Türkiye’nin çok taraflı kalkınma bankalarından sağladığı iklim finansmanındaki payı, 2015’e göre yüzde 10.3’den yüzde 3.4’e geriledi.
Çok taraflı kalkınma bankalarının iklim dostu yatırımlar için 2015 Paris İklim Anlaşması sonrasında sağladıkları finansmanın 2018’de en yüksek noktasına ulaştığı açıklandı. Afrika Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, Inter Amerikan Kalkınma Bankası, IDB Invest, IDB Lab, İslami Kalkınma Bankası ve Dünya Bankası tarafından ortak çalışma ile yayınlanan rapordaki bilgilere göre bu bankalar iklim değişikliği ile mücadele ve uyum alanında 2018’de 43,1 milyar dolarlık finansman sağladı.
Yeşil Ekonomi’de yer alan habere göre, bu finansmanın %70’lik bölümü iklim değişikliği etkilerini azaltma, %30’luk bölümü ise uyum projeleri için sağlandı.
İklim finansmanı; bankaların kullandırdıkları toplam kaynak içinde %30’luk pay sahibi olurken, bankaların ortak finansör olarak yer aldıkları finansman çalışmalarının büyüklüğü ise 111,15 milyar dolar oldu.
Buna karşın Türkiye’nin bu kuruluşlardan sağladığı kaynaktaki payı hem tutar hem de oran olarak geriledi. Türkiye’nin 2015 yılında 2,582 milyar dolar ile toplam finansman içinde % 10,3 olan payı 2018’de 1,450 milyar dolar ile % 3,4’e gerilerken, dört yıldaki 130,8 milyar dolarlık toplam rakamdaki payı ise % 6 oldu.
Çok taraflı kalkınma bankalarının son dört yılda sağladığı iklim finansmanı rakamları şu şekilde: 2015: 25,1 milyar dolar
2016: 27,4 milyar dolar
2017: 35,2 milyar dolar
2018: 43,1 milyar dolar
Bu finansman içinde Türkiye’nin payı ise şöyle:
2015: 2,582 milyar dolar
2016: 2,135 milyar dolar
2017: 1,790 milyar dolar
2018: 1,450 milyar dolar
“Gerçek, görmek istesek de istemesek de hep oradadır. İhtiyaçlarımızı, hükümetlerimizi, inançlarımızı kaale almaz. Ortaya çıkmak için zamanını bekler.” (Çernobil dizisinde bir bilim insanının itiraflarından)
Çernobil kazası ile son günlerin sıcak gündemi Merkez Bankası (MB) tartışmalarının ne ilgisi var diye sorabilirsiniz. Çok ilgisi var! 5 bölümlük Çernobil dizisini izleyince siz de aynısını düşüneceksiniz.
Dizinin son bölümünde dramatik bir sahne var. Kazayı araştıran bir bilim insanı mahkeme heyetine kazanın, insani ve bilimsel olarak iki sebebi olduğunu söyler. Türkiye ekonomisini çöküşe götüren sebep olarak bunlara bir yenisini eklemeye gerek yok sanırım. İnsani sebepler derken bilim insanının kastettiği liyakat meselesini kastediyorum. Otokrat rejimlerde hak etmediğiniz pozisyonlara adamınızı bulduğunuz sürece gelmek kolay ama orada durmak ve ilerlemek çetrefillidir. Olmayacak işlere evet demeniz gerekir. Bu karmaşıklıkta bir reaktörün kumanda odasında olamayacak kadar deneyimsiz bir mühendisin, gözü daha yukarılarda olan başmühendisle mücadelesi bugünün Türkiye’sinde Merkez Bankası sahnesinde yaşanıyor.
İktidar ve avanesi Gezi süreci ile paralel evrene geçmeden önce, Türkiye’de liyakat bir ölçüde geçerliydi. Ekonomi yönetiminde Erdem Başçı, Ali Babacan, Mehmet Şimşek gibi isimler olabiliyordu. Yanlış anlaşılmasın, yukarda saydığım isimler ekonomide hiç de öyle mucizeler yaratmadı. Neoliberal piyasa oyununun kurallarını iyi biliyorlardı, ancak daha önemlisi dünya konjonktürü arkalarındaydı. Oyunu kuralları içinde oynadığınız müddetçe, borç için dışarıya ödenen faizler “tepeden” bir emre gereksinim duymadan kendiliğinden düşüyordu zaten. Bu isimler bugünlerin stres testlerinden geçmediler; benzer isimler yeni bir oluşumla ortaya çıkarken aklımızın bir köşesinde kalsın bu gerçek. Yine de Sezar’ın hakkı Sezar’a, MB eski başkanlarından Erdem Başçı dediğimiz kişi Mishkin gibi dünya çapında bir iktisatçı ile ortak makale yazabilecek birikime sahip biriydi.
Zaten ne olduysa Gezi ile başladı, gerçeğiyle paraleli arasındaki makas açılmaya başladı, 17-25 Aralık’la genişledi, 15 Temmuz’la zirve yaptı. Geldiğimiz noktada liyakat hak getire. MB’nin başına, tezinde Mishkin’in (ve MB’deki kendi meslektaşlarının) çalışmalarını birebir kopyaladığı iddiaları olan birinden başkasını bulamayan bir ülke haline geldi Türkiye. Bu tezi zamanında gözetimi altında yazdıran profesörün bugün Sermaye Piyasaları Kurumu başkanı olarak görev yapabilmesinde buna benzer daha birçok şaibenin olması da işin düşündürücü tarafı.
Bilinenin aksine merkez bankalarının en önemli sermayesi sahip oldukları döviz rezervi değil, itibar ve bilgi birikimi, deneyimdir. 1997’de Asya Krizi’nde neredeyse bölgenin tüm MB’ları spekülatif ataklara karşı çaresizce paralarını devalüe etmek zorunda kalırken, Hong Kong MB’si sağlam durmayı sahip olduğu rezervlerle değil, bilgi ve itibarıyla başarabilmişti. İtibar, yani özü sözü bir olmak. Genel kanı, itibarlı bir MB’nin açıklamalarıyla piyasadaki belirsizlikleri azaltabildiği, dolayısıyla ülkenin borçlanma faizlerini düşürebileceği yönündedir. Bugünden yarına elde edilebilecek bir haslet değildir ama bir günde kaybedilecek kadar da hassastır. Sırf faiz düşürmeyi kabul etmedi diye, itibarın bu kadar önemli olduğu bir kurumun başına adı intihale karışmış bir ismi getirmek gerçeği ve bilimi ihtiyaçlarına göre eğip bükeceğini sanma aymazlığından başka nedir?
Dizideki biliminsanı, çözüm diye sarılınan son hamlenin nükleer reaktörü bir nükleer bombaya çevirdiğini söyler. Umalım ki, ekonomik krizi aşmak için faizleri düşürür umuduyla MB’na yapılan bu son atama hamlesi aynı akıbete uğramasın.
Türkiye’nin Kıbrıs açıklarına ikinci sondaj gemisini göndermesine Rusya’dan da tepki geldi. Rusya Dışişleri Bakanlığı, ‘Kıbrıs’ın egemenliğinin ihlal edildiği’ni belirterek ‘Endişeliyiz’ açıklaması yaptı.
Türkiye’nin doğalgaz arama faaliyetleri için ikinci sondaj gemisini de Kıbrıs açıklarına göndermesi hakkında Rusya’dan da bir açıklama geldi. Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın yazılı açıklamasında, “Jeolojik araştırma için Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesine yeni bir Türk gemisinin daha girdiğine dair haberlerden dolayı bölgedeki gelişmeleri endişeyle izliyoruz” denildi.
Rus Dışişleri Bakanlığı, “Kıbrıs’ın egemenliğinin ihlal edilmesinin, Kıbrıs sorununun kalıcı, uygulanabilir ve adil bir şekilde çözülmesine engel olmaktan başka bir sonucunun olabileceğine inanmıyoruz” ifadelerini kullandı. “Tüm taraflara Doğu Akdeniz’de kriz ihtimalini artıracak adımlardan kaçınma ve itidalli hareket etme” çağrısı yapan Rusya, söz konusu tarafları “her türlü anlaşmazlığı diyalog ve birbirinin çıkarına saygı göstererek çözmeye” davet etti
AB’den egemenlik ihlali uyarısı
Avrupa Birliği de (AB) dün akşam Türkiye’ye, Akdeniz’e gönderdiği Yavuz gemisiyle ilgili “egemenlik ihlali” uyarısı yapmıştı. AB’nin açıklamasında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yeni sondaj operasyonunun büyük endişeyle karşılandığı ifade edildi. Açıklamada bölgede tansiyonun yükselmesinin kabul edilemez olduğu söylendi, Türkiye’nin sondaj çalışmalarının Güney Kıbrıs’ın egemenliklerini ihlal anlamına geldiğine dikkat çekildi. AB, Türkiye’ye yaptırım uyarısında da bulundu.
Yavuz sondaj gemisi dün Doğu Akdeniz’de sondaj faaliyetlerine başlamıştı. Türkiye daha önce bölgeye Fatih sondaj gemisini de göndermişti.
CHP’li Gürer’in soru önergesine cevap veren Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli, yardım kuruluşlarına et ithatı için izin verildiğini doğruladı, konrol ve analizlerin sağlık şartnamesine göre değil, kendilerinin yaptığını söyledi.
CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in soru önergesine gelen yanıtta, yardım kuruluşlarına da et ithalatı izni verildiği, bu iznin ‘sağlık ve teknik şartlardan muaf tutulduğu’ ortaya çıktı. Bugüne dek Et ve Süt Kurumu’nca kullanılan et ithalat iznin ilk kez yardım kuruluşlarına da verilmeye başlandığına dikkat çeken Gürer, “Yardım kuruluşlarının ithal edeceği et miktarına bir sınırlama da getirilmemiştir” dedi.
Gürer, ithal edilen büyükbaş hayvanlarda çıkan şarbon hastalığı ülke gündemini işgal ederken yardım kuruluşları için Sağlık ve Teknik Şartların Belirlenmesine İlişkin Tebliğ‘e tabi olmadan hayvan ithalatı yapmasına olanak tanıyan yönetmelik düzenlemesini, soru önergesiyle Meclis gündemine taşımıştı. O önergeye Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’den yanıt geldi. Pakdemirli yanıtında iznin verildiğini doğruladı, “… hayır amacıyla faaliyet gösteren dernek ve vakıflar tarafından ticari amaç güdülmeksizin ülkeye getirilecek sığır etlerinin ithalatı ‘İnsani Yardım ve Hayır Amacıyla Faaliyet Gösteren, İzin Almadan Yardım Toplama Hakkına Sahip Dernek ve Vakıflar Tarafından Ticari Amaç Gözetilmeksizin İthal Edilecek Sığır Cinsi Hayvanlar İçin Taze/Soğutulmuş Çeyrek Karkas (Eşit Olarak Bölünmüş) Teknik Şartnamesi” kapsamında yürütülmektedir’” dedi. Etlerin ülkeye girişinde gereken kontrol ve analizlerin yapıldığını kaydeden Pakdemirli, “uygun olmayan sığır etlerinin ülkeye girişine izin verilmemekte olup imha edilmektedir” yanıtı verdi.
Ömer Fethi Gürer önergesinde, 20 Ağustos 2018’de Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanan Ürünlerin Ülkeye Girişinde Veteriner Kontrollerinin Düzenlenmesine Dair Yönetmeliğin değiştirilerek geçici 3’üncü maddenin eklendiğini hatırlatmıştı: Buna göre yönetmeliğe; “İnsani yardım ve hayır amacıyla faaliyet gösteren, izin almadan yardım toplama hakkına sahip dernek ve vakıflar tarafından ticari amaç güdülmeksizin ithal edilecek koyun, keçi ve sığır cinsi hayvanlara ait etlerin sağlık ve teknik şartlarına ilişkin usul ve esaslar bakanlıkça belirlenir” ifadesi eklenmişti.
Gürer, Bakan Pakdemirli’den net bir şekilde yanıtını alamadığı şu soruları sormuştu: “Bütün yardım kuruluşlarına mı ithalat yetkisi verilmiştir? Söz konusu ithalatı yapacak yardım kuruluşları nasıl belirlenecektir? Hangi yardım kuruluşları ithalat yapabilecektir? Yardım kuruluşlarının ithal edeceği et miktarına bir sınırlama getirilmemesinin nedeni nedir? Sığır et ithalatında, Sağlık ve Teknik Şartların Belirlenmesine ilişkin Tebliğ’e tabi olmadan yapılacak ithalatın halk sağlığı açısından riskli olacağını düşünmüyor musunuz?”
Özellikle lop etin menşeinin kemiksiz ete göre zor analiz edildiğini ve zaman gerektiğini hatırlatan Gürer, “Parça etler örnekleme usulü ile kontrol ediliyor, bu nedenle et ithal etmek riskli bir yol. Canlı Hayvan ithal etmek daha kontrollü ancak ülkemizde et ithali zorunlu olmamalı. Bu işleri yapanlar, ticari sır sayılmadan açıklanmalıdır. Zorunlu kalınması halinde dahi yardım ve hayır kuruluşları bu ticari ilişkilere girmemeli, ithal hayvan gelecekse de kamu eli ile ithal edilen hayvanlar yardım ve hayır kurumuna verilmelidir” dedi.
Yasağa aykırı davrananlara 100 bin Yeni Zelanda Doları ( 375 bin TL) ceza uygulanacak. Benzer yasaklamaları uygulayan ülke sayısı ise 80’i geçti
Yeni Zelanda’da tek kullanımlık plastik torba kullanımına çok geniş ölçüde yasak getiren düzenleme yürürlüğe girdi. Düzenleme ile 1 Temmuz 2019 tarihinden itibaren ülkedeki market ve mağazaların tek kullanımlık plastik torba satışı ve kullandırması büyük ölçüde yasaklandı. Yalnızca sebze ve et ürünleri için kalınlığı 70 mikronu geçmeyecek plastik torbalar ile çöp torbaları gibi bazı ürünler için istisna uygulanacak.
Yasağa aykırı davrananlara ise 100 bin Yeni Zelanda Doları ( 375 bin TL)ceza uygulanacak.
İşyeri sahipleri de destekliyor
Ülke yönetimi tarafından düzenlemenin yürürlüğe girmesinden önce yapılan bir anket çalışmasında iş yeri sahiplerinin %62’sinin yasağa destek verdiği görülmüştü. Geçtiğimiz Ağustos ayında duyurulan düzenleme sonrası da ülkedeki ana süpermarket zincirlerinin çok büyük bölümü gönüllü olarak kullanımları durdurmuştu.
Yeni Zelanda Çevre Bakanlığı verilerine göre ülkede kişi başı tek kullanımlık plastik torba sayısı 154 ile 323 arasında değişiyor. Yıllık toplam tüketim rakamı ise 750 milyon ila 1,6 milyar arasında.
Konu hakkında açıklamalarda bulunan Yeni Zelanda Çevre Bakanı Eugenie Sage yasağın plastik atıklar ile mücadele anlamında çok kapsamlı olmadığını kabul etmekle birlikte asıl önemli olanın konunun toplumda konuşulmaya başlaması olduğuna vurgu yaptı; ülkede tüm plastik atıkları en aza indirmek için daha fazla neler yapılması gerektiğini konuşulmaya başladığına dikkat çekti.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı verilerine göre 80’den fazla ülkede tek kullanımlık plastik torba kullanımını engelleyen çeşitli düzenlemeler bulunuyor.
Günde 300 milyon ton plastik atık üretiliyor
Dünyada her gün, halihazırda yaşayan tüm insanların 300 milyon tona yakın plastik atık ürettiği, 950’den beri üretilen toplam plastik miktarının ise 8,3 milyar tona eşit olduğu tahmin ediliyor.
950’den beri üretilen tüm plastik atıkların toplam ağırlığı ise 8,3 milyar ton olarak hesaplanırken, bunların yalnızca %9’luk bölümü geri dönüştürülebilmiş durumda. %12’lik bölümü yakılarak bertaraf edilmeye çalışılmış, %79’luk bölüm ise doğaya karışmış ve katı atık depolama sahalarında biriktirilmiş halde.
Artan plastik kullanımı petrol üretimini de artırıypr. Uluslararası Enerji Ajansı öngörülerine göre 2050 yılında küresel petrol üretiminin %20’lik bölümü plastik üretimi için kullanılacak.
İklim değişikliğine ‘inanmadığını’ söyleyen ABD Başkanı Donald Trump’un başkanlık konutunun da bulunduğu Washington’u sel bastı. ABD Meteorolojisi sellerin ‘alışılmadık ölçüde tehlikeli’ olduğu uyarısı yaptı.
ABD’nin başkenti Washington D.C. ile Maryland ve Virginia eyaletlerinde etkili olan yoğun yağış, sele neden oldu, ABD başkanlık konutu Beyaz Saray, selden etkilendi, metro istasyonlarını su bastı, çok sayıda araç, suya gömüldü. ABD Ulusal Hava Durumu Hizmetleri (National Weather Service), sellerin ‘alışılmadık ölçüde tehlikeli’ olduğunu ve ‘alçak bölgelerden uzaklaşılması gerektiğini’ açıkladı.
ABD başkanlık konutu Beyaz Saray’ın bodrumunu da su bastı.
Sel nedeniyle şehirlerarası trenler ve metro trenleri seferlerini durdurmak zorunda kaldı.
Trump hala inkarcı
ABD uzun süredir iklim krizinin etkileriyle boğuşuyor. Pasifik kıyılarında geçmişten çok daha sık görülen ve etkileri artan fırtına, sel ve hortumların yanı sıra, ülke iç bölgelerde kuraklık, kışın ise aşırı soğuk ve kar yağışıyla boğuşuyor. Ancak ‘iklim değişikliğine inanmadığını’ söyleyen ABD Başkanı Donald Trump, Paris İklim Anlaşması’ndan çekildiği gibi, fosil yakıt üreticilerine büyük destek vermekten geri kalmıyor. Son olarak Japonya’nın Osaka kentinde düzenlenen G20 Zirvesi’nin sonuç bildirisine, ülkesinin “iklim politikaları açısından önder” olduğu ibaresini ekletmişti.
Pazarcı Üçgül: Müşteriler fiyatını yüksek olarak algılamasın. Gübre, ilaç, mazot fiyatları yüksek.
Pazar tezgahlarında yerini alan bamya, kilogram fiyatı 10- 20 lira arasında değişen fiyatlarla satılıyor. Bamyayı satamadıklarını söyleyen pazarcı esnafı, fiyatların gelecek günlerde daha da artacağını söyledi.
Pazarcı Özlem Sezin, bamyanın fiyatının yüksek olmasının yetiştirme ve toplanma aşamasındaki zorluklardan kaynaklandığını ifade etti. Sezin, “Bamya, toplaması zor, eziyetli bir ürün. Buna rağmen fiyatı normal. Bana göre en az 15 lira olmalı ki çiftçinin de satanın da emeği korunmalı” dedi. Bamya satışı yapamadıklarını kaydeden Sezin, alıcılarda para olmadığını bu nedenle ürünü tarladan geliş fiyatına satmak zorunda kaldıklarını belirtti.
Pazarcı Cemal Üçgül ise bu yıl fazla ekim yapılmadığı için ürünün az olduğunu söyleyerek, “Bamyanın toplaması çok zor. Zahmetli bir ürün olduğu için bir çok kişi ekmekten vazgeçiyor. Bu nedenle ürün az, bu da fiyatını etkiliyor. Ancak müşteriler fiyatını yüksek olarak algılamasın, gerçekten bunun eziyetini üreten, tarlada çalışan bilir. Ayrıca gübre, ilaç, mazot fiyatları yüksek. Bu da ürünün satış fiyatına yansıyor” diye konuştu.
Selahattin Demirtaş’ın başvurusu üzerine, bir tv kanalında sarfettiği sözlerinin şiddete, silahli isyana tahrik ya da teşvik içermediğini, nefret söylemi barındırmadığını belirten AİHM; devleti 2.500 avro tazminata mahkum etti.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Selahattin Demirtaş’ın ifade özgürlüğü ihlaline dair başvurusunu sonuçlandırdı. Bugün kararını açıklayan mahkeme, HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetti ve Demirtaş’a 2 bin 500 avro manevi tazminat ile 1000 avro mahkeme masrafı ödenmesine karar verdi.
Demirtaş’ın yargılandığı ana davada da tutukluluğuna son verilmesi gerektiğine hükmeden AİHM 2. Daire kararında, davada incelenmeyen, kabul edilemez bulunan ve ihlal bulunmayan hakların yeniden incelenmesi talebiyle avukatları, 19 Şubat 2019’da AİHM Büyük Daire’ye başvuru yapmıştı.
4 Kasım 2016’dan bu yana Edirne F Tipi Cezaevi’nde bulunan Demirtaş’ın 17 Mart 2013 tarihinde yaptığı Newroz konuşması gerekçe gösterilerek yargılandığı İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesince 7 Eylül 2018’de verilen 4 yıl 8 aylık hapis cezası, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi’nce onanmıştı. Bu kararla ilgili itiraz da Anayasa Mahkemesinde.
Sekiz yıl önceki TV konuşmasından…
Demirtaş’ın başvurusu, bir televizyon kanalında yaptığı açıklamaya ilişkindi. 20 Aralık 2005’te Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, bir televizyon programına telefonla bağlanarak verdiği demeçle “terör örgütü propagandası” yaptığı iddia ederek Demirtaş hakkında iddianame hazırladı.
Demirtaş o dönem, İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şube Başkanı ve Diyarbakır Demokratik Platformu’nun sözcüsüydü. 28 Eylül 2010’da Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi Demirtaş’ı suçlu buldu ve 10 ay hapis cezasına mahkum etti, cezası ertelendi. Mahkeme kararında, Demirtaş’ın sözlerinin “ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği” belirtildi. Yargıtay kararı onayınca Demirtaş AİHM’e başvurdu.
Selahattin Demirtaş, başvurusunda, AİHS’in 9. Maddesindeki düşünce özgürlüğü ile 10. Maddesindeki ifade özgürlüğü haklarının ihlal edildiğini ifade etti .
‘Şiddete, silahlı isyana tahrik ya da teşvik içermiyor’
Yüksek Mahkeme, bugün açıkladığı kararında, Demirtaş’ın fikirlerini kamuoyuna ifade ettiğini, sözleri detaylı incelendiğinde “şiddete, silahlı isyana tahrik ya da teşvik içermediğini ve nefret söylemi barındırmadığını” belirtti. AİHM, bu sebeple Demirtaş’ın cezalandırılmasının demokratik bir toplumda gerekli olmadığını ifade ederek ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi.
Dolayısıyla, Greta’nın sık sık tekrarladığı gibi her şeyi adlı adınca söyleyesek iyi olur: Krize kriz diyelim. Yıkıma da yıkım. Bu bizi çok rahatlatacak, stresten kurtaracaktır.
Her iki haftada bir, yeryüzünde bir dil sonsuza kadar yok oluyor. Yeryüzünde konuşulmakta olan yaklaşık 7 bin dilin en az yarısı, yüzyılın sonuna varıncaya kadar tamamen susmuş olacak.
Böylesine muazzam bir hızla yeryüzünden silinen diller üzerinde çalışan sanatçı Lena Herzog, “Son Fısıltılar” (Last Whispers) adını verdiği o şiirsel ve büyüleyici sesli/görsel “oratoryosu”nu New York’un ünlü MOMA’sında seyirci/dinleyicisine anlatırken, şöyle diyor:
“İnsanlık, yerli toplulukların yüzyıllardır dillerine ve kültürlerine kodladığı bilgiyi, çeşitli dünya görüşlerini ve dünya bilgilerini (kozmolojileri) kaybediyor. Kendimizi hiç aldatmayalım: Bu bir kitlesel yokoluştur.”
Ne var ki, bu muazzam kayıp ve felaket, mutlak bir sessizlik ve – dolayısıyla– aynı derecede mutlak ve derin bir kayıtsızlıkla karşılanıyor. Kimsecikler bu konudan bahsetmiyor bile.
Dünya dillerinin bu soykırımsal yokoluşundan daha da korkunç olarak, yeryüzünde tüm yaşam, olabilecek en büyük kayıp ve felakete doğru muazzam bir hızla sürükleniyor.
Dünyanın en kapsamlı ve yetkin bilim heyeti sayılan BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), geçen sene sonlarında, tüm hükümetler derhal radikal tedbirler alma yoluna gitmediği takdirde, 12 yıl içinde dünyanın artık geri dönüşü olmayan bir yola gireceğini kesin bir dille dünya âleme ilan etti.
Şimdi Temmuz 2019 ve artık yaklaşık 11 yılımız kaldı. Radikal tedbir alınması şöyle dursun, bütün gözlem ve ölçüm istasyonlarından gelen veriler cehennemî gidişatın daha hızlanarak arttığını gösteriyor!
Dahası, bilim âleminin en yetkili topluluğundan gelen bu muazzam felaket uyarısı tamamen sağır kulaklara vuruyor; yine mutlak ve derin bir kayıtsızlık var ortada.
İklim aktivisti Greta Thunberg.
İsveçli iklim aktivisti ortaokul öğrencisi Greta Thunberg, 11 ay kadar önce 15 yaşında tek başına başlattığı okul grevi şimdi Antarktika dahil dünyanın tüm kıtalarında milyonlarca okul çocuğunu içine alıp dev bir harekete dönüşmüşken, kendisinin kâinatın efendilerine yaptığı konuşmalardan derlenmiş “Kimse Değişiklik Yaratamayacak Kadar Küçük Değildir” başlıklı yeni kitabında şöyle diyor:
“Şimdi IPCC, 1.5°C limitini hedef almamız gerektiğini söylüyor. Bunun ne demek olduğunu ancak hayal edebiliriz biz. Beklersiniz ki, liderlerimizin her biri ve medya yalnız bundan bahsedecek – yoo hayır, hiç kimse bu konuyu ağzına bile almıyor.
“Sera gazlarının sisteme artık kilitlenmiş olduğundan, hava kirlenmesinin bir ısınmayı gizlediğinden, dolayısıyla fosil yakıtları yakmayı durdurduğumuzda bile ekstradan bir 0.5- 1.1°C ısınmayı garantilediğimiz konusundan kimse tek kelimeyle olsun bahsetmiyor.
“Her gün yeryüzünden yaklaşık 200 canlı türünün yokolduğu altıncı kitlesel yokoluşun ortasında olduğumuzdan bahseden bir allahın kuluna da rastlanmıyor pek…” (Greta Thunberg, No One is Too Small to Make a Difference, Penguin Books, 2019, s.8 – 9)
Gerek özel gerekse devletlere ait dev petrol, kömür, doğal gaz şirketleri yeryüzünün en kârlı işini yokoluşa giderken de kesintisiz sürdürebilmek için hem önde gelen siyasi karar alıcıları yanlarına alıp orada tutmak, hem de medyanın ezici çoğunluğunu suspus etmek için siyasetçileri ve medyayı cepte tutmak, ayrıca yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük felaketi ve canlıların varoluş krizi hakkında kimsenin haberi bile olmasın diye inkâr mekanizmaları yaratmak üzere hatırı sayılır masraflar yapmaktalar.
Bu amaçlarına ulaşmada ne büyük bir başarıya ulaştıklarını görmek için televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde ve dergilerdeki yani bir bütün olarak medyadaki derin sessizliğe bir bakış ya da kulak atmak yeterli olacaktır.
Bu muazzam sessizlik kumkuması ile de yetinmiyorlar üstelik. Başta iklim olmak üzere tüm bu felaket gidişatının susturulmasının ötesinde semantik (dile ait) saldırılarda önemli bir silah olarak klişeleri kullanıyorlar ve yıllar önce tıpkı sigara şirketlerinin yaptığı gibi “şüphe tacirleri” olarak gerçeklere ulaşılmasını gene büyük başarıyla engelliyorlar.
İşte şimdilerde Guardian gibi “ana akımın dışında kalan” ender sayıdaki bağımsız medya organları, bu semantik saldırıya karşı çıkıyor, klişelerin yerine gerçek felaketin ifade eden terminolojiye geçmeye girişiyorlar. Birkaç örnek verirsek:
İklim değişikliği: İklim Krizi/İklim yıkımı
İklim değişikliği deyince, sanki kendiliğinden ve doğal bir değişim oluyormuş, bunun kömür, petrol, doğal şirketleriyle, otomotiv endüstrisiyle filan ilgisi yokmuş gibi düşünülüyor.
Dahası, zaten doğal dünyanın gidişatı bu yöndeymiş, karşısında yapılacak bir şey yokmuş düşüncesi, duygusu hakim oluyor. Üçüncüsü, her yerde bu felaketten en az sorumlu oldukları halde, en çok darbesini yiyenler de, darbeyi vuran dev şirketler ve onları destekleyen hükümetler ve bankalar vb. görünmez oluyor.
Yoksul ülkeleri ve zengin ülkelerin yoksullarını öncelikle vuran bu olağanüstü varoluşsal felaket “Eh, ne yapalım, acı kader!” diye karşılansın, sineye çekilsin isteniyor.
Oysa bu bir değişiklik filan değil, düpedüz yıkım; BM Genel Sekreteri’nin isabetle söylediği gibi: Bir varoluş krizi.
Dolayısıyla, Greta’nın sık sık tekrarladığı gibi her şeyi adlı adınca söylesek iyi olur: Krize kriz diyelim. Yıkıma da yıkım. Bu bizi çok rahatlatacak, stresten kurtaracaktır.
Küresel Isınma: Küresel Isıtma
Isınma deyince, dev şirketlerin piyonlarının medyada boy gösterip anlattığı gibi bir aldatmacaya ortak olunuyor. Baş inkârcılardan ABD Başkanı Trump’ın sık sık twit attığı gibi, ısınma dediğiniz mevsimlerin tekrarı gibidir. Bir bakarsınız sıcaklar basar, bir bakarsınız ortalık donar.
O zaman da Trump ve şürekası birçok basın-yayın organı: “Bak işte ortalık buz gibi, hani nerede sizin küresel ısınmanız?” diye sorar. Sadece son 130-140 yıl içinde dünyanın cayır cayır yanmasına, deniz seviyelerinin şehirleri, ada ülkelerini yutacak korkutucu yükselişine sebep olanların 90 dev şirketten ibaret olduğu hiç bilinmemiş olur. Küresel ısıtanlar o şirketlerdir işte. Sizler bizler değiliz.
Bildiğimiz insan medeniyeti varoluş krizinin içine bodoslama girmişken, yeryüzünde yaşayan nüfusun yüzde 10’undan fazlasını oluşturan 700 milyon insan 2030’a kadar yani 20 yıl içinde susuz kalma tehlikesi gibi bir dehşetin içine düşmekteyken, bütün gıdayı yaratan en temel unsuru oluşturan böceklerin yüzde 40’ının yarım yüzyılda yokolmasıyla veya dünyada böcek sayısında yılda yüzde 2.5 gibi muazzam bir düşüş oranı ile resmen “böceKıyamete” gidilirken bu durumlara bir “değişme” ya da “ısınma” olayı olarak bakmak, safdilliğin ötesinde bir ahmaklığa işaret ediyor olabilir mi acaba?
Greta Thunberg bundan 2 ay önce, 4 Mayıs 2019’da milyonlarca takipçisiyle paylaştığı bir twitter mesajında, bu terminoloji meselesini her zamanki zihin berraklığıyla olanca netlikte ortaya koymuştu:
“2019’dayız. Artık hepimiz “iklim değişikliği” demeyi bırakıp ona adlı adınca hitap etsek nasıl olur? İklim yıkımı, iklim krizi, iklim acil durumu, ekolojik yıkım, ekolojik kriz ve ekoloji acil durumu desek?”
Evet, Greta haklı, krize kriz, yıkıma yıkım, OHAL’e OHAL… Böyle desek çok iyi olur.
Çevre Mühendisleri Odası’nın açıkladığı İstanbul raporuna göre, kent hava, su, toprak ve gürültü kirliliği, altyapı sorunları, sıfır atık ve iklim değişikliğine bağlı sorunlarla boğuşuyor.
Çevre Mühendisleri Odası’nca (ÇMO) hazırlanan ‘İstanbul Çevre Durum Raporu 2019’ açıklandı. Rapora göre, Türkiye’de ekolojik yıkımın en yoğun yaşadığı şehirlerin başında İstanbul geliyor. İstanbul’daki hava kirliliği, su ve atık su, toprak kirliliği, gürültü kirliliği, altyapı sorunları, asbest risk yönetimi, sıfır atık ve iklimsel değişimle ilgili değişimlerin ele alındığı rapor kentin tüm bu alanlardaki vahim durumunu gözler önüne seriyor.
ÇMO’nun konuyla ilgili yaptığı açıklamada özetle şu ifadelere yer verildi:
“Almanya Komisyonu Hollanda Çevre Değerlendirme Ajansı`nın 2018 yılı raporuna göre Türkiye CO2 salınımı açısından dünyayı en çok kirleten ülkeler içerisinde 18. Sırada yer alıyor. Türkiye`nin yaşanan ekolojik yıkım içerisindeki payı oldukça yüksek ve ekolojik yıkımın yarattığı sonuçlarla da yüzleşmekteyiz.
Global Footprint Network`ün (Küresel Ayakizi Ağı) belirlediği “Dünya Limit Aşımı Günü” insanlığın doğa üzerindeki yıllık talebinin, dünyanın bir yılda sağlayabileceği kapasiteyi aştığı gün olarak tanımlanıyor. 2018 yılında bu tarih 1 Ağustos itibariyle aşılırken, tüm dünya Türkiye gibi yaşasaydı bu tarih 11 Temmuz olacaktı.
Yani Türkiye ekolojik yıkım yaratan faaliyetlerde dünya ortalamasının bir hayli ilerisinde. 2019 yılı için Türkiye`nin doğal varlıklarının kontrolsüz ve plansız bir şekilde tüketimi dünya genelindeki kötüye gidişten daha hızlı oldu. Ekonomik kriz ve sanayideki daralmaya rağmen, dünya için 29 Temmuz olan Limit Aşım Günü, Türkiye için bu yıl 27 Haziran`da geçildi. Türkiye`nin 2 dünya ile mukayesesi ve biyokapasite açığını inceleyen WWF`in iki tablosu sorunun ciddiyetini ifade ediyor.
Yalnızca biyoçeşitlilik bağlamında bakıldığında dahi coğrafyamızın ciddi zenginlikleri yitirdiğini görebiliyoruz. “OECD Çevresel Performans İncelemeleri: Türkiye 2019” başlıklı raporda üç Türkiye`nin dünya genelinde nesli tükenmekte olan canlı türlerine OECD ortalamasının oldukça altında bir oranla ev sahipliği yaptığı görülebiliyor.
Türkiye 2019 yılı itibari ile kişi başına yenilenebilir su kaynaklarına sahip olma konusunda; su kıtlığına doğru ilerleyen, su stresi yaşayan bir ülke konumunda bulunmayı sürdürüyor.
Tüm bu olumsuz veriler dahilinde ülke genelinde ekolojik yıkımın en yoğun şekilde yaşandığı şehirlerden biri İstanbul. Numbeo adlı dünyadaki şehirlerin sağlık, suç, yaşam kalitesi vb hakkındaki verileri yayınlayan web sitesinde İstanbul; Çin, Hindistan ve Endonezya`da yer alan pek çok şehri kirlilik endeksinde geride bırakarak 95. sırada yer almakta.”