Ana Sayfa Blog Sayfa 2300

İklim krizine karşı hayvancılığı bitirip otlakları doğaya kazandırma önerisi

Bilim insanları, şu an et üretiminde kullanılan toprakları doğal bitki örtüleri için büyük oranda eski haline getirmenin, Dünya atmosferindeki karbondioksiti ortadan kaldırma adına “en iyi seçenek” olduğu ve bu işlemin bir an önce başlaması gerektiği konusunda uyardı.

Independent’in aktardığına göre, araştırmacılar Lancet Planetary Health adlı bilimsel yayın için kaleme aldıkları açık mektupta, “çeşitli Dünya ekosistemlerinin dengesiz koşullara” sürüklenmesinden kaçınmak için et üretim seviyesinin 10 yıl içinde zirveye ulaşması ve toprakların yeniden ağaçlandırılmaya başlanması gerektiğini ifade etti.

Büyükbaş ve küçükbaş hayvanların yalnızca otlamaları için değil, beslenmelerinde  kullanılan tahılların üretilmesi için de çok geniş arazilere ihtiyaç duyuluyor. Hayvanların sindirim süreçleri de güçlü sera gazlarından metan salımına neden oluyor.

Bilim insanları, “Eğer  hayvancılık olağan şekilde ticari faaliyetlerine devam ederse, bu sektör 2030’a kadarki 1,5 derecelik emisyon sınırının yüzde 49’unu tek başına harcayacak (…) IPCC’nin 1990’daki ilk değerlendirme raporundan bu yana geçen sürede et, süt ve yumurta üretimi 758 milyon tondan 2017’de 1 milyar 247 milyon tona kadar yükseldi ve daha da yükselmesi bekleniyor” ifadelerini kullandı.  Araştırmacılar “yüksek ve orta gelirli” ülkeleri bu sektörü Paris İklim Anlaşması hedeflerine göre dizginlemek için dört önlem almaya çağırdı:

  • Hayvancılığın zirveye çıkacağı zaman dilimini belirlemek,
  • En yoğun salım yapan ve/veya en geniş araziyi kaplayan hayvancılık kaynaklarını saptamak ve üretimi azaltacak uygun hedefler koymak,
  • Ağırlıklı olarak (fasulye, bezelye ve mercimek dahil) bakliyatlar, tahıllar, meyveler, sebzeler, kuruyemişler ve tohumlarla halk sağlığına yönelik faydaları en üst seviyeye çıkaracak sürdürülebilir gıdaları hayvancılığın yerine koyarak gıda üretimini çeşitlendirme politikalarını hayata geçirmek,
  • Mümkün olduğunda doğal bitki örtüsünü yeniden yeşerterek toprağı karbon yutağı haline getirecek “doğal iklim-çözümleri yaklaşımını” benimsemek.

Bilim insanları, açık mektuplarında, şu uyarıyı da ekledi: “Paris İklim Anlaşması’na uyumlu bir tarım sektörü yaratmak için yüksek ve orta gelirli ülkelerin hayvancılık üretimini diğer ülkelere yaptırmamasını, bunun yerine hayvancılık ürünlerine talebi azaltmasını öneriyoruz.”

Birleşik Krallık hükümeti adına çalışan dönemin baş çevre bilimcisi Sir Ian Boyd bu yıl içinde yaptığı açıklamada, insanların daha az kırmızı et yemesi, daha az seyahat etmesi ve daha az kıyafet satın alması gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuştu. Boyd ayrıca tüm devlet departmanlarının politikalarını gözden geçirerek ortak çevresel bir çerçevede çalışmalarını sağlayacak “Net Sıfır Bakanlığı”nın kurulması için çağrı yapmıştı.

Göttingen Üniversitesi‘nden akademisyenlerse bu hafta yayımladıkları araştırmada, kalori tüketiminin 2010-2100 arasında nasıl değişebileceğine ilişkin öngörülerde bulunmuş ve bu yüzyılın sonuna kadar küresel gıda talebinin yüzde 80 oranında artabileceğini tahmin etmişti.

Julian Assange’ın serbest kalması için imza kampanyası

Dünyanın dört bir yanından yaklaşık 700 gazeteci, Birleşik Krallık’ın yüksek güvenlikli Belmarsh Hapishanesi’nde tutulan WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’ın serbest bırakılması için imza kampanyası başlattı.

‘Savaş suçlarını ortaya çıkarmak gazetecinin rolü’

Gazetecilerin imzaladığı açık mektupta “Assange 175 yıllık hapis cezasını göze alarak ABD’nin Irak ve Afganistan’a dair askeri belgelerini yayımladı ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın görüşmelerini ortaya çıkardı. ‘Savaş Günlükleri’ ABD yönetiminin Afganistan ve Irak’a dair kamuoyunu yanılttığına ve savaş suçu işlediğine yönelik belgeler sağladı” denildi.

Mektupta ayrıca “Demokraside gazeteciler, savaş suçlarını, işkence ve taciz olaylarını hapse girmeden ortaya çıkarabilirler. Demokraside basının rolü budur” ifadeleri yer aldı.

Ne olmuştu?

2006’da üst düzey gizli bilgileri ve fotoğrafları yayımlayan Wikileaks’i kuran Julian Assange, ABD askerlerinin Irak’ta 2010’da helikopterden ateş açarak 18 sivili öldürdüğü görüntüleri ortaya çıkarmıştı. WikiLeaks’le pek çok devletin üst düzey yetkililerine dair belgeler yayımlanmıştı.

Assange, 2010 yılında İsveç’te kendisine açılan bir cinsel taciz davası yüzünden Ekvador’un Londra’daki büyükelçiliğine sığınmıştı. Bu davanın düşürülmesine rağmen, Assange’in daha önce kefalet koşullarına uymadığı için büyükelçilikten çıktığı anda tutuklanacağı söyleniyordu.

Ekvador’un Assange’a verdiği sığınma hakkını kaldırmasının ardından büyükelçilik tarafından binaya davet edilen Londra Polis Teşkilatı Assange’ı gözaltına almış daha sonra da tutuklama kararı çıkartılmıştı.

Diyarbakır Surlarının taşları sökülüp satılıyor

Tarihi Diyarbakır Surları’nda yer alan taşların yerlerinden sökülüp satılmaya başlandığı ortaya çıktı. Mezompotamya Ajansı’ndan Lezgin Akdeniz’in haberine göre, özellikle Mardinkapı kısmındaki sur duvarları ve burçların üzerine işlenmiş ve günümüze kadar gelmiş güneş, yıldız sembolleri, kaplan, boğa, çift başlı kartal, akrep ve at kabartmaları olan taşlar yerlerinden çıkarılarak satışa sunuluyor.

Çanak: Her gün yeni taşlar çalınıyor

Taşların çıkarıldığı surlara yakın bir yerde çay ocağı işleten Selim Çanak, gece saatlerinde sur diplerine birçok kişinin geldiğini, ancak gündüz vakti taşların yerinden söküldüğünü fark ettiklerini söyledi. Çarık, uzun bir süredir surların yıkılmış bölümlerinden taş götürüldüğünü, ancak bu kez üzerine şekiller olan taşların çıkarıldığını ve her gün yeni taşların çalındığını kaydetti.

Arif İpek: Sur’daki yıkım sebep oldu

Mimar Arif İpek ise olayın çökmeden kaynaklanmadığını belirterek, taşların olmadığı kısımların insan boyu yüksekliğinde olması ve izlerin yeni olmasının taşların bilinçli olarak söküldüğünü gösterdiğini söyledi. Özellikle bulunmayan dişi kesme taşların tercih edildiğine dikkati çeken İpek, “Sanki sipariş üzerine bu taşlar çıkarılmış” dedi.

Suriçi’nin Kentsel Sit Alanı olduğu gerçeğinin hiçbir çalışmada göz önüne alınmadığını vurgulayan İpek, Sur’da yapılan yıkımdan sonra molozların atılması ile ilgili çalışmanın bile gelişi güzel yapıldığını, Sur’dan çıkarılıp Dicle Üniversitesi arazisine dökülen molozların içinden çıkarılan taşların satılabilir olduğu görülünce bu durumun surlardan taşların çıkarılmasını teşvik ettiğini belirtti.

‘Kafelerde iç dekorasyon olarak kullanılıyor’

Son dönemlerde Sur içindeki kafe ve restoranların yapımında bu taşların kullanıldığına işaret eden İpek, bazı mekanların ise iç dekorasyon unsuru olarak kullandığını kaydetti. İpek, “Moloz alanından çıkan bu değerli taşların Sur içinde ve Ongözlü Köprü civarında yapılan yeni yapılarda kullanıldığı açık bir şekilde görülmektedir” diye konuştu.

‘Bölge Koruma Kurulu duyarsız’

Surların bakımsız ve denetimsiz halinin bu tahribata açık davetiye çıkardığını dile getiren İpek, Bölge Koruma Kurulu‘nun duyarsızlığını eleştirerek şu ifadeleri kullandı:

Sur’da yapılan alelacele çalışmaların kurumlar arası koordinasyonun sağlanmamasına neden oldu. Sur içi ile ilgili bir yetki karmaşası halen devam etmektedir. Koruma Kurulu bizim bilgimizin dışında birçok şey yapılıyor diyor. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü yetkilerini aşarak tamamıyla belediyeyi devre dışı bırakarak bir çalışma yürütmektedir. Yine müzenin de yapılan tahribatlardan hep sonradan haberlerinin olduğunu söylüyorlar. Görev ve sorumluluk tam olarak kimde açıkçası onu da bilmiyoruz. Bu tahribatın nedeni ise ilgisizlik ve denetimsizlikten kaynaklanıyor.

‘Tedbir alınmazsa tahribat devam eder’

İpek, gerekli tedbirlerin alınmaması halinde bu tahribatın artarak devam edeceği uyarısında bulunarak şunları söyledi: “Bu taşların satışıyla ilgili ciddi bir yaptırımın olması gerekiyor. Periyodik kontrollerin sıklıkla yapılması lazım. Burada sorumlu ve yetkili hangi kurum ise ivedilikle bu çalışmaları başlatmalıdır.”

 

 

İskoçya’dan bağımsızlık sinyali: Bizi zorla tutamazsınız

Birleşik Krallık‘ta geçtiğimiz Perşembe günü yapılan seçimlerde Brexit yanlısı Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakar Parti, tarihinin en yüksek oy oranlarından birini alarak seçimin galibi oldu. Demografik olarak yaşlı kesimin ağırlıkta oy kullandığı seçimlerde analistlere göre mülteciler ve ekonomik kaygılar ağır bastı.

Seçim sonuçları gelir gelmez İskoçya’dan da hem parlamento hem sokak nezdinde bağımsızlık çağrıları yükselmeye başladı.

‘Bizi zorla Krallık’ta tutamazsınız’

İskoçya Başbakanı ve İskoçya Ulusal Partisi Lideri (SNP) Nicola Sturgeon, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’a ülkesini Birleşik Krallık’ta zorla tutamayacağını söyledi. SNP, 12 Aralık’ta yapılan erken seçimlerde İskoçya’yı Avam Kamarası’nda temsilen 59 sandalyeden 48’ini kazandı.

BBC’ye konuşan İskoçya Başbakanı “Birleşik Krallık devam edecekse bu karşılıklı rıza ile mümkün olacaktır. İskoçya’yı isteği dışında zorla krallıkta tutamazsınız” ifadelerini kullandı.

Ülkede 2014 yılında yapılan referandumda Birleşik Krallık Kraliçesi II. Elizabeth, “Umuyorum ki halk geleceği konusunda çok dikkatli düşünecektir” demişti.

Ülkede, Birleşik Krallık Seçim Komisyonu‘nun önerisi doğrultusunda,  18 Eylül 2014’te yapılan referandumda,  seçmenlere “İskoçya bağımsız bir ülke olmalı mı?” sorusu yöneltilmiş; yüzde 44.7 evet , yüzde 55.3 hayır oyu çıkmıştı.

İskoçya’nın Glasgow şehri, önümüzdeki yıl Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne de ev sahipliği yapacak.

 

İris Gölü kanal açılarak kurutuluyor

İzmir’de Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇKA) ilan edilen Karaburun‘daki İris Gölü‘ne kanal açıldı. Karaburun Kent Konseyi, özel mülk olan gölün suyunun tahliye edilerek, bölgenin imara açılmaya çalışıldığını ileri sürdü. Konsey, İris Gölü’nün, kamulaştırılarak koruma altına alınmasını istedi.

Nesli tükenme tehlikesi altındaki bahçe çintisi, çayır incir kuşu, tepeli toygar, tepeli pelikan, tepeli karabatak, karabaş martı, küçük kerkenez, bıyıklı doğan gibi kuş türlerinin üreme sahası olan İris Gölü’, 1978 yılında özel mülkiyete geçti. Yine o yıllarda, göl tabanına açılan kanallar aracılığıyla İris’in suyu boşaltıldı. Kurutulmaya çalışılan göl zaman içerisinde kendini yenileyerek doğal yapısını korudu.

‘Dipsiz Göl olmasın’

Gölün kamulaştırılarak koruma altına alınmasını isteyen Karaburun Kent Konseyi Başkanı Goncagül Karaağaç Ekici, kepçelerle kazılan gölün doğal yapısına zarar verildiğini söyledi. Karaburun Yarımadası‘nın tek sulak alanı olan İris Gölü’nün yine göçmen kuşlara ev sahipliği yapan önemli bir biyoçeşitliliği de içerisinde barındırdığını aktaran Ekici şöyle konuştu:  “Henüz geç kalınmış değil. Bu kanalların acilen önünün kapatılması ve su tutma kapasitesinin düşmemesi sağlanmalı. Dipsiz Göl’ü altında hazine var diye kuruttular. Oradaki gözle görülen görülmeyen bir sürü canlıyı öldürdüler. Biz buranın da kaderinin aynı olmasını istemiyoruz. O nedenle burası Dipsiz Göl olmasın. İris Gölü’nü koruyalım.”

Kamulaştırma talebi

Kent Konseyi Genel Sekreteri Aykut Uçar ise şunları söyledi: “Siz buraya bir tahribat yaptığınızda, sadece burayı tahrip etmiş olmuyorsunuz. Aynı zamanda kuzey-güney aksında kuşların var olduğu ekosistemi de bozuyorsunuz. Göle müdahale yapıldığında, kara ekosistemi bozuluyor. Buraya yapılacak müdahale, sadece göle değil tüm bölgeye zarar verecek. Bizim beklentimiz bir an önce buranın kamulaştırılması ve arazinin şahıslardan alınarak yeryüzüne devredilmesi. Buranın acilen kamulaştırılarak, sulak alan ilan edilmesi ve koruma altına alınmasını istiyoruz.”

 

Hekimler uyardı: Sidney’in hava kalitesi, tehlikeli seviyeden 11 kat daha kötü hale geldi

Kırsal alanlarda çıkan ve bir türlü söndürülemeyen orman yangınları Sidney‘in hava kalitesini düşürdü. Puslu hava, Sidney’in bazı kesimlerinde hava kalitesinin “tehlikeli” seviyeden 11 kat daha kötü hale gelmesine ve yangın alarmını tetikleyebilecek bir durumun ortaya çıkmasına neden oldu.

Sidney’de feribot seferleri iptal edildi ve şehir merkezindeki bazı iş yerleri tahliye edildi.

‘Halk durumu ciddiye almalı’

Avusturya Kraliyet Hekimler Koleji de dahil olmak üzere yirmiden fazla profesyonel sağlık kuruluşu, hükûmeti bu toksik hava kirliliğiyle mücadele çağrısında bulunan ortak bir bildiri yayımladı. Bildiride, ülkenin en büyük şehri olan Sidney’i haftalarca saran yangınların saldığı zehirli dumanlar nedeniyle “halk sağlığının acil bir durumu” ile karşı karşıya kalındığı uyarısı yapıldı.

İklim ve Sağlık İttifakı ise, “Yeni Güney Galler’deki hava kirliliği halk sağlığı acil durumudur” dedi. Yeni Güney Galler (NSW) Sağlık Bakanlığı yetkililerinden Richard Broome da Sydney’deki sisin çok kötü ve hava kalitesinin de oldukça düşük seviyede olduğunu ifade etti. Broome, halka bu hava koşullarını ciddiye almalarını tavsiye etti.

İklim krizinin yarattığı olumsuz hava koşulları yüzünden sayıları ve sıklığı artan yüzlerce orman yangını, Eylül ayından bu yana Avustralya’ya büyük bir zarar verdi.

Gençler eylül ayında da işsiz

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ağustos ayında yüzde 14 olan işsizliğin, eylül ayında yüzde 13,8 olarak gerekleştiğini açıkladı. Ancak Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2019 yılı Eylül döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 817 bin kişi artarak 4 milyon 566 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 2,4 puanlık artış ile %13,8 seviyesinde gerçekleşirken, aynı dönemde; tarım dışı işsizlik oranı 2,9 puanlık artış ile %16,4 olarak tahmin edildi. Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı 4,5 puanlık artış ile %26,1 olurken,15-64 yaş grubunda bu oran 2,4 puanlık artış ile %14,1 oldu.

İstihdam oranı %46,1

TÜİK’in rakamlarına göre, istihdam edilenlerin sayısı 2019 yılı Eylül döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre 623 bin kişi azalarak 28 milyon 440 bin kişi, istihdam oranı ise 1,7 puanlık azalış ile %46,1 oldu.

Bu dönemde, tarım sektöründe çalışan sayısı 108 bin, tarım dışı sektörlerde çalışan sayısı 516 bin kişi azaldı. İstihdam edilenlerin %19,3’ü tarım, %19,5’i sanayi, %5,5’i inşaat, %55,7’si ise hizmet sektöründe yer aldı. Önceki yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında tarım sektörünün istihdam edilenler içindeki payı 0,1 puan, hizmet sektörünün payı 1,4 puan artarken sanayi sektörünün payı 0,1 puan, inşaat sektörünün payı 1,4 puan azaldı.

2019 Eylül’ünde geçen yılın aynı dönemine göre, tarım sektöründe çalışan sayısı 108 bin azaldı.

İşgücüne katılma oranı %53,5

İşgücü 2019 yılı Eylül döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre 193 bin kişi artarak 33 milyon 6 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 0,5 puanlık azalış ile %53,5 olarak gerçekleşti. Aynı dönemler için yapılan kıyaslamalara göre; erkeklerde işgücüne katılma oranı 0,9 puanlık azalış ile %72,6, kadınlarda ise değişim göstermeyerek %34,9 olarak gerçekleşti.

Sağlıklı gıda sağlıklı toprakla mümkün -Emet Değirmenci

Ülkelere göre değişse de farklı tarımın sera emisyonlarına katkısı  genel olarak %14 civarındadır. Bu orana toprağın nasıl kullanıldığı ve tarımsal atıkların nasıl proses edildiği dahildir. Dolayısıyla küresel iklim değişimine karşı alınacak önlemlerin başında toprak iyileştirmesi gelmelidir. Çünkü bu durum, aynı zamanda gıdalarımızı doğayla uyumlu yöntemlerle yetiştirmeye teşvik edecektir. Bu nedenle Fransız Hükümeti, 2015 yılında yapılan Paris İklim Zirvesi’nden sonra çiftçinin toprakta organik madde artışını her yıl %3 artırmasını teşvik etmeye başladı.

Hipokrat, “Yiyecekler ilacınız, ilacınız yiyecekleriniz olsun” demiş. Sağlıklı gıda şifa özelliğini bünyesinde taşır. Başka bir deyişle gıdalardan şifa beklemek en temel hakkımız. Ancak gıdanın şifalı olup olmaması; hangi tür toprakta nasıl yetiştirildiği, işlendiğiyle çok ilgili… Yediklerimiz sadece vücudumuzu etkilemiyor; evrim süreciyle gelecek kuşaklara dahi etki edecek bir durumdan söz ediyoruz. Bu yüzden gıda zincirinde en önemli basamak olan toprağı konuşmadan sağlıklı gıdadan söz etmemiz imkansız.

‘Ne Yersen Osun’

Endüstriyel kapitalist sistemde, gıdanın tohumdan sofraya olan yolculuğu; toprağa ekilme, büyütülme, hasat edilme,  saklama, paketleme ve servis edilme aşamasında birçok zehirli kimyasalla temas etme demek…Yolculuğun yetişme boyutunda kimyasallar var; sosyal boyutunda ise tarım işçilerinin çalışma koşulları sosyal hakları, sendikasız mevsimlik tarım işçileri, çocuk işçiler, onların yaşam koşulları gibi adaletsiz üretim ilişkileri ağı gibi konular var. Kısacası  ‘hangi topraktan ne yersen o’sun konusuna sadece bünyemize aldığımız gıdalardaki zehirler değil; adaletsiz üretim ağlarından yükselen  ‘ahhh’lar da dahildir.

Endüstriyel tarım sisteminde toprağın hava ve su  döngüsünün bir parçası olduğunu gözlemleyebilecek çok imkan var. Tarımda kullanılan zehirler, yağmurla nehir ve göllere oradan okyanuslara taşınıyor. Sadece oradaki ekosistemin zarar görmesi değil aynı zamanda toprağın tuzlanmasına da yol açıyor. Örneğin Avustralya’nın güneyinde bir dizi nehir, tarım ve madencilik nedeniyle can çekişme sınırında bulunuyor. Dünyanın sekizinci harikası olan Great Barrier Rief’deki mercanların rengi değişti, yok olmakla karşı karşıya. Okyanustaki tuzlanma, yeraltı sularıyla toprakta da tuzlanmaya yol açmış durumda. Hatta bu tuzlanma seviyesi konut ve iş yeri gibi fiziki yapıları dahi etkilemeye başladı. Tuzlanmanın üçüncü, dördüncü katlara kadar çıktığını ve binaların  oturulamaz hale geldiğini 10 yıl önce görmüştüm. Durum bugün muhtemelen daha vahim boyuttadır.

Toprağın iyileştirme yöntemlerinden ilki; biyolojik atıkların aerobik ya da anerobik (oksijenli ya da oksijensiz) ortamlarda doğal gübreye dönüştürülmesi; diğeri ise özellikle kumlu topraklara şifa olan biyolojik atıkların biyokömüre dönüştürülmesidir… Bu yöntemlere, iklim değişimine dost yöntemlerden biri olarak, tarım yaparken havaya karbon salmak yerine karbonu toprağa gömme bir başka deyişle karbon çiftçiliği diyoruz. Toprağa olabildiğince minimum müdahale etmek önemli. Permakültür ve agroekolojik yöntemler dahil tüm alternatif yöntemlerde nihai hedef, doğal tarıma geçmek olmalıdır. Çok yıllı bitkilerle, tek yıllıkları destekleyerek ve toprağı sürmeden yapılacak tarıma doğal tarım diyoruz. Kısacası iklim değişiminde tarımsal yöntemlerde sera gazı azaltmanın en önemli yolu doğal tarımdır. Tarım biyaloğu Manasobu Fukuoka’nun Japonya’nın güneyinde geliştirdiği tohum topları yoluyla yapılan doğal tarım yöntemleri Türkiye’de de kullanılmaya başlandı.

Küçük aile çiftliklerinin önemi…

FAO verilerine göre dünyanın 2/3’ününü  küçük aile çiftlikleri besliyor.  Bu da 10 bin metre kareye karşılık geliyor. (2.5 acre) Washington Üniversitesi toprak bilim insanı David Montgomery Bir Devrimi Büyütmek: Toprağımızı Yaşama Geri Döndürmek isimli kitabında;  küçük aile çiftliklerinde, endüstriyel büyük çiftliklere göre iki kat daha fazla ürün elde edildiğinden  söz ediyor. Mongromery; Afrika, Latin Amerika dahil dünyadaki küçük çiftliklerde edindiği gözlemlere dayanarak özellikle toprağı sürmeyen ve ürün rotasyonuna dikkat eden çiftçilerin, tarım ilacı kullanmadıkları için hem giderlerini düşürdüklerini hem de konvansiyonel tarım yapanlardan dört kat fazla ürün elde edebildiklerini belirtiyor. Elbette doğal tarım yöntemiyle toprağın iyileşmesi flora ve faunadaki biyoçeşitliliği de artırıyor.

Bugün tüm dünyada endüstriyel tarımda çalışan mevsimlik göçmen işçilerin durumu içler acısı… Kaliforniya’daki Meksikalı mevsimlik işçi için de durum böyledir; Eskişehir’de pancar üretiminde çalışan Suriyeli göçmenler için de. Sahada yaptığımız gözlemler ve yapılan araştırmalar bu durumu tüm ağırlığıyla gözler önüne seriyor. O yüzden sağlıklı bir toprak için; tohumdan sofraya tüm gıda sisteminin demokratikleştirilmesi gerekiyor. Toprağı gözeten bir tarım ve gıda sistemi için geleneksel tarım yöntemleri ve kadim bilgilere dönmek yetmiyor aynı zamanda sosyal ilişkilere de kafa yormak elzem. Kapitalist küreselleşmeye karşı ayakta durmaya çalışanların kurdukları ağlara desteklerin yanı sıra kooperatif sistemi de önemli bir çözüm olabilir. Tüm canlıların yaşam hakkını gözeten bir sistem kurmak; toprağı iyileştirmek, ürünü paylaşmak ve pazarlamak için örgütlenme gerekli. Sadece ürün ve gıdaya erişim için değil; sağlıklı toprağın nasıl oluşturulacağı, büyütüleceği konusundaki bilgi ve becerilerin paylaşılması için de bu tip örgütlenmelere ihtiyaç var.

Yineleyecek olursak; sağlıklı ürünün ancak sağlıklı bir toprakta yetiştiğini hep göz önünde bulundurmalıyız. Ve tükettiğimiz gıdanın tohumdan sofraya olan yolculuğunda sorumluluk sahibi olduğumuzu unutmamalıyız. Bunun için toplum destekli tarım yapan gıda topluluklarının parçası olmak, kent bahçeleri yaratmak, belediyelerden bunun için kamusal alan talep etmek, balkon ve çatı bahçelerinde evladiyelik tohum yetiştirmek, (atalık tohum patriarkayı çağrıştırdığı için bu terimi kullanıyorum) yetiştirdiklerimizin bilgisini paylaşmak ve dayanışmak için kooperatifler kurmak yapabileceğimiz başlıca konular olarak önümüzde duruyor.

(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

Hızlı modaya karşı bir başkaldırı hikâyesi: Temiz Giysi Kampanyası

Haber: Elif Ünal

Tarlada yetişen pamuğun son modaya uygun bir tişört olarak dolabımıza girmesine kadar olan süreçte sorgulayacak çok fazla şey var. Maalesef bunların hiçbiri reklamlarda yer almıyor. Ne o pamuğun üretiminde harcanan su, ne fabrikada sağlık sorunlarıyla dışarıda da ekonomik sıkıntılar ile boğuşan işçiler ne de doğaya verilen zarar…

Temiz Giysi Kampanyası Türkiye ayağının kurucusu Abdülhalim Demir “Bir tişörtün maliyeti asla 10 lira değildir. Sen 10 liraya alıyorsan bilmelisin ki birisinin hayatından çalıyorsun” diyor.  Markaların üretim aşamasında, insana ve çevreye bu kadar zararlı bir modeli sürdürebilmelerinin sebebini ise hızlı modaya bağlıyor. Abdülhalim Demir ile tekstil sektöründeki problemleri, hızlı modayı ve ona karşı gelişmeye başlayan ‘sürdürülebilir moda’nın ne demek olduğunu ve neler yapılabileceğini konuştuk.

Demir: Sektörün değiştiğini görmek istiyorum

15 yaşında çalışmaya başladığı kot kumlama işi yüzünden silikozise yakalanan ve akciğerinin yüzde 46’sını kaybeden Demir’in ve işçilerin verdiği mücadele sonucunda Türkiye’de kot kumlama 2009 yılından beri yasak. Aynı zamanda silikozis artık bir meslek hastalığı olarak tanınıyor ve tedavi ücreti devlet tarafından karşılanıyor. 2011’de de 6111 sayılı torba kanununa iki madde eklenerek bütün silikozis hastalarına emeklilik hakkı tanındı.

Abdülhalim Demir, elde ettikleri bu kazanımlardan sonra mücadelesini en kirli sektörlerden biri olan tekstil sektörüne taşımak istediğini söylüyor: “120 arkadaşımı silikozis hastalığından dolayı kaybettim. Artık sektörde bir şeylerin değiştiğini görmek istiyorum.”

Markalar ucuzluk rekabetini teşvik ediyor

Tekstil sektöründe çalışan üç milyondan fazla işçiden sadece 1 milyon 50 bini kayıtlı. Kayıtlı çalışanların yüzde 80’inin sigortası ise asgari ücret üzerinden yatıyor. Sektörün kalkınamamasını kayıtsız çalışmaya bağlayan Demir, bu sayede markaların ucuzluk rekabetine girebildiklerini anlatıyor.

Markaların tedarik zincirlerindeki ürün alımlarının da bu ucuzluk rekabetini teşvik ettiğini belirten Abdülhalim Demir bu durumu şöyle değerlendiriyor:  “Şirketler ürün alımlarını ihale üzerinden yapıyor. 10 tane atölye çağırıp üç liraya kim diker dediğinde ya da kim en ucuz diker dediğinde üreticilerin de bir yerden çalmaları gerekiyor.”

‘İstihdam sağlamak adına işçi sömürülüyor’

“Devletin eksiği de şu. Aman sektör küçülmesin, aman markalar gitmesin ama sektör kayıt dışıysa senin karın da yok. Üç milyon işçinin sadece bir milyonundan vergi alıyorsun. Diğer iki milyonundan almıyorsun ve  aslında bu senin kaybın” diye konuşan Demir, devletin kayıt çalışmaya göz yumduğunu ama bunun kendi zararına olduğunu belirtiyor:

“Serbest bölgeler teşvik bölgeleri olduğu için oradaki markalar vergi vermiyor. Sadece istihdamı sağlasın diye devlet buna izin vermiş ama zamanla bu, istihdam sağlamaktan ziyade işçi sömürüsüne dönmüş. İşçiye asgarinin altında bir ücret veriyor. Serbest bölgelerde üretim yapanlar asgari geçim ücretinden muaf.”

‘Bir tişörtün maliyeti asla 10 lira olamaz’

Bir tişörtün maliyetinin asla 10 lira olamayacağını söyleyen Demir, nedenini şöyle açıklıyor: “Sen 10 liraya alıyorsan bilmelisin ki birisinin hayatından çalıyorsun aslında çünkü markaların kâr payı bellidir. Marka 1’e 3’ten aşağıya kâr etmez. Eğer sana 10 liraya satıyorsa onu üç liraya mal etmiştir. Dolayısıyla üç liraya tişört üreten biri, bundan asla yaşanabilir bir pay almamıştır. Ve o fiyata aldığın tişörtün etiketine bakarsan büyük ihtimalle Çin veya Bangladeş’te yapıldığını görürsün. O yüzden biz ne pahalı, ne ucuz diyoruz. Ürünün bir değeri vardır ve o değer neyse onun üzerinden ürün almak lazımdır.” Demir, fiyatın bu kadar düşük oluşunun ortaya çıkardığı bir diğer problemin de insanları daha fazla tüketmeye itmesi olduğunu söylüyor:

“Bir tişört 10 lira olduğunda senin ihtiyacın birse 10 tane alıyorsun. Birini giyiyorsun gerisi dolapta kalıyor, çöpe gidiyor. Yani aslında dünyayı sürdürülebilir hale getirmekten çıkartıyorsun. Çünkü çöpe dönüştürüyorsun. Şu anda sanırım atıkla ilgili ikinci sırada tekstil. Büyük miktarda tekstil atığı var. Ama senin için ucuz görünüyor, giymesem ne olacak deyip denemeden de alıyorsun.”

Çoğu fabrika filtresiz çalışıyor

Tekstil sektörünün fazla tüketim üzerinden yarattığı atıklar dışında bir etkisi de üretimi sırasında ortaya çıkıyor. Çoğu fabrikanın filtresiz çalıştığını belirten Demir, bununla ilgili bir yönetmelik olmasına rağmen denetiminin çok zayıf olduğunu ifade ediyor:

İşletmelerden örnek isteniyor birkaç yılda bir. Onlar da yarı filtreden yarı çeşmeden doldurup gönderiyorlar. Devletin denetim yapması gerekiyor. Mesela şu anda Tekirdağ’daki Ergene Deresi ile ilgili sürekli haberler çıkıyor ‘derenin rengi kırmızıya çaldı’ diye. Oradaki tekstil fabrikaları sebep oluyor buna. Bunun sebebi bu denetimsizlik mekanizması.

Ergene Deresi

Kot beyazlatma işlemi hala sıkıntılı

Fabrikalar doğaya zararlı olduğu gibi çalışan işçilerine de sağlıklı bir çalışma ortamı sunmuyor. Örneğin, kot kumlama artık yasaklanmış olsa da kotun beyazlatılması işlemi için Avrupa Kimyasal Ajansı’nın (ECHA) ‘tehlikeli kimyasallar’ arasında nitelendirdiği potasyum permanganat kullanılmaya başladı.  ECHA, maddeyle temasın üreme sisteminde sorunlara yol açtığını belirtiyor.

Temiz Giysi Kampanyası ise Türkiye’deki örnekleri inceleyerek hazırladığı 2018 yılına ait raporda beyazlatma işinde olan işçilerin cilt hastalıkları yaşadığını ortaya koydu. Ayrıca beyazlatma işlemi öncesi gereken zımparalama sırasında da tüm gün havada kalan iplik parçacıklarını soluyan işçiler çırçır işçilerinde sıklıkla rastlanan ve halk arasında “pamukçuk” denilen  “bissinozis” hastalığına yakalanma riskiyle karşı karşıya.

Potasyum permanganat ile kot beyazlatma işlemi

‘Planlı eskitme ve hızlı moda algısı insanları tüketmeye itiyor’

Abdülhalim Demir, üretim aşaması bu kadar sorunlu bir modelin devam etmesinin nedeni olarak markalar tarafından teşvik edilen “hızlı moda” algısını gösteriyor. Markaların yıl içerisinde çok fazla kreasyon hazırladığını belirten Demir, “Aslında iki sezon vardır; bir yaz, bir kış. Kışın biraz daha kalın giyinirsin, yazın daha ince giyersin. Kotu da dört mevsim giyersin. Tişört de aynı şekilde” diyor. İnsanların satın almalarını sağlamak için kıyafetlerin sevilen ünlülere giydirildiğini, böylece sıradan insanlarda ancak o kıyafeti satın aldığında “havalı” olabileceği algısının yaratıldığını anlatıyor Demir.

İnsanları sürekli tüketime iten hızlı modanın bir aracının da “planlı eskitme” (çabuk eskiyen/bozulan ürün)  olduğunu belirten Abdülhalim Demir,  “Geçmişte 5-10 yıl kotu artık altı ay giyebiliyorsun. Bu da aslında hızlı modayı yaratan, onu sürdürülebilir kılan bir durum. Daha doğrusu o kendini öyle sürdürülebilir kıldığını düşünüyor. Diyor ki bir tüketiciye yılda beş kot satmam lazım. İnsanlar aslında ihtiyacı olduğunda almalı. O yüzden hızlı modanın kısa sürede bitmesi gerekiyor” diye konuşuyor.

Hızlı modaya karşı sürdürülebilir moda

Modayı değil hızlı modanın eleştirilmesi ve onun yerini sürdürülebilir modanın alması gerektiğini belirten Demir, bunun için de materyallerin sürdürülebilirliğinin yanı sıra kavramın emeği de kapsaması gerektiğine  dikkat çekiyor. Demir’e göre sürdürülebilir modanın tanımı şöyle:

Bence sürdürülebilir moda, bir ürünün çevreye doğaya insana saygı duyularak üretildiği ve onu yapan insanların kendi yaşamsal döngülerini o üründen elde ettikleri ücretle sürdürebildiği bir modeldir.

Sürdürülebilirlik kavramının doğru anlaşılması oldukça önemli. Dünyada bir yandan çok gündemdeyken bir yandan da markalar bunu yine en çok kendi reklamları için kullanıyor. Demir’in dediği gibi; “Üretilen bir milyon ürünün nasıl sürdürülebilir hale geleceği düşünülmeden markalar bir tane çanta yapıyor. Sonra da geri dönüştürülebilir bir çanta diye o çantanın reklamını yapıyorlar.”

Temiz giysi nedir?

Abdülhalim Demir, tekstil sektöründeki dönüşüme yardım etmek için Temiz Giysi Kampanyası’nın Türkiye ayağını kurdu. 15 ülkede faaliyet gösteren kampanya, küresel tekstil ve spor giysisi endüstrilerinde çalışan işçilerin güçlenmesini desteklemeyi ve çalışma koşullarını iyileştirmeyi hedefliyor. Kampanya tarafından hazırlanan videoda temiz giysi “çevreye doğaya zarar vermeden, çocuk işçi çalıştırılmadan, işçi emeği sömürülmeden, iş sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınarak, sendikalı işçinin ürettiği bir giysi” olarak tanımlanıyor.

Üç adımlı kampanya

Abdülhalim Demir, videonun yayılmasından sonra insanların bu ürünlere nasıl ulaşabileceklerini sormaları üzerine markalara çağrı yaptıklarını ve ‘’temiz giysi üretin’’ dediklerini aktarıyor. Ancak çoğu marka fikri gerçekçi bulmamış. Bunun üzerine de pamuktan tüketiciye gelene kadar örnek bir ürün yapma amacıyla üç aşamalı bir kampanya için kendileri kolları sıvamışlar.

Örnek bir kot markası: Bego

Kampanya ilk adımdaki hedefi pamuktan insanların giydiği aşamaya kadar her adımın adil koşulda gerçekleştiği, yapanın yaşam ücreti aldığı, geri dönüştürülebilir, çevreye, doğaya zarar vermeyen bir ürün oluşturmak. Demir bunu da belki de sektördeki en zararlı üretim aşamasına sahip kot üzerinden göstermek istiyor.

İlk adımı tamamlayan kampanya, örnek kot üretimini de bitirmiş durumda. Kotun markası ise Abdülhalim Demir’in nüfus memuru tarafından yazılmayan Kürtçedeki ismi olan “Bego”. Markaya ait kotlar good4trust ve begojeans.com üzerinden satışa açık. Üretim aşamasında herhangi kanserojen veya kimyasal maddenin kullanılmadığı ürünler, uzun süreli kullanımı ve eskidiği zaman da geri dönüşüm yapmayı vaat ediyor.

‘Tüm sektörün dönüşmesi gerekiyor’

Temiz moda hareketinin ilk markası olduğunu söyleyen Abdülhalim Demir, diğer markaları da işin içine katmak istediklerini, çünkü asıl amaçlarının sektörü değiştirmek olduğunu vurguluyor. Kampanyanın ikinci adımı ise hem fabrikanın hem de sektöre gidecek öğrencilerin staj yapma imkânının olduğu bir merkez kurmak.

Demir bu aşamayı şöyle anlatıyor: “Üniversitede moda ve tekstil okuyan öğrencilere sektörü gittiklerinde en acımasız firmalarda, asgari ücretle ve sömürülerek çalışarak, kendileri de acımasız bir hale geliyorlar. Biz bu insanlara staj şansı verip tekstildeki bütün koşulları önceden anlatmak ve sektöre girmeden hazırlıklı olmalarını sağlamak istiyoruz.”

Kampanya üçüncü adımda, temiz ürün üreten bütün markaların bir çatı altında toplanacağı bir satış sistemi kurmayı amaçlıyor. Sektörün dönüşümünü sağlamak için tüm markaların işin içine katılması gerektiğini söyleyen Demir’e göre dönüşüm yaratmak için iki aşama gerekiyor: Tüketiciyi kurallara uygun üretim yapan markalara yönlendirmek ve markaları dönüşüme teşvik etmek.

Tunç Soyer’den İzmir’in siluetini bozacak gökdeleni durdurma talebi

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, Konak Belediye Başkanı Abdül Batur ile görüşerek Konak’ta yapılması planlanan gökdelen projesinin iptali için çalışmaya başladı. Bölgede yeni bir gökdelen projesinin yapılmasının önüne geçebilmek için Konak Belediyesi ile birlikte Mimari Estetik Komisyonu oluşturulacak.

Geçtiğimiz günlerde TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi İmar Denetim Daire Başkanlığı ve Konak Belediyesi’ne Konak’taki gökdelen projesinin mevzuata aykırı ruhsatının durdurulması talebinde bulunmuştu. Zorlu Konak gökdelen projesi TMMOB’un kent suçları kapsamında yer alıyor.

Projeye üç kez iptal kararı

Gökdelen projesiyle ilgili 2010 yılında onaylanan plan daha önce açılan dava sonucunda İzmir 4. İdare Mahkemesi’nin kararıyla iptal edilmiş, 2013 yılında onaylanan plan ise İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin kararıyla iptal olmuştu. Ardından, 2015 yılında onaylanan plan İzmir 3. İdare Mahkemesi’nin kararıyla geçerliliğini kaybetmişti.

Tunç Soyer, tartışmalı gökdelen projesinin özellikle Kadifekale olmak üzere kent siluetini bozacağının ve hukuki süreçlerin henüz tüketilmediğinin anlaşılması üzerine ruhsatın iptali hakkında gerekli çalışmaları başlatma kararı aldı.

Belediye meclisinde tartışılacak

Başkan Tunç Soyer, yapılan başvuru doğrultusunda ruhsatın iptali için Konak Belediye Başkanı Abdül Batur ile görüşerek gerekli adımları atmaya başladı. İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Konak Belediyesi, gökdelen projesine verilen ruhsatın hukuki zemini oluşturan 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı’nın 1/5000’lik üst ölçekli plana uyumsuz olması nedeniyle 1/1000’lik planın iptalinin Konak Belediyesi Ocak 2020 Meclis gündemine dahil edilmesi hususunda mutabakata vardı.

Soyer, Konak Belediyesi Meclisi’nin ilgili planı iptali etmesi halinde İzmir Büyükşehir Meclisi’ni olağanüstü toplanmaya çağırarak bu kararın onanması teklifinde bulunacağını açıkladı.

Mimari Estetik Komisyonu oluşturuluyor

Planın iptal edilmesi halinde, yeni bir gökdelen projesinin daha oluşmasını engellemek amacıyla, Planlı Alanları İmar Yönetmeliği’nin 66. Maddesi kapsamında Konak Belediyesi ile eşgüdüm içerisinde bir Mimari Estetik Komisyonu oluşturulacak. Kurulun gökdelen projelerinin Kadifekale başta olmak üzere İzmir’in siluetine olan etkisini değerlendirmesi ve benzer inşaatların bir daha oluşamayacak şekilde bir teknik değerlendirme yapması bekleniyor.