Hafta SonuManşet

Mandıra Filozofu adlı bir film – Dr. Cihan Erdönmez

0

Charles Darwin’in bilim ve sanatın toplumdaki rolü üzerine söylediği sözü bilmeyen yoktur. Hani şu bilim ve sanatı bir kuşun iki kanadına benzettiği söz. Bana kalırsa, esasen fen bilimleri ile uğraşan bir bilim adamının toplumsal konularla ilgili böylesine muhteşem bir sözün altına imza atmış olması, o bilim adamının ne kadar keskin bir gözlem ve sentez yeteneğine sahip olduğunun açık kanıtı.

Uzun zamandır ben de bilim ve sanatın genel olarak toplumdaki özelde ise ülkemizdeki rolü üzerine kafa yoruyorum. Yaşamımın epey bir bölümü, niteliksel olarak birbirinden farklı akademik kurumların içerisinde geçti ki, bunların içerisinde hem ülkemizin en eski üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi hem de çok daha küçük vakıf yükseköğretim kurumları var. Bu kurumlardaki gözlemlerime dayanarak ve maalesef üzülerek söylüyorum; akademik dünya misyonunu algılamak açısından Darwin’in oldukça gerisinde kalmış durumda. Bu durumu açıklayabilecek pek çok argüman ortaya konulabileceği gibi, istisna niteliği taşıyan pek çok akademisyenin de hakkını yememek lazım.

Yazının yazılış amacı akademik dünyaya mercek tutmak değil. Hem bu yüzden hem de daha fazla akademisyenin hışmını çekmemek amcıyla kuşun öbür kanadına geçmek istiyorum. Adı “sanat” olan kanada. Açıkçası benim geleceğe ilişkin umutlarım sanata dair. Özellikle ülkemiz açısından.

Kişisel olarak ben ekonomik büyüme konusuna çok fazla önem veren birisi değilim. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, eşitlik ve adalet ile çevre konularına yeterince önem veren toplumların ekonomik büyüme olmadan da gelişmiş toplum olabileceğine inanırım. Daha da ileri giderek, önem verdiğim bu konulardaki çürümenin temel nedenlerinin başında ekonomik büyüme kaygılarının geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Benim bunları söylüyor olmam, elbette bir önem ifade eder. Ama asıl önemli olan bunları toplumun geniş kesimlerine aktarabilmek. Tam da bu noktada sanat bir adım öne çıkıyor bana kalırsa.

Bir adım öne çıkıyor, çünkü sanatın toplumların vicdanına, toplumların yüreğine dokunabilmek gibi bir ayrıcalığı var. Bilimin ağır, güvenlikçi, kesinlikçi ve risksiz anlayışına karşın sanatın hızlı hareket edebilme, hissetme, tepkisel olma ve risk alabilme özellikleri yahut başka bir söyleyişle avantajları var.[1] Örneğin Aldo Leopold’un geliştirdiği toprak etiği kavramını anlamak ve özümsemek için yüzlerce bilimsel eser sayfasının arasında kaybolmanız gerekebilir ve yine de bu kavramı içinizde hissetmeyebilirsiniz. Oysa ozan Aşık Veysel’in sazından küçük bir melodinin eşlik ettiği bir dize size her şeyi tatminkar bir şekilde açıklayabilir:

Benim sadık yârim kara topraktır

Demem o ki, günümüz Türkiye’sinde sanatın ve sanatçının rolü, ister insan hakları ihlalleri ve özgürlük kısıtlamaları söz konusu olsun isterse doğanın bozulması, çok ama çok önemli ve önceliklidir. 4 Nisan’da gösterime giren “Mandıra Filozofu” adlı filme daha ilk gününde, biraz da bu duygu ve düşüncelerle gittim. İçimde tuhaf bir merak duygusu vardı. Acaba film izleyicilere, topluma bazı net mesajlar iletebilecek yeterlikte miydi? Yanıtı filmin senaryosunda ancak iki satırlık yer kaplayacak bölümde aldım. Mustafa Ali (Müfit Can Saçıntı) ile onun toprağını satın almak isteyen işadamı Cavit (Rasim Öztekin) arasında geçen beş saniyelik bir diyalogdu bu:

Cavit – Toprağını satın almak istiyorum.

Mustafa Ali – Neden?

5 Mandıra-Filozofu-27...

Bu kadar basitti aslında sormamız gereken soru: Neden?

Neden toprağın sahibi olmak isteriz? Neden onu alınıp satılacak bir mal haline dönüştürürüz? Ve neden ona sahip olmakla yetinmeyip etrafına yüksek duvarlar örerek, bencil bir çocuğun oyuncağına sarılması edasıyla onu diğer bütün canlılardan ayırmaya, koparmaya çalışırız?

Film bittiğinde hep o soru sözcüğü dönüyordu zihnimde; Neden?

Almak istediğini, aradığını almış birisi olarak mutlu ayrıldım salondan. Filmin geri kalan bütün kısımları teferruattı benim için. Denizle ormanın buluştuğu koydaki müthiş manzaralar, küçük bir Ege köyünün ve köylüsünün kendine has hoşlukları, mutluluk-teknoloji-minibüs üçlemesiyle yapılan taşlama, salonu gülmeye odaklanmış olarak dolduracak izleyicileri tatmin etmek amacıyla senaryoya serpiştirilmiş Ege küfürleri, geleneksel ve doğa tabanlı tedaviyle modern tıbbın buluşturulduğu sahneler vs. “Neden” sorusunun yanında bunların hiçbir önemi kalmamıştı benim için. Ben alacağımı almıştım.

Tavsiye eder miyim izlemeyenlere? Kesinlikle. Ama tek derdiniz gülmekse, Recep İvedik’in bilmem kaçıncısı da hala gösterimde.

Bu arada, nihayetinde ticari bir filmdi izlediğim. Bu yüzden, verdiği mesajla çeliştiği bölümler gözümden kaçmadı sanmayın. Örneğin filmin adı. Mandıra Filozofu. Çocuklar Duymasın dizisinde yakalanmış olan başarının gişeye dönüştürülmesi amacıyla isimden taviz verilmemiş, hayvanların birer et ve süt deposundan başka hiçbir anlamlarının olmadığı “Mandıra” sözcüğüyle afişler süslenmişti. Filmin finali de vermek istediği mesajla taban tabana zıt bir içeriğe sahip ki, izlemeyenlerin merakını öldürmemek için detayına girmiyorum. Yine de “neden” sorusuyla benim çektiğim çıtanın üstünden sıçramayı başardı Mandıra Filozofu.

Yeri gelmişken, yıllardır görüşmüyor olmama rağmen, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda bitişik evlerde oturup aynı liseye gittiğim arkadaşım Müfit Can Saçıntı’nın sanat yolunda verdiği emeklerin karşılığını alıyor olmasını görmekten dolayı onun adına son derece mutlu olduğumu söylemeyi de ihmal etmemem gerekiyor. Umarım bu durum beni, filmi değerlendirirken üstünde kalmaya özen gösterdiğim objektivite yolundan saptırmamıştır.


[1] Elbette bilimin de sanata karşı bazı üstün özellikleri var. Bunları atladığım sanılmasın. Yalnızca bu yazıda merceği sanata yöneltmek istiyorum, hepsi bu.

35-Cihan-Erdönmez1-150x150

 

 

Dr. Cihan Erdönmez

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.