Hafta SonuManşet

Ömrümün iki ayını onu izleyerek geçirdiğim Star Trek 50 yaşında!

0

Ülkemizde 26 Ağustos’ta vizyona giren Star Trek serisinin son filmi olan “Sonsuzluk”tan sonra Facebook üzerindeki bir yoruma cevap olarak “Sanırım bu senin seyrettiğin ilk Star Trek filmi. Ben senelerdir Star Trek seyrediyorum” türü bir yorum yapacaktım. Bilim insanı kafam tam ne kadar seyretmiş olduğumu hesaplamaya başladı ve sonunda bu yazı karşınıza geldi.

65

Ülkemizde Star Trek evrenini en iyi bilen kişi olduğumu savunmuyorum, benden üstün bilgiye sahip insanları tanıyorum. Ama sanırım bu konuda yazabilecek kadar da bilgiye sahibim. En azından bu sene 50. senesini kutlayan Star Trek evreninin başından beri en hayran izleyicilerinden biri oldum.

Ömrümün iki ayı Star Trek izleyerek geçti

Konuyu bilenler biliyor, ama bilmeyenler için Star Trek evreninde bugüne kadar neler seyrettiğimizi kısaca anlatacak olursak, mesela Son Durak serisi 5 filmdir, Elm Sokağı’nda Kabus serisi 9 filmdir, Star Wars bile sadece 7 filmdir. Bunun yanında Star Trek evreni 1966-1969 arası “Star Trek The Original Series” (80 bölüm), 1987-1994 arası “Star Trek The Next Generation” (TNG) (178 bölüm), 1993-1999 arası “Star Trek Deep Space Nine” (176 bölüm), 1995-2001 arası “Star Trek Voyager” (172 bölüm), 2001-2005 “Star Trek Enterprise” (98 bölüm) ve 13 filmden oluşan oldukça geniş bir yapıdır. Benim kabaca yaptığım hesapla 704 bölümlük dizi 528 saat, 13 film de yaklaşık 26 saat olsa toplamda en az 554 saatim bu evreni izlemekle geçmiş. Bu da yaklaşık 23 gün ediyor. Bunların çoğunu da tekrarlarıyla iki, hatta “The Next Generation”ın son bölümü olan All Good Things … bölümünü canım sıkkın olduğunda defalarca seyrettiğimi de hesaba katarak kabaca ömrümün en az 2 ayını Star Trek seyrederek geçirmiş olduğum söylenebilir. İçinizden “manyak” düşüncesi geçiyor olabilir, ama inanın içinizdeki bu evrenin gerçek manyaklarını biliyorum, ben en azından seyredip yorum yapmakla kalıyorum.

Gene Roddenberry

Gene Roddenberry

Şimdi esas konuya gelelim. Gene Roddenberry, 1964 yılında Star Trek dizisinin fikri ile NBC kanalını ikna etmişti. Unutmayalım, 1964 yılı Soğuk Savaş’ın en yoğun olarak hissedildiği dönemdi. Bu ortamda Roddenberry’nin birleşik dünya fikri ve bunun üzerine diğer dünya-dışı uygarlıkları da bu Birleşmiş Gezegenler Federasyonu oluşturmaları bilim kurgu yoluyla barışa bir çağrıydı. Her ne kadar konuya macera katmak için önce silahına davranmayı yeğleyen eski western kahramanlarından çıkma bir kaptanı olsa da Atılgan, tüm Dünya’yı temsil eden bir mürettebata sahipti. Amerikalı ama Kuzeyli bir kaptan (James Tiberius Kirk), Amerikalı ama Güneyli bir doktor (Leonard McCoy), İskoç bir mühendis (Montgomery Scott), Rus bir dümenci (navigator Pavel Chekov), Japon bir seyrüsefer (helmsman Hikaru Sulu – aslında San Francisco doğumlu) ve en önemlisi Amerikalı ama zenci ve kadın bir haberleşme subayı. Bunların arasına da mantığın sesi olarak katılmış bir uzaylı, mantık gezegeni Vulkan’dan bir bilim subayı (Spock). Eski western adetinde ama gelecekte Dünya’nın barış ve eşitlik içerisinde yaşayacağını uman bir kurgusu vardı dizinin.

49

Dizinin başlarında o günler için inanılmaz bir rol olan Teğmen Nyota Uhura rolünden ayrılmak isteyen Nichelle Nichols’ü Martin Luther King kararından çevirebilmişti. Bu rol bundan sonraki yıllarda Amerikan televizyonunda zencilerin ve kadınların yerini ileriye taşıyan ilk adımlardan biri olmuştu.

50

Dizi ABD’de uzun ömürlü olamadı ve sadece 80 bölüm sonra yayından kaldırıldı. Ama ülkemizde TRT tarafından yayınlandığında ilkokul çağındaki bizler için haftanın olmazsa olmaz programı oldu. Artık nerede, ne yapıyor olursak olalım “Uzay Yolu” oynadığı zaman tüm işleri bırakıp “Uzay Yolu” seyrediyorduk. Hatta kendi aramızda “uzayyolculuk” diye bir oyun bile icat etmiştik.

Biz, yayınından seneler sonra TRT’de bu diziyi seyrederken NBC daha üçüncü sezonunun ortasında diziyi yayından kaldırmıştı. NBC’nin bu hareketi tüm televizyon tarihinde yapılan en aptalca işler sıralamasında dördüncü sırayı aldı.

Ama dizi yayından kalkmasına rağmen Amerika’nın her tarafında tekrarları yayınlandı ve izleyici kitlesi her geçen gün büyüdü. Star Wars dizisinin ilk filmi de büyük başarı kazanınca Gene Roddenberry, Paramount Stüdyoları’nı Star Trek filmi yapmaya ikna etme çabalarına girişti. Ancak Paramount’un aklı aynı oyuncuları kullanarak dizinin devamını çekmekteydi. 1977’de yayınlanan Spielberg’in “Close Encounters of the Third Kind” (Üçüncü Cinsten Yakın İlişkiler) filmi de büyük başarı kazanınca Paramount film fikrini kabul etti. İlk Star Trek filmi 1979’da gösterime girdi. 1976 ve 1977’de NASA tarafından atılmış olan ve dış gezegenleri ziyaret edecek olan Voyager uzay araçlarından birini bulan gelişmiş bir uygarlık, yaratıcı sanarak insanlığı aramak üzere Dünya’ya geliyordu bu filmde. Bu filmin iyi gelir getirmesi daha sonraki filmlerin de önünü açtı.

Bir sonraki film 1982 yılında gösterime giren “Star Trek: The Wrath of Khan” (Khan’ın İntikamı) oldu. Senaryoya göre Soy İslahı Savaşları (Eugenics Wars 1992-1996) sırasında yaratılan süper insanların lideri Khan Noonien Singh’in (Ricardo Montalban), Kirk ve adamlarından intikam almak için yaptığı plan başarısızlığa uğruyor ama bu sırada Spock bilincinin bir kısmını Doktor McCoy’a transfer ederek ölüyordu. Spock’un cenazesi de denizcilik usulünde uzaya bırakılıyor, ancak deneysel bir gezegenleştirme sisteminin çalıştığı Genesis gezegenine düşüyordu. Bu film de iyi hasılat yapınca hemen ardından devamı çekildi.

Bu sefer ilk olarak dizinin oyuncularından biri, Leonard Nimoy yönetmenliğe soyundu. “Star Trek: The Search for Spock” 1984 yılında vizyona girdi. Genesis’e düşen Spock’un cansız bedeninden Genesis deneyi, yeni ve hızlı büyüyen bir Spock yaratmıştı, ancak bu Spock önceki Spock’un bilgi ve hafızasına sahip değildi. Bir Klingon kaptanını da içeren savaş sonunda Atılgan (Enterprise) yok olur ama Klingon kaptanın gemisini çalan Kirk ile adamları kurtulur ve Spock da normal haline geri döner, hafızasına kavuşur. Bu arada kötü Klingon kaptanı ise 1985 yılında gösterime girerek hepimizin hafızasında yer edecek olan Geleceğe Dönüş (Back to the Future) dizisindeki Doc. Emmett Brown, yani Christopher Lloyd oynamaktaydı.

https://www.youtube.com/watch?v=ilVbkCyWw9o

Üçüncü filmden iki sene sonra 1986’da “Star Trek: The Voyage Home” gösterime girdi. Kirk ve arkadaşları Klingon kaptandan aldıkları Klingon gemisiyle Dünya’ya doğru gelirler ama o sırada Dünya dev bir nesnenin hücumu altındadır. Bu nesne Dünya’daki kambur balinalarla haberleşmek istemektedir, ama Dünya’da kambur balina kalmadığından cevap alamamakta ve Dünya’nın atmosferini birbirine katmaktadır. Kirk ve arkadaşları geçmişe gidip bir çift kambur balina alıp geri gelir ve Dünya’yı bir kez daha kurtarırlar.

52

Beşinci film bu dizinin artık sonunun geldiğinin göstergesiydi. Ben sinemada seyredemedim ama sonra videosu çıktığında sonuna kadar seyretmek istemediğim bir film oldu. Bu filmde (“Star Trek: The Final Frontier”) Kirk ve arkadaşları yeni Atılgan (Enterprise-A) ile Tanrı’yı bulmaya gittiler. Sonra seyrettiğimde anladığım kadarıyla da onları zorla Tanrı’yı bulmaya götüren Spock’un kardeşi Sybok’un da kandırılmış olduğunu gördüler.

Dördüncü filmle beşinci film arasında 1987’de ise Paramount yeni bir Star Trek dizisini piyasaya sürmüştü. Dizi tutmaya başlayınca beşinci filme ilgi azalmıştı. Benim şahsi görüşüm (ama çoğu Star Trek meraklısı arkadaş tarafından da paylaşılan), bilim kurgudansa kovboy filmine layık ve fazlasıyla kasıntı olan Kirk karakterinin kaba tabirle artık baydığıydı.

Altıncı film Kirk grubuyla yapılan son film olan “Star Trek: The Undiscovered Country” (Keşfedilmemiş Ülke) konu olarak güzel bir yere bağlanıyordu. Keşfedilmemiş Ülke’den kasıt Klingon İmparatorluğu ile barış idi. Daha önceki filmlerde Klingonlar, Kirk’ün oğlunu öldürmüş olduklarından Kirk barış yapmaya karşı olsa da barışı engellemeye çalışan ve Federasyon+Klingon+Romulan temsilcilerinden oluşan bir gruba karşı savaşarak Klingonlarla barış yapılmasını sağlıyordu. Ancak bu film ciddi anlamda eski grupla film dizisinin sonu oldu. Ayrıca bu filmin içindeki teknik yanlışlar da artık senaryoların tek elden değil de bu hikaye ile baştan beri ilgilenmemiş olan kişilerin konuya girmelerinden kaynaklanmaktaydı. Mesela biliyoruz ki Star Trek evreninde gizlenmiş (cloaked) gemi teknolojisi Klingon ve Romulan İmparatorluklarında bulunmaktaydı. Gizlenmiş gemiden herhangi bir madde veya ışıma çıkamazdı ve bu nedenle de yerlerinin bulunması imkansızdı. Ancak bu filmin senaryosu tamamen gizlenmiş gemilerin perdelerini indirmeden ateş edebilmesine dayanıyordu. Bu filme kadar ve bu filmden sonra böyle bir teknoloji hiç kullanılmamış olmasına rağmen sadece senaristin acemiliği bu noktadan itibaren diğer filmlerde de ortaya çıktı.

1987’de Paramount’un başlattığı dizi, “Star Trek: The Next Generation” (TNG) (Sonraki Nesil) orijinal seriden yüz yıl sonra geçen olayları konu alıyordu. Olaylar Federasyon’un amiral gemisi olan Atılgan’da (Enterprise-D) geçiyordu. Kaptan Jean-Luc Picard, yardımcısı William Riker, doktoru Beverly Crusher, güvenlik subayı Tasha Yar, köprü subayı Klingon Worf, kör baş mühendis Geordi La Forge, ikinci kaptan android Data ve danışman yarı-Betazed Deanna Troi ilk serinin tayfasına göre çok daha uyumlu bir grup oluşturuyordu.

53

TNG konu olarak gene uzayda dolaşan bir gemide olanları anlatıyordu, ama artık gemi daha fazla aile, daha az vahşi batı ortamıydı. Bu da eski diziye göre yeni dizide mürettebat arası ilişkilerin daha öne çıkmasına neden oluyordu. Eskiden Kirk-Spock-McCoy arasında dönen hikayeler şimdi çok daha fazla kişiye dağılıyor, böylelikle de her hafta değişik bir eğlence sağlanmış oluyordu. Ayrıca artık uzay da öylesine bilinmez değildi. Dost ama karmaşa içindeki Klingon İmparatorluğu’na tamamen ticari varlıkları olan Ferengi ve düşman Romulan İmparatorluğu da katılmıştı. Arada çeşni olsun diye üstün güçleri olan Q karakteri de diziye renk katıyordu. Bu seferki grup arasında kadın-erkek dengesine günün koşullarına uygun olarak daha fazla dikkat edilmiş olduğundan gönül ilişkileri savaşlar kadar yer tutuyordu.

Bu dizinin başarısı 1993 yılında bununla paralel bir başka dizinin yayına başlamasının da yolunu açtı. Ancak bu seferki dizi, “Star Trek: Deep Space Nine”, Star Trek evrenindeki vahşi batıda seyahat eden posta arabası fikrinden vahşi batının ucundaki bir kasaba fikrine evriliyordu. Konu, şimdiye kadarki karakterlerin yaşadığı galaksimizin alfa dördününden (quadrant, yani dörtte bir) gama dördününe geçiş sağlayan bir solucan deliği etrafındaki istasyonda (Deep Space Nine) geçiyordu. Böylelikle kahramanların bir yere gitmesine gerek kalmadan tüm misafirler onlara geliyordu.

54

Deep Space Nine istasyonunda Kirk-Picard uzantısını Komutan Benjamin Sisko canlandırıyordu. İstasyon Bejor adında Kardassian İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını yeni kazanmış bir gezegenin sorumluluk alanında olduğundan kadın ikinci komutan Kira Nerys, Bejor vatandaşıydı. Doktor bu sefer federasyon subayı Julian Bashir’di. Güvenlik subayı ise gama dördünden gelmiş ve şekil değiştirme yeteneğine sahip Odo karakteriydi. İstasyonun barını Quark adında gözü paradan başka şey görmeyen bir Ferengi işletiyordu.

Yedi sezon süren dizi ne orijinal dizi ne de TNG kadar beğenildi ancak yine de Star Trek evreninin devamı olarak izlenmeye devam edildi. Dizinin ortalarında Atılgan’dan ayrılan Worf da istasyona operasyon subayı olarak katıldı ve sonrasında dizinin ilginç karakteri olan simbiyant Jadzia Dax ile evlendi. Bu bile diziye olan ilgiyi arttıramadı çünkü aynı sıralarda “The Next Generation” bitmiş ama o serinin sinema filmleri yapılmaya başlanmıştı.

Worf ve Jadzia Dax

Worf ve Jadzia Dax

“Deep Space Nine”  serisinin bir başka şanssızlığı da yaklaşık aynı zamanlarda yayınlanan bir başka bilim kurgu dizisinin görece başarısıydı. “Babylon 5” de aynı “Deep Space Nine” gibi değişik türlerin birlikte yaşadığı bir uzay istasyonuydu ve gerek karakter kurgusuna gerekse de senaryosuna bakıldığında “Deep Space Nine”dan üstün görünüyordu. Ayrıca “Deep Space Nine” kurgusunun yapıldığı sırada dizinin beyni olan Gene Roddenberry’nin ölümü bu ve bundan sonraki tüm yapımların kalitesini bir derece olsun azalttı.

Gene Roddenberry, ilk Star Trek ekibi ile birlikte

Gene Roddenberry, ilk Star Trek ekibi ile birlikte

“Star Trek: The Next Generation” bittikten az sonra 1995’te yeni bir seri “Star Trek: Voyager” başladı. Bu seri diğerlerinden farklı olarak kadınların görece üstünlüğüne dayanıyordu. Daha ilk bölümünde galaksinin delta dördününe savrulan iki gemiden biri Federasyon gemisi Voyager, diğeri de Marquis denilen asilerin gemisidir. Bunların geri dönebilmek için tek umutları aralarında barış yapmak ve 70,000 ışık yılı uzaklıktan Dünya’ya gelmektir. Böylece Kaptan Kathryn Janeway asilerin lideri Kızılderili Chakotay’i ikinci kaptan, onun yardımcısı yarı Klingon yarı insan B’Ellanna Torres’i de baş mühendis yapar. Janeway’in güvenlik subayı bir Vulkan olan Tuvak’tır. Yalnız bu tayfanın bir sorunu vardır çünkü daha ilk bölümün başında geminin doktoru ölür. Doğal olarak Star Trek evreninde gemi doktorsuz olamayacağından geminin holografik doktoru uyandırılır. Tüm seri boyunca da bu hologram diğer tayfa ile birlikte çalışır.

57

Bu dizi baştan sonra Voyager tayfası ile asilerin kah kavga edip kah sırt sırta dövüşmeleri ile örülmüştür. Dizinin en önemli noktasını hala hatırlarım. Her bölümün sonunda 30 saniyelik bir “bir sonraki bölümde” kısmı yer alırdı. Üçüncü sezonun sondan bir önceki bölümünden sonra verilen 30 saniyede Voyager’ın üzerine doğru bir Borg küpü geliyordu. Borgları daha önce “The Next Generation”dan hatırlıyorduk. O küplerden bir tanesi Federasyon’un neredeyse tüm donanmasını yok etmiş ve neredeyse şans eseri yok edilememişti. Şimdi Borgların yaşam alanlarının tam ortasında bir Borg küpü ile karşı karşıya kalan Voyager’ın hiçbir şansı yoktu. Ama Borg küpü duraklamadan Voyager’ın yanından geçti, sonra bir tane daha geçti, sonra bir tane daha. Borglar arkalarına bakmadan kaçıyorlardı ve onları her ne kovalıyorsa çok çok kötü bir şey olmalıydı. Böylece Voyager, Borgların Species 8472 dediği canlılarla tanıştı ve Borgların onları engellemelerini sağladı. Savaş sırasında da bir Borg’u koparıp aldı. Borglar toplu halde tek bir beyne bağlı olarak yaşayan canlılar olduklarından bir tanesini kopartabilmek çok zordur. Bu Borg da eskiden insan olan bir Borg olduğundan Janeway onu geride bırakamadı ve beraberinde götürmeye karar verdi. Bu Borg’a ismi sorulduğunda “Seven of Nine” dedi, yani dokuzun yedisi. Esas ismi Annika Hansen olmasına rağmen gemide hep Seven olarak anılan eski Borg gemideki kadın üstünlüğünün en önemli eklentisi oldu.

Seven of Nine

Seven of Nine

Yalnıız bu sırada sanırım ilk dizinin aşkıyla televizyon başına koşan çocuklar artık iş, güç, çoluk çocuk derdine düşmüş olduklarından aynı anda iki Star Trek dizisini takip edemeyecek duruma gelmişlerdi. Hatta bir Star Trek dizisini takip edebilecekleri bile şüpheliydi derken 2001’de “Star Trek: Enterprise” çıktı ortaya. Öncelikle, şimdiye kadarki dizilerin tamamı zamansal olarak birbirini izliyordu. Ancak Enterprise en başa geri dönüyordu. 2063’de Zefram Cochrane’in ilk warp sürücüsünü keşfi ile 2265’te James T. Kirk ile ilk tanıştığımız zamanın arasında bir yere. Daha insanlık yavaş yavaş çevresini tanımaya başlıyor ve Enterprise, yani bir kez daha Atılgan ilk gemilerden biri. Başrolünde bu sefer çok iyi tanıdığımız biri var, daha önce Quantum Leap’de senelerce seyrettiğimiz Scott Bakula geminin kaptanı Jonathan Archer rolü ile karşımıza çıktı. Yardımcısı Trip Tucker ve Vulkanlı kadın bilim subayı T’Pol küçük geminin itici gücünü oluşturuyorlardı. Ben bu diziyi büyük bir zevkle izledim, ama Amerikan seyircisi benim kadar sevmediği için dördüncü sezonunu tamamlayamadan yayından kalktı. Benim zevkle izlememin sebebi uzun zamandır doğal kabul ettiğimiz çoğu şeyin çıkış hikayelerini anlatmasıydı, “kırmızı alarm lafı nereden geliyor?” gibi. Ama bunun yanında daha önce senaristlerin fazla bulaşmak istemediği bir alana fazlasıyla girdi, zamanda yolculuk. Hatta daha da ileri giderek Atılgan’ın mürettebatı zamanda bir savaşın ortasında kaldılar. Bir tarafta zamanın gidişini değiştirmek isteyenlerle öte tarafta zamanın olduğu gibi kalmasını isteyenler arasında. Bence Star Trek gibi evreni belirlenmiş olan bir konuda zamanda yolculuk kavramını böylesine yersiz biçimde ortaya koymak bu evrenin has izleyicilerinin kalbine hançer saplamak gibiydi. Yani sizin 2154’te yapacağınız ufak bir değişiklik 2267’de Kirk’ün tribblelarla tanışmasını engelleyecektir. 2368’de Picard’ın Tamarian kaptanla konuşmayı becerebilmesi üzerine kurulu bölüm hiç olmayacaktı. Bence bu nedenle seyirci bu acıya daha fazla dayanamadı. Ne de olsa sinemalarda Star Trek filmleri vardı.

Kirk öldü de rahatladık!

Kirk tayfasından Picard tayfasına geçiş “Star Trek: Generations” filmi ile oldu. Film Kirk ile başlıyor, fakat daha başında Kirk ölüyordu ya da biz öyle zannediyorduk. Oysaki Kirk aslında tüm hayallerin gerçek olduğu ve zamanın hiç geçmediği Nexus adındaki enerji ilmeğinde hapis kalmış ve hayatından gayet mutluydu. Bir gezegeni ölümden kurtarmak için Nexus’a giren Picard oradan Kirk’ü de alıp çıkıp kötü adamı durduruyordu filmin sonunda ve bu sefer Kirk gerçekten ölüyordu. Ben de rahat bir nefes aldım. Bu adam tüm kasıntılığıyla 1972-73’te hayatımıza girmişti ve yıl 1994 olmuş ve hala ölmüyordu. Öldü sanıyorduk geri geliyordu. Sonunda öldü ve rahatladık.

1996 yılındaki “Star Trek: First Contact” gene bir zaman yolculuğu yaparak Borgların geçmişe gidip Zefram Cochrane’in warp sürücüsünü keşfetmesini engelleme üzerine kurgulanmıştı. Bunca zamandır adını duyduğumuz Zefram Cochrane ile tanışmak güzeldi ama zaman yolculuğu neredeyse imkansızdır, ayrıca zaman çizgisini değiştirmesi açısından da çok tehlikelidir. Ama işin zevki Gene Roddenberry öldükten sonra kaçmaya başlamıştı. Seri saçma sapan yazarların eline düşünce özünden ciddi olarak uzaklaşmaya başladı.

60

1998 yılındaki “Star Trek: Insurrection” ve 2002 yılındaki “Star Trek: Nemesis”, Picard ve tayfasını görmek dışında bir önem taşımıyordu Star Trek hayranları için. Özellikle Nemesis iyice saçmalayınca The Next Generation tayfası da Star Trek evrenindeki sürelerini doldurmuş oldu.

Bir yandan 2001 yılındaki “Star Trek: Enterprise” dizisinin başarısızlığı, öte yandan Nemesis filminin aldığı kötü yorumlar bu evrenin sonunun geldiğini duyuruyordu. Ya da en azından bu yapımcı ve oyuncularla.

Tam ümidimizi kesmişken bir haber duyduk, yeni bir Star Trek filmi çekiliyormuş, bu sefer çeken de Lost’un yönetmeni J.J. Abrams’mış. Sevinsek mi üzülsek mi derken 2009 yılında filme gittik. Filmde dakika bir gol bir, James T. Kirk’ün babasının içinde bulunduğu USS Kelvin uzayda birden beliriveren bir gemi tarafından yok ediliyor ve Kirk gemiden ayrılan bir filikada dünyaya geliyor. Hayda, hani James T. Kirk 22 Mart 2228’de Riverside, Iowa’da doğuyordu. Yani filmin ilk anından artık yeni bir zaman çizgisine geçmek zorunda kalmıştık.

Bu 2009’daki film ve sonrası için doğru bir yaklaşımdı. Çünkü daha önceki seneler boyunca Archer, Kirk, Picard, Sisko ve Janeway ile bir zaman çizgisini takip etmiş ve orada olan her şeyi öğrenmiştik. Aynısını baştan anlatmayacaklarına göre aynı insanlar ama farklı bir zaman çizgisi yaratmaları çok da yanlış değildi. Bu zaman çizgisinin eski zaman çizgisinden farklı olabilmesi için başta beliren geminin kaptanı Nero, intikam almak için bir de artık büyükelçi olan eski Spock’un gözleri önünde Vulkan gezegenini yok eder. Yeni Spock ve eski Spock, yeni Kirk ve tayfası birlikte kötü adamı öldürmeyi başarırlar.

Ama burada ana problemimiz başlar. Çünkü senaryoya göre 2258’de, yani bir önceki zaman çizgisinden tam 8 sene erken James T. Kirk, akademiden yeni çıkmış bir velet olarak Federasyon’un ana gemilerinden biri olan Atılgan’ın komutanlığını alır. Tesadüf bu ya, 2266’da eski zaman çizgisinde Atılgan’ın mürettebatı olacak olan Spock, Uhura, McCoy, Sulu ve Chekov’da 2258’de yani 8 sene önce şansına o gemide bulunurlar. Bulunmayan tek kişi olan Scotty’i ise Kirk uzak bir gezegende bulur ve Atılgan’a getirir, hem de Star Trek evreninde var olmayan bir teknolojiyi kullanarak.

Hayatınızda ilk defa Star Trek seyrediyorsanız bu son paragraf size garip gelebilir, ama ömrünüzün tamamı bu diziyi seyretmekle geçtiyse elinizden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor, ben de bu filmden sonra onu yaptım.

2013’te J.J. Abrams bu kez de “Star Trek: Into the Darkness” filmini çekti. İlk filmden tanıdığımız tayfa burada da rol alıyordu. Kötü adam olarak ise gayet güzel oturmuş olan Benedict Cumberbatch vardı. Film ilerledikçe gördük ki kötü adam aslında orijinal seri ve ikinci filmde Ricardo Montalban ile tanıdığımız Khan Noonien Singh’di. Kahramanlar bu sefer de kötü adamı yenmeyi başarıyorlardı.

Ama J.J. Abrams’ın diziyi çok iyi analiz etmediği belliydi çünkü kurgu çalışabilsin diye Khan kendisini Dünya’dan Klingon İmparatorluğu’nun merkez gezegenine ışınlayabiliyordu. Bu teknolojiyi de bizim Scotty keşfetmişti. Scotty’i biliriz, iyi mühendistir, ne bozulsa çabucak tamir eder, ama ne gezegenler arası ışınlama ne de warp hızında giden bir geminin yerini tespit edip oraya ışınlanma gibi bir becerisi vardır. Ayrıca bu teknoloji değil 2258 yılında konunun uzandığı 2395 yılında yani 137 sene sonra bile keşfedilmemişti. Yani zaman çizgisini değiştirerek yeni zaman çizgisi yaratmak makul bir davranıştı, ama o değişim sırasında bir yanda fizik diğer yanda kurgu evrenin kurallarına saygı göstermeniz gerekir. İlk filmin senaryosunu yazan Roberto Orci ve Alex Kurtzman’ın 1973 doğumlu olduklarını söylemek sanırım bu filmin bildiğimiz Star Trek evreninin kurallarını nasıl çiğnediğini anlatmak için yeterli olacaktır.

Son film: Star Trek: Beyond

Buraya kadar okuduysanız az daha sabredin, bir de son filmi konuşalım. Aslında bu kadar laf ettikten sonra son filmi konuşmaya fazla gerek yok ama hadi neyse.

61

“Star Trek: Beyond” 2016 yılında görücüye çıktı. Gene aynı tayfa göreve devam ediyordu. Aslında daha baştan burada bir arıza var dedik. Çünkü bir önceki filmin sonunda Dr. Carol Marcus bilim subayı olarak mürettebata katılmıştı ve içimizden 1966’nın erkek ağırlıklı kadrosuna denge geldi en azından diye mutlu olmuştuk ama ne gezer. Çünkü bu filmde amaç kadroya birini katmaktı fakat bu katılan filmin başrolünde olmayan mühendis Montgomery Scott’a kız arkadaş olarak katılmıştı. 1966’dan 2016 yılına kadar geçen 50 senede Scotty’nin bir kız arkadaşı olduğunu duymamıştık. Birden bu filmde oluverdi. Neden biliyor musunuz? Çünkü bu filmin senaryosunu Scotty yazdı, kendisini başrole koydu, kendisine de bir kız arkadaş buldu. Star Trek hayranlarıyla bu denli dalga geçilmemeli bence.

Konu 2263’te geçiyor, yani ışınlanma teknolojisi daha yeni aşama kaydetmekte, ama Federasyon öyle bir uzay istasyonu yapmış ki Federasyon’un 2368’de, yani bundan 105 sene sonra devraldığı Bejor’daki solucan deliğinin başındaki uzay istasyonu 1974 model Murat 124 ise 105 sene önceki istasyon 2016 model Ferrari, o derece fark var yani. Dolayısıyla bir kez daha, yeni zaman çizgisi yaratmayı anladık ama özellikle de Federasyon’a bilimsel destek sağlayan Vulkan birkaç sene önce yok olmuşken bilim ve teknolojinin duralaması beklenir, üç beş senede 200 sene yol kat etmesi değil.

62

Filmde 100 sene önce kaybolmuş olan USS Franklin’in kaptanı Federasyon’un kendisini terk ettiği inancıyla intikam almaya yemin ediyor, düştüğü gezegenin teknolojisiyle saldırarak hem Atılgan’ı yok ediyor hem de mürettebatını esir alıyor. Bu gezegendeki çok eski bir teknolojiyi kullanarak gezegen yakınlarındaki Yorktown uzay istasyonunun havalandırma sistemine herkesi yok edecek bir silah salıveriyor. Ama kahramanlar silah sisteme salınmadan kötü kaptanla silahı uzaya atmayı beceriyorlar.

Detayları geçtim ama ana fikir olarak tutar yanı olmayan bir senaryo o kadar hızlı akıyor ki filmin içine doldurdukları bir sürü karakterin neyi neden yaptığı anlaşılmıyor bile. Sanırım Star Trek’te yeni J.J. Abrams akımı bu olsa gerek. Aynen vahşi batı gibi, önce savaş ve kötüleri öldür, sonra eve gidince “ne oldu bu filmde” diye düşünürsün. Filmin ana fikrine ya da Star Trek evrenine yaptığı katkıyı boş ver, sağlam aksiyon olsun yeter.

Eski Kirk William Shatner (solda) ve yeni Kirk Chris Pine

Eski Kirk William Shatner (solda) ve yeni Kirk Chris Pine

Bu ana fikirle çalışan Star Trek elli senedir peşinde olan grubu kaybetmeye devam ediyor. Ama yeni ele geçirmeye çalıştığı gençler arasında da ciddi bir kazancı yok çünkü aksiyon olarak bakıldığında piyasadaki diğer aksiyon filmlerden fazla bir artısı yok. Bu gidişle ellinci senesini kutladığımız Star Trek evreninin altmışıncı senesini yeni Kirk Chris Pine ile değil eski Kirk William Shatner ile kutlarız.

47-levent-kurnaz

 

Levent Kurnaz

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.