildiği bir yere karşı duyulan özlemin de su yüzüne çıkmasına sebep oluyor. Ve belki de bu yüzden, yine birçok eleştirmenin yazılarında bahsettiği üzere, 1938-1939 sezonunda Broadway’de bu oyunu seyreden kitle, salondan sebebini tam olarak anlayamadıkları bir biçimde ağlayarak ayrılıyor. Bu ilk oyunun başarısıyla birlikte Broadway’in kapıları kendisine tamamen açılırken, Saroyan yeni Amerikan tiyatrosunun çığır açan ismi oluveriyor.

En Güzel Günlerin

Aynı anda hem Pulitzer Ödülü’nü hem New York Drama Eleştirmenleri Ödülü’nü alan ilk oyun olma özelliğini taşıyan En Güzel Günlerin, 1939’da San Fransisco’nun köhne bir rıhtım barında geçen beş perdelik bir dram. Oyunu, “Her yazar bir işçidir nasılsa” saikiyle New York’taki bir otel odasında her gün bir perde yazmayı planlayarak, bir işçinin haftalık çalışma süresi olan altı günde bitirmeyi hedefleyen Saroyan, hakikaten bu sürenin sonunda altı olmasa da beş perde yazmayı başarır. Böylelikle Saroyan asıl hedefine de ulaşmış olur: Kısa süre içinde çok çalışarak “Bir emekli onuru ve gururuna kavuşmak”. En Güzel Günlerin’de Amerikan toplumundaki adaletsizliklerin eleştirisini yapan yazar, zenginlerin kontrolü ve tekelinde olduğunu düşündüğü Pulitzer Ödülü’nü de bu sebeple reddeder. Yazıldıktan hemen sonra hiç vakit kaybetmeden Broadwayli bir yapımcı tarafından satın alınan oyun, her ne kadar yazarın Broadway’de sahnelenen ilk oyunu olmasa da (ilki 1938-39 sezonunda sahnelenen Yüreğim Dağlardadır’dır) onun kendini, öykü türünde olduğu gibi, oyun yazarlığında da hiç görülmemiş şeyler yapabilecek ölçüde yaratıcı ve nitelikli bir yazar olduğunu kanıtlamasını sağlar. Bu oyun birçok eleştirmen tarafından absürd tiyatronun (Kel Şarkıcı’dan 11, Godot’yu Beklerken’den 14 yıl önce yazılmıştır) habercisi ve Yeni Amerikan tiyatrosunun ortaya çıkmasındaki en önemli adımlardan biri olarak görülür. Oyun, 1948 yılında Hollywood tarafından sinemaya da uyarlanmıştır.

William Saroyan

Bitlis‘ten Amerika‘ya göç etmiş Ermeni bir ailenin, orada doğan ilk ferdi olarak 31 Ağustos 1908’de Kaliforniya eyaletinin Fresno kasabasında dünyaya geldi. Bir Presbiteryen rahibi olan babası, Saroyan üç yaşındayken ölünce, annesi Saroyan’ı ve üç kardeşini yetimhaneye vermek zorunda kaldı. Yetimhanede geçirilen beş yıldan sonra çocuklar annelerine kavuşarak Fresno’da bir araya geldiler.

Resmi eğitimle bir türlü yıldızı barışmayan Saroyan on beş yaşında okulu terk etti.

Çeşitli işlerde çalıştı. Asıl hedefi yazar olmaktı. Bunun için bir yandan da öyküler yazmayı sürdürüyordu. İlk öyküsü Story dergisinde 1933 yılında yayımlandı. 1934 yılında ise Randon House Yayınevi tarafından The Daring Young Man on the Flying Trapeze and Other Stories isimli kitabı yayımlandı ve o yılın en çok satan öykü kitabı oldu.

Bundan sonra artık hep yazdı. Yazmaktan ve gezmekten başka bir iş yapmadı. İçki ve kumar alışkanlığı yüzünden inişli çıkışlı bir grafik gösterse de elli seneyi aşan başarılı ve üretken bir kariyer ortaya koydu. 1939 yılında The Time of Your Life oyunuyla Pulitzer Ödülü’nü kazandı, ödülü reddetti.

Saroyan hayatı boyunca altmışı aşkın kitap -öykü, oyun ve roman yazdı. Düzyazıda kendine özgü bir tarz yarattı. Akıcı, konuşur gibi, coşku dolu bu tarz kendi adıyla “Saroyanesque” olarak anılır oldu. Kendisinin de söylediği gibi, Saroyan, öykülerinde tek bir şeyi anlatır: İnsanı. Yazarken içten ve yalındır. Onun eserlerinde süslü tabirler, söz oyunları aramak boşunadır. Öykünün bütünü ve konu esastır.

William Saroyan, klasik tabirle hızlı bir hayat yaşadı, dünyayı ve bu arada ata yurdu Bitlis’i gezdi, evlendi, boşandı, sonra aynı kadınla tekrar evlendi, sonra yine boşandı. 1981 yılında doğduğu yerde öldüğü zaman adı Amerikan edebiyatının en iyi kısa öykü yazarları arasına çoktan yazılmıştı bile.

Köklerine ve atalarının kültürüne bağlılığıyla, Saroyan, daha 1935’te Avrupa gezisinin bir durağı olarak Sovyet Ermenistanı’nı ziyaret etti.  Üçüncü ve 1978’deki son ziyaretinde, yetmişinci yaş gününü de dostlarıyla birlikte orada kutladı. Vasiyeti üzerine, naaşının bir bölümü Ermenistan’a götürülerek Erivan‘daki ünlüler panteonuna gömüldü.

(Yeşil Gazete) 

“23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı “ açıldı

23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı 17 Haziran 2019’da kapılarını ziyarete açtı. Hafıza Mekânı adını, Hrant Dink’in 23 Nisan 1996’da Agos’ta yayımlanan ‘23,5 Nisan’ başlıklı köşe yazısından alıyor. 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı 19 Ocak’ta Hrant Dink’in önünde öldürülmesiyle toplumsal bellekte sembolik bir yer edinen Sebat Apartmanı’nda bulunan Agos Gazetesi’nin eski çalışma ofisinde, 145 m2’lik alanda ziyaretçilerini bekliyor. Hafıza Mekânı ziyaretçi programlarıyla, etkinlikleriyle, arşiviyle ve sunduğu içerik ile bir araştırma, üretim, bilgi edinme, paylaşım, diyalog ve tefekkür mekânı olarak faaliyet gösterecek.

Ziyaretçiler, mekânı Hrant Dink’in anlatıları rehberliğinde gezerken onun hayatına, mücadelesine ve ölümüne tanıklık edecek, Türkiye tarihinden kesitler bulacak. Hrant Dink’in çalışma odası 19 Ocak 2007’deki haliyle korunurken, diğer odalarda ziyaretçileri kimlik, eşitlik, hakikat ve adalet gibi kavramları sorgulamaya davet eden videolar, yerleştirmeler ve yazılar yer alıyor. Sanatçı Sarkis’in acılardan pırlanta yaratmayı esas alan yerleştirmesi ‘Tuz ve Işık’, Almanyalı sanatçılar Horst Hoheisel ve Andreas Knitz’in ‘Büyükelçilik Kurma Projesi’, Hafıza Mekânı’nın daimi bir parçası olacak.

23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı’nın sergi tasarımı ve kürasyonu Hrant Dink Vakfı ekibi tarafından yapıldı. Hazırlık çalışmaları kapsamında dünyanın çeşitli yerlerindeki hafıza mekânları ve müzeler ziyaret edildi; alanın uzmanlarıyla görüşmeler yapıldı ve İstanbul’a davet edilen birçok uzmanın deneyimlerinden ve önerilerinden yararlanıldı. Dünyadaki hafıza mekânları ağının; hafızayı yaşatarak yeni nesillere aktarma çabasıyla toplumsal dönüşüme katkıda bulunan ve evrensel değerleri teşvik eden bu uluslararası girişimin bir parçası olan 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı, 60 adet video, yüzlerce fotoğraf, AGOS’un 2007 tarihine kadarki tüm arşivini, mültimedya gibi tekniklerle ziyaretçilerle buluşturuyor.

Hrant Dink Vakfı ekibi, toplumun, Hrant Dink’in sahiplendiği demokrasi, eşitlik, insan hakları ve özgürlükler gibi evrensel değerleri geniş kitlelerle buluşturan, hafıza ve umudu birleştiren 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı’nda hakikatin, vicdanın ve umudun ortak paydasında buluşmasını, çoğalmasını amaçlıyor.

23.5

Hrant Dink’in 23 Nisan 1996’da Agos gazetesinde yayımlanan, hem 23 Nisan çocuk bayramını hem de 1915’te Osmanlı Ermenilerinin “Büyük Felaket”e maruz kalışının yıldönümü olan 24 Nisan’ı ele aldığı yazısı şöyleydi: 

“Sancılı on yıllardan çıkmış ulusun tarihinde çok önemli bir akgündür 23 Nisan. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturunun meclis salonuna perçinlendiği gündür. Ve böyle bir günün “yaşam” denilen çocuğa ve geleceğe akıtılan mirasıdır. Türk Ulusu‘nun belki de en akıllıca yaptığı öngörünün tarihidir. “Gelecek” ve “çocuk” ne de güzel buluşturulmuştur öyle. Ve de ne ustaca bir değerlendirmedir yıllar sonra 23 Nisan’ı sadece Türkiye ile sınırlı tutmayıp bütün dünyanın çocuklarıyla paylaşma düşüncesi. Türk çocuklarına da dünya çocuklarına da kutlu olsun.

Yeryüzünün dört bir yanına “savrulmuş” Ermeni Ulusu’nun tarihinde çok önemli bir karagündür 24 Nisan. Üç-beş Ermeni yan yana gelmeye görsünler. Alırlar ellerine pankartları dökülürler sokaklara hemen. Nedir bütün bunların sebebi, niçin yollara düşer bu insanlar 24 Nisan’da? Tarih, 24 Nisan 1915’in şafak vakti. Özellikle İstanbul’daki Ermeni aydınları, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker alınırlar evlerinden. Götürülürler… ve bir daha da geri dönmezler. İşte, birkaç gün sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gerçekleştirilen “Tarihsel Ermeni Dramı”nın başlangıcıdır bu tarih.

Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum, ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan’ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde? Ne anlaması kolay ne de anlatması.

Dilerim kimse de yaşamasın bu ikilemi bir daha. 23 Nisan nasıl daha bir coşkuyla yaşanır? 24 Nisan nasıl hafızalardan sildirilir? Bütün bunlar çözümsüz sorular değil aslında. 23 Nisan bütün çocukların olacaksa eğer ben derim Ermenistanlı çocukların da olsun bir biçimiyle. Çağırın onları da bu kutlamalara. Barıştırın çocukları birbirleriyle, tanıştırın. Sadece 23 Nisan da olmasın 24 Nisan’ı da katın içine. Daha da uzasın o günler, bütün nisanı katın, bütün baharı katın. Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, varolan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz.

Bir başka severim 23 Nisan’ları. Hem, bizim de hanımla evlendiğimiz gündür aynı zamanda. Gerdeğe girişimiz de 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan geceye rastlar. İlk çocuğumuza can verdiğimiz andır o. Ne 23 ne de 24 Nisan. 23,5 Nisan’dır belki de o an.”

Dink’in “23.5” adlı yazısı;  Tililili Ses Enstalasyonu kapsamında oyuncu Fikret Kuşkan tarafından seslendirilmişti. Yazının ses kaydını dinlemek için tıklayın.

 

(Yeşil Gazete)

Nuri Bilge Ceylan, Şangay Uluslararası Film Festivali’nin jüri başkanı

Nuri Bilge Ceylan, bu yıl 15 Haziran’da başlayan ve 24 Haziran’da sona erecek olan Şangay Uluslararası Film Festivali‘nde yarışma bölümünde jüri başkanı olarak görev alacak. Ceylan, festivalin Altın Kadeh Ödülleri‘ne karar veren panele başkanlık edecek.

Şangay Uluslararası Film Festivali’nin önceki jüri başkanları arasında Luc Besson, Chen Kaige, Wong Kar-wai, Danny Boyle, John Woo, Jean-Jacques Annaud, Tom Hooper, Gong Li, Andrei Zvyagintsev, Emir Kusturica, Cristian Mungiu ve Jiang Wen yer alıyor.

Nuri Bilge Ceylan’ın altı filmi Cannes Film Festivali‘ndeki ana yarışma için seçilmişti. Cannes’da en iyi film, en iyi yönetmen ve jüri ödülünü alan Ceylan, 2014 yılında “Kış Uykusu” filmiyle Palme d’Or ödülünün sahibi oldu.

(Yeşil Gazete)

 

Yeşiller solun neresinde – 2

Yazının sonunda söyleyeceğimi en başta söyleyerek tüm heyecanı kaçırayım, Sonra rahat rahat kalanını tartışayım. Yeşiller sol bir hareket değildir. Aynı şekilde, sol da yeşil bir hareket değildir. Bu, Yeşillerin sol değerler taşıdığı ya da solun ekolojik dertleri olduğu gerçeğiyle ters düşmez. Bu benzetmeleri daha pek çok hareket için söylemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Baskıcı ve sol olmakla özgürlükçü ve sol olmanın farklı olması gibi, kapitalist ve özgürlükçü olmak da kapitalist ve faşist olmaktan farklıdır. Bazı bakış açıları aralardaki farkı görmek için doğru olmayabilir, hatta bazen i bu farkları tanımlamak gereksizleşebilir, fakat fark olduğu gerçeğini değişmez. Bir önceki metni aşağıdaki şekli çizerek tamamlamıştım. Kaldığım yerden devam ediyorum.

Şekil 1 Üretim araçları ve insan merkezlilik/doğa merkezlilik açısından politik spektrum ve Eylül 2017 yılındaki AB

Şekil 1’in bize anlatmaya çalıştığı şey, politik spektrumun artık Frankfurt Okulu‘nun tanımladığı gibi iki uçlu olmadığıdır. 1930’lu yılların sermaye ve işçi sınıfı arasındaki derin sınıf mücadelesi, Sovyetler Birliği’nin batı dünyasını düşman görmesi (Mihver Güçlerin Müttefiklerle paylaştıkları en ortak dünya görüşü sermayenin sahipliği ekseninden bu olabilir) politik sınıflandırmanın ister istemez böyle yapılmasına sebep olmuştur. Burada yapılmaya çalışılan, bu tanımlara sermaye ve üretim araçlarına sahiplikle birlikte yeni odaklar eklenmesidir. Şekil 1’deki her bir ucun şu an bir politik temsilcisinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunlar, şeklin sağından başlayarak saat yönünde liberal hareketler, faşist hareketler, sosyalist hareketler ve yeşil hareketlerdir. Şekilde, bazı ülkelerin teokratik yapıları (İran gibi), teokratik eğilimleri ve değer yargılarıyla (İhvan ya da Hristiyan demokratlar gibi) beşinci bir uç tanımlamak mümkün olsa da bu yazı çerçevesinde, laik ülkelerde bu uçların bir önemi yoktur varsayımı üzerinde durmayı seçeceğim.

Ancak Şekil 1’in tamam olabilmesi için toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden bir başka düalizmin yerleştirilmesi şarttır. Şekil 2, Şekil 1’e üçüncü bir boyut ekleyerek bu düalizmi patriyarka ve feminizm olarak yerleştirir. Bu üçüncü boyut, politik spektrumun aslında her tarafının erkek egemen de olabileceğini göstermeye çalışmaktadır. Politik spektrumun bu üçüncü boyutuna daha sonra değineceğim.

Şekil 2 Politik spektrumda 3. boyut olarak patriyarka ve feminizm

Peki Yeşiller neden sol değil diyorum? Başlangıçta da ifade ettiğim gibi bu durum Yeşiller’in sol değerleri benimsemediği anlamına tabii ki gelmiyor. Burada, Yeşiller için iki ayrı okuma yapmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birisi emek merkezli bir perspektiften Yeşiller’i anlamaya çalışmak ki buna günümüzde ekososyalizm diyoruz. Diğeriyse doğa merkezli bir bakış açısından sol değerleri anlamaya çalışmak ki buna en sonda değineceğim. Öncelikli olarak ekosentrik uca neyi yerleştirmemiz gerektiğini tartışmakta belki fayda var. Bunu ortaya koymak için iki temel soruyu kendimize sormanın ve cevap aramanın önemli olduğunu düşünüyorum. Mevcut sistemi ne ölçüde değiştirmek istiyoruz ve bu değişimin ne kadar süre içinde gerçekleşmesini bekliyoruz?

Ekosentrik uçlar

Ekosentrik uçta yer alacak bir hareket her şeyden önce yeryüzü merkezli olmalıdır. Ekosentrik uç siyaseti, üretim tarzları ve ekonomik sınıflara dayalı bir bilinç üzerinden ele alan Marksist yaklaşım ya da cinsiyet ve iktidar ilişkilerinin bilincine sahip bir bakış açısıyla ele alan feminist yaklaşım gibi, insanın doğanın bir parçası olduğu kabulü ve bilincine dayanan bir yaklaşımla ele almalıdır. Bu bakış açısını, davranış bilimindeki kavramla karışmayacağını umarak Ekolojik Yaklaşım olarak isimlendireceğim. Bu noktada belirtmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Bu kavramı ilk kez kullanan kişi değilim ancak çok kabul görmediğini söylemek doğru olacaktır.

Ekolojik Yaklaşım’a göre ,gezegendeki en büyük sorunun insan kaynaklı olduğunu ve üretim ilişkilerini değiştirmeden gezegenin sorunlarının çözümünün mümkün olmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Gezegenin çok umurunda olmayabiliriz, doğa bir şekilde yolunu bulur. Ancak insanın gezegende bir yere sahip olmaya devam edebilmesi için ona uyum göstermesi gerekmektedir.

Ekolojik Yaklaşım’ın uçlarını zorlamak için Yeni Materyalizm‘e [1] ya da post pozitivizme [2] bakabiliriz diye düşünüyorum. Yeni Materyalizm, adalet çerçevemizin farkındalık gibi insani özellikleri üzerinden inşa edilmiş olmasından ötürü insan adaletinin doğal çevreyle ilgilenen modern etik sorunlara karşı yetersiz olduğunu söylemektedir. Bu bakış açısı “eşitsizliği” insan üstü bir seviyeye çıkararak doğayı insanın tahakkümde bir nesne olmaktan çıkarıp insanın uyum göstermesi gereken bir özneye çevirir [3]. Timothy Morton’a göre tüm maddeler ölü ya da diri birbirleriyle bir ilişki içindedir ve insanlar maddi dünyanın tamamına karşı sorumludurlar. Bu aslında ölmüş, yaşayan ve henüz doğmamış olan her şeyin hakkıyla ilgili bir durumdur. Yeni Materyalizm’in siyasi söylem olarak kendine bulduğu alan Derin Ekoloji’dir.

Aslında Yeni Materyalizm’in bizi götürdüğü nokta doğanın (ve aslındaki evrendeki her şeyin) hakkı olduğudur. Doğanın hakkı derken neyi kastettiğimizi anlatmak için Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi‘ne bakabiliriz. Madde 2, Toprak Ana’nın doğal haklarından bahseder; onun ve onu meydana getiren tüm varlıkların (insan buna dâhil değildir) yaşama ve var olma hakkının olduğunu söyler. Ayrıca saygı duyulma, yaşam döngülerini ve süreçlerini insan tarafından bozulmadan devam ettirme, biyolojik kapasitelerini yeniden oluşturma, kendi kimliğini ve bütünlüğünü ayrı, özlük ve birbiriyle ilişkili varlıklar olarak sürme, yaşam kaynağı olarak, temiz hava, bütünsel sağlık ve kirlenmeden, zehirli ve radyoaktif atıklardan muaf olmaya hakkı vardır der. [4] Bazıları için doğa ana kavramının çok spiritüel kaldığının farkındayım. Bu yüzden daha az spiritüel bir kaynağa da danışalım.

Doğa Hakları için Küresel İttifak’a (Global Alliance for the Rights of the Nature) göre doğanın haklarının olması, insanlar tarafından onun tanınması ve haklarının teslim edilmesi anlamına gelir. Ekosistemlerimizin – ağaçlar, okyanuslar, hayvanlar, dağlar dahil olmak üzere – insanlar gibi haklara sahip olduğunun tanınmasıdır. Doğanın hakları, insanlar için iyi olanlarla diğer türler için, gezegen için iyi olanın dengelenmesidir. Tüm yaşamın, gezegenimizdeki tüm ekosistemlerin derinlemesine birbirleriyle ilişkili olduklarının bütünsel tanınmasıdır.

Peki, doğal yaşam alanı kalmamış, tamamıyla suni yaşam alanları inşa etmiş ve bunu da tamamıyla normalleştirmiş bir tür olan insana rağmen bu haklar nasıl tesis edilir? İnsana rağmen yaşam alanı nasıl savunulur? İnsanların hakları ne ifade eder? Mesela çölde yaşamak ve serinlemek için elektrik kullanmak doğanın hakları karşısında nasıl bir haktır?

Konu insan olunca uçları törpülemek ve siyaseti de insan hırsları ve zaaflarına göre yeniden tanımlamak gerekiyor. Sonuçta siyaset şu ya bu şekilde antroposentrik bir bakış açısına sahip olmak durumunda kalmaktadır. Derin ekoloji içerisinde tartışılagelmiş bir konu olan ekolojistlerin aslında ekoloji karşıtı olmaları ancak bunun, projelerinin kazara çevreye zarar verme ihtimalinden değil, projelerinin uygulanmasına ihtiyaç olan disiplinin ekosentrik bakış açısına ihanet eden antroposentrik yönetimsel bir yaklaşım olması, konu için iyi bir örnek olabilir [5]. Bunun için iyi bir analoji, komünizmin inşası için bir süre proletarya diktatörlüğünün kurulması olabilir.

Devam etmeden bir noktaya dikkat çekeyim. Antroposentrik ilişkiler kuramayan bir hareketin toplum nezdinde radikal olmaktan başka bir çözümünün kalmadığına, siyasal bir hareket olarak partileşmesinin mümkün olmadığına ve bildiğimiz anlamda yönetime aday olamayacağına inanıyorum.. Öte yandan siyasi bir hareketin yapabileceği tek şey de partileşmek olmadığı için derin ekolojik bir hareket de tüm siyaseti ekolojik bakış açısıyla tıkayarak Yeşiller’in tarihsel rolünü oynayabilir.

John Passmore meseleyi çözmemize yardımcı olabilecek bir ayrım önerir: Ekoloji problemlerinin, hipotezlerin çevre deneyleriyle formüle ve test edilebildiği ve tamamıyla bilime ait meseleler olduğunu ileri sürer; diğer yandan ekolojik problemler ise ‘kendimizi azade etmeyi arzuladığımız toplumumuzdaki doğru kavramının kaçınılmaz sonuçları olarak görmediğimiz doğayla münasebetlerimizden doğarlar ve esasen toplumumuzun ürünleridirler” [5].

Yeni Materyalizm’i yumuşattığımızda Politik Ekoloji kavramına varırız. Asıl soru, Şekil 1 üzerinde Yeni Materyalizm’i yumuşatırken politik spektrumun sağına mı yoksa soluna mı doğru ilerlediğimizdir. Bir taraf bizi ekososyalizme doğru taşırken diğer taraf yeşil kapitalizm safına götürecektir. Şekil 3 politik ekolojinin kendini konumlandırabileceği alanı ifade etmektedir. Şekil 3 dikey ekseninde politik ekolojinin sınırlarını pozitivizm ve post pozitivizm ya da Neo-Malthusçuluk oluşturmaktadır.

Şekil 3 Politik ekolojinin Şekil 1’deki politik spektrum üzerinde gösterimi

Diğer uçlar

Politik Ekoloji, siyasi, ekonomik ve sosyal faktörlerin çevresel meseleler ve değişimlerle birlikte çalışıldığı bir alandır. Bu alan sosyal ilişkilerle ilgilendiği için bir şekilde ekonomi odaklı da olmak zorundadır. Politik ekolojinin ekonomik ilişkilere bakışı için yine Ekolojik Yaklaşım üzerinden şekillenmiş, Raymond L. Bryant ve Sinéad Bailey’nin kurduğu üç temel varsayım üzerinden ilerleyebiliriz. Bunlar:

  • Çevresel değişiklikler toplumu homojen etkilemez. Siyasi, sosyal ve ekonomik farklılıklar maliyetlerin ve fırsatların eşitsiz dağılımına sebep olur.
  • Çevresel şartlardaki herhangi bir değişiklik siyasi ve ekonomik statükoyu etkilemek zorundadır.
  • Maliyetlerin ve faydanın eşitsiz dağılımı ve mevcut eşitsizliklerin artması ya da azalması sonuç değil, güç ilişkilerindeki bir değişiklikten ötürüdür. [6]

Paul Robbins’in de ifade ettiği üzere politik ekoloji “bir şeyleri yapmak için örnek oluşturacak daha iyi, daha az zorlayıcı, daha az sömürücü ve daha sürdürülebilir yöntemler mevcuttur.” [6]

Sürdürülebilirlik kavramının çoğunlukla içinin boşaltıldığına inansam da doğa ve insan ilişkileri açısından önem teşkil ettiği yadsınamaz. Ekonomi konuştuğumuz zaman kaynakları da konuşmamız gerekmektedir. Sürdürülebilirlik dediğimiz için burada Wilfred Beckerman’dan bir alıntı yapabiliriz diye düşünüyorum.

“Sürekli doğal kaynakların kıtlığı vurgulansa bile bu iddia uzun vadede gıda, mineral ve ürün fiyatlarının işçilerin ücretlerine göre düşüş göstermesiyle yalanlanmıştır. Çünkü belli bir kaynağı bulmak zorlaştıkça değeri artar ve bu da kapitalist girişimcileri alternatif oluşturabilecek kaynakları, süreçleri ya da maddeleri bulmaya yöneltir. Alternatiflerinin bulunması orijinal maddenin fiyatının düşmesine sebep olur. Örneğin bakır kablolar yerine yaygın olarak kullanılan fiber optik kablolar, gerçek bakırın fiyatını düşürmüştür. Bu yüzden kıtlık ekolojik değil, ekonomik bir olgudur. Ve çevrecilerin iddia ettiği tüketimi azaltarak değil ancak kapitalist girişimcilerin bulacakları çarelerle ortadan kaldırılabilir.” [7]

Ne, kapitalistlerin bulacakları çözümler mi? Gezegeni bu hale getirenler onlar değil miydi? Bir de çare olarak önümüze gelecek çözümler ne olacak acaba? Şimdiye kadar karşımıza çıkan çözümlerin; kıtlık için GDO, enerji için nükleer, savaşları bitirmek için savaş vb. ekseninde olduğunu söylemekte fayda var.

Fakat yine de insanların en refah içinde oldukları yüzyılı yaşadığımızı da kabul etmek gerek.

Politik spektrumda sorunun dönüp dolaşıp takıldığı noktanın ekonomi ve ekonomik faaliyetler olduğunu kabul etmek gerekiyor sanırım. Sorun tüketim alışkanlıkları, bunların yarattığı refah toplumu ve bu toplumun bedeli olarak insanın ve doğanın tahribatıdır. Politik spektrumun ne tarafına doğru gittiğimizi anlamak için Yeşiller’in ilkelerine başvurmanın faydalı olacağını düşünüyorum.

Derek Wall‘a göre Yeşiller’in dört temel ilkesi mevcuttu. Bunlar ekolojik bilgelik, sosyal adalet, tabandan demokrasi ve şiddetsizlik. 1984’te Amerika Yeşilleri bu ilkelere altı ek yaparak toplam sayıyı 10’a çıkardılar. Bu yeni eklenen ilkeler ademi merkeziyetçilik, topluluk temelli ekonomi, feminizm, çeşitliliğe saygı, küresel sorumluluk ve gelecek odaklılıktır. 2001 yılında Küresel Yeşiller bu ilkeleri altı  olarak açıkladı. Bunlar, ekolojik bilgelik, sosyal adalet, katılımcı demokrasi, şiddetsizlik, sürdürülebilirlik ve çeşitliliğe saygıdır. Türkiye Yeşilleri de kendi politik görüşlerini on ilke üzerinden tanımlamaktadır. Bunlar sırasıyla doğaya uyum, sürdürülebilirlik, küresel mücadele, erkek egemenliğinin reddi, şiddetin reddi, doğrudan demokrasi, yerellik, adil paylaşım, özgür yaşam ve çeşitliliğin korunmasıdır.

Bu saydığım dört ayrı ilke setini okurken bir şey dikkatinizi çekmiş olabilir mi? Amerika Yeşilleri hariç hiçbiri ekonomiden bahsetmiyor. Bu eksikliğin iki temel sebebi olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki, ekonomiden bahsetmeye başladığımız anda üretim araçlarının mülkiyetinden de bahsetme gerekliliğinin ortaya çıkması, ikincisiyse üretim araçlarına sahiplikten ötürü ortaya çıkan sınıf çatışması. Amerika Yeşillerinin buna, dürüstlükle ifade ettikleri bir çaresi var ve buna Yeşil Yeni Düzen ismini veriyorlar. Bu konuda diğer yeşil hareketlerden ayrıldıklarını kabul etmek lazım. Sosyal demokrasinin bile öcü olduğu bir toplumda daha azını konuşmak da pek mümkün olamazdı sanırım. Aşağıdaki görsel anlatmak istediğim şeyi yansıtmaktadır kanımca.

Küçük güzeldir ifadesinin ekonomik karşılığı kapitalizme hayırdır diye düşünüyorum. İnsan ölçeğini aşan şirketler olmasın. Fakat bu ölçeğin boyutları tam olarak nedir bilemiyoruz. Kaç kişinin patronu olursam sınırların dışına çıkmış olurum mesela ya da serbest piyasa var oldukça malların dünyanın uzak uçlarına gidip gitmemesini ne belirleyecek? Yerel üretimin piyasaya arzının fiyatları düşürmesinin ve ithal malların rekabet edememesini beklemenin çok iyimser olduğunu düşünüyorum. Bunu düzenlemek için öyle ya da böyle bir devlete ihtiyaç duyacaksak eğer, sanki şimdikinden çok parlak bir dünyadan konuşmuyoruz gibi. Ya da mesela sürdürülebilirlikten bahsediyoruz. Sürdürülebilir olan nedir? Sürdürülebilir üretim mi mesela, daha uzun yıllar gezegeni tüketmeye devam edebilelim diye, ya da sürdürülebilir kalkınma mı? Hem zaten artan nüfus ekonomik büyümeyi ve daha yeni işlerin oluşmasını gerektiriyor. Peki üretim araçları kimin olacak ve her zaman toplum ve gezegen yararına kullanılacağından nasıl emin olacağız? Reel sosyalizm içinde bu kolaydı. Üretim araçları devlete ait, nokta. Üretim araçlarına bir kısım varlıklı kişi sahip olunca mevcut toplumsal sınıflar ne olacak peki? Buna cevabımız sürdürülebilir büyüyen ekonomisiyle, doğayla uyum içinde yaşayan dünyanın, zenginleri ve sömürülen emekçileri mi olacak peki?

Son uç da pozitivizmin başladığı ya da bittiği yer olabilir. Ne taraftan baktığınıza göre değişecektir bu. Politik Ekoloji açısından bakıldığında öte yandan iklim değişikliği inkarcılığı yer almaktadır. Bunun daha uzak uçlarında milliyetçilik ve faşizm de bulunmaktadır. Muhafazakârlığı hariç tutuyorum çünkü her ucun kendi içinde bir muhafazakârlık barındırdığını düşünüyorum.

Sona gelince;

Bu noktada geri çekiliyorum. Yazının başında söylediğim Yeşiller sol değildir iddiasını biraz daha açayım. Yeşiller sol değildir çünkü sınıf siyaseti tartışmanın odağında yer almaz ancak Yeşiller pazar liberalizmine izin vermeyecek kadar da küçük ve yerel şeyler peşindedir. Peki, politik spektrumda iki yöne de gidemeyen bu hareket ortada bir yerlerde midir? Soruyu biraz değiştirerek tekrar sorarsam, Yeşiller’in sol bir hareket olma ihtimali var mıdır? Gezegen için adil olanın insanlar için de adil olması gerekmez mi? Ekososyalizm özgürlükçü değerler üzerinden inşa edilemez mi?

Bir sonraki yazıda buradan devam edeceğim.

[1] New Materialisms: Ontology, Agency and Politics, Coole and Frost, Duke University Press, 2010

[2] Political Ecology in Development Research, Jon Schubart, Swiss Peace Foundation, 2005

[3] Marxism and Ecocritism, Lance Newman, Oxford University Press, 2002

[4] https://dogahaklari.org/toprak-ana-haklari-evrensel-beyannamesi/

[5] Ekoeleştiri, Greg Garrard, Kolektif, 2012

[6] Third World Political Ecology, Raymond L. Bryant, Sinead Bailey, American Geographical Society, 1997

[7] Political Ecology, Paul Robbins, Blackwell, 2012

(Yeşil Gazete)