Nükleer kabus – Derya Sazak

Japonya Başbakanı Naoto Kan, deprem ve tsunami felaketine uğrayan ülkesinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en ağır krizi yaşadığını söyledi. Sadece Miyagi bölgesindeki kayıp sayısının on bini aşacağı tahmin ediliyor. Fukuşima’da nükleer santraldeki patlama ise “kâbus senaryosu” olmaktan çıkarak gerçek bir tehdide dönüştü. 170 bin kişi bölgeden tahliye edilmiş. Hükümet sözcüsü Yukio Edano tehlikenin boyutlarını, “Fukuşima’daki 3 reaktörden birinin, reaktör çekirdeğinde kısmi erime ve buna bağlı olarak radyasyon kaçağı oluşma süreci başlamış olması kuvvetle muhtemel” diye duyurdu. Dünyanın yaşadığı son büyük nükleer felaket “Çernobil kazasıydı.”

Sovyetler Birliği döneminde Moskova’daki kapalı rejim felaketin boyutlarını gizlemeye çalışmıştı. Radyasyon bulutlarının Trakya ve Karadeniz üzerinden Türkiye’ye etkilerini ise Evren ve Özal’ın bakanları “çay içerek” yok saymaya çalışmışlardı. Japonlar tersini yaptılar, küresel felaket karşısında kendi halklarını ve dünyayı uyardılar. Uğradıkları ağır yıkım, kitlesel can ve mal kayıpları karşısında Japon toplumunun sergilediği çaresizlikten uzak, soğukkanlı ve disiplinli tutum da örnek oluşturuyor. Bunda kuşkusuz Japonya’nın tarihi ve kültürel dokusu kadar, bir deprem ülkesi olarak “afet yönetimi”ni artık bir yaşama biçimine dönüştürme bilincinin etkisi büyük.

İkinci Dünya Savaşı’nda üzerlerine atom bombası yağdırılan Japonlar, Hitler’in, Mussolini’nin, Franco’nun 1930-40’lı yıllarda Avrupa’da kurmak istedikleri faşizmin Asya-Pasifik’teki uzantısı olmanın bedelini en ağır şekilde ödediler. Üstelik Nagazaki ve Hiroşima gibi kentler, sivil hedefler vuruldu. Masum insanlar katledildi. Çocuklar kül oldular. Atom bombasıyla teslim alınmış bir ülkede hayatta kalmış eski kuşaklar Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki sızıntının ürkütücü boyutlarını tahminde zorlanmazlar. Son olarak Kobe depreminde çıkan yangınlar nedeniyle 5 bin kişi hayatını kaybetmişti.

Marmara depremindeki 17 bin can kaybının ardından her zamanki kaderciliğimizle İstanbul’u ancak “depremden sonra” düşünme ataletinden uzaklaşmayacağımızı bir kez daha görüyoruz. Japonya’nın başına gelenleri “kıyamet” filmi gibi izliyoruz. Tehlikeyi görüyoruz. Fay hatları üzerine “nükleer santral” inşa etme sevdasından vazgeçmiyoruz! Sanayileşme, kalkınma, daha fazla üretme, tüketme, büyüme gibi hedeflerin insanlığa bir maliyeti var. Refah arttıkça, doğayı daha fazla tahrip ediyorsunuz. “Temiz enerji” diye nükleer santraller kuruluyor. O enerji Tokyo’nun pırıltısını sağlıyor, 10-15 milyonluk kentte gökdelenlerin içine hapsolup, günde 2-3 saat metro istasyonlarına, trenlere yapışık yaşıyorsunuz. O uygarlığın çökmesi birkaç dakika alıyor. Dev dalgaların arasında kibrit kutusu gibi yüzüyor Japon harikaları! İnsanları göremiyoruz. 50 bin kayıptan söz ediliyor. İstanbul için uyanma vakti gelmedi mi?

-Milliyet-

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR