Çevre ve Kent Hukuk Komisyonu’nun sonuç bildirgesinde, “Yaşadığımız ekolojik kriz, küresel kapitalizm merkezli çevre ve kentleşme politikalarının sonucu. Türkiye’de de kapitalizm, içine girdiği krizi doğaya saldırarak aşmak istiyor’ ifadelerine yer verildi.
Türkiye’den 20 baroya kayıtlı kent ve çevre hukuku alanında çalışmalar yürüten avukatlar ile Baroların Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu temsilcileri, üçüncü toplantısını 13-14 Temmuz’da Denizli Barosu ev sahipliğinde yaptı. Komisyon toplantı sonrası yayımladığı bildirgede, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının yok edildiği, küresel iklim krizinin içinde bulunduğumuz günlerde, her kentin kendi özelinde de büyük ekolojik sorunlar yaşadığı tespitinde bulundu.
Sonuç bildirgesinde Kütahya, Uşak bölgesinde yoğunlaşan madencilik, Denizli ve Aydın’da sanayi atıklarının yanı sıra, yenilenebilir ve temiz enerji diye sunulan jeotermal santrallerin, tarımsal alanları tamamen yok ettiğine dikkat çekerek “Bölgede yaşayan, tarımla geçinen halkın ekonomik gücü azalmakta, santrallerin yarattığı hastalıklar ise en çok da kanser vakalarının artışında kendini göstermektedir” ifadelerine yer verdi.
Üzüm ve incir üretimi jeotermaller nedeniyle düşüyor
Komisyonunun bildirgesindeki tespitler arasında şunlar yer aldı:
-Türkiye’nin zeytin, üzüm ve incir üretim deposu olan Aydın’da bu ürünlerin kalitesi ve niteliği, denetimsiz jeotermal santrallerin verdiği çevresel zararlardan dolayı her geçen gün düşüyor.
-Jeotermaller, bulundukları bölgede asit yağmurlarına neden olarak doğrudan tüm canlı yaşamına zarar veriyor; yeraltına tekrar basılmayan artık sularda bulunan ağır metaller suyu ve toprağı kanserojen hale getiriyor.
Büyük Menderes zehir akıyor
-Bir zamanların tarım alanı olan Büyük Menderes havzasını besleyen nehir, artan kirlilikten dolayı artık bir zehir nehri haline geliyor.
-Kamu kurumları birincil görevleri olan denetim ve izleme faaliyetlerini, büyük sermayenin maden ve enerji alanında yoğunlaşmış şirketlerine karşı yerine getirmiyor, daha verimli ve etkin olacak diye devlet tarafından daha önce özelleştirilen sektörlerde, hiçbir denetim mekanizması çalışmamakta, çevresel zararlar kamunun üzerine bırakılırken, kârlar birkaç özel şirketin oluyor.
Murat Dağı’na madencilik izni açıklanamaz
Murat Dağı’nda açılmak istenen madene de dikkat çekilen bildirgede şu ifadeler yer aldı:
“Bölgede yoğunlaşan kirliliğe rağmen Kütahya Murat Dağı’nda bulunan ormanlık alana, üstelik 1. derece deprem bölgesinde bulunmasına rağmen altın-gümüş madenciliği için izin verilmesi hiçbir bilimsel mantıkla açıklanamaz. Maden şirketlerine her türlü kolaylık gösterilirken, sektör temsilcilerinin hâlâ şikayet ederek kendilerine yeni ayrıcalıklar talep etmesi ise bu sektör temsilcilerinin tüm topluma ve yaşama karşı yabancılaştıklarının göstergesidir.”
Nükleer Santrallere karşı mücadelemiz sürecek
“Toplum yararına yatırımlar, tarihi, kültürel ve doğal varlıkları dikkate alan, tüm canlıların geleceğini öncelik kılan projelerin değerlendirilmesi ve ülke geleceği açısından tehdit oluşturmaya müsaade etmeyecek şekilde önceliği kamu yararı olan denetleme mekanizmalarının mutlaka işletilmesi gerekmektedir” ifadelerinin yer aldığı sonuç bildirgesinde nükleer santrallerle ilgili şu görüşler paylaşıldı: “Fukuşima ve Çernobil felaketlerinin sonuçları gözümüzün önündeyken Akkuyu’ya yapılmak istenen nükleer santralin temelinde çatlaklar oluştuğu haberlerine karşı, olaya ciddiyetle yaklaşılmamıştır. Böyle bir durumun yaratacağı olası faciaların etkisi yüzyıllarca sürebilir ve bölgedeki tüm canlıların felaketi anlamına gelebilecektir. Yetkililer olası zararlara karşı, gerekli önlemleri almamaktadırlar. Bugünkü ve gelecek kuşakların yaşamı için çok büyük tehlike yaratan, dünyayı radyoaktif atık deposu haline getiren nükleer güç santrali projelerine karşı mücadelemiz sürecektir..
Ekolojik kriz, doğaya saldırarak aşılmaz
Komisyonun sonuç bildirgesinde başkanlık rejimini de eleştirilerek “Yaşadığımız ekolojik kriz, küresel kapitalizm merkezli çevre ve kentleşme politikalarının sonucudur. Türkiye’de de kapitalizm, içine girdiği krizi doğaya saldırarak aşmak istemektedir. Türkiye’deki Başkanlık rejimi ise bu sistemin bir parçasıdır ve yaşam odaklı değil, güç odaklıdır” denildi.
Sonuç bildirgesinde şu öneriler yapıldı:
-İdare, anayasal sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek doğayı ve hayatı korumalıdır, hukuk kurallarını usulen değil işlevsel olarak doğayı ve halk sağlığını korumayı amaçlayarak uygulamalı,
-Hukuk güvenliğini ortadan kaldıran, idarenin denetlenebilirliğini sınırlayan, demokrasiyi, sağlıklı ve dengeli çevrede yaşama hakkına ilişkin hukuki güvenceleri aşındıran başkanlık rejiminden bir an önce vazgeçilmeli,
-Toplum bir bütün olarak yaşam haklarına sahip çıkmalı ve temel haklarından ödün vermemeli,
Komisyon üyesi barolar dördüncü toplantının 28-29 Eylül tarihlerinde Urfa Barosu ev sahipliğinde gerçekleştirileceğini belirtti.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın çocuklara hayvan sevgisi aşılanması için başlattığı çalışma kapsamında okullar barınaktan köpek sahiplenebilecek.
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, okulların barınaktan köpek alabilmeleri için çalışma başlattıklarını açıkladı. Resmi Twitter hesabından bir fotoğraf paylaşan Bakan Selçuk, barınaktan alınan ve bakanlığın bahçesinde bakılan ‘Pergel’ isimli köpeğe yer verdi.
Selçuk, “Pergel barınaktan geldi. Okullarımızın da alabilmesi için bir çalışma başlattık. ’Bir bu mu kaldı?’ dediler. Emin olun, müfredata hayvan sevgisine dair bir yazı koymakla, okul bahçesine çocuğun seveceği, günaydın diyeceği bir can koymak arasında, ‘sevgi’ kadar büyük bir fark var” ifadelerini kullandı.
Türkiye, kendi topraklarından AB ülkelerine geçen sığınmacıları geri almayı öngören anlaşmayı, vaat edilenlerin gerçekleştirilmemesi gerekçesiyle askıya aldı. ABD’nin olası S-400 yaptırımlarına karşı adımlar da masada.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Avrupa Birliği’yle (AB) geri kabul anlaşmasının askıya alındığını duyurdu. 2016 yılında imzalanan ‘geri kabul’ anlaşması çerçevesinde, Türkiye kendi topraklarından AB ülkelerine geçen sığınmacıları geri almayı, AB de Türkiye’ye mali yardım yapmayı taahhüt etmişti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yaşanan en büyük mülteci akınını durdurmak isteyen AB’nin Türkiye ile imzaladığı mülteci geri kabul anlaşmasının şartlarından biri de Türkiye’ye vize serbestisi tanınmasıydı. AB ise bunun için Türkiye’nin yerine getirmesi gereken 72 kriteri yerine getirmediği gerekçesiyle vize serbestisini henüz tanımadı. Bunun yanı sıra, Türkiye, AB’yi taahhüt ettiği mali yardımları da yapmamakla suçluyor.
İncirlik yorumu: Karşı adım atarız
Çavuşoğlu, S-400 sevkiyatının başlamasının ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) gündeme gelen yaptırımları konusunda da belirsizlik olduğunu söyledi; “Trump bu yaptırımları uygulamak istemiyor” ifadesini kullandı. S-400 sisteminin en erken 2020’de aktif hale geleceğini söyleyen Çavuşoğlu, “ABD’nin içinden farklı sesler geliyor” dedi. İncirlik üssünün kapatılmasına ilişkin soruyu yanıtlayan Çavuşoğlu, şunları söyledi: “ABD’nin bize yönelik adımları olursa bizim de ABD’ye vereceğimiz cevaplar olacaktır, bu gayet doğal ama bu bizim tercihimizdir, tercih etmeyiz. İki NATO müttefiki olarak sürdürmek isteriz. ABD bize yönelik hasmane tutum sergilerse gizlimiz saklımız yok, karşı adımlar atarız. Türkiye’nin NATO’dan çıkarılabilmesi mümkün değildir. Bir ülke bile itiraz etse karar alınamaz.”
Türkiye’nin birincil yani doğal enerji yoğunluğu, Avrupa Birliği ülkelerinin ortalaması ile karşılaştırıldığında çok geride geride kaldı.
Türkiye’nin suları “çok kirli” kategorisinde ve su kullanım endeksi “kıtlık” sinyali veriyor. Canlı türleri açısından ciddi riski olan tarım zehri kullanımı; son 10 yılda yüzde 57 oranında artarak 59 bin tona yükseldi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan “Çevresel Göstergeler” başlıklı raporda felaket uyarısı yapıldı. Rapora göre yüzde 20’nin üzerinde kıtlık sinyali veren su kullanım indeksi, yıllar içinde artarak yüzde 25.8’e çıktı. Türkiye’nin su kaynakları yönetimi konusunda önlem alması gerektiği tespiti yapıldı.
Ergene, Küçük Menderes, Gediz, Kuzey Ege, Sakarya ve Susurluk havzalarında yapılan ölçümlerde; su kalitesinin “çok kirlenmiş su” olduğu tespit edildi.
Endemik türler ‘çok tehlikede’
Türkiye, endemik bitkiler açısından çok zengin olmasına rağmen bu türler ciddi tehlike ile karşı karşıya. Türlerin 600 kadarı “çok tehlikede”, 700 kadarı da “tehlikede” kategorisinde yer aldı. .
Milli park, tabiat parkı, sulak alanlar, kent ormanlarını kapsayan korunan alanların, toplam alana oranı yüzde 10.1’den 8.9’a geriledi.
Türkiye’nin 2017 yılı enerji tüketimi ise 145.3 milyon ton eşdeğer petrol seviyesinde. Türkiye’nin birincil yani doğal enerji yoğunluğu, Avrupa Birliği ülkelerinin ortalaması ile karşılaştırıldığında geride kaldı.
Demiryolu kullanımı azaldı
Rapora göre çevresel etkileri açısından karayollarına tercih edilmesi gereken demiryollarının kullanımında, yük taşımacılığı 2013’te yüzde 75 iken 2013 yılında yüzde 43’e düştü. Otomobil satın alma 2003 yılı sonundan 2017 yılı sonuna kadar yüzde 167.2 artış gösterdi. Karayolu ile yolcu taşımacılığı maliyeti yüzde 245.2, demiryolu ile yolcu taşımacılığı maliyeti yüzde 209.2, deniz ve yurt içi suyolu ile yolcu taşımacılığı maliyeti yüzde 213.2, havayolu ile yolcu taşımacılığı maliyeti yüzde 101.4 oranında arttı.
Orman yangınlarının nedeni insan
2017 yılında 2 bin 411 adet orman yangını çıktı ve bu yangınlarda 11 bin 993 hektar orman zarar gördü. Yanan orman alanı bir önceki yıla oranla yüzde 31 arttı. Yangınların büyük çoğunluğu insanlar tarafından çıkarıldı. Yangınların yüzde 30’u ihmal ve kaza, yüzde 6’sı ise kasıt sonucu çıktı.
Tarım zehri kullanımında artış
Tarım zehri kullanımında en büyük grubu yüzde 44 ile mantar öldürücüler oluşturdu. Bunu, yüzde 22.8 ile böcek öldürücüler, yüzde 23.5 ile yabancı ot öldürücüler, yüzde 4.9 ile akar öldürücüler, yüzde 0.5 ile kemirgen öldürücüler ve yüzde 12.4 ile diğerleri takip etti. En fazla tarım zehri kullanılan yüzde 10.1 ile Antalya, yüzde 9 ile Manisa, yüzde 9 ile Adana, yüzde 5.7 ile Mersin ve yüzde 5.7 ile Aydın olarak sıralandı.
Bakanlık verilerine göre; 2009’da 37 bin 651 ton olan tarım zehri kullanım miktarı, Ziraat Mühendisleri Odası verilerine göre; 2018’de 59 bin tona ulaştı. Buna göre; tarım zehri kullanım miktarı son 10 yıl içinde yüzde 57 oranında artarak 59 bin tona yükseldi.
İspanya’daki salgın hastalık nedeniyle hayvan giriş ve çıkışının yasaklı olduğu bölgeden alındığı iddia edilen 2 bin 939 hayvanın veteriner sertifikalarının ‘sahte’ olduğu anlaşıldı. Bakan Pakdemirli, sahte belgeyi kabul etti; ‘konu tamamen teknik, siyasete alet etmeyin’ dedi.
Kurban Bayramı öncesi İspanya’dan ithal edilen 2 bin 939 besilik canlı hayvanın veteriner sağlık sertifikalarının sahte olduğu ortaya çıktı. Türkiye’nin dört bir yanına dağılan canlı hayvanların, İspanya’da hayvan giriş ve çıkışının salgın hastalık nedeniyle yasak olduğu bölgeden ithal edildiği iddia edildi. CHP Manisa Milletvekili Vehbi Bakırlıoğlu, skandalı TBMM gündemine taşıyarak söz konusu besilik canlı hayvanların hangi illerde ve hangi işletmelerde bulunduğunun açıklanmasını talep etti.
Bakanlıktan ‘çok ivedi’ yazısı
Cumhuriyet’ten Mahmut Lıcalı’nın haberine göreMKA Hayvancılık şirketi tarafından İspanya’dan Pinsos Ursa Şirketi aracılığıyla ithal edilen 2 bin 939 canlı besilik hayvan, veteriner kontrolleri yapıldıktan sonra 5 Temmuz’da İskenderun Limanı’ndan dağıtıldı. Tarım ve Orman Bakanlığı Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nün İspanya’daki yetkili makamlarla iletişime geçerek gerçekleştirdiği kontrol sırasında Türkiye’ye getirilen 2 bin 939 hayvan için sunulan veteriner sağlık sertifikalarının sahte olduğu ortaya çıktı. Alarma geçen Tarım ve Orman Bakanlığı, 12 Temmuz tarihli “çok ivedi” koduyla gönderilen resmi yazıda, İskenderun Limanı Veteriner Sınır Kontrol Noktası Müdürlüğü’ne işlemlerin durdurulması talimatı verildi.
‘Türkiye’nin dört bir yanına gitti’
Sahte sağlık sertifikası skandalını TBMM gündemine taşıyan Bakırlıoğlu, sahte belgelerle 5 Temmuz tarihinde Türkiye’ye giriş yapan 2 bin 939 baş besilik dananın Türkiye’nin dört bir yanına dağıldığını ifade etti. Bakırlıoğlu, Bakanlığın yazısına göre sahte belgelerle hayvan ithal edilen MKA Hayvancılık adlı şirketin kendi internet sitesinde 2017-2019 yıllarında Brezilya, Uruguay ve İspanya’dan toplam 227 bin 999 baş besilik dana ithal ettiğine dikkat çekerek, “227 bin 999 baş besilik daha ithalatı yapan bir firmanın evraklarda sahtecilik yaptığı düşünüldüğünde ülkemiz hayvancılığının nasıl bir tehlike içinde olduğu açıkça görülmektedir” değerlendirmesini yaptı.
Salgın hastalık yayılabilir
Bakırlıoğlu, yasaklı bölgeden getirilerek yurda sokulan hayvanların karantina süreçlerinin Türkiye’nin değişik bölgelerindeki işletmelerde geçirmesinin salgın hastalıkların yayılması açısından büyük bir risk olduğuna işaret etti: “Bu durum gümrük kapılarındaki zafiyeti de ortaya çıkarmıştır. Bugüne kadar sahte belgelerle ne kadar canlı hayvan ve et ithal edildiği, yabancı ülkelerin hastalıklı ve yasak bölgelerinden getirilen hayvanlar yüzünden Türkiye’de hangi hastalıkların çıktığı ve ne kadar hayvanın öldüğü bilinmemektedir.”
Bakan Pakdemirli: Siyasete alet etmeyin
Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, İspanya’dan alınan 2 bin 939 besilik canlı hayvanın veteriner sertifikasının ‘sahte’ olduğunu doğrulayarak hayvanların karantina altına alındığını belirtti. Bakan konunun ‘siyasete alet edilemeyeceğini’ savundu.
‘Yeraltı Barajları Eylem Planı’ tanıtım toplantısına katılan Pakdemirli, söz konusu hayvanların İspanya’dan yola çıkıp Lübnan’a gitmesinin planlandığını ancak Türkiye’ye getirildiğinin tespit edildiğini söyleyerek,“Bundan sonra hayvanlara el koyduk. Hayvanlar karantina altında, her türlü kan alındı. Hiçbir sıkıntı yok, karantina süresi devam ediyor”dedi.
Pakdemirli karantinada Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü’nün 21 gün süre verdiğini anlattı: “Bu 21 gün süre içerisinde siz karantina tedbirlerini alıyorsunuz ve sağlıklıysa hayvanları Türkiye’ye ithal edip millileştiriyorsunuz, sağlıklı değilse de itlaf ediyorsunuz. Normal şartlarda İspanya’dan alınarak Lübnan için yola çıkmış ama evrakta bir sahtekarlık yapılarak Türkiye’ye sokulmak istenmiş.”
‘Konu tamamen teknik’
Gıda Kontrol Genel Müdürlüğü’nün şüphe üzerine İspanya’dan gıda kontrol sertifikalarını doğrulama yoluna gittiğin söyleyen bakan şöyle devam etti: “Konu tamamen teknik, siyasete alet edilemeyecek bir konudur. Cumhuriyet savcılarına intikal etmiş bir konudur. Yani konu, hem teknik, bakanlığımızca değerlendirilecek, hem de suç tarafı olan, günlük siyasete mal edilmemesi gereken bir konudur.”
Suriye’nin İdlib vilayetinde rejim ve müttefikleri tarafından düzenlenen hava saldırılarında en az 18 kişi hayatını kaybetti.
Suriye’nin İdlib vilayetinde Beşar Esad rejimi ve müttefikleri tarafından düzenlenen hava saldırılarında en az 18 kişi hayatını kaybettiği bildirildi. Londra’da bulunan Suriye İnsan Hakları Gözlemevi‘nin yaptığı açıklamaya göre ölenlerin arasında yedi çocuk da bulunuyor. İki köyü hedef alan saldırılarda en az 45 kişinin de yaralandığı kaydediliyor. Ölenler arasında ayrıca gazeteci Enes El Cab‘ın da bulunduğu gelen bilgiler arasında. 20’li yaşlardaki gazetecinin Han Şeyhun‘da Rus savaş uçakları tarafından düzenlenen saldırıda öldüğü belirtiliyor.
İdlib Suriye’de muhaliflerin elinde kalan son büyük merkez. Bölge radikal İslamcı Heyet Tahrir Şam‘ın kontrolünde bulunurken Washington merkezli askeri araştırmalar enstitüsü ISW, IŞİD’in İdlib’de yeniden canlanabileceği uyarısı yapmıştı. Rusya ile Türkiye arasında Eylül 2018’de varılan Soçi mutabakatıyla İdlib’de gerginliği azaltma bölgeleri oluşturulması konusunda uzlaşılmıştı. Ancak nisan ayı sonundan beri Beşar Esad’a bağlı birlikler Rus hava kuvvetlerinin de desteğiyle bölgede operasyonlarını yoğunlaştırdı.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi nisan ayı sonundan beri Suriye rejimi ve müttefikleri tarafından ülkenin kuzeybatısında öldürülen sivillerin sayısını da 682 olarak açıkladı. Muhaliflerin saldırılarında hayatını kaybeden sivillerin sayısı ise 53 olarak ifade edildi. İki taraftan ölenlerin sayısının ise 1500’ü bulduğu kaydedildi. Çatışmalar nedeniyle 300 binden fazla kişi de bölgeyi terk etmek zorunda kaldı.
Akkuyu Nükleer Santrali’nde çalışan mühendisler anlattı: Zemindeki çatlakların nedeni mevcut zeminin kendi kendini taşıyamaması. Temel deniz suyu dolu. Proje, müteahhitlerin geçmişteki ‘tecrübeleri’ üzerinden yürüyor. Nükleer santral değil de bir apartman yapılıyor gibi hareket ediliyor.
Akkuyu Nükleer Santral inşaatı, temelinde çatlaklar oluşmasına, uygun olmayan zeminin deniz suyuyla dolduğu uyarılarına karşın devam ediyor. Rusya devlete şirketi Rosatom tarafından Mersin Akkuyu’da inşa edilmekte olan Nükleer Güç Santralı’nda çalışan üst düzey yetkililer ve çalışanlar santral inşaatındaki ihmaller zincirini Birgün’den Anıl Ataş‘a anlattı.
2023’te açılması planlanan santralin mayıs ayında nükleer reaktörünün oturacağı temelin bazı bölümlerinde çeşitli aralıklarla iki kez çatlak oluştuğu, bu çatlakların Türkiye Atom Enerji Kurumu’nun (TAEK) müdahalesiyle giderildiği ortaya çıkmıştı. Buna göre çatlak olan bölümler tümüyle kırıldı ve yenilendi ancak tekrar çatlak oluştu. Beton kırıldı ve sorunlu bölümlerde temel yeniden atıldı.
Çatlaklar giderilse de benzer tehlike devam ediyor. Santraldaki fiziksel ilerlemenin yüzde iki civarında olduğunu belirten çalışanlar, “Böyle bir projenin çok ciddi mühendislik ekibiyle yürütülmesi gerekiyor, yatırımcı bile olsanız projeyi her aşamada yetkin mühendis ekipleriyle kontrol etmeniz lazım. Ancak Akkuyu bünyesinde yeterli sayıda mühendis bulunmuyor, var olan mühendisler de konuya hâkim değil” uyarısında bulundu.
Proje, coğrafik şartlarla uyuşmuyor
Proje aşamasında bile sıkıntılar olduğunu söyleyen çalışanlar şunları anlattı: “Santralın her bir projesi Rosatom tarafından Rusya’da projelendirildi. Teknik olarak baktığımızda bu proje Türkiye’nin coğrafik ve yerel gerçekliğiyle örtüşmüyor, tamamen kopyalanarak alınmış durumda. Yapılmak istenen santral Rusya’nın çok soğuk hava koşullarından etkilenmemesi için dizayn edilmiş ama burada, Mersin gibi sıcak bir memlekete yapılmak isteniyor. Sadece buradan bile şunu çıkarabiliyoruz: Proje hiçbir şekilde buraya optimize edilmemiş. Bu çalışmaların tümü saha gerçeklerine göre revize edilmeli. Bu da maliyet ve zaman demek. O yüzden bunların hiçbiri yapılmıyor. Örneğin dağlardaki şev çalışmasının normalde daha yatay yapılması gerekirken maliyeti kısmak adına olması gerekenden dik yapılmış ve bu sebeple sürekli kocaman kayalar yuvarlanarak aşağı iniyor.”
Zemin gevşek, sıvılaşma riski yüksek
Santral projesinin mevcut zemin koşullarına uygun olmadığını ve bu meselenin projedeki en önemli ihmal olduğunu belirten bir jeoloji mühendisi, zemin içerisinde boşlukların olduğunu ve zeminin santrali taşıyamayacağını vurgulayarak şöyle konuştu: “Santralin yapılmak istendiği zemine bu proje hiçbir şekilde uygun değil. Zeminden alınan örneklerde zemin yapısının gevşek olduğu görülüyor. Kırıklı kayaçlar ve boşluklar nedeniyle kontrolsüz oturmalar yaşanması kaçınılmaz, ayrıca sıvılaşma riski de çok yüksek. Ve siz böyle bir zemine birinci dereceden nükleer yapı kurmaya çalışıyorsunuz. İşin üzücü yanı, bu konuda alınmış herhangi bir önlem yok. Santral inşaatındaki zemin yapısı da yol kenarındaki şevlerde gözlemlediğiniz kırıklardan farklı değil. Bu alanda yapılabilecek birçok düzenleme var, doğru temel çalışmasıyla santrali kurabilirsiniz evet. Her türlü zemine yapı inşa edilebilir, teknik olarak. Ancak yapılmak istenen yapının kopyala/yapıştır değil, o zemine göre revize edilmesi gerekiyor. Bunların hiçbiri yapılmıyor, çünkü projeyi revize etmeye yetkin değiller. Oluşan çatlakların nedeni de mevcut zeminin kendi kendini taşıyamamasından kaynaklı. Zemin, üstüne binen ağırlıktan dolayı hareket ediyor, bahsettiğim kontrolsüz oturmalar yaşanıyor. Dolayısıyla temelde zamanla çatlaklar oluşuyor. Daha temeli taşıyamayan zemin reaktörü nasıl taşıyacak meçhul. Bunun yanı sıra yapılan temellerden deniz suyu geliyor, yeni temeller komple deniz suyu ile dolu. Bu çok trajikomik bir durum açıkçası. Her şeye rağmen zemine uygun olmayan planı yine uygulamayı deneyecekler ve kaçınılmaz olarak yine aynı sonuçlarla karşılaşacaklar.”
‘Apartman inşaatı bile daha ciddi yürür’
Temel atma öncesi yapılan dolgu çalışmasının projeye tabi olmadığını söyleyen bir başka yetkili, yapılan dolgularla ilgili hesaplamaların veya bilimsel verilerin bulunmadığını belirtti. Yatırımcı firmanın projesini denetleyemediğinden bahseden bir başka personel ise “Proje tamamıyla mevcut müteahhitlerin geçmişteki ‘tecrübeleri’ üzerinden yürüyor. Sanki bir nükleer santral yapılıyor gibi değil de bir apartman yapılıyor gibi hareket ediyorlar. Ki bir apartman inşa ederken bile çok daha ciddi bir süreç yürütülür. İçerideki süreç işte bu kadar kopuk ilerliyor” dedi.
TMMOB: Telafisi olmaz
TMMOB Akkuyu Nükleer Güç Santralı İzleme Komisyonu’nun bu ayın başında yayımladığı raporda da tehlikelere dikkat çekilmişti. Nükleer Santralin birinci reaktörünün temelinde yaşanan çatlakların yaşanabilecek büyük tehlikelerin habercisi olduğun vurgulandığı raporda, Nükleer Güç Santralı’na ihtiyaç olmadığı belirtilere, “Bir kaza olması durumunda telafisi olanaksız büyük felaketlere neden olur” denilmişti. İnşa edilecek reaktörlerde kullanılan teknolojinin hiçbir yerde denenmemiş bir teknoloji olduğu ilk ağızdan ifade edildiğinin yetkililer tarafından itiraf edildiğinin belirtildiği raporda, bu bilginin, Türkiye bürokrasisinin Akkuyu için gerekli formaliteleri, olağanın dışında ne denli hızlı yerine getirdiğini gösterdiğini bunun da büyük sakıncalar içerdiği kaydedilmişti.
Suruç Katliamı’nın dördüncü yıl dönümünde, İstanbul Kadıköy’de dün anma yapmak isteyen ve aralarında HDP ile CHP milletvekillerinin de bulunduğu topluluğa polis, plastik mermi ve gazla saldırdı. HDP İstanbul Milletvekili Erol Katırcıoğlu karnına isabet eden plastik mermiyle yaralandı. HDP Muş Milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit ve CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker’in de bacaklarına plastik mermi isabet etti. CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu da polisin sıktığı gazdan etkilenerek hastaneye kaldırıldı.
Katırcıoğlu: Ön görüşme yapmıştık
Saldırıdan etkilenen ve hastaneden tedavi altına alınan vekiller Bianet’e yaşadıklarını anlattı. HDP Milletvekili Erol Katırcıoğlu, anma yapılacağı gün öğlen saatlerinde Kadıköy İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne gittiğini olumsuz bir durumun yaşanmaması için bir ön görüşme yaptığını söyledi. Anma için ilk olarak Halitağa’da bir oturma eylemi yapıldığını belirten Katırcıoğlu, şöyle konuştu: “Süreyya Operası’na yürüyüp oradan da Mehmet Ayvalıtaş Parkı’na gidilecekti. İlk önce kaldırımdan yürünmesi söylendi ve bu kabul edildi. Fakat daha sonra yeniden gerginlik yaşandı. Sonradan il emniyet müdür yardımcısı olduğunu öğrendiğim kişi yürütmemeye çok kararlı bir şekilde ‘süpürün bunları’ dedi.”
Şeker: Kabul etmek mümkün değil
Bacağından plastik mermiyle yaralanan CHP Milletvekili Ali Şeker de şöyle konuştu: “Suruç’ta katliamı seyreden polis burada şiddet uyguluyor. Suruç’ta Alagöz kardeşlerin bu katliamı yapacakları aylar öncesinden biliniyordu. Bu bilgilerin hepsi emniyet ve devlet kayıtlarında var. Şayet polis, o gün orada seyretmek yerine görevini yerine getirseydi, bugün bu insanlar kayıplarını anmak için toplanmayacaktı. Beş vekilin de içinde bulunduğu böylesi bir şiddeti kabul etmek mümkün değil.”
CHP İstanbul milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Ali Şeker polis saldırısında gazdan etkilendi.
HDP Milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit ise, “Orada beş milletvekili bulunuyorduk ve hedef alınarak plastik mermi sıkıldı. Onlarca insan darp edilerek adeta işkence edilerek gözaltına alındı. Kontrolsüz güç kullanıldı. Kaymakam açıklama yapmış: ‘Envanterimizde plastik mermi yok’ diye. Ne diyeceğimi bilemiyorum. ‘Peki vücudumuzda açılan delikler nedir’ diye sormak istiyorum” diye konuştu.
‘Giderek artan eğitim farklılıkları, gelir dağılımda eşitsizlik, beslenme farklılıkları, alt gelir gruplarında günden güne daha çok görülen madde bağımlılığı, Norveç gibi sağlık hizmetlerinin eşit ve ücretsiz verildiğine inanılan bir ülkede bile beklenen yaşam sürelerine yansıdı.’
The Journal of the American Medical Association’da (JAMA) geçtiğimiz aylarda yayınlanan ‘Association of Household Income With Life Expectancy and Cause-Specific Mortality in Norway, 2005-2015’ başlıklı çalışmanın sonuçları dikkatleri üzerinde topladı. 2005-2015 yıllarında yürütülen çalışmaya göre, herkese eşit, ücretsiz, kaliteli ve yaygın bir sağlık hizmeti sunduğu kabul edilen Norveç‘te bu yıllar arasındaki gelir dağılımı farkı artmış ve buna bağlı olarak yaşam beklentisinde artan farklılıklar ortaya çıkmıştı. Üstelik yaşam beklentisindeki bu farklılık yıllar geçtikçe daha da artıyordu. Aslında gelir düzeyi yüksek olan ülkeler için toplumun üst gelir gruplarının yaşam beklentisinin alt gruplardan daha yüksek olması alışıldık bir durumdur. ABD’de yapılan araştırmalar da toplumun en zengin %1’lik kısmının en fakir %1’lik kısmından erkeklerde 14.6 yıl, kadınlarda ise 10.1 yıl daha fazla yaşadığını ortaya koymuştu. Bu makalenin ilgi çekici yanı ise Norveç’te vergilerle finanse edilen, herkese eşit ve ücretsiz olan bir sağlık sisteminin olması ve bu durumun böyle bir farkın ortaya çıkmasını engelleyeceğinin düşünülmesiydi.
Makaleye göre Norveç’te gelir düzeyi en yüksek olan ve nüfusun %1’ni oluşturan kadınlar 86.4 yıl ile beklenen en uzun yaşam süresine sahip grup. Bu yaşam süresi nüfusun %1’lik alt bölümündeki kadınlardan tam 8.3 yıl daha fazlaydı. Çalışmada gelir düzeyi en yüksek olan ve nüfusun %1’ni oluşturan erkekler için ise ortalama yaşam süresi, gelir düzeyi en az ve nüfusun %1’ini oluşturan erkeklere göre 13.8 yıl daha fazla bulunmuştu. Makalede belirtilen ölüm nedenlerinin başında kalp-damar sistemi hastalıkları, çeşitli kanserler, kronik obstruktif akciğer hastalığı (KOAH), uyuşturucu madde kullanımı ve intiharlar geliyor. Araştırmayı yapan bilim insanları da gelir düzeyi yüksek grup ile gelir düzeyi düşük grup arasında yaşam süresi farkının çalışmanın yapıldığı 2005’den 2015’e kadar daha da açıldığının ve ABD ile karşılaştırılabilir düzeye ulaştığının altını çiziyorlar. Üstelik Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) rakamlarına göre ABD’de en zengin %1’lik kısım milli gelirden %20; Norveç’te ise %8’lik pay alırken…
Çalışmada birçok etkenin ortalama yaşam süresi üzerine etkileri ölçülmemiş. Araştırmacılar gelir düzeyi ve ortalama yaşam süresi arasındaki ilişkiyi araştırırken katılımcıların eğitim durumu, yalnız yaşama, konut durumunu ve gelirini sorgulamışlar. Beklenen yaşam süresinin yükselebilmesi için güçlü bir alt yapı, iyi ve dengeli beslenme, bulaşıcı hastalıkların önlenmesi, sağlıklı çevre ve çevre korunması, aile planlaması, sağlık eğitimi gibi hizmetlerin uzun yıllar boyunca iyi verilmesi ve kalıcılık kazanması gerekiyor. Norveç hiçbir alt yapı sorunu olmayan bir ülke; ülkenin tamamı sağlıklı suya erişiyor, iyi yapılandırılmış konutlarda oturuyor. Üstelik Norveç çevre ile ilgili yasal düzenlemelerin en iyi olduğu ülkelerin başında geliyor ve yasal yapı ödünsüz uygulanıyor. Elektrik enerjisi üretiminin %70’den fazlasını yenilenebilir enerji kaynaklarından yapan ülkede elektrikli araç kullanımı da çok yüksek. 2017 yılında Norveç’te satılan araçların %39’u elektrikli araçlardı. Hava kirliliği açısından ciddi bir sorunu olmayan ülkenin en önemli çevresel sorununu ise asit yağmurları oluşturuyor. İngiltere’de kurulu endüstriden kaynaklı hava kirliliğinin yol açtığı asit yağmurları Norveç’in orman ve su kaynaklarına zarar veriyor. Son dönemde mikro plastik kirliliği ile ilgili ülkede ciddi endişeler var.
Sonuç olarak bu çalışma Norveç gibi bir eşitsizliklerin birçok bilim insanına göre ‘kabul edilebilir’ bir düzeyde olduğuna inanılan bir ülkede bile parası olanın daha uzun süre yaşadığını ortaya koyuyor. Peki; neden? Araştırmacılar bunu düşük gelir grubunda artan eğitimsizlikle, sigara bağımlılığı ve yaşam tarzı farklılıkları ile açıklamaya çalışıyorlar. Düşük gelir gruplarında artan sigara kullanımı, ölüm nedenleri arasında yer alan kalp-damar sistemi hastalıkları, çeşitli kanserler, kronik obstriktif akciğer hastalığı (KOAH) açıklayabilir. Ancak araştırmacılar bu etkinin %20 dolayında sınırlı bir etki olduğunun altını çiziyorlar.
Norveç diğer İskandinav ülkeleri ile beraber sosyal devlet olma özelliği ile tanınıyordu. Başta sağlık hizmetleri olmak üzere birçok temel hizmetin devlet tarafından tüm yurttaşlara ücretsiz ve eşit sağlandığı; çevrenin iyi korunduğu bir ülke olarak biliniyordu. Finansmanın ise adaletli toplanan vergiler ile sağlandığına inanılıyordu. Ancak özellikle dünyanın iki kutuplu olduğu dönemden sonra İskandinav ülkeleri bu yapılarından giderek uzaklaşmaya başladı. Sağlığın temel belirleyicilerinin başında sosyo-ekonomik faktörler gelir ve bu faktörler Norveç’te alt gelir grupları için giderek bozulmaya başladı. Giderek artan eğitim farklılıkları, gelir dağılımda eşitsizlik, beslenme farklılıkları, alt gelir gruplarında günden güne daha çok görülen madde bağımlılığı, Norveç gibi sağlık hizmetlerinin eşit ve ücretsiz verildiğine inanılan bir ülkede bile beklenen yaşam sürelerine yansıdı. Sonuçta diğer yüksek gelirli ülkeler gibi Norveç’te de parası olanın eğitime, iyi beslenme olanaklarına ve yaşam şekline daha kolay ulaştığı; daha iyi çevre koşulları içinde yaşadığı bir gerçek… Toplumun üst gelir gruplarında yaşam sürelerinin alt gruplara göre giderek artması bu durumun ispatı aslında…
Paranın çözemeyeceği tek sorun ise artık günümüzde İskandinav ülkelerinde bile hissedilen küresel iklim değişikliği ve onun öldürücü sonuçları… Zenginler bir de bunu görebilseler… Çünkü küresel iklim değişikliğinin çözümü için gerçek adımlar atılmazsa yakın gelecekte zenginler de uzun yaşamak için bir dünya bulamayacaklar…
‘Kadına karşı şiddeti durdurmak için verilen küresel mücadele ile insan eşitliği mücadelesi bağlantılıdır.’
Judith Butler, Kaliforniya, Berkeley’deki evinde.
Geçen yıl, #MeToo (Ben de) hareketi en hararetli dönemini yaşarken yazdığım “I am A Sexist” (“Ben Bir Cinsiyetçiyim”) başlıklı makaleden kısa süre sonra filozof Judith Butler ile temas kurdum. Makalenin yalın bir eleştirisini almayı umuyordum. Oysa bundan çok daha fazlasını edindim: Bu röportaja yol açan zinde ve bilge bir yazışma ile kadınlara yönelik şiddetin, pek çok biçimiyle, küresel bir trajedi olduğu uyarısın.
Judith Butler felsefe, feminizm ve aktivizm alanlarında onyıllardır devam eden çalışmalarıyla dünya çapında tanınıyor. University of Carolina, Berkeley’de karşılaştırmalı edebiyat ve eleştirel kuram bölümünde profesör olan Butler, aralarında “Notes Toward a Performative Theory of Assembly” ve yakında piyasaya çıkacak olan kitabı “The Force of Non-Violence”ın da bulunduğu çok sayıda etkili kitabın da yazarıdır. Bu röportaj e-mail yoluyla gerçekleştirilmiştir.
George Yancy: Ni Una Menos denilen çokuluslu aktivist harekete aşina olduğunuzu biliyorum. Latin Amerika’daki birçok ülkeyi kapsayan bu hareket şiddetin pek çok biçimiyle – özellikle de kadınların ve kız çocuklarının toplumsal cinsiyetleri nedeniyle kasten öldürülmeleri anlamına gelen kadın kırımı –savaşıyor. (Tek bir örnek: Arjantin’de her 30 saatte bir kadının öldürüldüğü söyleniyor.) Birleşik Devletler’de de, elbette, #MeToo hareketimiz var. Bütün bu farklı fakat bir o kadar da benzer seferberliklerden nasıl bir anlam çıkarıyorsunuz?
Judith Butler: Şu anda çok sayıda feminizmin mevcut olduğunun (her zaman olduğu gibi) ve bunların odak noktaları ve temel yapıları açısından farklılık gösterdiklerinin altını çizmek gerekir. Ni Una Menos, milyonlarca kadını kadınlara, trans bireylere ve yerlilere yönelik şiddete karşı savaşmak için Latin Amerika sokaklarına döken bir harekettir. “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” sloganı, tek bir kadının dahi şiddet kurbanı olmayacağı anlamına gelir.
Daha da önemlisi ise, bunun kolektif olarak dile getirilen bir çağrı olmasıdır: “Kadın kategorisinden – kendilerine yöneltilen şiddete karşı direnen bu giderek büyüyen kolektif – bir kişi daha eksilmeyecek.” Aynı zamanda da; “Kadınlar olarak, bir yaşam daha kaybetmeyeceğiz.” Bu hareket, sığ bir kimlik fikrine dayanmaz; aynı zamanda işçi olan, sendika ve kilise mensubu, üniversitelerle herhangi bir bağı olan ya da olmayan kadınlardan ve trans bireylerden destek alan güçlü ve gücünü gitgide artıran bir koalisyondur.
Kadınların öldürülmesine karşı bu öfkeli müşterek başkaldırı son derece önemli, fakat bu şiddet aynı zamanda trans bireylere, özellikle de trans kadınlar ile “las travestis”lere -kendilerini her zaman trans olarak tanımlamayanlarlar- yönelik bir şiddettir. Bu yüzden bazen “feminicido”ya -dişileştirilen ya da dişi addedilen herkese- yönelen bir hareket olarak da tanımlanır. Bu önemli zira cinayet yalnızca toplumsal cinsiyete dayanarak işlenmez; kadınlara yönelik şiddet, mağdurun dişiliğini yerleşik kılmanın bir yoludur. Şiddet, kadın kategorisini katledilebilir, gözden çıkarılabilir kılmanın yollarını arar; bu, kadın yaşamının varoluşunu bile maskülen bir imtiyaz olarak erkekler tarafından karar verilen bir şey şeklinde tanımlama teşebbüsüdür.
Bu hareket aynı ölçüde bir özgürlük ve eşitlik mücadelesidir; kürtaj hakkı, eşit ücret hakkı için ve özellikle kadınlar, yerliler ve yoksullar için güvencesizliği artıran neoliberal ekonomilere karşı mücadele eder. Kürtaj hakkı, her bir kadının tek tek kendi bedeni üzerinde özgürlük iddia etmesine dayanır fakat kadınların arzularını devletin müdahelesi olmaksızın; şiddet, ceza ya da hapis korkusu duymadan özgürce yaşayabilme gibi müşterek taleplerinden doğar.
Hareket kendini, kişisel serbestlik ile tek tek öznelerin haklarına dayanan bireyci feminizm biçimlerinden ayrıştırmıştır. Bu, bireysel geçmişlerin ve hikayelerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Önemlidir önemli olmasına ancak kapitalizm eleştirisi sunmayan feminizm biçimleri, bireyciliği kendiliğinden yeniden üretme eğilimindedir. Müşterekler ortak bir sosyal şart ya da sosyal bir bağın gerçekleşmesi – bu bir kişinin yaşamında başına gelenlerin, ister şiddet, isterse borç ya da patriyarkal yetkeye boyun eğme olsun, başkalarının da başına geldiğini farketmesidir – yoluyla oluşurlar. Her ne kadar bunlar farklı şekillerde gerçekleşse de, kalıplar oradadır, hakeza dayanışma temelleri de.
Birleşik Devletler’deki “#MeToo” hareketi her tür işyerinde gerçekleşen cinsel taciz ve saldırıların yayılmacı özelliğini ifşa etmede son derece etkiliydi. Kadınların bunca zamandır taciz ve misilleme ile kariyerlerinin ellerinden alınması – genellikle iş dolayısıyla bağlı oldukları kişilere yönelik güven kaybı – yüzünden çektiklerine göz yummanın yolu yoktur. Bununla birlikte, #metoo hareketinin “me”si ile (ben) müşterek biz aynı değildir ve bir kolektif de yalnızca bireylerin zincirleme hikayelerinden ibaret olamaz. Müşterek eylem için dayanışmanın dayanağı bireyciliğin küstahlığından ayrılmamızı gerektirir; Birleşik Devletler’deki eğilim, güçlü ve sağlam müşterek bağlar pahasına siyasi liberalizm öğretisini yeniden tasdik etme eğilimindedir. Arjantin’deki Ni Una Menos, diktatörlük sonrasında oluşan “Nunca Mas!” ya da “Never Again!”in (Bir Daha Asla!) etik ve siyasi yükümlülüğünü üstleniyor. Sol kanattaki binlerce öğrenci ve aktivistin yaşamının tahribatı ve imhası devlet sansürüne, baskıya ve şiddete karşı sert bir direnişe neden oldu. Kadınların katledilmesi de aynı ölçüde korkunçtur, çoğu zaman suçu tanımakta başarısız olan polis ve mahkemeler ile kadınların yaşamlarını özgürce ve ölüm korkusu duymaksızın idame etmeleri için gereken eşit haklarını savunmayı reddeden devlet, buna yardım ve yataklık eder.
Arjantin’de, haziran ayındaki toplumsal cinsiyet şiddetine karşı protestodan.
Yancy: Bu iki hareketin nedenleri, kadınları ötekileştiren ve baskılayan politik ve ekonomik yapılarla bağıntılı. Politik ve ekonomik yapılar ise maçoluktan ayrı tutulamaz, eril kimliğin toksik anlamı kadın bedeni üzerinde eril hak sahipliğine dönüşür; öyle ki, kadınların yaşamaları ya da ölmeleriyle ilişkilendirilirler. Maçoluğun performatif boyutlarından bahsedelim.
Butler: Neyin performatif sayıldığından emin değilim artık; fakat bana göre erkeklerin kadınların yaşamlarına uygun gördükleri şekilde son verme konusundaki rahatlıklarının sebeplerinden biri, birbirlerine sessiz (ya da o kadar da sessiz olmayan) bir kardeşlik (brotherhood) paktıyla bağlı olmalarıdır. Başlarını diğer yana çevirirler; birbirlerine izin verir ve kişisel dokunulmazlık tanırlar. Kadınlara uygulanan şiddetin, cinayet dahil, suç olarak dahi mefhumlaştırılmadığı o kadar çok yer var ki. Oysa “Böyle gelmiş böyle gider” ya da “tutku edimleri” şeklindeki bu ifadeler kadınlara yönelik şiddeti doğallaştıran, yani bu şiddeti sanki günlük hayatın doğal ya da normal bir parçasıymış gibi gösteren, köklü davranışları açığa vurur. Feminist erkekler bu dayanışma paktını bozduklarında bazı topluluklar tarafından dışlanma riskiyle karşı karşıya kalırlar; ne var ki, bu tür mevkilerden feragat tam da ihtiyaç duyulan şeydir.
Barcelona’da, iyi niyetli bir adam bana şiddet karşıtı feminist bir gösteriye katılma hakkının olmadığını söyledi. Ona karşı çıktım. Belki de onunla aynı fikirdeyim: Katılım, bir hak sahipliği değildir, bir mesuliyettir. Bununla birlikte, kadınlara ve trans bireylere yönelik şiddete karşı bu önemli mücadeleye katılan erkeklerin kadınların liderliğini izlemeleri gerekir. Bu müsamaha gösteren, başka yöne çeken ya da aklayan ölümcül kardeşlik paktına karşı bir araya gelirlerse, bunu öncelikle diğer erkekleri karşılarına alarak ve şiddeti reddeden ve radikal eşitliği tasdikleyen gruplar oluşturarak yaparlar. Ne de olsa, kadınların ve her türden azınlıkların yaşamları ellerinden alındığında, bu durum bu yaşamların eşit değerde tutulmadığının bir işaretidir. Kadına karşı şiddeti durdurmak için verilen küresel mücadele ile insan eşitliği mücadelesi bağlantılıdır.
Yancy: Şiddetsizlik hakkındaki yeni kitabınız kadınların korunmasızlığına ilişkin sorunlara nasıl değiniyor?
Butler: Yeni kitabım “Şiddetsizliğin Gücü” elbette kadınlara ilişkin olmakla birlikte aslında yası tutulmayan (ungrievable) tüm kişilerle ilgilidir. Yaşamlarımızın birbiriyle bağıntılı oluşunu ve etik açıdan birbirimizin yaşamını devam ettirme yükümlülüklerimizin bu bağlılıktan kaynaklandığını göstermek için feminist “ilişkisellik” fikrini ele alıyorum. Şiddeti yasaklama, yaşamların eşit değerine dayanan o bağı teyit etmenin ve onurlandırmanın bir yoludur bu, ancak teorik ya da resmi bir prensip değildir. Birbirimizin yaşamasına gereksinim duyarız, bu aile ya da akraba bağları için geçerli olduğu kadar uluslaraşırı ya da küresel bağlar için de geçerlidir. Bireycilik eleştirisi, gerek feminist gerek Marxist düşüncenin önemli bir bileşeni ve insan veya insandışı yaratıklara, yaşamın tüm sistemlerine ve iletişim ağlarına bağlı canlı varlıklar olarak kendimizi anlamaya çalışırken şimdi aciliyet kazanmıştır. Çeşitli yıkım tehditleri; devlet şiddeti, feminicidio, mültecilerin yüzüstü bırakılması, küresel ısınma biçimlerini alabilir. Düşmanlıklar kızışsa bile, hatta tam da düşmanlıklar kızıştığında neden şiddete karşı çıkmaya mecbur olduğumuzu anlayabilmek için yaşamın bağlarını yeniden düşünmemiz gerekir.
Yancy: Şiddetsizlik tartışmanız, özellikle eril şiddetin yaygın kültürel pratiğini hangi açılardan ele alıyor?
Butler: Güzel bir soru. Bana kalırsa, şiddet eril ya da maskülen değildir. Erkeklerin genlerinden geldiğini ya da erkekliğin kaçınılmaz tanımı içerisine monte edildiğini sanmıyorum. Eril tahakküm yapılarından ya da patriyarkadan bahsedebiliriz. Bu durumlarda ise sökülüp atılması gereken toplumsal yapılar ve onların tarihleridir. Bu türden edimleri teşvik eden, izin veren ve aklayan toplumsal yapılar içerisindeki bireysel şiddet edimlerini nasıl anlayacağımızı bulmak zordur. Bunun nedeni, ömrünü sonuna kadar toplumsal yapılar içerisinde geçiren sosyal varlıklar olmamız olabilir. Fakat bu yapıları değiştirmek için bir miktar gücümüz var. Dolayısıyla, erkek bireylerin (male individuals) bahane olarak “toplumsal yapılar”ı gösterebileceğini sanmam; örn., “Eril tahakkümün toplumsal yapısı bu şiddet edimini gerçekleştirmeme neden oldu.”
Aynı zamanda, bu yapıları nasıl taşıdığımızı, yeniden ürettiğimizi ya da direttiğimizi kendimize sormak hepimizin boynunun borcudur. Bu yüzden değişim bireysel seviyede gerçekleşebilse de, onarıcı adalet modelleri bize bireylerin topluluklar ve ilişkiler bağlamında değiştiklerini ve yeni ilişki kurma modellerinin bu şekilde inşa edilerek eski ilişki kurma modellerinin yerle bir edildiğini söyler. O halde, bu yaşam başkalarının eşliğinde yenilendiği için etiğin kişisel bir benlik yenileme projesinden daha fazlası olması gerektiğini anlamına gelir. Bizleri ayakta tutan işte bu ilişkilerdir ve bu yüzdendir ki müşterek dikkatimizi ve bağlılığımızı hakederler.