Ana Sayfa Blog Sayfa 16

İklim aktivisti Greta Thunberg, Açık Radyo’ya destek için Türkiye’ye geldi

İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg, karasal yayın lisansı RTÜK tarafından iptal edilen ve dijital mecralardaki yayınına son verilen Açık Radyo‘ya destek için Türkiye‘ye geldi.

Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra ve radyo çalışanlarıyla bir araya gelen Thunberg, “Açık Radyo açık kalmalı! İklim krizi ve insan hakları konusunda gerçekleri söyleyen dürüst medya platformlarına sahip olmamız her zamankinden daha önemli” dedi.

Umut ölür, eylem başlar

Açık Radyo’dan yapılan sosyal medya paylaşımında ise şunlar dile getirildi:

2018’de Yok Oluş İsyanı adına, radyomuzun Tophane stüdyolarının hemen önüne yapılmış bir stencil var: Üstte Greta Thunberg (yandan iki örgüsüyle), hemen altında da sloganı: “Umut ölür, eylem başlar”.

@gretathunberg bugün radyomuzdaydı!

Bu arada editörün notu -VII yayımlandı, profilimizdeki bağlantıdan okuyabilir veya Substack’te Açık Bülten’e abone olabilirsiniz!

🔗https://acikradyo.substack.com/p/editorun-notu-vii”

Yasal süreç devam ediyor

Yaklaşık 30 yıldır yayında olan Türkiye’nin en köklü bağımsız medya organlarından Açık Radyo’nun karasal yayın lisansı, programlarından birinde bir konuğun “Ermeni soykırımı” ifadesini kullanılması nedeniyle RTÜK’ün uygulamaya koyduğu program durdurma cezasını uygulamadığı gerekçesiyle iptal edilmişti. İstasyonun karasal yayınının yanı sıra dijital mecralardaki yayınına da son verildi.

Radyo’nun yeniden açılıp açılmayacağı konusunda yasal süreç devam ediyor.

Yeşil NoktaRTÜK, Açık Radyo’nun lisansını iptal etti
Yeşil NoktaAçık Radyo’nun lisans iptali davasına yürütmeyi durdurma kararı
Yeşil NoktaAçık Radyo candır, canımızı sıkmayın!
Yeşil NoktaBasın ve ifade özgürlüğü örgütlerinden Açık Radyo’nun lisans iptaline kınama
Yeşil NoktaRTÜK Açık Radyo’nun lisansını iptal etti, karara tepki yağıyor: Yeter artık!
Yeşil NoktaAçık Radyo’nun karasal yayını kesildi: Tophane’de buluşma çağrısı
Yeşil NoktaAçık Radyo’ya açık destek: Biz halklar korkudan daha büyüğüz
Yeşil Noktaİklim ve ekoloji örgütlerinden ortak mesaj: Açık Radyo açık kalsın
Yeşil NoktaAçık Radyo’suz olmaz!

Düzce’de çocukların baktığı yavru köpeklere, okul bahçesinde silahlı saldırı

Düzce‘de bir okulun bahçesinde çocukların baktığı yavru köpekler ve annelerine, henüz kimliği bilinmeyen bir saldırgan silahla ateş etti.

Hak savunucularının sosyal medyadan duyurduğuna göre, 25 Ekim cuma günü, Çilimli‘deki bir okulun bahçesinde çocuklar ve öğretmenlerinin İstiklal Marşı töreni için bahçeye inmeye hazırlandığı dakikalarda saldırgan okul bahçesine girdi.

Silahlı olan kişi, okulda bakımları yapılan yavru köpekler ve annesine ateş açmaya başladı. Okul yönetimi, öğretmenler ve çocuklar olayın şokunu yaşarken, köpeklerden yaralananlar kaçarak kayboldu.

Düzce Hayvanları Koruma Derneği (Bipativer) aktivistleri gün boyu yaralanan ve kaçan hayvanları aradı, ancak hiçbirine ulaşılamadı. Hayvanların kan kaybından yaşamını yitirme ihtimali üzerinde duruluyor. Geride kalan tek yavru köpek ise tedavi altına alındı ve sağlık durumu iyi.

Jandarma ve İlçe Tarım görevlilerinin konuyla ilgilendiğini belirten Bipativer gönüllüleri kendilerinin de sürecin takipçisi olacağını söyledi”

“Aileler, çocuklar ve öğretmenler konuyla ilgili tedirginlik yaşıyor. Bir okul bahçesinde, küçücük yavru köpeklere silahlı saldırı gerçekleştirecek kadar gözü dönmüş bu şahıs sokaklarda serbest mi dolaşacak? Bu şahıslara cesaret veren katliam yasasının geri çekilmesi için neden adım atılmıyor?”

Yeşil NoktaAnkara’da katliam: Yavru köpekleri kurşunlayarak öldürmüşler

Hayvanlara ateş açan saldırgan henüz yakalanmadı.

[COP16] Küresel Güney, küresel doğa koruma fonunda söz sahibi olmak istiyor

Kolombiya‘nın Cali kentinde 21 Ekim’de başlayan BM Biyoçeşitlilik Zirvesi’nin (COP16) ilk haftasında görüşmeler hızlanırken, özellikle koruma fonlarının yönetilmesi konusunda tartışmalar ön plana çıkıyor.

İki yıl önce, Montreal‘deki COP15 BM biyolojik çeşitlilik zirvesinde, 196 ülke doğayı korumak ve restore etmek için projelere yönelik bir fon kurmayı kabul etmiş ancak bu fona kayda değer bir katkı yapılamamıştı.

Cali’deki zirvede biyoçeşitlilik bakımından zengin, gelişmekte olan ülkeler, fonun nasıl yönetileceği konusunda kendilerine daha fazla söz hakkı ve kaynaklarına daha kolay erişim sağlayacak yeni bir fonla değiştirilmesini talep ediyor. Ülkelerin talebi, yeni fonun Montreal’de oluşturulan Küresel Çevre Fonu (GEF) tarafından yönetilen fonun yerini alması. 

Brezilyalı müzakereci André Aranha Corrêa do Lago, pazartesi günkü açılışta “Biyolojik çeşitlilik finansmanı biyolojik çeşitliliğin olduğu yere akmalıdır. Daha fazla yük taşıyan ülkelerin sesi, GEF yönetim sisteminde olduğundan daha fazla önem taşımalıdır” demişti.

Climate Home News‘e konuşan uzmanlar da fonun geleceğinin zirvede en çok tartışılan konu olduğunu, gelişmekte olan ülkelerin teklifiyle ilgili anlaşmazlıkların diğer finansman müzakerelerindeki ilerlemeyi engellemeye başladığını söyledi.

Eski bölünmeler yeniden ortaya çıkıyor

Ülkeler, 2022 yılında yeni oluşturulan Küresel Biyoçeşitlilik Çerçeve Fonu‘nun (GBFF) Dünya Bankası ve diğer BM kuruluşları tarafından ortaklaşa kurulan çok taraflı bir kuruluş olan GEF bünyesinde 2030 yılına kadar barındırılmasına karar vermişti ve bu düzenlemenin o yıldan sonra uzatılması seçeneği de vardı.

Zirvede bazı gelişmekte olan ülkeler, fon üzerinde yeterli etkiye sahip olamayacakları endişesiyle GEF’in ev sahibi olmasına karşı çıkmıştı. Örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DRC), fonla ilgili anlaşmazlık nedeniyle Montreal’de kabul edilen tüm yeni küresel doğa paktına itiraz etmişti.

Fonda toplanan parayla ne yapılacağına ilişkin kararlar, gelişmekte olan ülkelerden 16, gelişmiş ülkelerden 14 ve Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile eski Sovyetler Birliği’nden iki üyenin yer aldığı bir konsey tarafından alınıyor.

Kaynağın “Yerli halklar ve yerel topluluklar için kendi önceliklerine göre gelişmiş erişim” sağlaması bekleniyor. Ancak, kabile hakları için kampanya yürüten bir grup olan Survival International, yerli halklar ve yerel toplulukları birleştirmenin “çok sorunlu” olduğunu, GEF’in Yerli halkların onayını sağlamak için yeterli güvencelere sahip olmadığını savunuyor.

Grup, fonun portföyünün “şimdiye kadar BM kuruluşları ve çoğunluğu ABD merkezli bir avuç koruma örgütü tarafından domine edildiğini” ve “özellikle milli parkların kurulması yoluyla yukarıdan aşağıya, sömürgeci korumacılığın eski ve başarısız modellerini” güçlendirdiğini söylüyor.

Daha adil ve şeffaf yaklaşım çağrısı

Bu hafta COP16’da fonun yönetiminin GEF’ten alınması yönündeki çabalar yeniden gündeme geldi.

Earth Negotiations Bulletin’e göre Brezilya, Hindistan ve Bangladeş‘ten Güney Afrika ve Çin‘e kadar pek çok ülke, biyolojik çeşitlilik finansmanına daha adil ve şeffaf bir yaklaşım çağrısında bulundu.

Gelişmiş ülkelerse bu çağrıya olumlu yaklaşmıyor. Örneğin Kanada, Salı günü bir finans oturumunda yeni bir fon fikrini reddetti: 

“Yeni bir bağışçı tabanlı fon veya finansal mekanizma oluşturma önerisi, yeni bağışçı fonu harekete geçirilmeden, biyolojik çeşitlilik finansmanı manzarasının daha da parçalanmasına ve idari maliyetlerin artmasına yol açacaktır.”

Kongo Demokratik Cumhuriyeti temsilcisi ise finansman mekanizması sorunu çözülene kadar finansman konusunda herhangi bir görüşmeye başlamayacağını söyledi.

The Nature Conservancy‘de İngiltere Politika ve Ortaklıklar Lideri Thomas Pickford’a göre, BM biyolojik çeşitlilik fonunun geleceği, ilerlemenin önünde engel olma potansiyeline sahip: “Bu, çözmeye çalıştığımız zehirli bir sorun haline geldi. Bağışçı ülkelerle alıcı ülkeler arasında açıkça büyük bir anlaşmazlık var.”

WWF‘in küresel savunuculuk başkanı Bernadette Fischler Hooper ise zengin ülkelerin finansman taahhütleri konusunda güçlü sinyaller göndererek güven inşa edebileceğini belirtti. 

Finansmanın çoğu hibe değil, kredi

Sadece bir avuç ülkenin verdiği taahhütler, bağışçı hükümetlerin 2025 yılına kadar biyolojik çeşitliliğin korunması için yılda 20 milyar dolar, 2030 yılına kadar ise yılda 30 milyar dolara ulaşmasını öngören COP15 hedefinin yalnızca küçük bir kısmını oluşturuyor.  

Gelişmiş ülkeler, gezegenin biyoçeşitliliğin korunması için şimdiye kadar yaklaşık 243 milyon dolar taahhüt etti ancak GBFF’in kasasına giren finansman sadece 194 milyon dolar. En büyük taahhüdü yapan COP15 ev sahibi Kanada ise henüz tam tutarı ödemedi.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü‘ne göre, bağışçıların doğayı koruma ve restore etme çabaları için sağladığı daha geniş kapsamlı kalkınma fonu 2021’de 11,1 milyar dolardan 2022’de 15,4 milyor dolara çıkmıştı, ancak bunun çoğu kredi şeklinde verildi. 

GBFF şimdiye kadar 22 projeyi onayladı. Bunların çoğu Küresel Güney’de uygulanacak ancak neredeyse hepsi çok taraflı kalkınma bankaları, BM kuruluşları ve WWF ve Conservation International gibi Küresel Kuzey yeşil grupları da dahil olmak üzere büyük akredite kuruluşlar tarafından yönetilecek.

COP16’ya katılan gelişmekte olan ülkelerse kısmen paraya erişimdeki zorluklar nedeniyle proje sayısının düşük olduğunu kaydetti. Uruguay temsilcisi, finans görüşmeleri sırasında yaptığı açıklamada , GBFF hibelerinin ikinci turuna başvuran 66 projeden yalnızca 18’inin onaylandığını belirtti.

Pickford’a göre masadaki temel seçeneklerin şunlar:Cali’de yeni bir fon oluşturmak, kararı iki yıl sonraki COP17’ye ertelemek, yeni bir fona ihtiyaç olup olmadığına dair daha fazla değerlendirme yapmak veya mevcut fonu nihai finansal araç olarak onaylamak.

GBFF’nin şu ana kadar “yeterli fona yakın” olmadığını belirten Pickford, GEF’in bunu yönetme biçiminde reform yapılması çağrısında bulundu: “Gelişmekte olan ülkelere daha kolay erişim istiyoruz. Yerli halk ve yerel topluluklar için fonlara erişim hâlâ çok zor.”

Açık uyarı: Okyanus akıntısı’nın çöküşü hafife alınıyor, ‘eşik’ neresi bilmiyoruz

Bilim insanları, Dünya’nın iklimini düzenlemeye yardımcı olan Atlantik Okyanusu akıntısının çökmesinin tehlikelerinin “büyük ölçüde hafife alındığı” konusunda uyardı.

Bu haftanın başlarında 15 ülkeden 44 iklim bilimcinin kaleme aldığı açık bir mektupta, Atlantik meridyen devrilme dolaşımının (AMOC) çöküşünün yıkıcı ve geri döndürülemez etkileri olacağı duyuruldu. Uzmanlara göre risk büyük, liderler acil eylem planları yapmalı.

AMOC veya Atlantik meridyen devridaim sirkülasyonu, Kuzey Atlantik‘e sıcak su getiren bir okyanus akıntısı sistemi. Tropiklerden gelen sıcak yüzey suyu kuzeye doğru akar ve ısısını Grönland’ın güneyinde ve Britanya ve İrlanda’nın batısında kutup altı Atlantik’te serbest bırakır. Daha sonra soğur ve soğuk bir akıntı olarak güneye dönmeden önce 2.000 ila 3.000 metre derinliğe batar.

Gezegenimizin en büyük ısı taşıma sistemlerinden biri olan AMOC, Avrupa’daki iklim üzerinde özellikle güçlü bir etkiye sahip ve okyanusun CO2 alımını, oksijen tedarikini ve ayrıca tropiklerdeki yağış modellerini etkiler.

Son 60-70 yıldır küresel ısınma nedeniyle AMOC’un yavaşladığına dair işaretler bulunuyor. Uzmanlar bir süredir Kuzey Atlantik üzerindeki soğuk lekeye odaklanmış durumda. Bölge, gezegenin geri kalanı ısınırken, son 20 yılda soğuyan dünyadaki tek yer. Bu o bölgeye ısı iletiminin azaldığının bir işareti ve AMOC’un yavaşlamasına yanıt olarak öngörülen bir durum.

Kaynak: NOAA, Grafik: Guardian.

Kuzey Amerika‘nın doğu kıyısı boyunca uzanan “aşırı ısınma bölgesi” de akıntının yavaşlaması ve Körfez Akıntısı‘nın kıyıya daha da yaklaşması sonucu iklim modelleri ve oşinografik teori tarafından öngörülüyor.

Başka bir gösterge de deniz suyunun tuz içeriğindeki azalmadır. Soğuk blob bölgesinde tuzluluk, ölçümlerin başladığı 120 yıl öncesinden bu yana en düşük seviyede. Bunun da  muhtemelen Amoc’un yavaşlaması ve subtropiklerden daha az tuzlu su ve ısı getirmesiyle bağlantılı olduğu değerlendiriliyor. 

‘Çöküş olmayacağına ilişkin ‘orta düzeyde güven’ anlamlı değil

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) en son raporunda AMOC’nin 2100 yılına kadar aniden çökmeyeceğine dair “orta düzeyde güven” olduğu belirtilse de uzman grubu bunun bir hafife alma olduğu kanısında.

Açık mektupta şu uyarılar yer alıyor:

“Bu mektubun amacı, AMOC’nin çökmeyeceğine dair yalnızca ‘orta düzeyde güven’ duymanın güven verici olmadığına ve AMOC’nin bu yüzyıl içerisinde çökmesi olasılığını açıkça açık bıraktığına dikkat çekmektir.

Orta düzeyde bir gerçekleşme olasılığı olsa bile, sonucun felaket olacağı ve tüm dünyayı yüzyıllar boyunca etkileyeceği göz önüne alındığında, bu riski en aza indirmek için daha fazla şey yapılması gerektiğine inanıyoruz.”

Mektup İskandinav ülkeleri arasındaki iş birliğini teşvik etmeyi amaçlayan hükümetler arası bir forum olan İskandinav Bakanlar Konseyi‘ne hitaben yazıldı.

İklim değişikliğinin doğrudan sonucu

Yapılan bazı araştırmalara göre, iklim değişikliği AMOC akıntısının akışını yavaşlatıyor. Deniz yüzeyi sıcaklıklarına dayanan 2023 tarihli bir çalışma, 2025 ile 2095 arasında tam bir çöküşün gerçekleşebileceğini öne sürmüştü.

Ancak bu ‘devrilme noktasının’ nasıl, ne zaman veya hatta gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda büyük bir belirsizlik var ve senaryoyu modellemek zor.

Bu yılın Şubat ayında, Hollanda‘daki Utrecht Üniversitesi‘nden bilim insanları, AMOC’nin çöküşünü simüle etmek için karmaşık bir iklim modeli kullanmış ve bunun daha önce düşünülenden daha yakın olabileceği; 100 yıldan kısa bir sürede ani bir çöküşün olabileği sonucuna varmıştı.

O dönemde araştırmaya dahil olmayan Exeter Üniversitesi‘nden iklim bilimci Tim Lenton, “Araştırma, AMOC’nin fiziksel temelli sağlam bir erken uyarı göstergesine dayanarak bir dönüm noktasına yaklaştığına dair ikna edici bir durum ortaya koyuyor. Söyleyemediği (ve söylemediği) şey, dönüm noktasının ne kadar yakın olduğudur; çünkü bu, istatistiksel olarak güvenilir bir tahmin yapmak için yeterli veri olmadığını gösteriyor” demişti.

Atlantik Okyanus akıntısı çökerse ne olur?

AMOC çökerse, önceki araştırmalar ortaya çıkan iklim etkilerinin insan zaman ölçeklerinde neredeyse geri döndürülemez olacağını gösteriyor.

Bu, Dünya tarihinde defalarca yaşandı, en sonuncusu son buzul çağında, büyük buz kütleleri okyanusa kaydığında (Heinrich olayları) eriyik suyu ekleyerek Kuzey Atlantik’in tuzluluğunu seyreltti. Bunlar, Dünya tarihindeki en büyük iklim koşulları altüst oluşları arasında sayılıyor. 

AMOC’un Körfez Akıntısı’ndan farkı ne? 

 

Her iki küresel akıntı da birbirine bağlı. AMOC’un kuzeye doğru akışı, Meksika Körfezi’nde başlayan ve ardından Florida boğazlarından, ABD kıyılarından yukarı ve sonra Avrupa’ya doğru akan sıcak ve hızlı bir Atlantik Okyanusu akıntısı olan Gulf Stream üzerinden geçiyor. Amoc, Gulf Stream su akışının sadece yüzde 20’sine katkıda bulunuyor, ancak onun derin dönüş akışı çok soğuk olduğundan ısı iletiminin çoğuna katkıda bulunuyor. Bir tür merkezi bir ısıtma sistemi gibi çalışıyor. 

Etkileri arasında kuzey yarımkürenin, özellikle kuzeybatı Avrupa‘nın soğuması da yer alıyor. Ayrıca tropikal yağış kuşağının güneye doğru kaymasıyla yağmurlar yağmur ormanlarından çok fazla yağışa alışık olmayan bölgelere doğru hareket edecek. Bu da bazı bölgelerde kuraklık, diğerlerinde ise seller anlamına gelecek.

AMOC’un çöküşüyle küresel ısınmanın neden olduğu artışa ek olarak, yarım ila bir metre kadar yükselecek olan kuzey Atlantik deniz seviyesi üzerinde de büyük bir etkiye sahip olması bekleniyor. Ayrıca, okyanusun CO2 alımını da azaltacaktır çünkü kuzey Atlantik’te batan AMOC, atmosferden güvenli bir şekilde uzakta tutulduğu derin okyanuslara çok miktarda CO2 götürecek. 

AMOC çöküşü ayrıca besin tedarikini değiştirecek ve derin okyanusların oksijenini azaltacak; bunun da deniz biyolojisi ve Kuzey Atlantik’in tüm ekosistemi üzerinde büyük bir etkisi olacak. 

Bilim insanları “Bu kadar hızlı sıcaklık değişimleriyle başa çıkmak için gerçekçi hiçbir uyum önleminin mümkün olmadığını” söylüyor.

 

UNEP’ten kritik uyarı: 3,1C’lik artışa doğru gidiyoruz, eylemsizliğin sonuçları yıkıcı olabilir

Azerbaycan’ın başkenti Bakü‘de düzenlenecek BM İklim Değişikliği Konferansı öncesinde BM Çevre Programı (UNEP) yıllık Emisyon Açığı Raporu’nu dün yayımladı.

UNEP’in 15’nci yılına giren Emisyon Açığı Raporu, her yıl mevcut küresel emisyonlar ile ısınmayı 1,5°C ile sınırlamak için gereken seviyeler arasındaki farkı değerlendiriyor. Ülkelerin Ulusal Katkı Beyanlarını (NDC’ler) Paris Anlaşması‘nın hedefleriyle karşılaştırıyor ve aradaki “emisyon açığını” kapatmak için çözümler araştırıyor.

Yayımlanan son rapora göre küresel sera gazı emisyonları 2023 yılında 57,1 GtCO2e ile yeni bir rekor kırarak 2022 seviyelerine göre yüzde 1.3 artış gösterdi. Son bulgular sera gazı emisyonlarının yanlış yönde ilerlemeye devam ettiğini ve ısınmayı 1,5°C ile sınırlama hedefini daha da zorlaştırdığını gösteriyor.

‘Daha çok önlem alınmazsa bizi 3,1C’lik artış bekliyor’

Raporda şu başlıklar öne çıkıyor:

  • KATASTROFİK BİR ISINMAYA DOĞRU GİDİYORUZ: Mevcut tüm NDC’ler uygulansa bile, dünya yüzyılın sonuna kadar 2.6°C ısınmaya doğru ilerliyor. Daha fazla önlem alınmazsa, sıcaklıklar 3,1°C’ye yükselebilir ve bunun ekonomiler, ekosistemler ve toplumlar üzerinde yıkıcı etkileri olabilir.
  • İKLİM EYLEMİ SORUNUN ÖLÇEĞİNE UYGUN OLMALI: 1,5°C hedefine ulaşabilmek için küresel emisyonların 2019 seviyelerine kıyasla 2030 yılına kadar yüzde 42, 2035 yılına kadar ise yüzde 57 oranında azaltılması gerekiyor. 2°C için ise 2030’a kadar yüzde 28 ve 2035’e kadar yüzde 37 oranında azaltım yapılmalı.
  • YENİLENEBİLİR ENERJİDE ÇOK DAHA FAZLASI YAPILABİLİR: Güneş ve rüzgar enerjisi, 2030 yılına kadar emisyon azaltımlarının yüzde 27’sini ve 2035 yılına kadar yüzde 38’ini oluşturabilir ve emisyon açığını kapatmak için çözümün büyük bir bölümünü sunar.
  • EYLEMSİZLİĞİN FİNANSAL MALİYETİ AĞIR: Yüzyılın ortasına kadar net sıfır emisyona ulaşmak için 2021’den 2050’ye kadar yılda 0,9-2,1 trilyon ABD doları ek yatırım yapılması gerekecek, ancak harekete geçmemenin maliyeti aşırı hava koşulları, mahsul kıtlığı ve diğer felaketler nedeniyle çok daha yüksek olacak. Bu bağlamda, küresel ekonomi yılda 110 trilyon ABD doları değerinde ve artan enerji talebi ve diğer kalkınma ihtiyaçları için yine de bazı yatırımlara ihtiyaç var.
  • G20 HAYATİ ÖNEM TAŞIYOR, BAKÜ LİDERLİK YAPMALI: G20 ülkeleri (bu sene katılacak olan Afrika Birliği hariç) 2023 yılında küresel emisyonların yüzde 77’sinden sorumludur. Bu ülkeler, 1,5°C hedefinin uygulanabilir olup olmadığının belirlenmesinde çok önemli ve iklim konusundaki kararlılığın arttırılmasına öncülük etmeli. Ancak COP29‘un da sonuç vermesi gerekiyor. Bakü‘de sunulan NDC’ler, NDC’nin Şubat 2025’teki son teslim tarihinden önce liderlik göstermeli. Aradaki farkın kapatılabilmesi için, gelecek NDC’ler toplu olarak 2030 yılına kadar emisyonları neredeyse yarıya indirmeyi vaat etmeli.

‘Bakü’de kararlı adımlar görmemiz gerekiyor’

ECCO düşünce kuruluşu İklim Diplomasisi Kıdemli Danışmanı Alexandra Scott‘un raporla ilgili değerlendirmesi şöyle:

“Bu rapor bize, görevin büyüklüğüne rağmen, Paris’in küresel sıcaklık artışını 1,5C’de tutma hedefine ulaşmak için emisyonları azaltmanın teknik olarak hala mümkün olduğunu gösteriyor. 2024 yılında emisyonlar hala artıyor ve bu nedenle iklim eylemi konusunda hareketsiz kalmak geriye doğru hareket etmeye benziyor. Bakü’deki COP29’da ülkelerin kararlı adımlar attığını görmemiz gerekiyor. Taahhütlerin ötesine geçen ve ekonomileri fosil yakıtlardan kararlı bir şekilde uzaklaştıran ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımı artıran ulusal iklim planlarını sunmak için beklememeleri gerekiyor.

Raporun tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

‘Etki ajanlığı’ yasa teklifi komisyondan geçti

Adalet ve Kalkınma Partisi‘nin (AKP) “etki ajanlığı” düzenlemesinin de yer aldığı torba yasa teklifi TBMM Adalet Komisyonu‘nda kabul edildi.

Kanun teklifi önümüzdeki günlerde Genel Kurul’da görüşülecek.

Toplam 23 maddeden oluşan kanun teklifinin 16’ncı maddesiyle Türk Ceza Kanunu‘nda (TCK) yapılan değişiklikle casuslukla ilgili yeni bir suç ihdas edilecek.

TCK’nin “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” bölümüne eklenecek maddede, “Devlet güvenliği veya iç ve dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler hakkında üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası verilir” ifadeleri kullanılıyor.

Eylem “savaş sırasında veya askeri hareketleri tehlikeye sokacak bir süreçte işlenmiş” ise bu ceza 8 yıldan 12 yıla kadar çıkabiliyor. Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması, Adalet Bakanı‘nın iznine bağlı.

AKP: Yeni tip ajanlığa karşı mücadele

TBMM Adalet Komisyonu Başkanı ve AKP İstanbul Milletvekili Cüneyt Yüksel, kanun teklifiyle ilgili olarak, “Casusluk eylemleriyle daha etkin mücadele edilmesini öngörüyor” dedi.

BBC‘den Ayşe Sayın‘ın aktardığına göre, iktidar partisi, TCK’da yer alan “casusluk” suçunun teknik olarak bilgi ve belge üzerinden işlenebilen bir suç tipi olduğunu, günümüzde ise farklı tekniklerle casusluk kavramı içinde kalabilecek suçların işlenebildiğini vurguluyor.

Hatta “bazı ülkeler ve organizasyonların bu yeni tekniklerle başka ülkelerde operasyon yapabildiği” belirtilerek, düzenlemenin Türkiye’nin de böyle operasyonlara maruz kalmaması için caydırıcı bir önlem olarak getirildiği ifade ediliyor. Bu konuda, “devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri casusluk maksadıyla zincirleme biçimde açıklamaktan” yargılanan Metin Gürcan davası örnek gösteriliyor; Gürcan’ın 35 yıl hapsi istenmesine rağmen casusluk suçlamasından beraat ettiğine, adece “Devletin güvenliği ve siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri temin etmek” suçundan beş yıl ceza aldığına işaret ediliyor.

Muhalefetten ‘cadı avı’ uyarısı

Muhalefet milletvekilleri ise düzenlemeye tepkili.

CHP Grup Başkanvekili Murat Emir, teklifin “cadı avına” dönüşmesinden endişe duyduklarını söyledi. Buna benzer uygulamaların sadece Rusya‘da olduğunu ifade eden Emir, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın Rusya lideri Vladimir Putin‘in “izinden” gittiğini savundu:

“2012’de Putin, etki ajanlığına benzer bir kanun maddesi getirdi. Batılı analistler Putin’in muhalefeti ve sivil toplumu engelleme girişimi olarak adlandırdılar ki öyle de oldu. 2015’te de Rusya’da ‘istenmeyen kuruluş yasası’ geçti. Rusya, antidemokratik uygulamalarıyla başı çeken ülkelerden birisi. Gürcistan da Rusya’nın izinden gitti.”

Gazeteciler tepkili

Türkiye’nin önde gelen basın meslek kuruluşları, 22 Ekim’de yayımladıkları ortak açıklamada düzenlemenin “basın özgürlüğü için ciddi bir tehdit” olduğu uyarısında bulunmuştu.

Yeşil NoktaBasın meslek örgütleri yeniden ısıtılan ‘etki ajanlığı’ düzenlemesine tepkili: Gazeteciliğe saldırı

Açıklamada, teklifin iktidar eleştirisini bastırmak ve gazetecilik faaliyetlerini hukuki belirsizliklerle dolu bir alan içine itmek amacıyla oluşturulduğu” belirtilmiş; “Etki ajanlığı,  kavramının ceza kanununa eklenmesi, basın özgürlüğünü ciddi bir tehdit altına sokan bir adım olup ‘iç ve dış siyasal yararlar aleyhine’, ‘yabancı organizasyon’ ve ‘savaş etkinliği’ ifadelerinin getirdiği muğlaklık, bu düzenlemenin her türlü gazetecilik faaliyeti üzerinde baskı oluşturma potansiyeli taşıdığına işaret etmektedir” denilmişti.

 

[COP16] Bilim insanlarından uyarı: ‘Korunan alanlarda’ biyoçeşitlilik daha hızlı azalıyor

Kolombiya’da 21 Ekim’de başlayan ve halen devam eden BM COP16 Biyoçeşitlilik Zirvesi sırasında yayımlanan araştırmaya göre, biyolojik çeşitlilik, korunan alanların iinde, dışındakilere kıyasla daha hızlı azalıyor.

Yazarlar, araştırma sonuçlarını, doğa kaybının nasıl durdurulacağı konusunda görüşen küresel liderler için bir “uyanış çağrısı” olarak nitelendiriyor.

2030 yılına kadar doğanın yüzde 30’unun korunma altına alınması, dünya liderlerinin doğayı kurtarmak için 2022’de vardıkları çığır açıcı anlaşmada kararlaştırılan temel hedeflerden biriydi . Bu ay liderler, ilerlemeyi ölçmek ve biyolojik çeşitliliğin kaybını durdurmak için yeni anlaşmalar müzakere etmek üzere Cali kentinde bir zirvede yeniden bir araya geldi.

Ancak araştırmacılar, koruma uygulamalarının etkinliğini sorgulayan son çalışmada, daha fazla alanı korunan alan olarak belirlemenin “biyolojik çeşitlilik açısından otomatik olarak daha iyi sonuçlar doğurmayacağı” konusunda uyarıyor.

‘Korunan alanlarda tüm ekosistem değil, belirli türler korunuyor’

Doğa Tarihi Müzesi‘nin (NHM) analizine göre, dünyanın biyolojik çeşitlilik açısından en zengin topraklarının yaklaşık dörtte biri korunan alanlarda yer alıyor, ancak bu alanların kalitesi korunan alanların dışında olduğundan daha hızlı düşüyor.

İnsan baskılarına yanıt olarak biyoçeşitlilik sağlığını yüzde olarak puanlayan Biyoçeşitlilik Bozulmamışlık Endeksi‘ni kullanan uzmanlar, endeksin 2000 ile 2020 arasında küresel olarak 1,88 puan düştüğünü buldu. Daha sonra, doğanın insanlığa katkısının yüzde 90’ını sağlayan ve yüzde 22’si korunan kritik biyoçeşitlilik alanlarına odaklanıldı.

Çalışmada, korunmayan kritik alanlarda biyolojik çeşitliliğin 2000-2020 yılları arasında ortalama yüzde 1,9, korunan alanlarda ise yüzde 2,1 azaldığı tespit edildi.

Yazarlar bunun böyle olmasının birkaç nedeni olabileceği görüşünde. İlk neden, korunan alanların çoğunun tüm ekosistemi korumak için değil, ilgi çeken belirli türleri korumak için tasarlanmış olması. Bu da toplam “biyolojik çeşitliliğin bozulmamışlığının” bir öncelik olmadığı anlamına geliyor.

Başka bir neden de bu alanların zaten bozulmaya uğramış olabileceği ve bu yüzden ilk başta korunmuş olmaları. Araştırmacılar, her birinin neden başarısız olduğunu anlamak için belirli yerel analizlerin anahtar olduğunu söylüyor.

NHM’de araştırma inovasyonu başkanı Dr. Gareth Thomas araştırmayla ilgili Guardian‘a şunları söyledi:

“30×30 hedefi, gerektiği gibi çok fazla ilgi gördü ve BM biyoçeşitlilik görüşmelerinde insanların konuştuğu temel bir hedef haline geldi, ancak bunun gerçekten amaca uygun olup olmadığını anlamak istedik. Sanırım çoğu insana sorsanız, ‘korunan’ olarak belirlenen bir alanın en azından tam olarak doğayı koruyacağını varsayardı. Ancak bu araştırma durumun böyle olmadığını gösterdi.”

Doğa için korunan arazi miktarı, kara alanlarının yüzde 17,5’i ve deniz alanlarının yüzde 8,4’ü olup 2022’deki COP15’ten bu yana her biri yaklaşık yarım yüzde puanlık bir artışa işaret ediyor. Hedefe ulaşmak için bunun 2030’a kadar önemli ölçüde artması gerekecek.

Ancak Thomas, bu alanların çoğu için “mevcut korumaların yeterince sıkı olmadığını” belirtti: “Ülkelerin 30×30’a odaklanmaya devam etmesi gerekiyor, bu sarsılmamalı. Sadece buna daha fazlasını katmaları ve bu ekosistem hizmetlerini sağlayan araziyi korumaya daha fazla dikkat etmeleri gerekiyor.”

Petrol, gaz ve madencilik imtiyazları ‘şirketleri koruyor’

Biyoçeşitlilik bakımından önemli alanları ve yerli topraklarını tehdit eden unsurların başında petrol, gaz ve madencilik imtiyazları geliyor. Örneğin, Kongo Cumhuriyeti’ndeki en fazla biyolojik çeşitliliğe sahip korunan alanlardan biri olan Conkouati-Douli Milli Parkı‘nın yüzde 65’inden fazlası, Earth Insight‘ın raporuna göre petrol ve gaz imtiyazlarıyla kaplı.

Amazon, Kongo havzası ve güneydoğu Asya’da da en az 254.000 km2 korunan alan petrol ve gaz araması tehditi altında. Raporda, Amazon’daki 300.000 km2’den fazla Yerli topraklarının petrol ve gaz imtiyazlarıyla örtüştüğü belirtiliyor.

Dünyadaki 300.000 korunan alandaki ormanlık alanları inceleyen Sidney‘deki Yeni Güney Galler Üniversitesi‘nin son araştırması da koruma politikalarının Endonezya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Bolivya, Venezuela ve Madagaskar da dahil olmak üzere biyolojik çeşitlilik açısından zengin birçok ülkede neredeyse “tamamen etkisiz” olduğunu buldu.

Koruma yasalarının uygulanmamasının başlıca nedenleri olarak ise yolsuzluk, siyasi istikrarsızlık ve kaynak yetersizliği gösteriliyor.

İklim değişikliği tehditi artırıyor

Korunan alanlar da iklim krizinin etkileriyle tehdit ediliyor: Orman yangınları ve kuraklıklar sık sık bu alanların sınırlarını aşıyor. Örneğin doğayı koruma konusunda güçlü bir sicile sahip Avusturya ulusal parklarının büyük bölümü, 2019’daki dev yangınlarda yok oldu.

Doğa Tarihi Müzesi’nde politika direktörü olan Emma Woods Acilen daha fazla korunan alanı 30×30 olarak belirleme yaklaşımının ötesine geçmemiz gerekiyor. Analizimiz, bunun biyolojik çeşitlilik ve ekosistemler için otomatik olarak daha iyi sonuçlar doğurmayacağı görüşünü destekliyor. Bakanlar ve politika yapıcılar, bunun sadece bir sayıya ulaşmakla ilgili olmadığını bilmeli” diye konuştu.

 

 

Yargı kararları TOKİ’ye ‘işlemiyor’: Durdurma kararına rağmen inşaata devam

Urfa’nın Eyyübiye ilçesinde TOKİ’nin “e-imar” yoluyla Çalışkanlar Kırsal Mahallesİ’nin mera alanlarının satışı mahkeme tarafından durduruldu.

Meraların, sahibi olmasına rağmen, hukuksuz bir bir şekilde “sanal imar” ile satışın yapılmasına karşı bölge halkı yargı yoluna başvurmuştu. Karar, halkın lehine çıktı.

Sanal imar, başka deyişle e-imar; belediyelere verilen bir “imar kolaylığı”. Bu yolla mimari ve imar proje, ruhsat süreçleri elektronik ortamda kabul edilebiliyor, onay süreçleri e-imza ve mobil imza ile sağlanabiliyor.

Ancak Urfanatik Gazetesi’nin aktardığına göre, TOKİ müteahhidi bölgede çalışmalarını sürdürmeye devam etti. İş makinalarının çalışmaya devam ettiği mera alanlarında, düzenli olarak dinamitli patlatma yapılıyor ve alan tahrip ediliyor.

Bölgenin geçim kaynağının hayvancılık olduğunu belirten mahalleliler, bir an önce bu hukuksuz işlemin durdurulmasını ve meralarının kendilerine geri verilmesini istiyor.

Çalışkanlar Mahallesi sakini Nedim Demir Urfa Valiliği ve Eyyübiye Kaymakamlığına seslenerek hukuk tanımayan müteahhidin çalışmalarını durdurması gerektiğini belirtti:

“TOKİ, mera alanlarımızı satışa çıkardı. Biz mahkemede dava açtık ve satışı iptal ettirdik. Mahkeme sürecinden sonra aynı yer bir daha satışa çıktı. Yine dava açtık ve kazandık. Mahkeme kararı elimizde ama müteahhit hala orada iş makinesi çalıştırıyor ve mera alanına zarar veriyor. Yetkililere sesleniyoruz: Bizim bütün geçim kaynağımız hayvancılık, meramıza daha fazla zarar verilmesin, köylülerimiz mağdur olmasın.”

2021 yılında Urfa’nın Eyyübiye ilçesinde bulunan Çalışkanlar Mahallesi 317 nolu parsel usuli işlemler tamamlanmadan hayvancılık bölgesi olan bir köy iken hızlıca mera vasfından çıkarılıp gerekli yazışmalar tamamlanmadan ve onaylar alınmadan ilgili arazi hazineye devredildiği iddia ediliyor.

Açılan davada, Çevre Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın da üzerinde ticaret alanı rezervi ilan edilen bu parsel rezerv yapı alanı ilanının da usulsüz bir şekilde TOKİ‘ye devredildiği ileri sürülmüştü.

KulisTV‘nin aktardığına göre, TOKİ araziyi 14 milyon TL’ye aldı ve bugün 440 milyon TL’ye satıyor.

Kentte, yapılan Rezerv Yapı Projesi‘nin adrese teslim şeklinde oto galeri olarak inşa edildikten sonra Cevher Taş’ın başkanı olduğu Şanlıurfa Galericiler Sitesi Kooperatifi‘ne devredileceği konuşuluyor.

Rüzgar enerjisindeki sorunlar küresel hedeflere ulaşmayı zorlaştırıyor

Küresel yeşil enerji hedeflerinin rüzgar enerjisi tarafında işler istendiği gibi gitmiyor.

Geçen yıl Dubai‘de düzenlenen COP28 iklim görüşmelerinde, 130’dan fazla ülkenin liderleri on yılın sonuna kadar yenilenebilir enerji kapasitesini üç katına çıkarmayı kabul etmişti. Bu, iklim değişikliğine neden olan fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaltmak için hayati önem taşıyan bir hedefti ve toplantıdaki birkaç somut anlaşmadan biriydi.

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı‘na göre, hedef hala ulaşılabilir olsa da temiz enerji dağıtım oranları yeterli değil ve rüzgar türbinlerinin dağıtımı geride kalıyor.

BloombergNEF‘te rüzgar araştırmaları başkanı olan Oliver Metcalfe, “Buradaki büyük sorunlardan biri rüzgar. İlerlemesinin yavaş hızı, yenilenebilir enerji hedefinin üç katına çıkarılması çalışmalarını olumsuz etkiliyor” dedi.

10 yıl önce güneş ve rüzgar enerjisi kurulumları yıllık bazda başa baş gidiyordu, ancak daha sonra Çin‘deki sektör liderlerinin üretim kapasitesine yaptığı büyük yatırımlar panel fiyatlarını aşağı çekmesiyle güneş enerjisi çok daha öne geçti .

Küresel rüzgar kapasitesi son beş yılda neredeyse iki katına çıkmış olsa da güneş enerjisi üç katından fazla arttı. Bu eğilimin devam etmesi bekleniyor. BNEF, 2024 sonunda rüzgar enerjisi kurulumları yüzde 5 artarken, güneş enerjisindeki artışın yüzde 34 olacağını öngörüyor. Dünyanın en büyük pazarı olan Çin dışında, rüzgar türbini çiftliği kurulumları bu yıl aslında biraz düşebilir.

Ekipman ve şebeke yetersizliği ile izin sorunları rüzgarın önünde engel

Almanya merkezli RWE AG şirketinin açık deniz rüzgarı iş kolu başkanı Sven Utermöhlen, Bloomberg‘e rüzgar sektöründe ekipman ve elektrik şebekesi kapasitesinin yetersizliği ile  izin sorunları gibi önemli darboğazlar bulunduğunu söyledi:

“Denizaşırı sektör açısından olumlu işaretler var, piyasa tepki veriyor, ancak denizaşırı rüzgarda öncü süreler uzun ve olumlu adımların etki göstermesi birkaç yıl alıyor.”

BNEF, 2030 yılına gelindiğinde güneş enerjisinin, dünyayı 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaştırmak için gereken kapasitenin yüzde 90’ından fazlasına ulaşacağını öngörüyor. Rüzgar enerjisi ise aynı tarihte gerekli toplamın yalnızca yüzde 77’sine ulaşacak.

Politikacılar ve temiz enerji savunucuları genellikle güneş ve rüzgarı birbirinden ayrılmaz ikizler gibi gruplandırıyor ancak bu iki teknoloji birbirinden farklar içeriyor. Önemli olan bu farklılıkların tamamlayıcı olarak kullanılabilmesi.

Rüzgar genellikle güneş ışığının az olduğu kış aylarında en güçlü etkisini gösteriyor ve türbinler yılın daha uzun saatleri boyunca çalışabiliyor. Güneş enerjisi ekipmanları genellikle daha küçük ve hafif. Üstelik, çatılar, tarlalar, otoparklar gibi pek çok yere kurulabiliyor. ancak güneş ışığı çoğunlukla enleme göre değiştiği için ondan elde edilecek enerji düzenli olmayabiliyor. 

Öte yandan bir rüzgar türbini devasa büyüklüğe sahip. Ne kadar büyüklerse, makineler rüzgarı kullanmada o kadar iyi performans gösteriyor ve bu da elektriği daha ucuz hale getiriyor. Ancak bu boyut aynı zamanda rüzgar enerjisinin zayıf karnı. Çünkü makineler o kadar devasa hale geldi ki, üretimin her aşamasında dev vinçler, uçaklar ve gemilere ihtiyaç duyuluyor. 

Güneş enerjisinde yaşanan büyüme, yoğun nüfuslu şehirler de dahil olmak üzere ev ve fabrika çatılarına yapılan uygun kurulumlarla güçlendirilmeye devam ediyor. Bu, genellikle büyük kara kurulumlarına karşı kamuoyu muhalefetiyle ve hatta denizde bulunan türbinlerin okyanus manzaralarını bozmasıyla ilgili şikayetlerle karşılaşan rüzgar sektörü için kolayca elde edilebilen bir seçenek değil.

Maliyet açısından da sorunlar yaşanıyor. Çin’deki güneş panellerinin artan üretimi maliyetleri rekor düşük seviyelere düşürmeye yardımcı olurken, çelik ve diğer kritik türbin bileşenlerinin artan fiyatları, tedarik zinciri darboğazları ve daha yüksek borçlanma maliyetleri son yıllarda rüzgar projelerinin maliyetini artırdı.

BNEF’in enerjinin eşitlenmiş maliyetine ilişkin verilerine göre, geçen yılın sonunda yeni kara rüzgar çiftliklerinden elde edilen gücün maliyeti hem ABD‘de hem de Almanya’da önemli ölçüde artmıştı. ABD’de, 2021’de ulaşılan rekor düşük seviyeden yaklaşık yüzde 40 arttı. Avrupa‘nın en büyük rüzgar pazarı olan Almanya’da, 2019’daki tüm zamanların en düşük seviyesinden yüzde 35 artış oldu.

Güneş enerjisinin artışı, dünyanın yenilenebilir enerji hedefine ulaşabileceği olasılığını canlı tutuyor, ancak daha verimli olan rüzgardaki yavaşlama, aynı elektrik sektörü emisyonu azaltımına ulaşmak için daha yüksek bir toplam kapasiteye ihtiyaç duyulabileceği anlamına gelebilir. Elektrik üretim kapasitesi, elektrik santrallerini ölçmenin en yaygın yolu olsa da, bir rüzgar çiftliğinin veya güneş parkının gezegen üzerindeki etkisini gerçekten anlamak için, belirli bir konumda havanın ne kadar güneşli veya rüzgarlı olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir.

Örneğin Almanya’da bir güneş çiftliğinin toplam zamanın yaklaşık yüzde 11’inde enerji üretebileceği belirtiliyor. Bu, o ülkedeki bir kara rüzgar çiftliğinin yaklaşık üçte biri kadar ve rüzgar hızlarının daha güçlü ve daha tutarlı olduğu açık deniz türbinlerinin dörtte birinden daha az üretken. Güneş, Almanya’nın karbonsuzlaştırma yolunun önemli bir parçası olsa da, talebin zirve yaptığı kış akşamlarında üretim yapmıyor.

Güneş enerjisinin artışı, dünyanın yenilenebilir enerji hedeflerine ulaşabileceği ihtimalini canlı tutuyor; ancak daha verimli olan rüzgardaki yavaşlama, elektrik sektörü emisyonlarında aynı azalmayı sağlamak için daha yüksek bir toplam kapasiteye ihtiyaç duyulabileceği anlamına gelebilir.

IRENA’ya göre yenilenebilir enerji kapasitesini üç katına çıkarma hedefine ulaşmak için rüzgar projelerinin geliştirilmesinin hızlandırılması ve daha fazla güneş enerjisinin eklenmesi gerekiyor. 

Sivil toplumdan yenilenebilir enerji yol haritası değerlendirmesi: Önemli ama yetersiz

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 21 Ekim 2024 tarihinde yaptığı açıklama ile Türkiye’nin 2035’te yenilenebilir enerjide güneş ve rüzgarın kurulu gücünün bugüne göre dört kat artarak 120 GW’a ulaşacağını belirtti.

Yol haritasındaki temel üç unsur arz güvenliği, dışa bağımlılığı azaltmak ve 2053’te Net Sıfır emisyon olmak. İklim ve enerji alanında çalışan uzmanlar, fosil yakıt kullanımını azaltmayan bir enerji politikasının yol haritasındaki üç unsurdan ikisini, dışa bağımlılığı azaltmayı ve 2053 Net Sıfır emisyon olmayı karşılamaktan uzak olduğu görüşünde.

Yeşil NoktaTürkiye 2035’e kadar yenilenebilir enerji kapasitesini 4 katına çıkarmayı hedefliyor

Kömürden çıkış mümkün ve gerekli

İklim ve enerji konusunda çalışan sivil toplum ve düşünce kuruluşları, Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olmasıyla birlikte ülkenin 2053’te Net Sıfır olması amacıyla uygulanabilir, güvenli, kesintisiz ve karbonsuz bir ekonomik dönüşümün olasılıklarını araştırıyor.

Bu kapsamda 2021 yılında yapılan bilimsel çalışmalardan biri olan Kömürden Çıkış 2030 Raporu’nun temel bulgusu, 2030’da kömürden çıkışın maliyetinin ekonomik olarak yönetilebilir ve yenilenebilir enerji yatırımlarının teşviksiz dahi fosil yakıtlardan daha uygun maliyetli olduğuydu.

Uzmanlar, Bakanlığın açıkladığı 2035’te 120GW’lık kurulu rüzgar ve güneş gücüne ulaşılması durumunda yine, kömür ve nükleer enerjiyi kullanmadan tahmin edilen 510TWh’lık talebin karşılanabileceği görüşünde.

Süper izin süreçleri

Uzmanlar, yenilenebilir kapasitenin artırılması için yapılan izin süreçlerinin, ormanlar, tarım alanları ve zeytinlikler gibi doğal varlıklarımızın tahribine yol açmaması gerektiğini vurguluyor. İklim değişikliğinin türler, yaşam alanları ve geçim kaynakları üzerinde halihazırda büyük bir baskı kurmuş durumda olduğunu belirten sivil toplum temsilcileri,  enerji dönüşümü için gerçekleşmesi beklenen yatırımların bu baskıyı artırmayacak şekilde olması gerektiğini ifade ediyor.

Buna göre, enerji dönüşümünün prensipleri olarak aşağıdakiler göz önünde bulundurulmalı:

  • Biyolojik çeşitliliği koruması/gözetmesi, arazi kullanımının planlı ve bütüncül politikalarla yapılması.
  • Gıda güvencesini sağlayabilmek için verimli tarımsal arazilere kurulmaması.
  • Ekosistemleri koruması ve yöre insanının ekolojik ve sosyal haklarını gözetmesi.

Nükleer enerjideki artış soru işareti

Bu ölçekte bir yenilenebilir enerji hedefi varken, yol haritasında açıklandığı üzere nükleer enerjiye para harcanması ise bir soru işareti.

Örgütler, yakıt ve teknoloji açısından dışa bağımlılık, yüksek maliyet, güvenlik ve radyoaktif atık (kirlilik) risklerini barındıran nükleer enerji yerine yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine odaklanarak, enerji üretiminde daha temiz ve sürdürülebilir bir yol izlenmesi gerektiğine vurgu yapıyor.

120 GW: Önemli ama eksik bir enerji dönüşümü hedefi

Bakanın açıkladığı planlamada yer alan 120 GW güneş ve rüzgar enerjisi kapasitesine ulaşmak, Türkiye için ciddi bir enerji dönüşümünü ifade ediyor. Bu, aynı zamanda emisyonların bugünden itibaren azaltılması, diğer bir deyişle iddialı bir 2035 iklim hedefinin yolunun açıldığı anlamına da geliyor.

Adil geçiş ve iklim adaleti

Enerji dönüşümü sürecinde kimsenin geride bırakılmadığı bir “Adil Geçiş Mekanizması”nın oluşturulması gerektiğini belirten kurumlara göre, bu dönüşüm yeni istihdam olanakları yaratmalı ve yerel ekonomilerde kalkınma fırsatlarını getirmeli.

Karbon fiyatlandırmasından elde edilecek gelirler de bu dönüşüm sürecinde destek fonları olarak kullanılabilir.

Özenç: Türkiye COP28 taahhüdü açıklamakta gecikmemeli

Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFiA) Direktörü Bengisu Özenç, Bakan Bayraktar’ın 2035 yenilenebilir enerji hedeflerini içeren açıklamasının, özellikle güneş ve rüzgar alanında yükselen eğilimi göstermesi açısından oldukça çarpıcı olduğunu söyledi:

“Yalnızca iki yıl önce yayımlanan Ulusal Enerji Planı 2035’e kadar rüzgar ve güneş kurulu kapasitesinin 82,5 GW’a ulaşacağını söylüyordu. Açıklamalar ise hedeflerin iki yıl gibi kısa bir süre içinde yaklaşık yüzde 50 oranında arttırıldığını ve yeni hedefin 120 GW olduğunu gösteriyor. Bu durum elektrik arzının karbonsuzlaşmasına imkan sağlaması açısından oldukça önemli bir gelişme”

Geçen yıl Dubai‘de düzenlenen COP28’de imzaya açılan ve bugüne kadar 133 ülkenin imzalamış olduğu, 2030 yılına kadar küresel yenilenebilir kapasitesini üç katına, enerji verimliliğini ise iki katına çıkarma taahhüdünü Türkiye’nin imzalamadığını hatırlatan Özenç, “Bakanlığın yeni hedefleri bu taahhüde imza atmakta daha fazla geç kalınmaması gerektiğini de gösteriyor. Türkiye’yi bu taahhüdün açık bir tarafı haline gelmeye, bu taahhüdün bir alt hedefi olarak ortaya çıkan ve Türkiye’nin içinde bulunduğu Akdeniz coğrafyasında 2030’a kadar 1TWh güneş ve rüzgar kapasite kurulumunu destekleyen yeni taahhüte imza atmaya çağırıyoruz” dedi.

Katısöz: Hedef doğrultusunda güçlü bir siyasi irade ortaya konmalı

2035 kapasite hedefini, Türkiye’nin iklim taahhütleri için kritik bir dönüm noktası olarak değerlendiren Avrupa İklim Eylem Ağı Türkiye Koordinatörü Özlem Katısöz şu değerlendirmeyi yaptı:

“’Açıklanan 120 GW güneş ve rüzgar enerjisi hedefi, Türkiye’nin elektrik sistemini karbonsuzlaştırmak adına atılmış önemli bir adım. 2021 yılında Kömürden Çıkış 2030 çalışması ile iklim STK’ları olarak benzer bir vizyonu biz de ortaya koymuştuk. 120 GW hedefinin gerçek anlamda iklime ve topluma fayda sağlaması, ancak kömürden çıkış ve nükleer enerjisiz bir senaryo ile mümkün olacaktır. Bu kapasite hedefi, Türkiye’nin önümüzdeki yıl sunacağı 2035 iklim hedeflerinin mutlak emisyon azaltımını öngörmesi için gerekli koşulları oluşturuyor. Bundan sonraki süreçte ihtiyaç duyulan tek şey, bu hedef doğrultusunda güçlü bir siyasi iradenin ortaya konması ve uygulamaya yönelik olarak yol haritasının katılımcı, bilimsel temellere dayalı olarak hazırlanmasıdır. Bu adımların atılması, Türkiye’nin Paris Anlaşması’na uygun bir şekilde 1.5°C hedefine katkıda bulunmasına önemli bir katkı sağlayacaktır.”

Gürbüz: Hedeflerinde ciddilerse, nükleerden vazgeçip, termik santralleri kapatmalı

Ekosfer Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Özgür Gürbüz de yol haritasındaki nükleer enerji göndermesine dikkat çekti:

“Eğer Türkiye dışa bağımlılığı azaltmak, iklim kriziyle mücadele etmek ve güvenilir bir kaynaktan elektrik üretmek istiyorsa, aradığı yanıtın adresi nükleer enerji olamaz. Nükleer enerji dışa bağımlı, radyoaktif atık üreten, kaza ve hedef alınma riskiyle ülkenin güvenliğini tehdit eden bir tercih. İklim krizini durdurma konusunda ise hem yavaş hem de yenilenebilir enerji kadar etkili değil. Yenilenebilir enerjiye göre 3-4 kat daha pahalı olması nedeniyle de cari açığı büyütmeye aday”

Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefinde ciddiyse önce sera gazı emisyonlarını artıran kömürlü termik santralleri kapatacağı tarihi açıklaması gerektiğini belirten Gürbüz, “Talebi yönetmeyi planlamalı ve daha sonra yenilenebilir enerji planları yapmalı. Hükümet, nükleer enerjiyi yenilenebilir enerjinin ardına saklayarak gerçek niyetini gizliyor” dedi.

Sabuncu: En başta fosil yakıtlardan uzaklaşılmalı

Bakanlığın yeni hedefinin Türkiye’nin enerji dönüşümü için son derece iddialı bir gelişme olduğunu söyleyen WWF-Türkiye Kıdemli İklim ve Enerji Programı Müdürü Tanyeli Sabuncu ise Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefiyle uyumlu bir enerji sistemi için bir sonraki adım başta kömür olmak üzere fosil yakıtlardan uzaklaşmak olmalı” dedi.

Sabuncu, yenilenebilir enerji kurulu gücünde böylesi bir artışın elektrik üretiminde kömürden çıkışın planlanmasını da mümkün kılabileceğine dikkat çekti; 2021 sonunda yayımladıkları “Karbon Nötr Türkiye Yolunda İlk Adım: Kömürden Çıkış 2030” başlıklı raporda ortaya konan öngörülerin de bu senaryoyu doğruladığını vurguladı:

“Öte yandan, adil ve doğa pozitif bir enerji geçişi için yer seçiminin kritik olduğunu ve doğadan taviz verilemeyeceği unutulmamalı. Bu noktada kısaltılacağı söylenen çevresel etki değerlendirme süreçleri önemli doğal alanların enerji projelerine açılmasına yol açmamalı.”