Ana Sayfa Blog Sayfa 1919

Covid-19 atlatan Alanya Belediye Başkanı: Başınıza gelmeden ciddiyetini anlamıyorsunuz

Halsizlik ve solunum yetmezliği şikayetiyle gitmesinin ardından 18 Ağustos’ta Covid-19 teşhisi alan Alanya Belediye Başkanı Adem Murat Yücel iki haftalık tedavinin ve evinde geçirdiği istirahatin ardından görevine döndü.

Başlangıçta ateş, öksürük gibi belirtilerin hiç olmadığını, yalnızca nefes almakta zorluk yaşadığını anlatan Yücel deneyimini şu sözlerle anlattı:

Bu hastalığın, yakınlarınız veya kendi başınıza gelmeden ne kadar ciddi olduğunu anlamıyorsunuz. Özellikle başınıza gelince anlıyorsunuz. Bu hastalık mevki, makam aramıyor. Zengin, fakir, genç, yaşlı aramıyor. Gelince herkese geliyor.

‘Allah kimseye yaşatmasın’

Dört günü yoğun bakım, sekizi odada olmak üzere 12 gün yalnız kaldığını ve bu süreçte solumum sıkıntısı yaşadığını anlatan Yücel “Bugün bir etkinliğin acılı bir ortama dönmemesi için bunu yaşayan biri olarak maske kullanımını, sosyal mesafeyi ve hijyeni tamamen uygulayalım. Bu acıyı en iyi yaşayanlardan birisiyim ve Allah kimseye yaşatmasın” dedi.

Yücel koronavirüse yakalanan ve tedavi edilerek sağlığına kavuşan herkesin antikor bağışı yapması gerektiğini hatırlattı:

İnsanlara faydalı olmak üzere hastalığı geçirenlerin antikor bağışı yapmasını istiyorum. Ben de 28 günlük süreç bitince gidip kan bağışı yapacağım.

Hastaneye gittiğim gün ile çıktığım gün arasında sekiz kiloluk kayıp vardı. Çıktıktan sonra altı yedi kilo aldım, biraz da olsa sağlığımıza kavuştuk ama ciğerlerimizdeki etkinin kalmaması için doktor kontrolünde sabah yürüyüşlerimizi, hijyen kurallarını ve sosyal mesafeyi uygulayarak yapıyoruz. Etkinliklerden kaçınarak işimizin başındayız. Son olarak şunu söylemek istiyorum; ben yaşadım Allah, kimseye yaşatmasın.

Hitit Devleti’nde denge ve denetleme mekanizmaları

İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) Anadolu tarihindeki denge ve denetleme mekanizmalarını mercek altına aldığı çevrimiçi söyleşi serisine devam ediyor.

21 Eylül Pazartesi saat 16.00’da gerçekleşecek etkinlikte Hitit Devleti’ndeki ilgili siyasal, hukuki ve sosyal dinamikler tartışmaya açılacak.

Onur Kalkan moderatörlüğünde gerçekleşecek etkinlikte Emeritus Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Prof. Dr. Aygül Süel ve Doç. Dr. Meltem Doğan Alparslan konuşmacı olarak yer alacak.

Bugünü anlamak için geçmişe yolculuk

Çalışmanın aynı zamanda kitap haline getirilen raporuna buradan ulaşabilir, etkinliğe katılmak için ise bu adresi ziyaret edebilirsiniz. İPM tarafından yapılan çağrı ise şu şekilde:

Denge ve denetleme mekanizmaları”, “kuvvetler ayrılığı”, “yetkilerin sınırlanması”, “hukukun üstünlüğü” gibi kavramların Anadolu tarihindeki izlerini sürmeye devam ediyoruz. Çevrimiçi seminer serimizin ikincisinde arkeolojinin ışığında Hitit Devleti’ne mercek tutuyoruz.

‘Kralları, imparatorları, sultanları yetkilerini sınırlamaya mecbur bırakan neydi’ sorusuna sadece tarih biliminin bir uğraşı olarak değil, aynı zamanda bugünün siyasi ve toplumsal sıkışmışlıklarını daha iyi anlamak ve çözüm üretmek için yanıt arıyoruz.

Trump hakkında 25. cinsel taciz suçlaması

ABD Başkanı Donald Trump‘a yönelik cinsel saldırı suçlamalarına bir yenisi eklendi. Aynı zamanda bir model ve oyuncu olan, bir dönemin ünlü köşe yazarı Amy Dorris, geçen hafta Guardian‘a konuşarak, Trump’ın 1997 yılında düzenlenen ABD Açık Tenis Turnuvası‘nda kendisine cinsel tacizde bulunduğu söyledi.

Olayı detaylı biçimde anlatan Dorris “Bu beni hasta etti, saldırıya uğradığımı hissettim, hasta ediciydi” dedi. Bu Trump hakkındaki cinsel saldırı iddialarının 25’incisi.

Trump olayı yalanladı.

1997 ABD Açık tenis turnuvasından

‘Selam sana, cesur kadın!’

Ancak Elle dergisinde uzun süre köşe yazarlığı yapmış olan ve daha önce Trump’ı hem tecavüz hem de iftira atmakla suçlayan E. Jean Carroll, Dorris’in deneyiminin onlarca kadının Trump’a yöneltmiş olduğu cinsel taciz suçlamalarıyla çarpıcı benzerlikler içerdiğini vurguladı.

Carroll, Twitter’dan paylaştığı Dorris’e yönelik destek mesajında şöyle yazdı:

Selam olsun sana cesur kadın! @realDonaldTrump’la yaşamış olduğun deneyimi paylaştın ve TÜM KADINLAR ardında. Kucak dolusu sevgiler. E. Jean.

https://twitter.com/ejeancarroll/status/1306629511203688449

Newsweek editörü Naveed Jamali, “Daha kaç kadın gelecek?” diye sorarken, Trump’ın seçim kampanyasının hukuk danışmanı Jenna Ellis NBC News‘e konuşarak iddiaları şu sözlerle yalanladı:

Guardian’a karşı bu doğrulanmamış ve kötü niyetli bu yayınından ötürü hukuki yollara başvurma haklarımız saklıdır. Bu, seçim öncesi Başkan Trump’a yönelik acınası bir başka acınası saldırı teşebbüsünden ibarettir.

‘Deniz patlıcanı avı yasaklansın’

Aydın’ın Didim ilçesinde birçok sivil toplum örgütünün bir araya gelerek oluşturduğu Didim Sivil Gelişim Platformu, 1 Kasım’da başlaması planlanan deniz patlıcanı avı yasağının kaldırılmasına ilişkin açıklama yaptı.
Didim Postanesi önünde yapılan açıklama öncesi, konuyla ilgili siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarının da imzası bulunan 40 dilekçe Didim İlçe Kaymakamlığı’na gönderildi.

Deniz patlıcanı avı yasağı 31 Ekim’de sona eriyor

MA‘nın aktardığına göre platform adına basın açıklamasını okuyan Bülent Özkan, deniz patlıcanlarının avlanma yasağının 31 Ekim’de sona erdiğini ve 1 Kasım’dan itibaren yeniden avın başlayacağını hatırlattı.
İzmir, Karaabdullah Burnu, Muğla İli Datça Yarımadası, Çeşme ve İskandil Burnu arasında kalan karasularda avcılığa izin verileceğini aktaran Özkan, sadece Didim’e 400 adet teknenin avlanmak için geleceği bilgini paylaştı.

‘Deniz patlıcanları deniz kumunu temizliyor’

Avlanmanın yasal izne bağlı olarak yapılacağını vurgulayan Özkan, “Bir deniz patlıcanı, bir yılda ortalama 150-200 ton arasındaki deniz kumunu filtreleyerek temizliyor” dedi.
Bu canlılar bir nevi denizlerin can damarı olduğunu söyleyen Özkan “Tüm Türkiye’deki doğaseverleri dayanışmaya ve mücadeleye davet ediyoruz” çağrısında bulundu.
deniz-patlicani-avi-yasagi-hakkinda-basin-aciklamasi
Deniz patlıcanı avı hakkında basın açıklaması

‘İşbirliği oluşturulmalı’

Özkan, deniz patlıcanlarının avlanmasını ve doğanın yok edilmesini önlemek için atılması gereken adımları şu şekilde sıraladı:
  • Deniz patlıcanları, 1380 sayılı kanunda nesli koruma altına alınan (avlanması yasak türler) canlılar arasına alınması zorunludur.
  • Bu konunun önemi ve hassasiyeti konusunda tüm halkımız bilgilendirilmeli, uyarılmalıdır.
  • Tüm partiler, STK’lar, ilgili kurum ve kuruluşlarla eşgüdümlü çalışma yapıp güç birliği oluşturulmalıdır. 
  • Aynı konuda mücadele eden diğer bölgelerdeki STK, platform ve kişilerle güç birliği yapılmalıdır.
  • Deniz patlıcanları konusunda ulusal ve uluslararası boyutta akademik çalışma yapmış ve çalışmalarına devam eden üniversitelerle iş birliği kurulmalıdır.

Deniz patlıcanı nedir?

Deniz Patlıcanları, derisidikenliler familyasından omurgasız bir deniz canlısı. Deniz Hıyarı diye de adlandırılıyor. Ege Denizi’nde özellikle de Çeşme – Datça arasındaki bölgede yoğun olarak yaşıyorlar.
Dünyada 200 türünün olduğu tahmin ediliyor. Bir deniz patlıcanı yılda ortalama 150-200 ton arası deniz kumunu temizleyebiliyor. Bu nedenle denizlerin ekosistemi için son derece önemli bir yer tutuyorlar.
Kozmetikte, ilaç sektöründe kullanılıyor ve afrodizyak olarak tüketiliyor. Ağırlıklı olarak uzak doğu ülkeleri tarafından talep ediyor.

Kıyamet sandığımızdan yakın olabilir: Thwaites buzulunda neler oluyor?

Bilim insanları Batı Antarktika’da bulunan ve yüzey alanı neredeyse İngiltere ile eşit Thwaites buzulunu “kıyamet günü buzulu” (Doomsday Glacier) olarak isimlendiriyor.

Bunun sebebi ise buzulun hızlı bir şekilde erimesi. Buzul yılda yaklaşık 0.80 metre geri çekiliyor. Bilim insanlarına göre buzul tüm buzunu yaklaşık 200 ile 600 yıl içerisinde kaybedecek.  Bu olduğunda ise deniz seviyesi yaklaşık yarım metre yükselecek.

Ancak olay deniz seviyelerinin yükselmesiyle de bitmiyor. Thwaites’in lakabı erime sonrasında yaşanacaklarla alakalı.

Diğer buzullar için tampon görevi görüyor

Business Insider’dan Susie Neilson’ın makalesine göre şu anda, buzul ısınan deniz suyu ve diğer buzullar arasında bir tampon görevi görüyor. Yani, Batı Antarktika’daki komşu buz kütlelerini de kendisiyle birlikte yokoluşa sürükleyebilir.

Dahası, bu süreç deniz seviyesini yaklaşık 3 metre yükseltebilir. Bu da aralarında New York, Miami ve Hollanda’nın bulunduğu pek çok kıyı yerleşiminin sular altında kalması anlamına geliyor.

Buzul hakkında çalışmalar yürüten New York Üniversitesi’nden atmosfer bilimleri profesörü David Holland Şubat ayında PBS NewsHour’a yaptığı bir açıklamada “Bu büyük bir değişiklik, tüm kıyı şeridinin yeniden oluşması anlamına geliyor” ifadelerini kullanmıştı.

Fotoğraf: Jeremy Harbeck /NASA

İki yeni çalışma: Kıyamet sandığımızdan yakın  

Bu hafta buzulun endişe verici boyutunu ortaya koyan iki yeni araştırma yayınlandı. Cryosphere dergisinde geçtiğimiz hafta yayınlanan araştırma sıcak okyanus akıntılarının buzulu alt taraftan eritebileceğini ortaya koydu.

Pazartesi yayınlanan başka bir araştırma ise uydu görüntülerine dayanarak Thwaites ile komşusu Pine Island Glacier’inin düşününldüğünden daha hızlı parçalara ayrıldığını gösterdi. Bu çalışma ise Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde yayınlandı.

Aşağıdaki görüntü, Thwaites ve yakınındaki buzullarda neler olduğunu ve gelecekte neler olabileceğini gösteriyor. Thwaites ve Pine Island Buzullarının erimesi halihazırda küresel deniz seviyesi artışının yüze beşine sebep oldu.

Antarktika buzulları altı kat hızlı eriyor

Tabii ki sadece Thwaites buzulu da değil. Antarktika buz tabakası 1980’lere kıyasla altı kat daha hızlı eriyor. 40 yıl öncesinde yılda 40 milyar ton buzulu erirken şu anda yıllık 22 milyar ton buzul deniz suyun karışıyor.

Bilim insanlarının tespitine göre Antarktika’daki buzulların tamamının eridiği senaryoda deniz seviyesinin 60 metre yükselmesi mümkün.

Colorado Üniversitesi’nde kıdemli bilim insanı Ted Scambos Şubat ayında NASA’ya verdiği bir demeçte “Uyduların bize gösterdiği şey, damarlanarak parçalara ayrılan buzullar” ifadelerini kullanmıştı.

Fotoğraf: Ian Joughin/University of Washington

Yeni yapılan PNAS çalışmasına göre bu hızlı erimenin bir sorumlusu da tampon gören Thwaites ve Pine Island Buzullarındaki parçalanmalar. Araştırma, buzulun zayıfladığını ve parçalandığını, bunun da buzun okyanusa akmasına neden olabileceğini ortaya koyuyor.

Uluslararası organizasyon kuruldu

Thwaites Buzulunun gidişatı o kadar endişe verici ki ABD ve Birleşik Krallık konu hakkında çalışması için uluslararası bir organizasyon oluşturdu. Uluslararası Thwaites Buzulu İşbirliği ismindeki bu oraganizasyon buzulu kalın buz tabakalarını kırabilen buz kırıcı gemiler aracılığıyla inceliyor.

Şubat ayında, araştırmacılar Thwaites’in alt tarafında neredeyse Manhattan büyüklüğünde bir boşluk keşfettiler. NASA bilim insanlarının radar kullanarak tespit ettiği boşluk 14 milyar buz tutma kapasitesine sahip.

Su altı akıntıları

Aşağıdaki diyagram ise sıcak su altı akıntılarının buzulun altında nasıl hareket ettiğini ve onu aşağıdan yukarıya doğru nasıl yavaşça erittiğini gösteriyor.

Buz tabakaları aşağıdan eridiğinde, yapılarını kaybedebilir ve Thwaites’in yaptığı gibi daha hızlı erimelerine ve okyanusa dağılmasına neden olabilir.

Görsel: International Thwaites Glacier Collaboration

Los Angeles büyüklüğünde bir alan kaybedildi

Araştırmacılar, Pine Island Buzulu’nun son altı yılda Los Angeles büyüklüğünde bir alanı kaybettiğini hesapladı. PNAS çalışmasının baş yazarı ve uydu uzmanı Stef Lhermitte Washington Post’a verdiği demeçte, “Bunlar Pine Adası buz tabakasının kaybolduğunu gördüğümüz ilk işaretler. Bu hasarın iyileştirilmesi zor” dedi.

2018 raporuna göre, deniz seviyesindeki artış 2050’ye kadar 800 milyon insanı etkileyebilir. C40 Şehirleri iklim ağından gelen rapor, deniz seviyesindeki yükselmenin 470 milyon insanın güç kaynağını tehdit edebileceğini ve 1,6 milyar insanı düzenli olarak aşırı yüksek sıcaklıklara maruz bırakabileceğini buldu.

 

Hazine’ye ait tarım arazileri, çiftçiye on yıllığına kiraya verilebilecek

Resmi Gazete‘de yayınlanan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘na ait son tebliğe göre mülkiyeti hazineye ait olan tarım arazileri, çiftçiye on sene süreyle kiraya verilebilecek. Tarım arazisinin olduğu yerde çiftçilerden yeterli talep gelmezse ve arazi boşta kalırsa normal vatandaşlar ve tüzel kişiler de çiftçilik yapabilmek için tarım arazisi kiralama hakkına sahip olacak.

Topraksız veya yeterli toprağı olmayan çiftçiler ilk yıl için tarım arazisinin rayiç bedelinin yüzde 1,5’i olarak belirlenen kira bedelini ödeyerek hazineye ait maksimum 60 dönüme kadar araziyi kiralayabilecek. On yılın sonunda talep edilmesi halinde süre ikinci bir on yıl daha uzatılacak. Hazine arazilerinin kira bedeli, tarla, bağ ya da bahçenin rayiç bedelinin yüzde 1,5’i olarak belirlenecek ve her yıl tarımsal ÜFE oranında zam yapılacak.

Hazine arazileri bölgede en az üç yıldır ikamet eden topraksız veya yeterli toprağı olmayan çiftçilere verilecek. Talep gelmezse araziler diğer gerçek veya tüzel kişilere kiraya verilecek.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca kiraya verilmesi uygun görülen taşınmazlar, idarenin internet sayfasında ve hükümet konaklarında 20 gün süreyle ilan edilecek. İlk yıl kira bedeli peşin olarak veya faiz uygulanmaksızın dörtte biri peşin, kalanı üçer aylık dönemler halinde üç eşit taksitle, müteakip yıllar kira bedelleri ise peşin veya dört eşit taksitle ödenebilecek.

2019 yılında medyada en çok Ermeniler ve Suriyeliler hedef alındı

Hrant Dink Vakfı, 2009’dan bu yana gerçekleştirdiği Medyada Nefret Söylemi İzlenmesi projesi kapsamında hazırladığı Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Söylem 2019 raporunu yayınladı.

Raporda 2019 yılında ulusal, etnik ve dini grupları hedef alan 4 bin 364 köşe yazısı ve haber metni yayımlandığı tespit edildi.

Bunlardan 108’inin, birden fazla gruba yönelik, farklı kategorilerde nefret söylemi barındırdığı görüldü. Bu metinlerde, 80 farklı grup hakkında 5 bin 515 adet nefret söylemi içeriği tespit edildi.

En çok nefret söylemi Ermenilere yönelik

Rapora göre incelenen yazılarda nefret söyleminin hedef aldığı grupların başında 803 söylem ile Ermeniler geliyor. Ermeniler Hocalı Katliamı’nı ve 24 Nisan Ermeni Soykırımı’nı Anma Günü’nü konu alan haberlerde ve köşe yazılarında şiddet ve katliamla ilişkilendirilerek düşmanlaştırıldı. PKK ve ASALA ile beraber anılarak terörle özdeşleştirildi.

Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki anlaşmazlıklara dair haberlerde ve köşe yazılarında hedef gösterildi. ‘Millî Mücadele’ anlatılarında bütün bir toplum olarak şiddetle ilişkilendirildi, ‘düşman’ gruplar ve bireylerin arkasındaki güç olarak yaftalandı. Bakü’nün Azerbaycan topraklarına dâhil edilmesinin yıldönümünü konu alan metinlerde şiddet ve katliamla ilişkilendirilerek düşmanlaştırıldı.

Suriyeliler hakkında 760 nefret söylemi

Raporda haklarında nefret söylemi oluşturulan ikinci grubun ise Suriyeli mülteciler olduğu belirtildi. Suriyeliler hakkında bir senede 760 nefret söylemi üretildi. Rapora göre Suriyeliler sistematik olarak cinayet, hırsızlık, taciz gibi adli olaylarla anılarak potansiyel suçlu olarak kodlandı ve güvenlik sorunları ve terörle özdeşleştirildi.

Barış Dalı Harekâtı’na ilişkin haber metinleri ve köşe yazılarında salt Türkiye’deki varlıklarından dolayı hedef gösterildi.

Türkiye’deki olumsuz ekonomik koşulların ve işsizliğin sorumlusu olarak gösterildi. Türkiye’nin demografik yapısına yönelik bir tehdit, rahatsızlık ve gerginlik kaynağı olarak yaftalandı.

En çok nefret söylemini Yeni Akit üretti

Ulusal basında nefret söylemi üreten ilk 15 gazete şu şekilde aktarıldı: Yeni Akit (263), Yeniçağ (155), Diriliş Postası (131), Milli Gazete (123), Milat (118), Yeni Şafak (101), Türkiye (89), Sözcü (86), Türkgün (85), Star (72), Önce Vatan (68), Güneş (64), Doğru Haber (63), Ortadoğu (62), Yeni Mesaj (56)

Yerel basında nefret söylemi üreten ilk 10 gazete ise sırasıyla şu şekilde verildi: Yeni Konya (88), İstiklal (46), Yeni Dönem (29), Bizim Anadolu Gazetesi (27) Ayrıntılı Haber (27) Karadeniz’den Günebakış (26), Bursa A Gazete(25), Eskişehir Sakarya (24), Erzurum Pusula (24), İttifak (23)

Bakan Koca: Koronavirüs salgınında şiddetlenme yaşıyoruz

İzmir programı kapsamında İzmir Valisi Yavuz Selim Köşger ile görüşen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, gazetecilere, yaptıkları görüşmenin en önemli gündem maddelerinin koronavirüs salgınının İzmir’deki seyri ve sağlık yatırımları olduğunu söyledi.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, koronavirüs salgınında ülke genelinde hasta sayılarının artışa geçtiğini ve İzmir’de de bir ay öncesine göre yüzde 42 vaka artışına şahit olduklarını ifade etti:

Mart ayından beri büyük bir mücadele verdiğimiz koronavirüs salgınında tekrar bir şiddetlenme yaşıyoruz, ülke genelinde hasta sayıları artışa geçti. Ancak bu artışın ülkenin her yanında eşit olmadığını biliyoruz.

‘On gün sonra düşüş bekliyoruz’

İzmir’i, “birçok tatil yöresini barındırdığı için Bakanlık olarak mercek altına aldıklarını” belirten Koca, yaz sonunda buradan diğer illere dönüşler yaşanacağı için İzmir’in salgının kontrolünde kritik bir yeri olduğunu söyledi:

İzmir’de bir ay öncesine göre yüzde 42 oranında vaka artışına şahit olduk. Yaptığımız hızlı ve etkili müdahaleler ile bu artışın kontrol altına alındığını ve son bir haftada vaka artışının yüzde onlara kadar gerilediğini söylemek istiyorum. Bir hafta on gün sonra daha stabil döneme, daha sonra da düşüşe geçmesini bekliyoruz.

Bakan Koca alınacak tedbirlerle hasta sayısını ve hastane yükünü her geçen gün azaltmayı hedeflediklerini, filyasyon çalışmasıyla temaslıları tespit ederek izole etmeye çalıştıklarını belirtti.

Koca vatandaşlara tedbirlere sıkı bir şekilde uyma çağrısını yineledi.

Senaristlerden ‘kelepçe sözleşmelere isyan’: Kanun var, ama uygulanmıyor

Türkiye‘de dizi ve ticari sinema sektörüne bakıldığında, senaristinden set işçisine, yapımda görev alan emekçilerin büyük ölçüde mağdur olduğu, durumun büyük ölçüde yapımcı ve kanallar lehine olduğu bir manzara karşımıza çıkıyor. Meslek birlikleri ve sendikalar ile set emekçilerinin kah bildiriler kah sosyal medya paylaşımları yoluyla sıklıkla dile getirdiği haksızlıkların pek çok veçhesi bulunuyor.

Telif hakları ise en büyük meselelerden biri. Yapılan sayısız girişime rağmen yeni Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, kanalların senaristlere yurtdışı satışlarından ve dijital satışlardan telif vermek istememesi nedeniyle bir türlü çıkamıyor. Yapımcılar ulusal kanallara karşı çıkamıyor, senaristler hem telif haklarından hem de mesleki güvencelerinden mahrum bir şekilde güvencesiz bir yaşam sürmek zorunda kalıyor. Yapımcıların dayattıkları kelepçe sözleşmelerle, senaristin her türlü ticari hakkını gasp etmesi de cabası.

Senaryo Yazarları Meslek Birliği (SenaristBir) son dönemde senaryo yazarlarının özellikle dizi yazarlarının kanallar, yapım şirketleriyle telif mücadelesine ağırlık verdi. Biz de Yeşil Gazete olarak SenaristBir Başkanı Ayhan Sonyürek‘le konuştuk.

Senaristler ‘kelepçe sözleşmeler’e boyun eğiyor

Katıldığı yayınlarda ve konuştuğu mecralarda bu konuya sıklıkla vurgu yapan Ayhan Sonyürek, senarist ve yapımcı arasında imzalanan, dengenin senaristin aleyhine olduğu sözleşmeleri “kelepçe sözleşmeler” olarak tanımlıyor. Sonyürek, “en sert şekilde ve telif hakları gasp edilerek” imzalanan bu sözleşmelerin, senaristin tüm haklarını devraldığı gibi manevi haklarını da almaya çalıştığını belirtiyor. Bu durum aslında yasal değil, ancak pek çok senarist yasal olmayan talepleri içeren bu sözleşmeleri imzalıyor, daha sonra da yapımcılarla “kötü olmamak” adına dava açmaya kalkmıyor.

Senaristlerin eserleri üzerindeki haklarından vazgeçmesini talep edenler arasında başta televizyon kanalları geliyor; nitekim bu sayede kanallar bedel ödemeksizin yüz yıl boyunca (söz konusu sözleşmelerin telifsiz kullanım hakkı yüz yıla kadar varıyor) aynı dizilerin tekrarını yayınlayabiliyorlar.

‘Türkiye’de yasa yaratıcıyı korur, ama fiili durum böyle değil’

Sonyürek, fiili durumun, yasaların yasaklamasına rağmen yapımcıya senaryoda her türlü değişikliği yapmasına imkan verdiğini belirtiyor. Bu aslında senaristin devredilemez bir hak olan manevi haklarının zedelenmesi demek. Peki dünyada durum nasıl?

Bizim (fikir ve sanat eserleriyle ilgili) yasalarımız Avrupa‘dan alınmış. Bir de ABD yasaları var. ABD’deki yasalar tüccarı (yapımcı, kanal vs.) korur, Avrupa’daki yasalar ise yaratıcıyı. ABD’de senaryo yazdınız, yapımcıya sattınız, yapımcı paranızı öder, sizi kenara çeker ve senaryoyu paramparça eder, başkalarına yazdırır.

(Senaristin) Hiçbir hakkı olmaz ama bizim yasamızda eserin hususiyetini ve mahiyeti bozan, içeriğini özgünlüğünü bozan değişiklikleri de men etme hakkı vardır. “İtibarını ve şerefini zedeleyecek (…)” maddesi vardır. Bu haklar sözleşmeyle devredilemez. Yani Türkiye’de yasa yaratıcıyı korur.

Buna rağmen Türkiye’de yapımcıların fiili olarak ABD’deki gibi çalıştığını anlatan Sonyürek’e göre, (“senaristin yazdığı sahneleri çekmiyor, atıyor, yönetmen montajda söz sahibi olamayabiliyor vs.”) halihazırdaki durum aslında suç teşkil ediyor. Hatta, senaristin haberi olmaksızın senaryosunun kesilip biçilmesinin sonu hapis cezasına dahi varabilir. Ancak Türkiye’de senaristler de bu durumu kanıksamış olduğundan, eserin içeriğini bozanlar da dahil olmak üzere her türlü revizyonu kabul ediyorlar.

‘Piyasa kendisine ihanet ediyor’

Eser sahiplerinin sektörü karşısına almamak adına ‘aykırı’ davranışlarda bulunmadığını, daha uzlaşımcı yönetmenlerin öne çıktığını söyleyen Sonyürek bu durumun senaristin ya da yönetmenin özgünlüğünü törpülemesine yol açtığını söylüyor:

Bir masaya oturup hep birlikte yapımcının, kanalın, yapımcının ve kanalın temsilcilerinin söylediği sözleri dinleyerek bir senaryo yazıldığı zaman; birbirine benzeyen, kuru, sivriliği olmayan işler ortaya çıkıyor.

Aslında piyasa kendine ihanet ediyor. Yaratıcıları özgür bırakmayarak onların özgün üretimini engelliyor, bu yüzden hep benzer hikayeleri izliyor, aynı kısırdöngüde kalıyoruz. Bir iş tutuyor, yenisi sipariş ediliyor. Sektör kör topal işliyor.

‘Yapımcı finansörlük yapmıyor’

Aslında yapımcıdan beklenen şey temel olarak bu. Ne var ki Sonyürek’in anlattığına göre işler böyle yürümüyor.

Pek çok yapımda, gerek senaristlerin gerek set emekçilerinin çekimden önce aylarca ücretsiz çalıştığını belirten SenaristBir Başkanı, yapımda yer alanların ücretlerini ancak çekimler bitip de dizinin/filmin yayınlanmasından sonra,(ticari filmler söz konusu olduğunda bu süre aylar sonrasını bulabiliyor) kanalın reklam gelirlerinden elde ettiği ücreti yapımcıya vermesiyle birlikte alabildiklerini söylüyor:

Kanal zaten çekim tarihini bekliyor reklamdan kazanmak adına. Bu yüzden emekçiler finanse etmiş oluyor filmi. Yani ortak yapımcı oluyorlar, herkes emeğiyle finanse etmiş oluyor filmi.

Eserin yurtdışına satışı ise ayrı bir konu. Yapımını finanse eden “ortaklar” iş kardan pay almaya gelince ortak olarak görülmüyor. İmzalanan sözleşmelerin çoğunda eserin yurtdışına satışıyla ilgili maddelerde senaristlere ayrılan kar payı yaklaşık yüzde iki gibi bir rakama tekabül ediyor. Bunun son derece hakkaniyetsiz bir durum olduğunu vurgulayan Sonyürek’in söylediğine göre bu paydan yapımcının masrafı ve diğer giderler düşülünce ödenen bedel yüzde 0,5’e kadar düşebiliyor.

Sinemayı ticari ve bağımsız olmak üzere ikiye ayırmak gerektiğini vurgulayan Sonyürek, ticari sinemada ve dizide davranışların benzer bir görünüm arz ettiğini belirtiyor. Bağımsız sinemada ise yaratıcılar çoğunlukla aynı zamanda filmin yapımcılığını da üstlendiği için, adil bir görünüm var.

Ben (sinemaya) başladığım yıllarda dünyayı yönetmen kurardı. Cast’ı (oyuncu seçimi) o yapardı, mekanları o kurardı, kararı o verirdi, patron oydu ve işe damgasını vururdu. Şimdi yönetmenler Cast’ta fikir beyan ediyor, kanallar ve yapımcı karar veriyor, kurguya ağırlıklı olarak yapımcı karar veriyor, her açıdan yönetmene çektirebiliyor. Bu anlamda dizi sektöründe bağımsızlık kayboldu, ama bağımsız sinemada hala sinemacıların bu, yaratıcılığını koruması durumu devam ediyor.

‘Safa Önal’ın filmleri her gün gösteriliyor’

Yapımcının senaristin önüne bu sözleşmeleri getirmesinin önüne konulacak engel ise, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun değiştirilmesi.  

1951’de çıkarılan 5846 sayılı Kanun, eser sahibinin telif almasını düzenliyor. 1995 yılında sinemayı da içerecek şekilde genişletilen Kanun’a son anda dahil edilen ek madde ile ilgili düzenlemelerin “1995 yılından önceki yapımlar için kanunun geçerli olmayacağı” şerhi düşülüyor. Bu durum Türkiye Sineması‘nın 1995 öncesi tüm eserlerin televizyonlarda telif ödenmeksizin yayınlanabilmesini beraberinde getiriyor. Bunun bir hak gaspı olduğunu söyleyenAyhan Sonyürek, Safa Önal’ın, televizyonlarda her gün üç dört filminin oynamasına rağmen, bu gösterimlerden hiçbir ücret almaması örneğini veriyor.

‘Türkiye’deki telif yasası AB’dekinden farklı değil’

Yeni yasayla istenilen, aslında eklenecek olan maddelerle yaratıcının dört hakkının korunması ve bunların “sözleşmeyle feragat edilemez haklar” olarak tanımlanması. Bu dört hak, internetteki erişimleri, tekrar yayınları, yeniden iletimleri ve umuma açık mahallerdeki gösterimleri içeriyor.  

Kanunun bu dört maddeyi içerecek şekilde değiştirilmesi, senaristlerin hakkını aramak için mahkemelere gitmek zorunda kalmaması demek. Ancak Türkiye’de, kanallarla ortak oldukları için yapımcı meslek birlikleri bile telif haklarını savunmaktansa senarist, yönetmen ve oyucuların karşısında olmayı seçiyor. Nitekim şu anki telif yasasının AB’dekiyle aynı olduğunun altını çizen Sonyürek’e göre Türkiye’de telif yasalarının Avrupa’daki gibi işlememesindeki temel mesele yasa değil, dayanışmanın eksikliği:

Bizim sıkıntımız birlikte hareket ederek, örgütlü olarak, senarist, yönetmen ve oyuncunun birlikte davranarak bu rejimi oluşturamaması. Güçlüler karşısında ses çıkarmaması ve boyun eğmesi, temel problem bu.

Murat Kurum: Salda Gölü’nün Beyaz Adalar bölgesinde göle girmek yasaklanabilir

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Burdur’un Yeşilova ilçesinde yer alan Salda Gölü‘ne ilişkin açıklamada bulundu.

Kurum, Salda Gölü’ne karakteristik özelliğini veren ve onun Maldivler’in güzelliğiyle anılmasına sebep olan ‘beyaz kum’ denilen ve aslında biyomineralizasyon sonucunda oluşan çökeltilerin oluşturduğu Beyaz Adalar bölgesinde göle girilmesinin yasaklanabileceğini belirtti.

AA’nın aktardığına göre Salda Gölü’yle ilgili bir çevre düzenleme projesi gerçekleştirdiklerini aktaran Kurum, bu kapsamda Salda Gölü’nün Beyaz Adalar ve Halk Plajı olarak anılan bölümlerinde de çalışmalar yürütüldüğünü belirtti.

‘Koruma projesi yürütüyoruz’

Gölün dünyada eşi benzeri olmadığını belirten Kurum, hazırladıkları koruma projesiyle gölün kıyısına kadar giren araçları engellediklerini ve alanda bulunan kamp alanlarının, konteynırların ve kaçak yapıların kaldırıldığını ifade etti.

Salda Gölü’ne girilmesinin engellenmesi için kendilerine çok ciddi talepler geldiğine dikkati çeken Kurum, “Burdur’dan bu konuda ciddi talep var. Gölde çamur banyosu yapmayı yasakladık. Dumansız hava sahası ilan ettik, ateş yakılması, mangal yapılması, sigara içilmesi yasaklandı” dedi.

‘Talep olursa kısmi kısıtlamalara gidilebiliriz’

Bakan Kurum, Salda Gölü’nün etrafındaki beyaz kumulların muhafaza edilmesi gerektiğini belirterek, “İlerleyen süreçte vatandaşlardan, Burdur’dan talep gelmesi halinde kısmi olarak kısıtlamalara gidilebiliriz. Halk Plajı’nda sorun çok ciddi yok ama Beyaz Adalar hakikaten korunması gereken bir bölge” dedi.

Bu durumda da halk plajı kısmından girişlere izin verileceğini belirten Kurum, “Burada da kontrollü bir şekilde, göle zarar vermeyecek şekilde bu süreci yönetmek zorundayız. Salda, hepimizin. Bu değere, bu mirasa sahip çıkmamız gerekir” ifadelerini kullandı.

Salda Gölü’ne teras yapılacağını aktaran Kurum, “Burada çok önemli bir proje yürütüyoruz. Teraslardan vatandaşlarımız Salda’yı seyredebilecekler, fotoğraf çektirebilecekler. O doğal güzellik karşısında, teraslarda vatandaşlarımız çay-kahve içecekler, yemeklerini yiyecekler” bilgisini verdi.

Salda Gölü’nü bekleyen tehlike

Salda Gölü’nün korunması için uzun zamandır ekoloji aktivistleri bir mücadele yürütüyor. Göl yalnızca yoğun ziyaretçi akımının değil, üzerinde yapılmak istenen Millet Bahçesi projesi sebebiyle de tehlike altında.

Güngör Tarım İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş tarafından 300 bin metrekarelik alana yapılması planlanan Millet Bahçesi’nde şu yapıların inşa edilmesi öngörülüyor: Büfe, iki adet kafe, restoran, yönetici-sağlık ünitesi, yöresel ürünlerin satılacağı çoklu alan, giyinme-soyunma kabinleri, mescit ve cankurtaran birimleri.

Burada yapılmak istenen Millet Bahçesi’ne karşı çıkanlar ise projenin göl ve çevresine zarar vereceğini belirtiyor. Kapalı bir havza olan gölün yoğun insan ziyareti sonrasında kendisini temizlemeyeceğini belirten Yeşilovalılar ve ekolojistler buraya özgü pek çok canlı türünün yok olacağı endişesi duyuyor.