Ana Sayfa Blog Sayfa 2418

451 yıllık Mimar Sinan eseri ‘restorasyon’ adı altında yıkıldı

Sokollu Mehmet Paşa Çeşmesi’nin bir bölümü restorasyon ihalesi alan firmanın çalışanları tarafından yıkıldı. Yıkımı yapan işçiler gözaltına alındı.

İstanbul’un Beyoğlu semtinde bulunan Mimar Sinan’ın 451 yıllık eseri, Sokollu Mehmed Paşa Çeşmesi’nin bir bölümü restorasyon ihalesini alan firma tarafından yıkıldı. BirGün’den İsmail Arı’nın haberine göre, yıkım, geçen cuma gecesi MAK Yapı Sanayi Şirketi çalışanı olduğu belirtilen iki işçi ile bir şantiye sorumlusu tarafından yapıldı.

Yaşananları gören bölge sakinlerinin şikayeti üzerine olay yerine gelen polis ekipleri, çalışanlardan restorasyon ruhsatı ile çalışma izin ve belgelerini istedi. Ancak polis, çalışanlardan “Yanımızda değil” yanıtını aldı. Hafta sonu olduğu için belgeleri gösteremeyeceğini söyleyen işçiler, gözaltına alınarak karakola götürüldü. Çalışmalar da savcılık kararıyla durduruldu.

Eserin son hali şöyle:

Tabağımıza taşınan o uzak coğrafyalar – Bülent Şık

Kaz Dağları’nın ya da Artvin’in maden arama faaliyetleriyle bir avuç şirket tarafından yağmalanmasıyla tabağımızdaki kanserojen kalıntıların bolluğu arasında bire bir bağ var.

Bianet’te son yazdığım yazılarda ülkemizden ihraç edilen gıda ürünlerinde saptanan ancak insan ve çevre sağlığı için ciddi sorunlar oluşturduğu için kullanılması uzun zaman önce yasaklanmış bazı pestisitler ile ilgili sorunlara yer vermiştim.  “Kamuoyundan Gizlenen Halk Sağlığı Sorunları” başlığını taşıyan yazı dizisinin linkleri bu yazının sonunda yer alıyor.

Rusya ve Suudi Arabistan’a ihraç edilen gıda ürünlerinde pestisit kalıntıları çıkması üzerine Tarım ve Orman Bakanlığı’nın valiliklere gönderdiği resmi yazılar üzerinden meselenin ne kadar geniş çerçeveye sahip olduğunu, bakanlıkların kamu sağlığından ziyade ihracatı önemsediğini, eğer bakanlığın resmi yazılarını görmesek bu tip konuların nasıl da halktan gizlenebileceğini anlatmaya çalışmıştım. Yazdığım yazılar hakkında okurlardan çeşitli mesajlar aldım. Mesajların büyük bir çoğunluğu kanser sorunu hakkındaydı.

Yazdığım yazılarla medyanın kanser meselesine yaklaşımındaki çok sorunlu, hatta berbat bulduğum bakış açısını güçlendirmek istemiyorum. Medyanın kanser meselesine dair sorunlu bakış açısından özenle kaçınmaya çalışıyorum ve bunu daha önce yazdığım pek çok yazıda dile getirmiştim. Ancak bianet’teki yazı dizisinin tetiklediği sorulara yanıt vermek için bu meseleye nasıl baktığımı ayrıntılı bir şekilde dile getirmeliyim.

Öncelikle toksik kimyasal maddeler ve kansere yol açan faktörler hakkında kısa bir hatırlatma yapacağım.

Bazı kritik faktörler

Pestisitler tarımda kullanılan toksik kimyasal maddeler. Çok sayıda pestisit insanlarda kısırlık, üreme sağlığı bozukluları, hormonal sistemde ve sinir sisteminde bozulmalar, kanser vb. gibi sağlık sorunlarına yol açıyor. Yine çok sayıda pestisit toprakta ve sularda kimyasal kirliliğe ve doğal hayattaki canlı türleri özellikle kuşlar, uçucu böcekler ve eklembacaklılar için de yıkıcı sağlık sorunlarına yol açıyor.

Ancak bu sağlık zararlarının insanlarda açığa çıkması bazı faktörlere bağlı. Yaş önemli bir faktör. Yaş küçüldükçe sağlık zararı oluşma riski büyüyor. Toksik maddelerin vücuda hangi yoldan girdiği ve ne miktarda maruz kalındığı da önemli. Genellikle maruz kalınan doz arttıkça zararlı etki artış gösteriyor. Ancak bu her durumda geçerli bir kural değil. Örneğin hormonal sistemin çalışmasını bozan ve sinir sisteminin gelişimini olumsuz etkileyen pestisitler bu konuda bir istisna oluşturuyor. Bu kimyasallar çok düşük dozlarda da olumsuz etki gösterebiliyorlar. Ve bu nedenle de en büyük zararı bebek ve çocuklar görüyor.

Toksik kimyasal maddelere ne kadar süre ile maruz kalındığı da önemli. Maruz kalma süresi arttıkça sağlık zararı oluşma riski büyüyor; örneğin pestisitler söz konusu olduğunda tarım işçileri ile çiftçiler ve onların çocukları bu kimyasallara daha sık veya daha uzun süreler boyunca maruz kaldıkları için daha büyük risk altındalar. Bazı toksik kimyasal maddeler cinsiyete bağlı olarak sağlık zararlarına yol açabiliyor. Yoksulluk, yetersiz beslenme ve aşırı hareketsizlik de dikkate alınması gereken faktörlerdir.

Genetik yapı da dikkate alınan bir faktördür. Ama yaygın olarak inanılanın aksine önemli bir faktör olarak görülmez; çevre çok daha önemlidir ve neden önemli olduğuna biraz sonra değineceğim.

En önemli faktörler bunlardır. Ve sigara dışarıda bırakılırsa bu faktörlerin neredeyse tamamı bireysel tercih ve alışkanlıklarımızdan ziyade içinde yaşadığımız çevre ile ilgilidir. Peki çevre meselesi medyada nasıl ele alınır ya da alınır mı?

Medyanın sorularımız üzerine düşen gölgesi

Okurlardan bana yöneltilen soruların başında gıdalardaki pestisit sorunundan kurtulmak için ne yapacağız sorusu geliyor.

Organik gıda mı alalım (paranız yetiyorsa işe yarar; peki alamayanları ne yapacağız?), gıdaları yıkayalım mı ya da kabuğunu soyalım mı (gıdanın yüzeyindeki pestisitleri biraz uzaklaştırır ama içindekiler kalır) vb. gibi sorular geliyor genellikle.

Bu sorulara bir soru ile yanıt vermek istiyorum: Neden sıklıkla bu soruları soruyoruz ya da neden böyle düşünüyoruz? Bu düşünme tarzında medyanın büyük bir rolü var.

Medya sağlıklı beslenme ya da gıdaların yol açtığı-açabileceği sağlık zararları ile ilgili sorunların çözümünü bireysel tercih ve alışkanlıkların değiştirilmesi veya düzenlenmesi noktasından ele alıyor genellikle. O gıdayı değil de şu gıdayı yememizin sağlığımız için daha iyi olacağı, gıda maddelerini şu şekilde değil de bu şekilde hazırladığımızda hastalıklardan korunacağımız, hangi öğünde hangi bitki yenirse ya da özütü içilirse hangi hastalığa deva olacağı vb. gibi konularla ilgili sayfa sayısı sürekli genişleyen bir listeyi sürekli ezberlemek zorundayız. Uzmanların da bu konuda epeyce sorumluluğu var ama bu başka bir yazının konusu.

Bu çok kabarık ve arada sırada da değişen listeyi akılda tutamamak zamanla bir tür suçluluk psikolojisine bile neden oluyor. Dahası aklımızın bir köşesinde yaptığımız, yapmadığımız ya da yapamadığımız şeylere dair bir başka liste de sürekli büyüyor.

Kafa karışıklığına neden olmamak için burada medyadaki yaygın söylemi ya da yaklaşımı eleştirdiğimi belirtmeliyim. Bir sağlık sorunu nedeniyle hekimler tarafından önerilen beslenme tavsiyelerine uymak gerekir elbette. Bireysel bilgimizin ve bir şeyleri yapma becerimizin gelişmesinin iyi bir şey olduğuna da şüphe yok. Ama medyada sıklıkla yapıldığı gibi meseleyi sadece bireysel noktadan kavramak, sağlığımızın nasıl da bozulduğundan söz ederken sağlığımızı bozan faillere hiç değinmemek aşırı kısmi ve nihayetinde de işe yaramaz bir çözüm önerisidir.

Kritik bir hatırlatma

Çok önemli bir bilgiyi hatırlatarak meramımı daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum: Tüm kanser vakalarının sadece %5-10’u genetik kusurlara bağlanabilirken, geri kalan %90-95’inin nedeni çevresel koşullardır. Ülkeden ülkeye değişiklik olsa da kanser vakalarının %25-30’u sigara içme alışkanlığından, %30-35’i beslenme veya diyetten, %15-20’si enfeksiyon hastalıklarından ve geriye kalan %15-30 ise toksik kirlilik, hareketsizlik, alkol gibi etkenlerden kaynaklanır.  Bir başka akademik çalışmada ise tüm insan kanserlerinin sadece %7’sinin kalıtımsal olduğu, geriye kalan %93’ünün çevresel faktörlerin genlerle etkileşime girmesinden kaynaklandığı belirtilmiştir. Dolayısıyla kanser içinde yaşadığımız çevre ile çok yakından ilişkili bir hastalıktır.

Halk sağlığı açısından bakıldığında çevre bedenimizi çepeçevre saran her şeydir. Üzerine bastığımız toprak, soluduğumuz hava, yediğimiz gıdalar, içtiğimiz su ve bedenimizi dış dünyadan yalıtarak bir ben duygusunun oluşmasında büyük rolü olan derimizin temas ettiği her şey çevreyi oluşturur. Hava kirliliği çoğu durumda etkilediği nüfusun fazlalığı bağlamında sigaradan daha büyük bir tehdittir. Yediğimiz gıdalar da çevre kirliliğinden etkilenir. Kirletilmiş bir çevrede yetiştirilen gıda maddelerinin bünyesinde toksik kimyasalların bulunması kaçınılmazdır. Su varlıklarının kimyasal maddelerle kirletilmesi de bu tabloya eklenebilir.

Gıda üretim tüketim süreçlerinin obezite üzerindeki etkisi de dikkate alındığında kanser hastalığının üçte ikisinin içinde yaşamak ya da yaşamak zorunda kaldığımız çevreden kaynaklandığı öne sürülebilir.

Uzak coğrafyalar ne kadar uzak

Kimyasal maddelerle kirletilmiş bir çevrede yaşamak bireysel tercih ve alışkanlıklarımızı değiştirerek üstesinden gelemeyeceğimiz bir sorundur. Bu bağlamda bakıldığında kanserden korunmak için yapılacak en önemli şeylerden biri çevre kirliliğini önlemek için yapılan çalışmalara, eylemlere veya mücadelelere destek olmaktır.

Örneğin Kaz Dağları’nın bir avuç altın için talan edilmesini, bitki örtüsünün yok edilmesini, toprağın ve su varlıklarının toksik kimyasallarla kirletilmesini önlemek hangi gıda maddelerini yemekten kaçınır ve hangilerini yersek kanserden korunacağımıza ya da tabağımızdaki yiyecekte kanseri engelleyen hangi kimyasal maddenin olduğuna kafa yormaktan çok ama çok daha fazla hayati. Doğal çevrenin tahribini engellemek kanserle mücadelede olumlu rol oynayacak anahtar stratejidir.

Giderek yaygınlaşan, kuralsızlaşan ve bir yağmaya dönüşen bu yıkım süreci bizden ne kadar uzak coğrafyalarda gerçekleşse de yol açtığı sorunlar masada, önümüzdeki tabağın içinde duruyor.

Kaz Dağları’nın ya da Artvin’in maden arama faaliyetleri ile daha da zenginleşecek bir avuç şirket tarafından yağmalanması ile tabağımızdaki yiyecekteki pestisitler, arsenik, kurşun ya da kadmiyum gibi kanserojen kalıntıların bolluğu arasında bire bir bağ var. Dolayısıyla o coğrafyalarda olan bitenden gözümüzü kaçıramayız.

Yiyecek ve içeceklerin toksik kimyasallarla kirletilmesi bu yıkım sürecinin en iyi göstergesi olmasına rağmen medya eliyle büyük bir ‘başarıyla’ görünmez kılınmıştır. Sadece bireysel beslenme tercih ve alışkanlıklarımıza değer biçen, “onu yeme bunu ye” tarzı önerilerden öteye gitmeyen söylemler ne kadar akademik olsalar da birer medya gevezeliği ya da boş laf olmaktan öteye gitmeyeceklerdir.

Yazıda pestisitleri odağa koyarak bir çerçeve oluşturmuştuk. Öyleyse onlarla bitirelim: Pestisitler çevre kirliliğine yol açan binlerce toksik kimyasal maddenin bir kısmını oluşturur. Çözüm ne diye ısrarla soranlara ise bir başlangıç noktası olarak şunu önerebilirim: Gıdalardaki pestisit (toksik kimyasal) kalıntıları sorununu çözmek için beslenme alışkanlıklarımızı olumlu etkileyecek bilgi ve becerilere erişmek, gıda üretim-tüketim sürecinde aktif rol oynayan örgüt ve inisiyatifler oluşturmak ya da böyle yapılara dâhil olmak, tarımsal üretimde agroekolojik yöntemlere ağırlık veren, çevre kirliliğini engellemek için çaba gösteren ve iklim krizi konusunda duyarlılık yaratmaya çalışan yapılara destek vermek kritik önem taşıyor. Böylece, o uzak coğrafyalar sadece kokusuyla, tadıyla ya da lezzetiyle yer alır tabağımızda belki bir gün.

“Kamuoyundan Gizlenen Halk Sağlığı Sorunları” yazı dizini okumak için:

https://bianet.org/kadin/saglik/211406-kamuoyundan-gizlenen-halk-sagligi-sorunlari-i

https://bianet.org/kadin/bianet/211464-rusya-dan-geri-donen-gidalardaki-pestisit-ve-metabolit-kalintilari

https://bianet.org/kadin/bianet/211518-kullanilmasi-yasak-pestisitler-tarimda-hala-kullaniliyor

https://bianet.org/kadin/bianet/211576-ihracat-kayitlarina-gore-turkiye-de-kullanilan-yasakli-pestisitler

 

 

Konya ve Niğde’de koca dehşeti: İki kadın daha öldürüldü

Konya’da cezaevinden firar eden Ali Mıngır, önce karısının evini yaktı, sonra kaçan kadını pompalı tüfekle vurarak öldürdü. Niğde’de Murat Çetinel,boşanma aşamasında olduğu karısını, çocuklarının gözü önünde tabancayla vurarak öldürdü. Kaçan iki zanlı aranıyor.

Afyonkarahisar’da hükümlü olduğu cezaevinden firar eden Ali Mıngır, saat 05.30 sıralarında Konya’nın Meram ilçesinde yaşayan 48 yaşındaki eşi Birsen Mıngır’ın evine gitti. Ali Mıngır, eşinin B.D. isimli başka bir erkekle yaşadığı öne sürülen evi mutfak penceresinden attığı molotof kokteyliyle yaktı.Koca, yangının ardından evden kaçan Birsen Mıngır’ı pompalı tüfekle sırtından vurdu. Ali Mıngır olay yerinden kaçarken, ihbar üzerine olay yerine sağlık ekipleri sevk edildi. Ambulansla Konya Numune Hastanesi’ne kaldırılan Birsen Mıngır, burada yaşamını yitirdi. Polis, kaçan Ali Mıngır’ın yakalanması için çalışma başlattı.

Yine çocukların önünde

Niğde’de de dört çocuk annesi Sibel Çetinel, boşanma aşamasında olduğu eşi Murat Çetinel tarafından tabancayla vurularak öldürüldü. Aşağı Kayabaşı Mahallesi’nde yaşayan ve boşanma aşamasında çift tartışmaya başladı. Tartışmanın büyüyüp kavgaya dönüşmesi üzerine Murat Çetinel, tabancayla eşine ateş etti. Merminin başına isabet ettiği Sibel Çetinel, olay yerinde hayatını kaybetti. Olay yerinden kaçan Murat Çetinel’i yakalamak için çalışma başlatıldı.

Bomonti Bira Fabrikası Diyanet’e devredildi: Mescit, yurt ve otopark yapılacak

‘Korunması gereken kültür varlığı’ olarak tescil edilen Bomonti Bira Fabrika’sının kalan binaları Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edildi. Bina yıkılıp yerine mescit, otopark ve yurt yapılacak. Mimarlar Odası dava açıyor

İstanbul’un önemli simgelerinden biri olan Bomonti Bira Fabrikası’nın kalan son binaları da Diyanet’e tahsis edildi. Binaların yıkılıp sökülerek yerlerine; mescit, yurt, sergi salonu ve katlı otopark yapılması planlanıyor. Mimarlar Odası da dava açmaya hazırlanıyor.

1890 yılında Feriköy’de kurulan Bomonti Bira Fabrikası ve ona ait binaları 1998 yılında İstanbul 1 No’lu Koruma Kurulu tarafından “korunması gereken kültür varlığı” statüsüne alınarak tescil edilmişti.

Artı Gerçek’ten Rıfat Doğan‘ın haberine göre İstanbul’un erken sanayi miraslarından biri olan tarihi yapıyla ilgili İstanbul 2 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun aldığı kararla 1548 ada 9-10 parsel üzerinde bulunan Hazine Maliyesi’ne ait Bomonti Bira Fabrikası’nın birer parçası olan “Eski Malt Binası”, “Eski Silo”, “Eski Arpa Temizleme Binası” ve “Eski Kazan Dairesi” taşınmazlarının Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsisine onay verdiği ortaya çıktı.

Kurul ayrıca 13 Haziran tarihinde aldığı kararla da mimar Halil Onur’un tescilli yapıların bulunduğu alana ilişkin hazırladığı ve içinde “mescit, yurt, sergi salonu ve katlı otopark” bulunan projeyi de uygun bularak, söz konusu taşınmazların söküm ve yıkımına da izin verdi. Halil Onur, Taksim Gezi Parkı’na yapılması planlanan ancak kamuoyunda tepkilere neden olan “Topçu Kışlası” projesinin de mimarıydı.

Yapılan görüşmeler sonucunda…

Koruma Kurulu kararında şöyle denildi: :  “Yapılan görüşmeler sonucunda söz konusu Diyanet İşleri’ne tahsisli taşınmazlara ait Kurulumuzun 15 Mart 2019 tarihli kararı ile ek onaylı rekontrüksiyon projesi doğrultusunda söküm işleminin uygun olduğuna karar verildi.”

Tahsis ve yıkım kararı üzerine Şişli Belediyesi’ne bilgi amaçlı yazı yazan Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ise, Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilen söz konusu taşınmazların Türkiye ve İstanbul’un erken sanayi miraslarından Bomonti Bira Fabrikası ile bir sanayi kompleksi oluşturan ve bu nedenle İstanbul 1 No’lu Koruma Kurulu’nun çeşitli kararlarıyla tescil ve koruma altına alınarak yıkımlarına izin verilmeyen yapılar olduğuna dikkat çekti.

Mimarlar Odası yazısında “Tescili bulunan ve Hazine malı olan Bomonti Bira Fabrikası ve çevresinin anlaşılmaz bir şekilde olan yapımından bir sene önce anılan parsel ve üzerindeki Bomonti Bira Fabrikası’na ait tescilli binalarının kullanımına dair bütün işlev ve yapılaşma koşulları belirlenmiş ve olarak ihaleye çıkmıştır” ifadelerine yer verdi.

Yargıya taşınıyor

Kararın yargıya taşınacağını belirten Mimarlar Odası’nın metninde şu görüşler paylaşıldı: “Geri dönüşü mümkün olamayacak uygulamalara mahal verilmemesi için özellikle sit alanlarında ve korunması gerekli kültür varlıklarının bulunduğu parsellerde ortak kültür mirasımızın gelecek kuşaklara devredilmesi konusunda anayasal ve evrensel sorumluluğu bulunan belediyenizin ilgi konusu hakkına yapılan işlemlerin durdurulmasını ve tarafımıza bilgi verilmesini önemle rica ederiz.

Şişli Belediyesi: Takipçisi olacağız 

Şişli Belediyesi Kent Konseyi Genel Sekreteri Tolga Bektaş yaptığı açıklamada, tahsis ve söküm/yıkım kararına tepki göstererek “kent belleğinin önemli bir parçası olan Bomonti Bira Fabrikası’nın bu şekilde yıkılması kabul edilemez. Mimarlar Odası, konuyu yargıya taşıyacak, biz de davaya müdahil olmak için başvurumuzu yapacağız” dedi.

Bektaş, konuya ilişkin bir kamuoyu duyarlılığı yaratmak için açıklama yapacaklarını ve konunun takipçisi olacaklarını belirtti.

Davutoğlu ve arkadaşları AKP’den ihraç ediliyor

AKP MKYK’da, yeni parti kurma hazırlıkları içinde olan Davutoğlu, Üstün, Başçı ve Özdağ’ın kesin ihraç istemiyle Merkez Disiplin kurulu’na sevk edildi.

AKP Merkez Karar ve Yürütme Kurulu’nda, Ahmet Davutoğlu, Ayhan Sefer Üstün, Abdullah Başçı ve Selçuk Özdağ’ın partiden kesin ihracı istendi. İhraç istemi kararı, oybirliğiyle alındı. Davutoğlu’na yakın Karar gazetesi, AKP Eski Ankara İl Başkanı Nedim Yamal ile Eski İstanbul İl Başkanı Selim Temurci hakkında da il disiplin kurullarının harekete geçeceğini öne sürdü.

AKP’den yapılan açıklamada, “Ak Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun 02.09.2019 tarihinde yapılan toplantısında, Ahmet Davutoğlu, Selçuk Özdağ, Ayhan Sefer Üstün ve Abdullah Başcı’nın tedbirli olarak partiden kesin ihraç istemiyle Merkez Disiplin Kuruluna sevkine oy birliğiyle karar verilmiştir.” denildi. İhraç isteminin gerekçesi, ‘AK Parti İçtüzüğü’ne aykırı eylem söz ve davranışlarında bulundukları” şeklinde ifade edildi.

Süreç nasıl işleyecek?

MKYK’den çıkan ihraç talebi AKP Merkez Disiplin Kurulu’na sevk edilecek. Ardından Disiplin Kurulu Başkanı Ahmet Aydın, kurulu toplayarak ihracı istenen kişilerden sözlü ve yazılı savunma isteyecek. Disiplin Kurulu’nun sözlü ve yazılı talebine belli bir süre içeresinde cevap gelmezse otomatik olarak üyelikleri düşecek.

‘İnsan yüzüne çıkamazlar’

Davutoğlu, 18 Temmuz günü RS FM yayınında Türkiye’nin kritik dönemi olduğu varsayılan 2015’deki siyasi gelişmeler hakkında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ilgili olarak  Bana, ‘Sen başbakan gibi görün ama başbakan olma, başbakanmış gibi yap ama yetki kullanma’ dendi. Bunu benden Cumhurbaşkanı istiyordu. Ben kendimi bilirim; benden her şey olur da düşük profilli olmazdemişti. RS FM, daha sonra Davutoğlu’nun konuk olduğu programı tümden yayından kaldırmış; programı yapan gazeteci Yavuz Oğhan’ın iş akdini fesh etmişti.

Davutoğlu, 24 Ağustos’ta da Sakarya Dostlar Platformu’nun etkinliğinde yaptığı konuşmada, bildiklerini söylemesi durumunda, kendisini bugün terörle mücadele konusunda eleştirenlerin insan içine çıkamayacağını belirterek şöyle demişti: “Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan insan yüzüne çıkamaz. Bizi bugün eleştirenler insan yüzüne çıkamazlar, açık söylüyorum. Neden mi? Gelin hafızanızı bir yoklayın. İleride bir gün Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman en kritik dönemlerden biri 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönem olacaktır. Başbakanlık görevini aldığım zaman -bunu izah etmek zorundayım, kampanya dolayısıyla bu soruları aldığım için- 6-8 Ekim olayları oldu. O olaylar esnasında çözüm süreci adı altında Türkiye’nin kamu düzeninin nasıl yerle bir edildiğini görme imkanı bulduk.”

Geçen gün Konya’da konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu gelişmeler üzerine ihraç sinyali vermişti. Erdoğan, “Kağıt üzerinde üyemiz gözüküp de gönlünü ve yolunu bizden ayırmış olanlar varsa onları ayıklamaktan çekinmemeliyiz” demişti.

Demirtaş’a ana davadan tahliye, avukatı ‘denetimli serbestlik’ isteyecek

HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında, ‘terör örgütü kurmak/yönetmek’ suçlamalarıyla 142 yılla yargılandığı ana davada tahliye kararı çıktı. Başka bir davadan hükümlü olduğu için salıverilmeyen Demirtaş’ın avukatı, yattığı süre gö zönüne alınarak yapacakları ‘denetimli serbestlik’ başvurusuyla müvekkilinin dışarı çıkmasını umduğunu söyledi.

HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş için yargılandığı ana davada tahliye kararı verildi. Ancak Demirtaş başka bir davadan 4 yıl 8 ay hapis cezası aldığı için tahliye edilmeyecek.

Demirtaş’ın tutuklu olarak yargılandığı Ankara 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın 11’inci duruşması, Sincan Cezaevi Kampüsü’nde görüldü. Demirtaş ve avukatlarının katılmadığı duruşmada, mahkeme oy birliğiyle Demirtaş’ın tahliyesine karar verdi. Kararın ardından Demirtaş, “Hükümlü olduğum için şimdilik cezaevindeyim. Adil yargılanma için hayırlısı olsun” dedi. Selahattin Demirtaş, daha önce “terör örgütü propagandası yapmak” suçundan yargılandığı davada İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesince 4 yıl 8 ay hapse mahkum edilmiş, karar, istinaf mahkemesince hukuka uygun bulunmuştu.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Demirtaş’ın bu karara itiraz başvurusu ile ilgili 18 Eylül 2019 tarihinde Strazburg’da duruşma gerçekleştirecek.

142 yıl isteniyor

Görülmesine 7-8 ve 9 Ocak 2020’de devam edilecek davada, Demirtaş hakkında “örgüt kurma ve yönetme”, “örgüt propagandası” ve “suç ve suçluyu övme” iddialarıyla 142 yıla kadar hapis cezası isteniyor. Diyarbakır’da açılan dava, güvenlik gerekçesiyle Ankara 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’ne alınmıştı. Davası daha önce Demirtaş hakkında hazırlanan ve dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM’ye gönderilen 31 fezlekenin toplamından oluşuyor.

Beştaş: Bırakılması gerekiyor

HDP’nin hukukçu milletvekili Meral Danış Beştaş ise 4 yıl 8 ay hapis cezası alan Demirtaş’ın 2 yıl 10 aydır cezaevinde bulunduğunu, Yargıtay’ın önceki kararlarına göre cezasının son 1 yılının denetimli serbestlik süresi içinde değerlendirilerek serbest bırakılması gerektiğini söyledi. Beştaş Twitter’da yaptığı paylaşımda, bu konuda bir başvuru yapılacağını belirtti.

Avukat Karaman: Denetimli serbestlik başvurusu yapacağız

Demirtaş’ın avukatlarından Mahsuni Karaman, yaptığı açıklamada, “Sn.  Demirtaş hakkında, tutuklu yargılandığı dosyada tahliye kararı verildi. Ancak kesinleşen bir mahkumiyet kararı nedeniyle Cezaevinden hemen çıkamayacak.  Tutuklulukta geçen sürenin mahsubu ve denetimli serbestlik başvurusundan sonra kısa zamanda çıkmasını bekliyoruz” dedi.

Altıparmak: Ne tesadüf! 

Sosyal medyada Demirtaş kararıyla ilgili çok sayıda yorum ve paylaşım yapıldı. Avukat Kerem Altıparmak, Demirtaş’la ilgili verilen kararın AİHM bağlantısı olduğuna işaret etti. Altıparmak, “Demirtaş’ın 3 yıla yakın zamandır tutuklu olduğu dosyadan aniden tahliye olmasının 2 hafta sonra AİHM’de yapılacak duruşma ile hiçbir ilgisi olduğunu sanmıyorum. Tamamıyla bir tesadüf. Kesin tesadüf. Hiç şüphe yok ki tesadüf. Hiç öyle taktik falan yapılmamıştır. Kesin tesadüf” dedi.

HDP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık da resmi Twitter hesabından yaptığı açıklamada, “Selahattin Demirtaş, tutuklu olduğu dosyada toplamda 56 ay ceza yedi. Yasalara göre 3/4’ünü, yani 42 ayını hapiste geçirmesi gerekiyor. İnfaz hükümlerine göre cezanın son 1 yılında denetimli serbestlikten tahliyesi mümkün. 34 aydır hapiste olduğundan tahliye edilmesi gerekiyor” dedi.

Demirtaş, gözaltına alındığı 4 Kasım 2016’dan bu yana bu yana Edirne F Tipi Cezaevi’nde tutuluyor.

 

Çin’de güneş enerjisi artık şebeke elektriği kadar ucuz

Yeşil Gazete için çeviren: Eren Yılmaz

Araştırmalar sonucunda, 344 şehirde fotovoltaik sistemlerin şebeke elektriğinden daha düşük maliyetle elektrik ürettiği görüldü.

Yakın zamanda yürütülen bir çalışma, güneş enerjisinin Çin’in birçok şehrinde şebeke elektriğiyle aynı maliyette veya daha ucuza üretildiğini gösteriyor. Bu araştırmanın ülkede sanayi ve ticaret alanlarında güneş enerjisinin daha yaygın kullanımını teşvik edebileceği söylenebilir.

Çin şu anda dünyanın en büyük elektrik üreticisi konumunda. Bu elektriğin büyük çoğunluğu kömürden sağlanıyor: 2015’te kömür kaynaklı elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 72 olduğu görülüyor. Bu rakamlara rağmen Çin, yenilenebilir enerji girişimlerini agresif bir kararlılıkla sürdürmekte. ABD Enerji Bilgisi İdaresi’nin tahminlerine göre, Çin’in güneş enerjisi kapasitesi 2015’ten 2040’a kadar yılda ortalama yüzde 7, rüzgar enerjisi kapasitesi ise aynı dönem içinde yılda yaklaşık yüzde 5 artabilir.

Bu alanda önceki çalışmalar, 2013-2020 yılları arasında gelişmiş ülkelerin çoğunda güneş enerjisinin “şebeke paritesine” ulaşabileceğini, başka bir deyişle diğer yaygın elektrik üretim kaynakları kadar ucuz olabileceğini öngörüyordu. Yine aynı çalışmalar, bugünkü verilerin aksine Çin’in güneş enerjisi konusunda şebeke paritesine ulaşmasının çok daha uzun yıllar alacağını ileri sürmüştü.

Çin’in şebeke paritesine ulaşılabilir seviyeye gelmesi, güneş enerjisi teknolojisindeki gelişmeler sayesinde beklenenden daha kısa sürede mümkün oldu. 2000 yılında kWh başına fotovoltaik enerji üretimi maliyeti 15,1 Çin Yuanı iken, 2018’de 0,79 Yuan olmuştu. Yine 2018 yılında Çin hükümeti, güneş enerjisi sektörünün devlet yardımı olmadan kömürle rekabet edebilmesini sağlamak adına bu sanayi koluna verilen desteği önemli ölçüde kısmıştı.

Güneş enerjisi üretiminin bugün Çin’deki konumunu görebilmek adına İsveçli ve Çinli bilim insanları 344 şehirde araştırmalar yürüterek, endüstriyel ve ticari amaçlı güneş enerjisi projelerinin yapım ve uygulama aşamalarındaki harcamaların ve elde edilen kârın analizini ortaya koydu. Alınan sonuçlarda 344 şehrin tamamında fotovoltaik sistemlerin devlet desteği olmadığı halde şebeke elektriğinden daha ucuza elektrik ürettiği, hatta bu şehirlerin yüzde 22’sinde maliyetin kömürden de düşük olduğu görüldü.

Danimarka merkezli enerji kaynakları araştırma ve danışma şirketi Wood Mackenzie’nin güneş enerjisi uzmanı Rishab Shrestha, konuyla ilgili şöyle konuştu: “Uzmanlar güneş enerjisinin Çin’de birçok bölgede şebeke paritesine ulaştığını biliyordu, fakat bu çalışmayla ortaya çıkan miktar tahmin edebileceğimden daha fazla”.

Shrestha ayrıca şebeke elektriğini depolama maliyeti azaldıkça güneş enerjisi tüketicilerinin bundan nasıl fayda sağlayabileceğinin gelecekteki araştırmalarla görülebileceğini ekedi. 

Bilim insanlarının konuyla ilgili elde ettikleri bulgulara Nature Energy dergisinin 12 Ağustos’ta yayımlanan sayısında ayrıntılı olarak yer veriliyor.

Makalenin İngilizce Orijinali

 

Japonya’da ‘geleneksel katliam’: Yüzlerce yunus vahşi yöntemlerle avlanacak

Japonya’nın sahil kasabası Taiji’de ‘geleneksel’ yunus avı başladı. Vahşi yöntemlerle avlanan yunuslar etleri için restoranlara satılırken canlı yakalananlar akvaryum ve su parklarına satılıyor.

Japonya’nın sahil kasabası Taiji’de her yıl tepkilere neden olan ‘geleneksel yunus avı’ başladı. Pazar günü başlayan avın ilk gününde balıkçı tekneleri boş döndü. The Dolphin Project adlı çevre örgütüne göre ise bugün beş Risso yunusu öldürdü ya da yakaladı.

Sığ sularda bıçaklıyorlar

Balıkçılar, teknelerle koya yönlendirdikleri hayvanları sığ sularda bıçakla öldürüyor. Hayvan hakları örgütleri yunusların yaklaşık yarım saat can çekiştikten sonra nefessiz kalarak ya da boğularak öldüğünü, bu yöntemin ‘zalimce’ olduğunu söylüyor. Avlanan yunuslar etleri için restoranlara satılırken canlı yakalananların yüksek fiyatlarla akvaryum ve su parklarına pazarlandıkları belirtiliyor. Yunus avının kültürlerinin bir parçıası olduğunu söyleyen balıkçılar ise bunun geçim kaynakları olduğunu belirtiyor, kendilerini eleştiren Batılıları diğer et türlerini tükettikleri için iki yüzlülükle suçluyor.

Baskılar işe yaramıyor

Altı ay sürmesi beklenen av sezonunda bin 700’den fazla yunusun avlanması planlanıyor. Onlarca yıldır devam eden yunus avı geleneği 2009’da Oscar ödülü kazanan The Cove adlı belgesele konu olmuştu ve belgeselin yayımlanmasından sonra Japon hükümetine avı yasaklaması yönündeki baskılar artmıştı. Ancak ne baskılar ne de eleştiriler, Japon hükümeti üzerinde bir etki yaratıyor.

Ülkede, uluslararası tepkilere rağmen ticari amaçlı balina avcılığı da 1 Temmuz’da yeniden başlamıştı. Balıkçılara, Japonya kara sularında bu yılki av sezonunda 52 minke, 150 bryde ve 25 sei balinası olmak üzere toplam 227 balina için avlanma izni verilmişti.

Emine Erdoğan, Salda’ya Millet Bahçesi projesinden ‘mutmain’ olmuş

Millet Bahçesi yoluyla yapılaşmaya açılma tehditi altındaki Salda Gölü’nü ziyaret eden Emine Erdoğan, ‘Çok güzel bir girişim, tebrik ediyorum bakanlığımızı’ dedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ile Salda Gölü’nü ziyaret etti. “Çalışmaları nasıl buldunuz?” sorusuna Emine Erdoğan, “Ben mutmain* oldum, halkımızın da mutmain olmasını tavsiye ederim” yanıtını verdi.

Burada gazetecilerin sorularını yanıtlayan Bakan Kurum, “Salda’nın doğal güzelliklerini korumak ve bize bırakılan emanetleri en iyi şekilde aktarmak için buradayız. 14 Mart 2019 tarihinde Cumhurbaşkanımızın onayı ile Salda bölgesindeki 44 metrekare özel çevre koruma bölgesini biz yedi kat arttırdık. Amacımız bu bölgede yapılaşmaya hiçbir şekilde izin vermemek” dedi.

Dinlenme tesisi, mescit, sağlık ocağı

Salda Gölü’nün Maldivler’e benzediğini ifade eden Kurum, “Salda Gölü bizim Saldivlerimiz. Doğal güzelliğimizi koruyacak projeleri hayata geçireceğiz. 38 farklı kuş türüne ev sahipliği yapıyor burası” diye konuştu. Proje hakkında bilgi veren Kurum, “Beyaz kumsala kadar araçları ile girebiliyordu vatandaşlarımız. Sonrasında biz buraya bir düzenleme yaptık. Kıyı ve kenarda hiçbir şekilde yapılaşmaya izin vermeyeceğiz.  Vatandaşlarımızın  dinleme, mescit ve sağlık ihtiyaçlarını giderebilecekleri yerler dışında herhangi bir yapı yapılmasına müsaade etmeyeceğiz. Çivi dahi kullanmayacağız, asfalt dökmeyeceğiz. Yapmayacağız, yapılmasına da izin vermeyeceğiz. Sayın Emine Erdoğan’a projeleri gördüğü için teşekkür ederiz” ifadesini kullandı.

Emine Erdoğan: Bakanıma durumu bildirdim

Salda Gölü projesini incelediğini dile getiren Emine Erdoğan da şöyle konuştu: “Cennet ülkemizin cennet köşelerinden biriyle ilk defa karşılaşıyorum, çok duygulandım.  İlk söylediğinde böyle şeyler anlatılmamıştı. ‘Bakanlık eliyle kötü hale getirilecek’ dendi. Ben de bakanıma bunu bildirdim. Asla böyle bir şey olmadığını söyledi ve buraya davet etti. Önceki ve sonraki halini bana göstermek istediğini söyledi. Gerçekten gördüm ve mutmain oldum. Bütün halkımızın da mutmain olmasını tavsiye ediyorum. Çok güzel bir girişim, tebrik ediyorum bakanlığımızı.”

Mutmain: İnanmış, gönlü kanmış, emin olan.

 

 

Adli Yıl, ‘sözkonusu vatansa..’ ile boykot arasında, AB’ye çatarak açıldı

2019 Adli yıl açılışının resmi töreni Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yapıldı. Buradaki açılışa katılan TBB Başkanı Feyzioğlu, “Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır, onun için buradayız’ dedi; Yargıtay Başkanı Cirit AB’ye yüklendi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin faydalarını anlattı. Açılışa 41 baronun temsilcileri katılmadı.

Resmi 2019-2020 Adli Yıl Açılış Töreni, Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezi‘nde düzenlendi. Buradaki törene katılan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu, yaptığı konuşmada “Bizim için vatan söz konusu ise gerisi teferruattır, işte biz bugün bunun için buradayız” ifadelerini kullandı. Külliye’deki açılışı protesto eden ve avukatların yüzde 90’ına yakınını temsil eden 41 baro ise açılışa katılmadı.

Feyzioğlu’nun açıklamalarından öne çıkan başlıklar şu şekilde:

– Bizim için vatan söz konusu ise gerisi teferruattır, işte biz bugün bunun için buradayız.

– Bugün buradayız çünkü vatandaşımızın bizden beklentisi var.

– Barolar Birliği siyasi partilerin muhalifi değildir, Barolar Birliği sadece cumhuriyetin tarafındadır.

Yeni Adli Yılda hukukçuların beklentilerini de sıralayan Feyzioğlu, mesleğe giriş sınavı ve HSK’nin yapısının kuvvetler ayrılığını sağlamasını istedi: “Tartışmaya açmak istediğimiz önerimiz şudur: Hakimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin yarısını TBMM’nin örneğin 3/5 gibi nitelikli bir oyla, dolayısıyla yüksek bir uzlaşmayla belirlemesi. Bu durumda uzlaşma kaçınılmaz olarak liyakat temelli olacaktır. Kalan üyelerin de Yargıtay ve Danıştay genel kurullarında yine nitelikli oyla belirlenmesi. Ayrıca Türkiye Barolar Birliği Genel Kurulu’na da aynı şekilde belli sayıda üye seçme yetkisi verilmesi. Elbette önerimizi tüm yönleriyle tartışmaya hazırız. Çünkü Türkiye’nin ortak akla konuşarak ve tartışarak ulaşabileceğini biliyoruz. “

Feyzioğlu, Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin doğru bir belge olduğunu belirterek, Meclis’ten yargı reformunu çıkarmasını beklediklerini söyledi.  Konuşmasında 15 Temmuz darbe girişimine de değinen Feyzioğlu şöyle konuştu: “Ülkemiz 15 Temmuz darbe girişimi ile iç savaşa sürüklenmek istenmiştir. Milletçe tek yumruk olarak bunu önledik. Bir daha böyle bir felaketle karşılaşmamak için demokratik kurumlarımızı ve hukuk devletinin taşıyıcı sütunlarını güçlendirmek zorundayız.”

Cirit’ten AB eleştirisi: Raporları değersiz bir kağıt parçası

Feyzioğlu’nun ardından konuşan Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in ifadeleri ise özetle şöyle: :

-Bağımsız yargı yoksa hukuk devletinin varlığından söz edilemez. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle birlikte yargının denetleme görevi kuvvetlendirilmiştir.

-Yargı reformu adalete katkı sağlayacak. Yargı reformunun kısa sürede yasallaşarak ülke gündemine getirilmesini bekliyoruz. Özellikle yargıya ilişkin konuların şeffaf bir biçimde tartışılması gereklidir. Çatışma ve kavga, toplumsal diyalogun önüne geçerse sorunlar çözümsüz kalır.

Katılan barolara teşekkür

-Adli yıl açılışının şeffaf ve demokratik bir şekilde yapılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Katılan barolara teşekkür ediyorum. Bağımsız yargı ülkemizi ayakta tutan temellerden birisidir. Türk milleti adına kullanılan egemenliğin devlet dışında bir otoriteye bırakılması demokrasinin sonu olur.

-Siyasi bir organ olan AB, kendisini Türk Anayasa Mahkemesi’nin yerine koymaktadır.  AB’nin raporu değersiz bir kâğıt parçasıdır. AB’nin yargıya yapmış olduğu siyasi müdahale girişimi ileride verilmesi muhtemel kararlara gölge düşürülmüştür. Türk Yargı Etiği Belgesi görmezden gelinmiştir.

Erdoğan’tan boykotçu barolara tepki: Külliye tüm kurumlarımızın evidir

Açılış töreninde son konuşmayı yapan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Türkiye, halkın iradesini en üstte tutan kuvvetler ayrılığı fikrine ve bunun üzerine bina ettiği demokrasi anlayışına hep bağlı kalmıştır” dedi. Bazı baroların adli yıl açılışına katılmamasına tepki gösteren Erdoğan, “Külliye, milletimizin, dolayısıyla da tüm kurumlarımızın evidir” ifadesini kullandı.

Bu yıl beşinci ve son defa adli yıl açılışını yapan Yargıtay Başkanı Cirit’e hizmetleri için teşekkür eden Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne yönelik eleştirilere yanıt verdi: “Yeni yönetim sistemimizde yürütmenin de temsilcisi olan cumhurbaşkanına kuvvetler ayrılığı konusunda yöneltilen ithamların çoğu temelsizdir. Ülkemizdeki demokratik sistemde cumhurbaşkanına açılan alan üstünlük bağlamında değil tüm kurumların ahenk içerisinde çalışmasını gözetme noktasındadır. Yargı üzerinden, milletten ve hukuktan aldığı yetkiyle görevini yapan yürütme erki ile onun temsilcisi olan cumhurbaşkanına saldırmak, aslında doğrudan siyasal alanı hedef almaktır.”

Kuvvetler ayrılığı prensibinin denge yerine çatışma anlayışı ile yorumlanmasının ülkeye ve millete fayda değil zarar getireceğini belirten Erdoğan, “Devlet sisteminde illa bir üstünlük aranacaksa bu ancak Anayasa’nın ve orada tezahür eden milli egemenliğin üstünlüğü olabilir” dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin adının başına ‘Adalet’ kelimesi getirmesinin sıradan bir tercih olmadığını söyledi; Anayasa ve kanunlarda yaptıkları değişikliklerin tek amacının, adaletin daha güçlü tesisini sağlamak olduğunu öne sürdü.

Erdoğan’ın açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:

​​​- Zulüm ve haksızlıkla adaletsizlik eş anlamlıdır. İnsan adalet yerine zulüm yolunu seçiyorsa, bunu kendi iradesiyle yapıyor demektir. Bu iradeyi kontrol altında tutacak bir düzene ihtiyaç vardır. Kanun başkadır, hukuk başkadır, adalet başkadır. Biz kendimiz ve tüm insanlık için daima adaletin peşinde koşmalıyız. Dünya sistemi refah ve lüks içinde yaşayan bir kesimin cenderesi altındadır.

-Refahlarına ve özgürlüklerine yönelik her saldırıyı terör olarak niteleyen ama diğer toplumların en temel insani taleplerine karşı duyarsız kalan çarpık anlayış, dünyanın en büyük sorunudur.

Yargı temsilcileri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ayakta karşıladı.

-Yasamanın, yürütmenin ve yargının kendi içlerinde bağımsız bir şekilde çalışması, hepsinin de Anayasa’da cumhurbaşkanına verilen ‘devletin başı’ misyonu etrafında birlikte hareket etmelerine mani değildir. Kuvvetler ayrılığı prensibinin denge yerine çatışma anlayışı ile yorumlanması ülkeye ve millete fayda değil zarar getirir.

-Devlet sisteminde illa bir üstünlük aranacaksa bu ancak Anayasa’nın ve orada tezahür eden milli egemenliğin üstünlüğü olabilir. Cumhurbaşkanı’na kuvvetler ayrılığı konusunda yönlendirilen eleştiriler mesnetsizdir. Yeni yönetim sistemimizde yürütmenin de temsilcisi olan cumhurbaşkanına kuvvetler ayrılığı konusunda yöneltilen ithamların çoğu temelsizdir.

-İlk çözmemiz gereken meselelerden biri, tüm meslek teşekküllerinin seçim yöntemlerinin, temsili demokrasiye uygun hale getirilmesidir.

– (Bazı baroların adli yıl açılışına katılmama kararı) Yargıtay ve TBB Başkanımızı, bu bağnaz ve provokatif dayatmalara karşı gösterdikleri dirayetli ve demokratik duruş sebebiyle tebrik ediyorum. Bu mekan şahsıma ait değil. Bu mekan milletin evi. Devletin tüm kurumları bu mekanı kullanma hakkına sahiptir.

-Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, bu gazi mekan, konferans salonu, sergi salonu, camisi, 15 Temmuz Anıtı, tamamlanmak üzere olan kütüphanesi ve inşası süren müzesiyle, milletimizin, dolayısıyla da tüm kurumlarımızın evidir.

-Yargı Reformu Strateji Belgesi) AB organları her ne kadar ülkemize karşı açıkça ayrımcı bir tutum içindeyse de biz bu reform belgesiyle aynı zamanda tam üyelik yükümlülüklerimize olan bağlılığımızı da göstermiş oluyoruz.

-Yargı süreçlerini sadeleştirerek, uyuşmazlıklar için alternatif çözüm yolları geliştirerek, önleyici hukuk uygulamalarını sistemimize kazandırarak, bu reformu kısa sürede hayata geçirmekte kararlıyız.

Ankara Barosu’ndan alternatif açılış

Yeni adli yıl açılışının Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yapılmasına tepki göstererek Yargıtay’ın davetine katılmayan Ankara Barosu, Ankara Adliyesi önünde basın açıklaması yaptı.

Baro üyesi avukatların yoğun katılımıyla gerçekleştirilen açıklamada konuşan Ankara Barosu Başkanı Erinç Sağkan, yargı bağımsızlığına dikkat çekti. “Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin büyük bir kısmının yok edildiğini, kalan kısmının ise bir lütuf olarak sunulduğunu” ifade eden Sağkan, şunları söyledi:”Bağımsız bir savunma tarihin her döneminde baskı, tahakküm ve hukuksuzluğun panzehiridir. Ülke tarihinin kriz anlarında gördüğü kaotik hukuk düzeni KHK’ler  ve kararnameler araç yapılarak savunma hakkının sınırlandırılması suretiyle olağanlaştırılma eğilimindedir. Türkiye’de kadınlar, çocuklar, LGBTİ+ bireyler, hayvanlar, dağlar, ormanlar kısaca yeryüzünün güçlülerinden olmayan herkes, istisnası olmayan bir adalete susamıştır ve susanan adalete avukatlar da dahildir.”

‘Her türlü tahakkümün karşısındayız’

Ankara Barosu olarak yargının eylemde, söylemde ve mekanda bağımsız olması kadar bağımsız görünmesini de önemsediklerini dile getiren Sağkan, Cumhurbaşkanı Külliyesi’nde yapılan adli yıl açılışına katılmama nedenleri olarak bağımsız yargıyı işaret etti. “Adli yıl açılışı illa bir sarayda olacaksa bu adliye sarayları olmalıdır. Yürütmenin çatısı altında yapılan adli yıl açılışı hukuka zarar verir. İfade hakkının sınırlandırıldığı, Cumhurbaşkanı önünde söylenebildi mi bugün? Yargı bağımsızlığını sağlamadığımız sürece hiçbir sorun çözülmez.”