Peru’da aşırı sıcak, artan nem ve afetler yüzünden çiftçiler hasat edecek sağlıklı mahsul yetiştirmede zorlanıyor
Fairtrade (Adil Ticaret, gelişmekte olan üreticilere yardımı amaçlayan sosyal hareket) iklim değişikliğinin zararlı etkilerinin kahve üretimine olumsuz tesirinin bu içeceği yakında ender bir lüks haline getirebilecek kadar fazla olduğunu söyledi. Fairtrade Ticari Ortaklıklar Başkanı Catherine David, Peru’daki aşırı sıcağın, artan nemin ve afetlerin Arabica çekirdeğinin sağlığını ve kalitesini etkilediğini belirtti.
Independent’in haberine göre, bu durum, uygun arazinin son derece kısıtlı olduğu gerçeğiyle birleştiğinde -uzmanlar 2050 yılına kadar şu an kahve yetiştirmekte kullanılan arazinin yaklaşık yarısının kullanılamaz hale geleceğini öngörüyor- sağlıklı mahsul hasadında zorluk çeken kahve yetiştiricilerini farklı gelir kaynaklarına yönelmeye zorluyor.
David, ülkedeki kahve çiftçilerini desteklemek için daha fazla şey yapılmazsa Birleşik Krallık‘taki kahve kalitesinin düşebileceği ve düşük üretim hacminin fiyatların artmasına neden olabileceği uyarısında bulunuyor: “Bugün kahve satışları artmış, kahve çok revaçta bir ürün haline gelmiş ve bizler çok farklı fiyat aralıklarında kahve seçebiliyorken, kanımca kahveye şimdi yatırım yapmazsak uzun vadede lükse dönüşecek. Eğer şu anda kahve için kullanılan arazilerin yüzde 50’si 2050’de uygun olmaz ve kahve çiftçileri çiftliklerini terk ederse, o zaman en basit tabirle yeterli kahve de olmaz. Bu durumda biz de kahvenin Greggs’te artık 1,50 sterline satılmadığı ve tadını çıkarmak için maddi gücü yetenlere özgü olacağı bir noktaya varacağız.”
Kuzey Peru’da ticaret merkezi niteliğindeki Tarapoto kasabasında doğal afetler çiftçileri o denli vurdu ki, çoğu kokainin ham maddesi olan koka bitkisi üretimine geri döndü. Benzer şekilde, yaklaşık 7 bin Perulu çiftçiyi temsil eden Fairtrade kooperatifi Norandino, Piura‘nın kuzey batı bölgesinde kahve mahsullerinin maruz kaldığı kıyımın iki yıl önceki aşırı yağışlardan kaynaklandığını belirtti. Taşkınlar o kadar kötüydü ki Norandino üyesi birçok çiftçi, bölgenin gelecekte yaşanamaz hale gelmesinden korkar oldu.
Piura’daki vadi bölgesi Montero‘da da, 5 yıl önce yaşanan yaprak pası salgını verimi azaltmaya hala devam ediyor. İklim değişikliği sebebiyle ağırlaşan hastalık, yaprakları turuncu bir tozla kaplayarak dökülmesine ve bitkinin fotosentezinin durmasına sebep oluyor.
Sonuç olarak, bu bölgedeki kahve üretimi sadece son 5 yıl içinde yüzde 80’den yüzde 20’ye kadar geriledi.
1 Kasım 2017’den beri tutuklu bulunan Osman Kavala cezaevinde ikinci doğum gününü geçiriyor. Dostları Kavala’nın doğum günü için mektuplar, makaleler, şiirler, resimler, fotoğraflar ve kolajlardan oluşan bir kitap hazırladı. Kitabı Sezgin Tanrıkulu’ndan teslim alan Kavala, “Cezaevinde yattığıma değdi” dedi.
Kavala’nın doğum gününde Cezayir Restoran’da buluşan dostları anı defterini doldurarak, Adalet Bakanlığı’na gönderilmek üzere hazırlanan mektubu imzaladı.
Dostları, 202 gündür Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan hak savunucusu ve iş insanı Osman Kavala’nın 62’nci yaş günü dolayısıyla bir kitap hazırladı. Kitap Kavala’nın, lise ve üniversite döneminden arkadaşlarının, sanatçıların, yazarların ve sivil toplum kuruluşlarından isimlerin yazdığı mektuplar, makaleler, şiirler, resimler, fotoğraflar ve kolajlardan oluşuyor.
327 ismin farklı çalışmalarıyla katkı verdiği kitapta, Kavala’ya mektup yazan isimlerden Murathan Mungan, şunları söylüyor:
Sevgili Osman Kavala,
Ömrünün daha şimdiden 700 gününü yok yere dört duvar arasında geçiren birine yeni yaşında “sadra şifa” yerine geçebilecek ne söylenir, bilemem. Bu memleketin tarihinde içeriği, türü değişse de modelleri hiç değişmeyen “zulüm tekrarları” hayatımızı törpülediği gibi, kelimelerimizi de kurutup aşındırıyor. Dolayısıyla sade olmakta yarar var: Doğum günün kutlu olsun!
Bu ülkenin tarihinde ve şimdisinde pek çok insan yinelenip duran bu zulüm döngüsünden bir şeyler öğrendi, yaşadı, gördü. Herkes bir biçimde payına düşeni aldı, alıyor. Ama gene de insan tükenmedi. Bilmediğin şeyler söyleyecek değilim, ayrıca dört duvar arasında ne kadarı teselli yerine geçer, onu da bilemiyorum, ama gene de söylemek isterim. Zulmün hükmü şimdiki zamana geçer. Resmî tarihin ömrü dünyanın her yerinde kısadır. Tarihte şöyle bir takas vardır: Senin şimdiki zamanından çaldıklarıyla sana bir “geniş zaman” yaparlar. Belki onlar devrin locasına kurulup devrana hükmettiklerini sanırlar, ama kendilerinden bir geniş zaman yapamazlar. Zamanın da dört duvarı vardır. Oraya hapsolan onlardır. Aslolan öteki tarih ve öteki hafızadır, içini geniş tut isterim: Senin bu memleket için yaptığın alçakgönüllü ama değeri yüksek katkılar öteki hafızada çoktan yerini aldı. Bugüne dek yaptıkların, çabaların, katkıların seni çoktan bir “Türkiye kıymeti” kıldı. Biliyorsundur, onlar senden ve senin durumundaki benzerlerinden zamanını değil, başka bir şeyi söküp almak istiyorlar aslında. Ne kadar makam, mevki, güç ve servet sahibi olsalar da kendilerinin hiçbir zaman sahip olamayacakları bir şeyi: itibarı, itibar da bir “Hayat kıymetidir” çünkü. Şimdiki zamandan geniş zamanın hafızasına yayılır. Zamanla ve sabırla kazanılan, ama çok çabuk kaybedilen bir şeydir; kendin kaybetmedikçe de kimsenin elinden alamayacağı bir şey. Onu hapsetmeye dört duvar yetmez. Yeni yaşın, sana içinde tutulduğun dört duvarı değil, hayata attığın imzanın ömrünü uzattığını hatırlatsın. Neyse lafı uzatmayayım, çıktığında bir gün Gezi Parkı’nda oturup çay içeceğiz, söz mü?
Açık Radyo, Agos ve Hrant Dink Vakfı Ailesi, Anadolu Kültür ve Depo’nun fotoğraflarla katkıda bulunduğu doğum günü kitabında Ayça Telgeren çizimleriyle, Fazıl Say notalarıyla, Nazar Büyüm şiirleriyle yer alıyor.
Kavala: Cezaevinde yattığıma değdi!
Kavala’nın doğum günü için Cezayir Restoran‘da buluşan dostları Adalet Bakanlığı’na gönderilmek üzere hazırlanan mektubu imzaladı. Dostlarının hazırladığı kitabı cezaevine götüren Sezgin Tanrıkulu ise, Kavala’nın tepkilerini şöyle anlattı: “Çok duygulandı. Kitabı aldı eline baktı. Gözlüğünü takmamıştı. Kendi gözlüğümü verdim. İnceledikten sonra kitabın kapağını kapattı ve ‘Cezaevinde yattığıma değdi’ dedi.”
AYM, eski HDP milletvekili Önder’in ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi.
Anayasa Mahkemesi (AYM) , 2013’te Kazlıçeşme’deki Newroz konuşması nedeniyle “terör örgütü propagandasını yapmak” suçundan 3 yıl 6 ay hapis ‘cezasına çarptırılan eski HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi.
Karar sonrası Kandıra Ceazevi’nde tutuklu bulunan Önder’in cezaevinden serbest bırakılması bekleniyor.
Ne olmuştu?
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile eski Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder hakkında 2013 Newroz’undaki konuşmaları nedeniyle dava açılmıştı. İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi, 7 Eylül 2018’de Demirtaş’a 4 yıl 8 ay, Önder’e ise 3 yıl 6 ay hapis cezasına hükmetti.
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi, iki siyasetçinin mahkumiyet kararını 4 Aralık 2018’de onadı. Önder 6 Aralık 2018’de cezaevine girmişti.
ABD’nin Tennesee eyaletinde dev bir kömür santralindeki, milyar galonluk bir toksik kömür külü bulamacı çevreye yayıldı. Temizlik çalışmalarına katılan 40 kişi öldü. 300’den fazla çalışan kanser, kalp yetmezliği, felç ve akciğer hastalığına yakalandı. Şirkete açılan dava 10 yıldır sürüyor.
Kingston Power Plant sızıntısından sonra 300 dönümlük arazi, toksik kömür külü bulamacının altında kaldı. Fotoğraf: Wikimedia Commons, Brian Stansberry, CC
2008’de, Tennessee’de TVA’nın [1] sahibi olduğu dev bir kömür santralindeki, milyar galonluk bir toksik kömür külü bulamacının bulunduğu göletin duvarı aniden çöktü. Sızıntı 300 dönümlük araziyi kirletti ve çok büyük bir temizlik projesini gerektirdi. Katılan onlarca temizlik işçisi hayatını kaybetti ve yüzlerce kişi hastalandı. Men’s Journal Kıdemli Editörü J.R. Sullivan, işçiler ve ailelerinin mahkemedeki adalet mücadelesi hakkında konuşmak için Bobby Bascomb‘ın sunuculuğunu yaptığı Living on Earth (Dünyada Yaşam) programına katıldı.
Transkript
BASCOMB: Public Radio International (PRI) ve Massachusetts Boston Üniversitesi’ndeki Jennifer ve Ted Stanley Stüdyolarından, Living on Earth (Dünyada Yaşam) programından ben Bobby Bascomb.
1955’te dünyanın en büyük kömür santrali Knoxville, Tennessee yakınlarında inşa edildi. Önümüzdeki 60 yıl boyunca kömür külü atıkları 2008’de patlayana kadar büyük bir bekletme havuzunda birikti ve bir milyar galondan fazla ölümcül kömür külü patlamayla birlikte çevreye dağıldı. Kömür külü bulamacı, kimyasalların zehirli bir güvesidir. Bu sebeple 300 dönümlük araziye yayılmış bu bulamacı temizlemek için 900 işçiyi kapsayan büyük bir temizlik projesi başlatıldı. Bu temizleme projesine yardım eden 40 kişi öldü, buna Billy Isley de dahil. Karısı Lena, kocası ölürken kanlı bir şekilde öksürdüğüne şahit olduğunu dile getirdi. Lena bir hemşire olarak eşinin bu şekilde öksürmesinin doğru olmadığını söyledi.
ISLEY: Yoğun ve koyuydu. Ve bu durum genellikle pıhtılaşma olduğunda görülür, bilirsin, ve bu normal kan akışı gibi görünmüyordu. Bu yüzden biliyordum ve ne zaman ağzını temizlemek istesem, bilirsin, kanda parçacıklar vardı. Küçük siyah parçacıklar. Düşünmeye başladım ve aman tanrım bunun ne olduğunu biliyordum. İlk düşündüğüm şey buydu, sadece bildiğin aptal kömür külü. Çünkü bu adamların hepsinin ciğerleri tükenmişti. Ve nefes alamıyorlardı.
BASCOMB: Kingston elektrik santralinin sahibi Tennessee Valley Authority (Tennessee Vadi Otoritesi) TVA.
ISLEY: TVA eşimi öldürdü buna gerçekten inanıyorum; TVA ve Jacobs eşimi öldürdü. Çünkü eşimin yaptığı tek şey orada çalışıp ailesinin geçimini sağlamaktı.
BASCOMB: 300’den fazla ek çalışan ise kanser, kalp yetmezliği, felç ve akciğer hastalığına yakalandı. Hastalıklarının sebebi olarak yaptıkları kömür külü temizleme işini gösteriyorlar ve federal hükümetin bu kurumunu mahkemeye çıkarmaları bile yıllarını aldı.
“Men’s Journal” Kıdemli Editörü Jared Sullivan, daha ayrıntılı bilgi için New York City’den bize katıldı. “Living on Earth’e” hoşgeldin Jared!
SULLIVAN: Beni ağırladığınız için teşekkür ederim, minnettarım.
BASCOMB: 2008’de bu büyük kömür çamuru dökülmesine neden olan şeyi kısaca açıklayabilir misiniz?
Kömür külü yan ürünü de Kingston’un dökülmesinden sonra suyu kirleten yerel su yollarına sızdı. Fotoğraf: Wikimedia Commons, TVA CC
SULLIVAN: Evet. 22 Aralık 2008’de, Tennessee’nin Knoxville kentindeki bir TVA elektrik santralinde, altı kat, 80 dönümlük bir kömür külü yığını vardı. Kömür külü de elektrik üretmek için yanan kömürün yan ürünüdür. 2008 Noel’inden hemen önce gece yarısı, bu büyük dağ çöktü. Ve bu çöküntü, 300 dönümü kapladı, yakındaki iki nehre aktı ve her yere yayıldı. Çöküntünün hacmini karşılaştırırsanız, dökülen tüm bu milyarlarca galon kömür külü Exxon Valdez [2] petrolünün dökülmesinden 100 kat daha fazladır. Ve TVA, bu elektrik santralinin sahipleri, sızıntının ardından herkese, 300 dönümlük bu kömür külünün tamamen güvenli olduğunu söyledi. O anda yanında yaşayan veya temizlenmesine yardımcı olan insanlara zarar vermedi. Ancak bugün 10 yıl ileri atladığımızda, temizlemeye katılan 40 kişi ölü ve 300’den fazlası da hasta.
BASCOMB: Exxon Valdez ölçeğindeki bu büyük sızıntı temizleme projesi ne kadar sürdü ve kaç kişi katıldı?
SULLIVAN: Bu temizlik projesine 900 kişi katıldı. Neredeyse altı yıl süren bir proje olduğuna inanıyorum. Kömür külü ile kaplanmış 300 dönümlük alanın temizlenmesi uzun bir zaman aldı ve bazı noktalar 30-40 santimetre derinliğindeydi. Yani, büyük bir projeydi.
BASCOMB: Ve sen de Tennessee Valley Authority’nin “külü yemenin güvenli olduğunu” söylediğini yazdınız. Bu doğru mu?
SULLIVAN: Evet. Böylece, o sabah yapılan güvenlik toplantısını temizlik sürecinde yapacaklardı. Bu nedenle, bir TVA yetkilisi işçilerin önünde duracak ve özetle endişelenmemeniz gerektiğini, günde bir kilo kömür külü yiyebileceğinizi ve tamamen iyi olacağınızı söyleyecektir. Buna karşın, 80’li yıllara dayanan ve kömür külünün arsenik, kurşun, cıva gibi gerçekten de zehirli şeyleri barındırdığını gösteren TVA belgeleri var. Bu yapılan, bir bardak Long Island Iced Tea kokteylime bir parça zehir konması gibi bir şey. Ancak yine de, bu yetkililer ayağa kalktı ve işçilere düzenli olarak bu şeylerin çok güvenli olduğunu söyledi. Ve kendilerini temizlemenin bile bir yolu yoktu. Onlara toz ya da gaz maskesi verilmedi ve bu işçiler sadece kot pantolon, tişört ve baretlerle çalıştı.
BASCOMB: Ve çalışanlara bu tür güvenlik ekipmanı vermemelerinin sebebinin muhtemelen, orada yaşayan insanları tedirgin etmemek ve burada bir sorun olmadığını göstermek olduğunu yazdınız.
SULLIVAN: Evet burası önemli bir nokta. Demek ki, en başından beri bu maddenin tehlikeli olduğuna dair hisleri vardı? Bu yüzden, işçilerin endişelerini yatıştırmayı ve onları daha fazla üzmekten veya endişelendirmekten kaçınmaya çalıştılar ve toz maskesi veya solunum maskesi takmalarını istemediler. Hikâyemi yakından takip eden avukat, aslında çok şey söyleyen bir e-mail buldu. Bu mailde konuşulana göre bu uygulamalar halkın algısını yönetmek için. Öyle ki, Jacobs ve TVA imajlarını kontrol etmeye çalışıyorlardı ve eğer işçiler orada olması gereken hazmat [3] kıyafetleriyle temizlik yaparlarsa, bu halkla ilişkiler açısından hiç de iyi olmayacaktı. Jacobs Mühendislik, TVA’nın bu büyük sızıntının güvenliğini ve temizliğini denetlemek için tuttuğu bir çeşit denetçi kurumdur. Ancak, Jacobs ve TVA halkın işçileri koruyucu kıyafetlerle görmesini istemedi. Hazırladığım rapor, Jacobs ve TVA’nın, kömür külünün zararlarını örtbas etmeye çalıştıklarını gösteriyor.
BASCOMB: Peki, işçiler ne zaman hastalanmaya başladı? Demek istediğim, ilk sızıntı 2008’de gerçekleşti. İnsanların belirtileri hissetmeye başlaması ne kadar sürdü?
SULLIVAN: İlk sızıntı gerçekleştiğinde, bu kömür külünün birçoğu çamur gibiydi. Yani, 2010 yazına kadar pek bir belirti yoktu; ancak bu tarihten sonra pek çok çalışanda boğazda kuruluk hissi başladı. Çünkü çalışanlar 2010’da o havayı solumaya başladı ve gerçekten içlerine çekmeye başladı. Ve işte o zaman, hastalanmaya başladılar. O zaman, kamyonlarda bayılmaya başladılar. O zaman, birçoğu felç geçirmeye başladı. Birçoğu komik tadı olduğunu– alüminyum folyoyu çiğniyormuş gibi olduğunu tarif ediyordu. İşte bu noktada havanın tadı hakkında konuştular. Sonuç olarak, aynı anda birçoğu ciddi sağlık sorunları yaşamaya başladı.
BASCOMB: Yani, temizlik işini sürdürürken bu etkileri hissetmeye başladılar.
SULLIVAN: Evet. Evet, evet, evet.
BASCOMB: Peki şirket nasıl bir tepki verdi?
SULLIVAN: Bu nedenle, Mayıs 2015’te 25 çalışandan oluşan bir grubun Jacobs Mühendislik yetkilisiyle görüşüp toz maskeleri ve alanda bulunması için hava monitörleri istediklerini düşünüyorum. Ve cevap olarak, TVA’nın bu hava monitörlerini değerlendirdiğini ve şikayetçi oldukları hastalıklarının kömür külüyle bir alakası olmadığını; bu sebeple de toz maskesi, solunum cihazı veya koruyucu ekipman isteklerinin reddedildiğini söylediler. Her iki şirket de, TVA ve Jacobs, hala işçilerin sağlık sorunlarının kömür külü ile bağlantılı olmadığını, bu kömür külünün bu kişilere zarar vermesinin mümkün olmadığını söylüyor.
BASCOMB: Ve anladığım kadarıyla, sadece işçiler değil, bazılarının aileleri de bu etkileri hissediyor. Bana bundan bahseder misin?
Çok sayıda işçi ve aile üyeleri, Ansol ve Janie Clark da dahil olmak üzere Kingston sızıntısı temizliği sırasında ve sonrasında hastalandı. Fotoğraf: J. R. Sullivan’ın İzniyle
SULLIVAN: İşçiler her gün ayrıldıklarında, ayakkabılarını kedi kumu büyüklüğünde bir su kabında yıkamaları gerektiğini belirtti. Ancak bu, her gün iş çıkışı yaşadıkları temizliğin kapsamıdır. Böylece işçiler her gün eve çamurlu botları, çamurlu kıyafetleriyle döner, çocukları da onlara gelir sarılırlardı. Bugün, işten kömür külü kaplı bir şekilde dönen ebeveynlerine sarılan o çocukların birçoğunda da sağlık sorunları var. Ve bir çok işçi, kömür külünün çamaşır makinelerine dahi verdiği hasarı anlattı. Kömür külü o kadar zehirli bir madde ki tam anlamıyla çamaşır makinelerini yiyip bitirmişti. Konuştuğum bir kadın, çamaşır makinesini üç kez değiştirmek zorunda kaldığını söyledi çünkü bu şeyler motorları ve içindeki metalleri yemeye devam ediyordu. Bu yüzden, işçilerin çamaşırlarını yıkayan çok sayıda kadının da sorunları var. Hikâyemde öne çıkan bir kadın var, henüz 45 yaşında ve sadece işten dönen eşinin kıyafetleriyle uğraşması ona üç kez felç geçirtmiş.
BASCOMB: Tanrım, demek istediğim, eğer bu şeyler bir çamaşır makinesini bile tüketiyorsa, insan vücuduna ne yaptığını siz hayal edin.
SULLIVAN: Ve EPA (United States Environmental Protection Agency) [4] kömür külünü tehlikeli bir madde olarak görmüyor. Hikayemde belirttiğim Kingston sızıntısının doğrudan bir sonucu olarak, EPA kömür külü ve nasıl depolanması gerektiği konusunda yeni düzenlemeleri uygulamaya başladı. 2018’de de, şimdi olduğu gibi, elektrik şirketleri dünyada büyük bir çukur kazıp içine kömür külü dökebilirler. Herhangi bir koruyucu astar olmadan, işlemeden bu ham kömür külü doğrudan toprakta açılmış bir çukura gidiyor. Öyle ki, ABD’de bu kömür külü boşaltma çukurlarından 400 tane bulunuyor. Araştırmalar gösteriyor ki, çukurların % 90’ı sızdırmakta ve yeraltı suyunu kirletmektedir.
BASCOMB: Bu kömür külünün nasıl yok edildiği, ben ve muhtemelen birçok dinleyen için şok edici. Elbette, bu uygulama, Temiz Su Yasası (Clean Water Act) ve açıkça kabul edilen düzinelerce başka çevresel kuralları hiçe sayıyor.
Kingston kömürlü termik santrali, 1955’te tamamlandığında ülkenin en büyük enerji santrali oldu. Fotoğraf: Flickr, Brent Moore CC BY-NC 2.0
SULLIVAN: Böylece, 2015 yılında, EPA kömür külü düzenleme sürecine başladı ve o sırada EPA Obama yönetimi altındaydı; o zaman açıkça görülüyor ki, seçim sonrası bu durum, EPA’nın kömür külü düzenlemesine gelince gerçekten bir şeyleri değiştirdi. Böylece, 2017 yılında, EPA 2018’de yürürlüğe girecek düzenlemeleri geri alma sürecine başladı. Dediğim gibi, Kingston’un sızıntısının doğrudan bir sonucuydu.
BASCOMB: Şimdi, şirket bu işçilere karşı sorumluluk almadığı için bir dava olduğunu biliyorum. O nasıl ilerliyor?
SULLIVAN: Evet, 2012’de işçiler, kendilerini iyi hissetmediklerinden şikayetçi olarak Koxville, Tennessee’de avukat Jim Scott’a ulaştılar. Kan tükürüyorlardı ve bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyorlardı. Böylece, avukat Jim Scott bu konuyu araştırmaya başladı. Ve ilk başta, bence herhangi bir avukat gibi, doğal olarak şüpheyle yaklaştı. Ancak, geçmiş vakaları incelemeye başlayınca ve kömür külüyle alakalı araştırma yaptıkça fark etti ki, aman tanrım, işçiler doğru söylüyor. Özellikle işçilerden biri, Mike McCarthy adındaki bir adam, bir Jacobs çalışanının, iş sahasında toz maskesi takarsa, kendini cinsel organıyla asacağını söylediğini gizlice cep telefonuna kaydetti. Bu gizli çekim telefon videosunun da gösterdiğine göre Jim Scott elinde ne olduğunun ve bu işçilerin doğru söylediğinin farkında. Dolayısıyla, 2018 sonbaharında, davacıların jüriyi kömür külünün sağlıklarını makul bir şekilde etkileyebileceğine ikna etmek zorunda kaldıkları bir duruşma yaşandı. Ve jüri, işçilerin lehine karar verdi; bu karara göre, 2020’de gerçekleşecek olan duruşmanın ikinci aşamasında, işçiler kendi hastalıklarına ilişkin zararlar için dava açabilecek.
BASCOMB: Men’s Journal’ın kıdemli editörü Jared Sullivan, bize zaman ayırdığınız için teşekkürler.
SULLIVAN: Teşekkür ederim.
BASCOMB: Cevap için TVA ve Jacobs Mühendislik yetkililerine ulaştık. TVA’dan Scott Brooks’dan bir kısmı şu şekilde olan bir email aldık: “Bu Men’s Journal ile asıl sorunumuz, gerçeklere dayalı olmayan, henüz mahkemede doğrulanmayan iddialara dayanmasıdır. Jacobs davasının ikinci aşamasında, Kingston’da yapılan çalışmalar sonucu, işçilerden birinin bile gerçekten zarar görüp görmediği belirlenecek. Bu henüz belirlenmedi.”
1)TVA: Tennessee Valley Authority
2) Exxon Valdez petrol sızıntısı: Mart 1989’da gerçekleşen bu olay günümüze kadar insan eliyle gerçekleşmiş en büyük çevre felaketlerinden biri. Felakette Exxon Valdez isimli petrol tankerinden resmî verilere göre 10.8 milyon galon petrol denize aktı.
3) Tehlikeli Maddelere Karşı Koruyucu Elbiseler
4) Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Ajansı
Kazdağları’nda, Kirazlı‘daki altın madeni çalışma alanının çevresinde 19 adet fay hattı bulunduğunu belirten TEMA Vakfı, olası bir deprem sırasında kullanılan siyanürün büyük bir risk oluşturduğu uyarısı yaptı. Vakıf, change.org üzerinden başlattığı imza kampanyasında, siyanürlü maden çalışmalarının durdurulmasını talep etti.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı’ndan edinilen bilgiye göre son 30 yılda dünyada deprem nedeniyle 14 atık maden barajı kazası yaşandığını belirten TEMA, başlattığı imza kampanyasında, “Çanakkale Türkiye’nin en önemli fay hatlarından biri olan Kuzey Anadolu Fay hattının üzerinde, birinci derecede deprem bölgesinde yer alıyor. Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni proje alanı çevresinde 19 fay bulunuyor. Bu faylardan Yenice-Gönen Fayı 1953’te 7,3 büyüklüğünde bir kırılma yaşamıştı. Deprem esnasında siyanürlü madencilik çalışmaları yaşam için büyük bir risk barındırıyor” ifadelerini kullandı.
Marmaris’in Okluk Koyu’nda yaklaşık üç yıldır devam eden ve yapım aşamasında binlerce ağacın kesilmesine neden olan 300 odalı Cumhurbaşkanlığı Yazlık Konuk Evi’nin inşaatı sürüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Yazlık Konukevi’ın çevresindeki turizm işletmelerinin tahliyesine karar verdi. Restoranlarını kapatmak için çalışmalara başlayan işletme sahipleri, Okluk Koyu’nun turizme kapatılmasından kaygı duyuyor.
Cumhuriyet’ten Muhammed Özmen’in haberine göre, geçtiğimiz yıl Aralık ayında Marmaris Kaymakamlığı tarafından koyda bulunan dört restoran işletmesine “Cumhurbaşkanlığı hizmetlerinde kullanılmak amacıyla kamu yararı kararı alınmıştır” ifadesiyle resmi yazı yollanmış ve hak sahipleri, arazilerinin bedeli için pazarlık yapmak üzere kaymakamlığa davet edilmişti. Bakanlığın aldığı kamulaştırma kararı kapsamında bir restoran işletmecisi teklifi kabul etti, diğer üçü konuyu yargıya taşıdı. Üç işletmenin açtığı dava sürerken, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, işletmelerin 15 gün içerisinde boşaltılması için tahliye yazısı gönderdi. İşletme sahipleri, kararın ardından restoranlarını kapatmak için hazırlanmaya başladı.
Yazlık saray için 40 binin üzerinde ağaç kesilen koya sürekli yeni binalar ekleniyor.
Mahkeme sürüyor
Bir işletme sahibi şunları söyledi: “Mahkeme sürerken tahliye kararı verildi. Bu ülkede her şey olabiliyor. Biz şuan restoranlarımızın önündeki çardakları sökmeye başladık”” dedi. Kendi topraklarındaki işletmelerinden zorla çıkarıldıklarını söyleyen işletme sahibi, “Burada önce rahatsız edici hareketlerle koyu boşalttılar. Sürekli ‘Cumhurbaşkanı geliyor, koyu boşaltın’ diyerek insanları soğuttular. Güvenlik güçleri, bazı günler ağır silahlarla atış yaparak huzursuzluk çıkardılar. İnsanlar koydan çekilmeye başladı. Her yıl kasım ayında biten tekne sezonu, bu yıl eylülde bitti. Koya yakın bir köyde bulunan iskelenin de boşaltılması için emir gönderildiğini duyduk. Koyun turizme tamamen kapatılmasından endişe duyuyoruz.”
Kandilli Rasathanesi, Akdeniz’de 5,1 büyüklüğünde deprem meydana geldiğini duyurdu. Depremin derinliği 8.7 kilometre olarak açıklandı.
Akdeniz’de Fethiye – Rodos arasında 5,1 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Fethiye, Dalaman, Göcek ve Yunanistan kıyılarında hissedilen depremin derinliği AFAD tarafından 6,4 kilometre olarak açıklandı. Açıklamada, “Deprem Dalaman’dan 47,7 kilometre açıklarında meydana geldi” denildi.
Belediye Başkanı: Panik yaşanmadı
Dalaman Belediye Başkanı Muhammet Karakuş, “Hissedilir bir depremdi. Dalaman’da can ve mal kaybımız yok. Depremin her türlüsü korkutucudur. Sabahın erken saatlerinde oluştuğu için herhangi bir panik yaşanmadı” dedi.
Vali: Yaralı ve mal kaybı yok
Başta Muğla olmak üzere çevre illerde hissedilen depremle ilgili valilikten açıklama geldi. Muğla Valisi Esengül Civelek, “Bölgede bir olumsuzluk yok, yaralı ya da mal kaybı söz konusu değil” diye konuştu.
Okan Tüysüz: Büyük deprem beklentisi yok
Deprem uzmanı Prof. Dr. Okan Tüysüz ise şunları söyledi: “Rodos’tan başlayıp Fethiye’ye uzanan bir fay hattı vardır. Bunun üzerinde meydana geldi. Fay çözümü daha oluşmadığı için net bir şey söylemek mümkün değil. 1971 yılında büyük bir deprem yaşandığı için daha büyük bir deprem beklentisi yoktur. İzmir ya da İstanbul’u etkilemesi de mümkün değil” dedi.
İzmir’in Bergama İlçesi’nde 4 – 6 Ekim tarihlerinde yapılacak “Bergama Çevre Filmleri Festivali” yarın perdelerini açıyor. Festivalin bu yılki teması “Türkiye’nin Su Sorunları”. Festival kapsamında Yeşil Gazete yazarları Akgün İlhan, Sedat Gündoğdu, Ahmet Soysal ve Ayşe Uyduranoğlu ülkenin ‘su meselesi’ni tartışacak.
Bergama Çevre Filmleri Festivali 4 – 6 Ekim tarihlerinde İzmir’in Bergama ilçesinde gerçekleştirilecek. Programda, Bergama Kültür Merkezi (BerKM), Aşağıkırıklar, Aziziye ve Yukarıbey köylerinde yapılacak film gösterimleri, söyleşiler ve sergiler bulunuyor. Festivalin bu yılki ana teması “Türkiye’nin Su Sorunları” olarak belirlendi. Organizasyon komitesinin etkinlik ile ilgili yaptığı çağrı metninde “Herkesi dünyamıza, doğamıza, suyumuza, hayata sahip çıkmaya çağırıyoruz” denildi.
Film gösterimleri
İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Bergama Belediyesi’nin desteğiyle gerçekleştirilecek festivalde yerli ve yabancı 19 uzun ve kısa film gösterilecek. Türkiye, ABD, İran, Güney Afrika ve Kanada yapımlarının yanı sıra ABD-Irak, Filistin-İsrail-Lübnan ve Bolivya-Danimarka ortak yapımlarının da yer alacağı festivalde belgesel, kurmaca ve animasyon türünden filmler izleyici ile buluşacak.
Film gösterimlerinin yanı sıra uzmanların katıldığı söyleşiler, fotoğraf sergileri ve çocuklar için yaratıcı drama etkinlikleri de programda yer alacak. Yeşil Gazete yazarları, uzmanlar Dr. Akgün İlhan, Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu, Dr. Ahmet Soysal, Doç. Dr. Sedat Gündoğdu ve Dr. Cem Girit ve ile festivalde gösterilecek filmlerin yönetmenleri; Defne Auf, Deniz Yapılcan ve Mert Gökalp, üç güne yayılan altı farklı oturumda Türkiye’nin su meselesini tartışacak.
Atölyeler
Festivalde iki ay boyunca gönüllü fotoğrafçılar yürütücülüğünde gerçekleştirilen su temalı “Fotoğrafçı Çocuklar Atölyesi”nde çocukların ürettikleri çalışmalar da yer alacak.
Bergama’da yaşayan fotoğrafçıların yörenin su kaynakları çevresinde çektikleri fotoğraflardan oluşan “Suya Dair” fotoğraf sergisi de festivalle eş zamanlı olarak Bergama Kültür Merkezi’nde açılacak.
Festival programının kısa bir versiyonu yine 4-6 Ekim günlerinde Bergama’nın Aşağıkırıklar, Aziziye ve Yukarıbey köylerinde de gösterime girecek. Köylerde yapılacak gösterimler öncesinde Bergama Çevre Platformu’ndan Erol Engel ve Dr. Ahmet Soysal izlenecek filmlerin ışığında su sorunlarını tartışacak.
‘Beklenecek bir dakika yok’
Organizasyon komitesi tarafından yayımlanan, “Suyumuz ısınmadan harekete geçmeli, hemen, şimdi!’” başlıklı çağrı metninde şu ifadeler yer aldı:
“16 yaşındaki iklim aktivisti Greta Thunberg’in de dediği gibi evimiz yanıyor… Daha fazla bekleyecek, sakin olacak zamanlar çoktan geride kaldı. Gezegenin yangınını söndürmek için beklenecek bir dakika bile yok artık.
Küresel iklim değişikliği nedeniyle Türkiye’de de kuraklık, sıcak hava dalgaları ve seller gibi aşırı iklim olayları daha sık ve şiddetli yaşanıyor. İklim değişikliğine inat çarpık kentleşme, sulak alanlarımızı ve ormanlarımızı betona ve asfalta boğarken, sorunlarımız gittikçe büyüyor.
Toprağımızı, suyumuzu, ormanımızı ve biyoçeşitliliğimizi hızla kaybediyoruz. Üstelik nüfusu hızla artan Türkiye 2050 yılında su fakiri bir ülke haline gelecek.
Tüm bu olumsuzluklar tarımsal üretimde kayıplara, turizm gelirlerinde düşüşlere ve çeşitli toplumsal ihtilaflara neden olacak. Ancak bu olumsuz tabloyu değiştirmek bizim elimizde.
‘Yangına bir kova su dökmek istiyoruz’
Festival geleceğini düşünen, adil ve sağlıklı yaşamayı isteyenleri iklim değişikliğinin nedenleri üzerine düşünmeye, sorgulamaya ve değişmeye davet ediyor. Bergama Çevre Filmleri Festivali’nin düzenleyicileri olarak içinde bulunduğumuz yangına bir kova su dökmek istiyoruz.
Bunun için su gibi akan filmler, söyleşiler ve etkinliklerle dolu Bergama Çevre Filmleri Festivali’ne hepinizi bekliyoruz. Sadece film izlemek için değil konuşmak, paylaşmak ve sorunlarımıza birlikte çözüm üretmek için buluşmak üzere!”
Gösterime girecek filmlerin tamamı ve diğer etkinlikler için tıklayın.
THY’nin yer hizmetlerini yürüten TGS’nin ardından Kültür ve Sanayi Bakanlıkları ile Milli Saraylar İdaresi ve Vakıfbank da Hamidiye ile olan sözleşmesini iptal etti. İptal kararları, İmamoğlu’nun İBB kazanmasının ardından geldi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) el değiştirmesinin ardından belediyeye ait Hamidiye suyuna boykot uygulayan kamu kuruluşlarına yenileri ekleniyor. İBB Meclisi CHP Grup Sözcüsü Tarık Balyalı, ‘Kültür ve Sanayi Bakanlıkları ile Milli Saraylar İdaresi ve Vakıfbank’ın da Hamidiye ile olan sözleşmelerini sonlandırdığını’ açıkladı.
RS FM’de yayınlanan Akşam Postası’na konuşan Balyalı, kamu kurumlarının Hamidiye ile sözleşmelerini Ekrem İmamoğlu’nun başkan seçilmesi sonrası sonlandırdığının altını çizdi. Balyalı şöyle konuştu:
“Bu İmamoğlu’na karşı bir can acıtma operasyonu. Birçok kamu kuruluşu Hamidiye ile ilişkisini ya sözleşmesi bittiği için, ya da sözleşmesinin ortasındayken sonlandırdı. Bunun tek sebebi Ekrem İmamoğlu’nun belediye başkanı olmasıdır. Yıllar boyunca Hamidiye suyu almışlar. Seçimle birlikte sihirli değnek değmiş Hamidiye’den vazgeçmişler. Bunun başka bir gerekçesi yok. 250’den fazla çalışan var. 1902 yılından beri su üretiyor. İstanbul için de çok ciddi bir değer. Temiz ve kaliteli su sunan bir kuruluş. Mesela Kültür Bakanlığı, Bilim ve Sanayi Bakanlığı, Milli Saraylar vazgeçti Hamidiye almaktan. Vakıfbank su almayı bıraktı. Bunun negatif bir kampanya olduğundan başkası aklımıza gelmiyor.”
Bayilik talebi arttı
Balyalı, buna rağmen vatandaşların Hamidiye’ye olan ilgisinin arttığını belirtti: “Çağrı merkezine gelen istek ve çağrılarda 3 kat artış var. İstanbul’un her yerinden bayilik için başvurular var.”
Türk Hava Yolları’nın (THY) iştiraki olan ve yer hizmetlerini yürüten TGS’nin belediyeye ait Hamidiye su ile yaptığı anlaşmayı sonlandırması sosyal medyada tepki çekmişti.
VW artık Avrupa’da üretemeyeceği ve hatta satamayacağı dizel ve benzinli araçları getirip burada üretecek, bizim havamızı, suyumuzu, toprağımızı kirletecek.
Alman otomotiv devi Volkswagen’in 2015’te karıştığı ‘Dieselgate’ olarak adlandırılan dizel araçlardaki emisyon skandalıyla ilgili Almanya’da 450 bin kişinin üreticiden davacı olduğu tarihî dava başladı. Avrupa’nın dört bir yanından gelen dizel araç sahipleri yaşadıkları mağduriyetin karşılanmasını talep ediyor.
Volkswagen’in de içinde olduğu ve başka bazı üreticilerin de yer aldığı skandal aslında gerçek bir çevre skandalı.
Hatırlayacak olursak, ABD’deki EPA’nın (Environmental Protection Agency – Çevre Koruma Ajansı) emisyon testlerini yanıltmaya yönelik olarak VW’nin dizel yakıtla çalışan araçlarına bir yazılım yüklediği ortaya çıkmıştı. Bir dizi inkâr sürecinden sonra VW, Eylül 2015’te dünya genelinde 11 milyon aracın bu tür yazılımla donatıldığını kabul etmişti.
İşin ilginci, çevreye ve halk sağlığına çok ciddi zarar veren bu kasıtlı sahtekârlığı aslında EPA değil, International Council on Clean Transportation (Uluslararası Temiz Taşımacılık Konseyi) bulmuştu.
Yaptıkları testlerde nitrojen oksit oranının EPA’nın kabul edilebilir seviyesinin 35-40 kat üzerinde olduğu anlaşılmış, VW’nin söz konusu dizel motorunun çevreyi kabul edilen standart değerden 40 kat daha fazla kirlettiği tespit edilmişti.
Bunu vurgulamakta fayda görüyorum zira gözden kaçan önemli bir nokta, VW’nin emisyon skandalının herhangi bir üretim hatasından kaynaklanmadığı…
Bilinçli bir sahtekârlık söz konusu…
Skandalın ardından Süddeutsche Zeitung gazetesi, VW yönetimini Kuzey Kore’nin yönetim şekline benzetmiş, şirketin otokratik liderlik tarzıyla, işlevsel bir yönetim şeklinden uzak yönetildiğini yazmıştı. Şirketin kendini tüm dünyadan izole ettiğini, mühendis kadrosunun çevreyle ilgili yasa ve düzenlemelere karşı ciddi bir düşmanlık beslediğini belirtmişti.
Tüketiciler, çevreye duyarlı bir otomobil aldıklarını düşünürken, çevreye çok daha fazla zarar veren araçlar kullandılar. Şimdi bu dava süreci VW’ni epeyce zorlayabilir…
VW, Mayıs 2019’da emisyon skandalı sebebiyle şirketin zararının 30 milyar euroyu bulacağını açıkladı. Şirket Haziran 2016’da 15 milyar euro ceza ödemeyi kabul etmişti. ABD Adalet Bakanlığı ile anlaşma yoluna giderek, sadece ABD’de 475 bin dizel araç için, her araç sahibine 10 bin dolara kadar tazminat ödemeyi de kabul etmişti.
Bu skandalla birlikte dizelin “temizliğinin” de yalandan ibaret olduğu fark edildi. Dizel araçları son yıllarda tercih sebebi yapan en önemli faktörlerden biri, benzinle çalışan otomobiller kadar iklim değişikliğine etki etmemeleriydi. VW’nin düşük gösterdiği nitrojen oksit emisyonları hava kirliliğine, solunum yollarında, beyin ve akciğerlerde ciddi sorunlara yol açıyor.
Skandalın arkasından ülkeler, art arda dizel ve benzinli araçlarla ilgili yasaklama kararları aldı. Amsterdam’da çevre ve hava kirliliğinin başlıca sebeplerinden biri olarak gösterilen dizel ve benzinli araçlar 2030 yılına kadar tamamiyle yasaklanacak. Hava kirliliğiyle mücadele eden Paris ve Fransa’nın diğer kentleri Grenoble ve Strazburg, dizel araç girişlerini men etti ya da kademeli olarak men etme kararı aldı.
Almanya’da ise Münster Yüksek İdare Mahkemesi, hava kirliliğiyle mücadele için Köln kentindeki bazı yollarda eski dizel araçlara yönelik uygulanan sürüş yasağının revize edilerek uygulanması gerektiğine hükmetti.
Almanya, ayrıca geçtiğimiz günlerde gerçekleşen BM İklim Eylem Zirvesi’nde elektrikli araç yatırımlarını artıracağını, ülkede 2030’a kadar elektrikli şarj istasyonu sayısının 1 milyona çıkacağını açıkladı. Ayrıca, benzinli araçlara karbon vergisi gelmesi de gündemde.
Geçen yıl, Cambridge Econometrics tarafından AB’de elektrikli araçlara geçiş hakkında detaylı bir çalışma yayınlanmış, raporun temel senaryosunda elektrikli ulaşım sayesinde Avrupa’nın 2030’da 49 milyar euro daha az petrol ithalatı yapacağı ifade edilmişti. Hâlihazırda, AB ham petrolünün yüzde 89’unu ithal ediyor, bunun büyük bir kısmını ulaşımda yakıt olarak kullanıyor.
Avrupa Birliği liderleri, iklim krizine yönelik iddialı bir planı 2020 yılının başlarında ortaya koymak için çalışıyor. AB’nin 2050 hedefinde 30 yıl içerisinde tüm üye ülkeleri karbon nötr hale getirmek var. Uygulanabilir mi bu başka bir tartışma konusu, en azından niyet var…
VW’e dönecek olursak, şirketin icraatları bununla da sınırlı değil. Geçmiş yıllarda AB’nin seragazı azaltım hedeflerini durdurmak için VW’nin, Brüksel’de karşı lobi yapsın diye ekipler kurduğu ve bu ekiplere milyonlarca euro para aktardığı da biliniyor.
Corporate Europe Observatory, emisyon skandalının patladığı dönemde, otomotiv endüstrisinin lobi faaliyetlerine yıllık 20 milyon euro harcadığını, bunun yarısını da Volkswagen, Daimler ve Opel’in finanse ettiğini açıklamıştı.
Emisyon skandalından sonra gözler açıldı haliyle ancak iklim kriziyle mücadele için harekete geçmekte ne kadar etkili, o belirsiz.
Uzun hatırlatma faslından sonra gelelim işin bizi ilgilendiren kısımlarına…
Malum, bir süredir Volkswagen’in Türkiye’de yatırım yapma ihtimaliyle ilgili büyük bir sevinç dalgası yaşanıyor. Eğer iddialar doğruysa, köprülere, tünellere verilen araç geçiş garantisinden sonra VW’e tamamen “yerli ve milli” araç alım garantisi de vereceğiz.
Geldi geliyor, pürüzler giderildi, yatırım için son düzlükteyiz derken Avrupa Parlamentosu’ndan bir grup parlamenterin, Türkiye’nin VW’nin yeni fabrikası için 40 bin araçlık garanti ve 400 milyon euroluk teşvik taahhüt ettiğini belirtip, AB Komisyonu’nu harekete geçmeye çağırması adeta yürekleri burktu.
Dilekçede imzası bulunanlardan Alman Yeşiller Partisi üyesi Reinhard Bütikofer, “Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimi altında hukukun üstünlüğü, medya özgürlüğü ve demokrasi alanlarında giderek daha da kötüleşen durum göz önüne alındığında, VW yönetiminin kararı ciddi endişeye yol açmaktadır” ifadelerini kullandı.
Parlamenterler, VW’yi, AB düzenlemelerini göz göre göre ihlal ederek devlet teşviklerinden yararlanmak istemekle suçlarken, şirketin bu şekilde, süreçte yer alan diğer AB ülkelerine de zarar verdiği ifade edildi.
Avrupa Birliği, kendi sınırları içinde artık otomobil üretilmesini istemiyor. AB’nin 2030 yılı karbon emisyon hedeflerini tutturmak için yüksek karbon salımına yol açan endüstrileri Avrupa dışına çıkarmaları gerekiyor.
AB, çevreyi kirleten egzoz gazı emisyonunu kontrol altında tutmak için 2021’den itibaren satılan araçlarda karbondioksit miktarını kilometre başına ortalama 95 grama indirdi. 2025 yılına kadar 2021 yılı seviyelerinin yüzde 15 altına, 2030’da ise 2021 yılı seviyelerinin yüzde 35 altına inecek.
Emisyon standartlarını tutturamayan üreticiler 2021 itibarıyla sattığı her araç için karbon miktarı başına ceza ödeyecek. Yapılan hesaplamalara göre, bu da markaların en az 500 milyon ila 1 milyar euro arasında değişen para cezası alması demek. Bu yüzden otomotiv üreticileri sıfır emisyona sahip elektrikli araçlara yatırım yapıyor.
Bu zorunluluk Türkiye’deki satışlar için geçerli değil ama ihracatının yüzde 80’ini Avrupa’ya yapan üreticiler uymak zorunda.
Yatırıma geliyor diye sevinilen VW, eski kirli paslı, AB’nin istemediği teknolojisini buraya getirirken, Almanya’da elektrik tedarikçisi olmaya hazırlanıyor. VW, enerji tedarik edecek ve elektrikli arabalar için şarj hizmeti verecek Elli Group GmbH şirketini kurdu. Buraya da kirli teknolojisini getirsin diye uğraşıyoruz.
Uzun lafın kısası, VW artık Avrupa’da üretemeyeceği ve hatta satamayacağı dizel ve benzinli araçları getirip burada üretecek, bizim havamızı, suyumuzu, toprağımızı kirletecek, bir de üstüne vergi indirimi, alım garantisi daha Allah bilir neler vereceğiz. O araçları da Avrupa’ya satmayacağına şimdiden kesin gözüyle bakabilirsiniz.
İşte maalesef, büyük otomobil firmalarının Türkiye’ye yatırım yapmayı düşünmesinin sebebi bu.
Zaten 2018’de AB ülkelerindeki dizel motorlu araçların payı yüzde 35,9’a geriledi.
2017’de AB ülkelerinde satılan otomobillerin yüzde 44’ü dizeldi. Emisyon kuralları nedeniyle dizel motorlu araçların kent merkezlerine girmesinin yasaklanmasının gündeme gelmesi satışları olumsuz etkiliyor.
Artık 20’inci yüzyılda kalmış bir üretim biçimine 21’inci yüzyılda bu kadar heves etmek ancak geri kalmışlıkla, dünyanın nereye doğru ilerlediğinden, gelecek tezahürünün nasıl şekillendiğinden, iklim krizinden haberi olmamakla açıklanabilir.
Otomobil dediğimiz araç, 100 yıldır üretiliyor. Artık, geleneksel otomobil teknolojisinin de pazarının da ilerleyeceği bir yer yok. Üstelik pazar da doymuş durumda. İnsanların elektrikli araç talebi artıyor.
Tabii bu tartışmanın bir ayağında da yılan hikâyesine dönen yerli otomobil üretme macerası var.
Geçtiğimiz yıllarda hatırlarsınız Saab’ın bir modelini tuhaf şekilde boyayıp işte bu üreteceğimiz yerli otomobil demişlerdi. Sonra bir baktık ki, o bize prototip diye gösterilen araba için Saab’a 40 milyon euro ödendiği, yerli otomobille ilgili projeye sıfırdan başlanmasıyla o paranın da çöp olduğunu öğrendik.
Sonra beş babayiğit denen şirketle elektrikli yerli ve milli otomobil üretimi sevdası başladı.
Benim anlamadığım şu, hem büyük bir iddia ile yerli ve milli üstelik de elektrikli bir otomobil üretme projesi varken, VW’nin benzinli ve dizel araç üretimini burada yapması için bu kadar çaba niye?
VW’nin daha ucuz araçları dururken, yerli ve milli elektrikli otomobilini kim alacak, bu otomobil kime pazarlanacak?
Otomobil üzerindeki vergiler bu kadar yüksekken “birilerine” verilecek imtiyazlar pazarı etkilemeyecek mi?
Yerli Otomobil Girişim Grubu’nda yer alanlardan İnan Kıraç, projeden niye çekilmek istiyor?
Bu sorular uzar gider, dünyanın iklim krizine karşı bir dizi önlem aldığı, mücadele için yeni arayışlarda olduğu, seragazı emisyonları azaltım ve uyum hedeflerinin her geçen gün biraz daha kritikleştiği bir dünyada karbon emisyonlarını artıracak üretimleri ülkeye buyur ediyoruz, kimi buyur ediyoruz, bilin istedim…