Köşe Yazıları

O kafa – bu kafa

0

Geleceğe Dönüş

Eko-köyler etrafında (hem akademik hem de kişisel yaşamımda) geliştirdiğim “gelecek” fikrini daha iyi yansıtan bir film ismiyle karşılaşmadım henüz. “Geleceğe Dönüş”. Hani gelecek ama, bi’ dönmek lazım önce. Dönmezsek hiç gelmeyecek ya da sanki. Gelse bile “Abi gelmez olaydın, bi’ git ya” dedirtecek. Kocaman bi’ ormanın ortasındayız, ve her yöne binlerce yol var. Güney civarından gelip kuzeye doğru gidiyoruz gelecek niyetine. “Daha iyi bi’ gelecek nasıl olur aceba?”diye düşündükçe aklımıza kuzeyden başkası gelmiyor, 3 derece sola, 3 derece sağa belki. E bunun batısı var, doğusu var, kuzeybatısı var, güney-güneydoğusu var. Belli ki ayakkabılar çamur oluyor, toprak bataklık haline geliyor, dikenler her yanını çiziyor; bu kuzey ısrarı neden o halde? Bi’ de koşa koşa gidiyor utanmadan, kan ter içinde. Bi’ dur, etrafına bak, düşün doğru yolda mıyım diye. Evet, güzel kısa film olur bundan. (gerçi çok bayıcı bi’ art-nouveau da çıkabilir, belli olmaz). Hem kuzey soğuk be dostum, in şöyle güneye, güneşe doğru. Küresel Isınma da palavra zaten, Buzul Çağı geliyor ne de olsa.

Kedi

Bi’ kediyle yaşıyorum son bir haftadır falan. Hayır dostlar, yalan-yanlış konuşamam sizlere : Bi’ kedim yok. Bi’ kediyle yaşıyorum. Evlenmek gibi bi’ şey zaten, odanın içini değiştirtti, uyku saatlerimi değiştirtti, yatağımı paylaşıyor, eve geç geldiğim zaman pis pis bakıyor. Tam bilgisayarı açıyorum kucağıma, gelip önüne yatıyor, ilgi bekliyor. Tabi bunlar benim penceremden yaşananlar, bi’ de Kedi’ye kulak vermek lazım. Tırnaklarını kesmem lazım ama önce, yoksa kulak verelim derken Van Gogh’a benzeme ihtimali var.

Güneşli Soğuk

Candır, kandır. Böyle bahar gibidir, yaz gibidir, kış gibidir. Dışarı çıkıp çimlerde parende mi atsan, eve kapanıp yazı yaz-film izle-patlamış mısır ye döngüsü mü başlatsan, bilemezsin. Bi’ de erken gelen akşam olgusunu da ekledin mi kafalar tam karışıyor. Boğazına kaçmış mısır taneleriyle parende atarken film izlemeye çalışır halde buluyorsun kendini bir anda. Kucağında da Kedi.

350

Bence 350.org hareketinin çıkış noktası yanlış. Yani bilimsel olarak falan doğru tabi, hatta bariz de; kamuoyunda ilgi uyandırma ve küresel ısınmaya karşı farkındalık yaratmak için 350 doğru sayı değil. 300 olsa şahane olurdu mesela, basardın kampanyayı “İklim Değişikliğiyle savaşmak için 300 Spartalı! Auu-Auu!” diye. Hem toplumsal ayaklanma yaratırdın, hem de 350 yerine 300 e indirirdin atmosferdeki karbon miktarını. Düşünmek lazım böyle şeyleri.

2milyon

Bak bunda da aynı şey mesela. “2milyon ağaç için 2milyon istanbullu” sloganı yerine “2milyon araç için 2 milyon İstanbullu; size sesleniyorum, aloo, en az 5 milyon istanbullu sığar lan o 2 milyon araca. Yetkililere de sesleniyorum, deniz taşımacılığı yapın, raylı sistem yapın, metro yapın da 2 bin araca 2 milyon İstanbullu sığdıralım. Bu sayede 2 milyon ağaç da 2milyon İstanbullu’da kalsın, nasıl fikir? Ehehe” şeklinde bi’ slogan olsa daha iyi olmaz mıydı? Evet, biraz uzun olabilir  ama Times New Roman’da 8 puntoyla yazınca sığıyor A4 kağıda, denedim.

Katil Domatesler  : Çok yakında sinemalarda

YÖK Başkanı’na %100 katılıyorum. Geçen gün bi’ İsrailli arkadaşla birlikteydim, laf bu domateslerden açıldı. “E tabi” dedi arkadaşım, “İsrail’de herkes bilir bunun Türk Milleti’ni yok etmek için tasarlanmış bir biyolojik silah olduğunu.” Sessiz ve düşünür rolü çalan bir bakışın eşliğinde başımı eğdim. Birkaç saniyelik sessizlik ritüelinin ardından “Demek katilimle aynı masada oturuyor, çene çalıyorum şu anda.” diyerek gözlerimi Salomon’un gözlerine diktim. Haince sırıtıyordu. Önümdeki domatesten bir dilim daha kestim, ağzıma attım, yavaşça çiğneyerek yuttum. Bir yandan da “Tadı saman gibi, rengi desen yok, koku zaten hak getire. Nerede benim köyümün gübresiz-ilaçsız kendiliğinden ekolojik domatesi, peh peh.” diye mırıldandım. Cebine uzanıp bir sigara çıkardı, “yak son bi’ sigara” dedi. “O kadar hızlı mı öldürüyo’ lan bu meret?” diye sordum hayretle. “Hehe” diye sırıttı, “Cebimdeki aletin düğmesine ne zaman basarsam o zaman ölürsün. Yahudi malı, uzaktan kumandalı. Canım ne zaman isterse o zaman basarım.” diye de ekledi. Verdiği sigarayı yaktım, “paket sigaralar da pek kötü, sarma gibisi yok” diye kötüledim hemen. O an aklıma gelen soruyla aniden döndüm Salomon’a, “Ya pili biterse senin aletin?” dedim umutla. Yüzü karardı birden. Hemen sonrasında da sırıtıp “Aletimin pili kolay kolay bitmez oğlum benim.” diye kehkeh güldü. Kahkahalar kulağımda çınlarken kan ter içinde uyandım. Hemen Salomon’u aradım, “Abi ne biçim espri bu ya, mal mısın afedersin?” diye azarladım. Salomon uykulu sesiyle “Bak basarım ha, sinirlendirme beni” diye tehdit etti. Telefonu kapattım, Kedi’ye daha bir sıkı sarılıp battaniyenin altına iyice gömüldüm.

Nobel

Bundan 5-6 sene öncesine kadar İstanbul’da Beşiktaş’tan yukarı çıkarken sağda bi’ bina vardı eski-meski. NOBEL yazardı üzerinde. Her önünden geçişimde aklıma birisinden bi’ ara duyduğum “Hiç terlemeyen insana ne denir? – Noter! Hehe” esprisi gelirdi nedense. Yıllar geçti, biz büyüdük ve kirlendi dünya. O değil de Nobel’i alan en genç biliminsanı 25 yaşındaymış ödülü kucakladığında, fizikçi Lawrens Bragg. 25 yaşında daha yeni master bitiyor, doktora başlıyor falan artık; bi’ de bir sürü bilimle uğraşan insan olduk. Velhasıl hayat çok daha zor bu günlerde. Diyeceğim o ki siz siz olun Nobel’i takmayın kafanıza, onlar kafalarına göre veredursunlar. Size kalmaz ne de olsa. Hem ödülü alan kişi olmaktansa “Abi bu sene Nobel Barış Ödülü’nü kime verdiler görüyor musun? Peki ya edebiyata ne demeli?” muhabbeti yapan kişi olmak daha bi’ eğlenceli. Ama en kötüsü ödülü almaya uğraşıp alamamaktır herhalde. Nobel’e çamur atayım istersin, önümüzdeki yıllar var, vazgeçersin. Ödülü alan kişi 5 para etmez muhabbeti yapmak istersin, eşin-dostun “Aa tam kıskanç oldu bu da” diyeceğini bilirsin. İki arada bi’ derede acayip.

Küstü-rica

Hürriyet’ten, Posta’dan, ya da ne bileyim Sabah’tan falan böyle bir manşet beklerdim Kusturica’nın Altın Portakal jürisinden çekilmesi hakkında. Buradan bu gazetelerin yayın yönetmenlerine sesleniyorum : Milletin beklentilerini boşa çıkarmayın abiler. Habertürk de olabilir bak, ona daha da yakışır hatta. Madem ortaya bi’ laf attınız, bi’ gaz verdiniz, üzerine alaycı espriyi de yapmadan bırakmayın peşini. Ayıp oluyor.

Bedelli Askerlik

“Nesini tartışıyoruz anlamıyorum; askerlik Türkiye’de zaten bedelli değil mi? 5, 12 ya da 15 ay boyunca hakaret, angarya, çağdaş kölelik, özgür iradenin gaspı gibi bedelleri yok mu?” diye hararetli hararetli yazacaktım tam, ama henüz askerlik yapmadığımı hatırladım birdenbire. Bu ayıptan kurtulmak için hemen çantamı toparladım, ilk İstanbul uçağında biletimi aldım, okulu falan bırakıp Türkiye’ye geldim. “Kutsal vatan hizmetimi yapayım da yerinde incelemiş olayım durumu” diye düşünmüştüm. Uçakta aklım başıma geldi, ama artık çok geçti… Yedi tepeli şehre doğru yavaş yavaş süzülürken tansiyonum yükseldi, kalbim sıkıştı, avuçlarım terledi. Neden sonra uyandım, Kedi avcumu yalıyordu. “Yaa, avcunuzu yalarsınız anca. Bende sizin kokuşmuş askerlik zulmünüze ortak olacak göz var mı!” diye haykırdım Genelkurmay’ın websitesini açıp. Cevap gelmedi. Biraz daha bekledim, sonra sıkıldım yattım yeniden. Sabah yeniden kontrol ettim, hala cevap yoktu Genelkurmay’dan. “Korktunuz, verecek cevabınız yok di’ mi?!” diye bi’ nara daha attım. Hala da cevap yok.

You may also like

Comments

Comments are closed.