Neşet Ertaş’ı dinliyor muyduk sahi?- Berrin Karakaş

Yıl 2000. Büyük bir debdebeyle milenyuma girilmiş. İstanbul’a yıllar sonra Neşet Ertaş gelmiş. Hani şu “Saygısızlık olmazsa ceketimi çıkarabilir miyim?” diye sorduğu konsere. Hasta düşmüş, soran olmamış senelerce. Gurbette geçirdiği o uzun, o kırgın zamanların üzerine yine her zamanki gibi göğsünden başının üzerine, selamlıyor sevenlerini. “Programıma Muharrem Usta’nın Karacaoğlan’dan havalandırdığı bir türküyle başlıyorum” diye alıyor sazı eline; ‘Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.” Yan koltukta oturan genç oğlan “Benim bildiğim ev havalandırılır” diye fısıldıyor arkadaşına, gülüşüp susuyorlar.

Neşet Ertaş türküleri, bozlakları, şiirleri söylemiyor, havalandırıyordu. Onların da mertebesi, sevenleri gibi başının üzeriydi. Ve Neşet Ertaş dünya denen isi pası dumanı bitmez evi havalandıran, uçsuz bucaksız bir gönül penceresiydi…

Vefatının akşamı TRT’de gösterilen, ‘spor saati’yle ve de pat diye kesilen bir belgeselde, duruşunun dikliğinden pek belli bir teknik kuru bilgi, bağlama stillerini sayıyordu ustanın. Sözünü kesti Ertaş, her daim efendiliğinden “Anladım ne diyeceğini” açıklamasıyla anlattı: “Ben nota bilmem, içimden geldiği gibi söylüyorum. Bunun ne olduğunu da bilmem ben. Duygusal çalıyorum.” Nasırlı üç parmağını gösterdi sonra delil olarak. Kalbi nasır bir dünyada sanatıyla, yaşamıyla duygusal çalanların işi kolay olmuyor.

En son ne zaman hatırlamıştık kendisini? Yanılmıyorsam post-modern bir özgür kız olarak milenyuma yaraşmış Nil Karaibrahimgil dört sene evvel bu ismi hatırlamamıştı da tartışmıştık günlerce kimdir usta? “Ne var bunda, Neşet Ertaş beni tanıyor mu acaba?” sorusuyla özgür kızın, uzamıştı polemik. Sayesinde “Neşet Ertaş tanınmıştı.” Sonra bu ‘yanlış anlaşılma’ reklamcı sevgili ile birlikte kaleme alınan içli, birleştirici bir mektup ile çözülmüştü. Bir Neşet Ertaş’ın ‘Yalan Dünya’sı vardı. Bir de böyle bir yalan dünya.

Hadi Nil Karaibrahimgil şeker, bonibonlu bir kız çocuğu. Varoluş derdi peşinde kallavi filmler yapmış yönetmenlerin dahi arasına ödüller, ‘ben ben’ler girince bir derin şüphe düşüyor insanın içine: “Neşet Ertaş’ı dinliyor muyduk sahi?”

Sekiz yaşında babası askerdeyken ne verirlerse geçinmeye köy köy, kapı kapı gezerken de ozanın derdi neydi dersiniz? Agos’ta 2008’de yayımlanan söyleşiden öğreniyoruz: “On beş köy gezdik, kimse bana demedi ki ‘şu sazı bir çal, dinleyeyim.”

Dinlemiyoruz, gülmüyor yüzümüz. Birbirimizi sevmeyi bıraktık. Ne diyor Ertaş ‘Gel Sevelim’de: ‘Özü gülmeyenin sözü güler mi?”

Neşet Ertaş hiç bırakmadı sevmeyi. Dünyaya bunun için gelmişti. Âşık, hep âşık bir Bektaşi. Kendi sözleriyle: “Anadan doğma güzele âşık. Güzel kim? İnsan”

İnsanı sevmemesi için çok sebebi vardı oysaki. Daha beş yaşında köçeklik yaparken tanışmıştı müstehsi yüzüyle ki, kimisine bu bile yeterdi uzun bir küslüğe.

‘Efendiler’ mallarına mülklerine bu kadar yerleşmişken, yersiz yurtsuz bir Abdaldı Neşet Ertaş. Zamanında müzik cinken şeytanken onlara, abdallar için ab-ı hayattı. Sonra ‘efendiler’ anladılar ki cin değil şeytan değil bu müzik, pekâlâ kendi sünnetlerinde düğünlerinde kendileri de çalabilirler. Ve sonra Abdallara kız vermedikleri gibi, iş de vemediler. Şapkayı takmışlardı bir kere başlarına.

Şapkamızı önümüze koyup şimdi, Agos söyleşisinde Ertaş’ı dinleyelim: “Abdalların şapkasız dolaşması olacak iş değildi, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Bizler saçımızı tarayıp da insan içine başı açık çıkamazdık, kabul edilmezdi. Şapka takmak da yetmezdi, kaşımıza kadar indirirdik, gerisini siz anlayın…”

Gerisini anlıyoruz. Gerisini hâlâ öyle derin yaşıyoruz ki türküleri gibi havalandırdığı ruhunun ardından cenazesi bile kavga sebebi olabiliyor bu büyük ruhun: Camiden mi kalksın cenaze, cemevinden mi? Neşet Ertaş’ın sözleriyle çünkü: “Şu kısa ömürde insanlar dünyaya geliyor, nereye geldiğini bilmeden gidiyor çoğu.”

Bu gazete köşesinden edilen bu veda, ‘Hapishanelere Güneş Doğmuyor” bozlağı sesinde olsa da havalandıralım istedim evleri, şu sazı bir dinleyelim.

Berrin Karakaş – Radikal

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR