Editörün SeçtikleriEkolojiEkolojik YaşamKentManşet

Kentlerin dirençliliği ne anlama geliyor, tersine göç, küçülme ve ekolojik sürdürülebilirlik  nasıl mümkün?

0

Dosya Haber: Melisa GÖNEN

*

Tüketen yanımızla öne çıkıyor, ihtiyaçlarımızın doğanın sınırlı kaynaklarıyla kurması gereken dengeyi aşıyoruz. Kentleri, ekolojik değerlerinden soyutlaştırıp metaların dolaşıma sokulduğu mekanlar olarak görüyoruz, mekana kalıplaşmış kavramlardan bakıp çözüm arayışlarını doğru şekilde formüle edemiyor; değişen ekosistemin dilini öğrenip ona göre eğitimlerimizi yeniden belirleyemiyoruz.

Peki nasıl yapmalı?

Tersine göç eğilimi, küçülme hareketi, ekolojik sürdürülebilirlik ve dirençlilik kavramlarının mekânsal izdüşümlerini uzmanlarıyla konuştuk.

Dirençlilik, bir yanılgı mı?

Kentleri afetlere, küresel ısınmaya, krizlere karşı korumak için geliştirilen dirençlilik politikaları, dirençli olmamızı zorunlu kılan asıl sorunları görmemizin önünde bir engel olabilir. Dirençli olmak yerine, dirençli olmamızı gerektiren nedenleri tespit ederek işe başlamamız gerektiğini düşünen uzmanlar var. Dirençlilik bir yanılgı mı sorusuna yanıt arayan Berlin Teknik Üniversitesi, HABİTAT Uluslararası Kentleşme ve Tasarım Birimi’nde post-doktora araştırmaları yapan Dr. Çare Olgun Çalışkan görüşünü şöyle açıklıyor:

“Bizi risklere, afetlere daha dayanıksız hale getiren süreci/sistemi değiştirmek yerine kentlerimizi daha dirençli hale getirmeye çalışıyoruz. Bunun tartışmasını ön plana çıkarıyoruz. Halbuki, dirençlilik meselesini kökten çözecek olan şey, bizi dirençli olmaya iten sistemleri, işleri, gidişatı ve kararları, politikaları değiştirmek olmalı. Dirençlilik tartışmaları meselesinde önemli olan dirençli olmak değil, neden dirençli olmamız gerektiğini sorgulayıp tartışmaların tutarsız noktalarını görmemiz gerekiyor. Dünyanın ekolojik limitlerini gözeterek yaşamayı öğrenmeliyiz. Bunu nasıl başaracağımıza odaklandığımızda dirençlilik tartışmaları kendiliğinden devre dışı kalacaktır. Dirençliliği de içine alan daha kapsayıcı bir şemsiye bakış akışına ve daha büyük kitlelerin harekete geçmesine gereksinim duyan bir dönüşüme ihtiyacımız var.”

‘Doğaya meydan okuyan değil, denge gözeten özneler olmalıyız’

Kentlerdeki dirençlilik meselesine eleştirel bakmayı öneren Çalışkan, “Yaşadığımız gezegende doğaya meydan okuyan özneler değil doğayla birlikte yaşamayı öğrenerek denge gözetmesi gereken varlıklar olmalıyız” diyor:

“Bu bakış açısını yaşadığımız mekanlarda, kurduğumuz çevrelerde, doğayla kurduğumuz ilişkilerde, tüketim alışkanlıklarımızda ve sosyal faaliyetlerimizde kır-kent ayrımı yapmaksızın gözetmeliyiz. Bu dengeyi ne kadar çok gözetirsek/talep edersek o kadar az riskle karşı karşıya geliriz.”

Sıcak dalgaları ve aşırı hava olayları neden artıyor?

‘Bizi krizlere açık hale getiren hakim ekonomi-politik gidişat değişmeli’

Dünyanın bugüne kadar hiç karşılaşmadığımız risklere açık olduğunu söyleyen Çalışkan, bu risklerden birinin de Birleşmiş Milletler tarafından geleceğin yeni pandemisi olarak gösterilen kuraklık olduğunu söylüyor ve ekliyor:

“Hiç aklımıza gelmeyecek yeni ekolojik krizlere açığız. Son yıllarda küresel ölçekte yaşadığımız olayları hatırlayınca, bizi krizlere açık hale getiren yaşam tarzını ve hakim ekonomi-politik gidişatı değiştirmediğimiz sürece kentleri, yapılaşmış çevreyi dirençli hale getirme amacını anlamsız ve zeminini çürük olarak nitelendiriyorum.”

Dünyanın yüzde 85’i küresel iklim değişikliğine bağlı sorunlardan etkileniyor. Dolayısıyla krizlerden kaçışımız yok.

Çalışkan, böylesi bir kriz ortamında dirençli olmaya çalışmanın baştan sorunlu bir yaklaşım olduğu görüşünde: “Dirençli olmayı gerektiren o kadar çok risk ve kriz faktörü var ki, birine karşı dirençli olurken belki de bir başkasına karşı kırılgan hale gelebiliyoruz. Bu da meseleye daha bütüncül yaklaşmamız gerektiğini gösteriyor.”

Ekolojik sürdürülebilirlik çözüm arayışı için nasıl bir güzergah?

Dirençlilik ve kırılgan kentler tartışmasına Çare Olgun Çalışkan’ın çözümü ekolojik sürdürülebilirlik kavramı: “İçi boşaltılmış bir kavram haline gelen sürdürülebilirlik kavramını yan yana kullanmayı tercih ettiğim tek kavram ekoloji. Bizim için temel motivasyon, amaç ve güzergahın ekolojik sürdürülebilirlik olduğu kanaatindeyim. Böylesi bir çözüm arayışı kendi içinde dirençliliği de sağlayacaktır. Bu nedene daha kalıcı çözümlerle yol almalı, bu anlamda politika üretmeliyiz.”

Kavramın dirençlilik ve kırılganlık ekseninde tartışılan çözüm arayışı içine nasıl yerleştirilebileceği ise bir başka sorun alanı: “Ekolojik sürdürülebilirlik, yaşadığımız mekanların, doğayla kurduğumuz ilişkilerin hepsinin daha dengeli ve ekolojik sınırlılığı gözeterek devam etmesi gerekliliğidir. Bu da her şeyden önce dünyamıza, gündelik yaşamımıza yön veren hakim ekonomik-politik gidişatın değişmesi gereğine işaret ediyor. Bu nedenle ekolojik sürdürülebilirlik, çatı kavram olarak değerlendirilebilir.”

Antroposen çağı ne zaman başladı?

Krizler çağı,  antroposen (insanegemen) tartışmalarında da çokça vurgulanıyor. Bundan çıkmanın yolu ve ekolojik sürdürübilirliğin gerekliliğine ilişkin Çalışkan,  “1950’lerden sonra dünya hızlı bir büyüme-kalkınma ivmelenmesi yaşadı. Bu süreç, tüketici toplumunu yaygınlaştırdı ve tektipleştiren, çeşitlilikleri azaltan modeller oluştu. Tüketen yanımız o kadar vurgulandı ki biz artık dünyaya hükmeden özneler haline geldik ve jeolojik çağların son evresinin adı değiştirilmek istendi. Haliyle bu gidişat hem sosyal hem ekolojik açıdan sürdürülebilir değil. Pandemi deneyimini de önümüzde koyduğumuzda, dirençli olmayı da içerecek şekilde kriz ortamından çıkmanın yolunu ekolojik sürdürülebilirlikte bulabileceğimizi düşünüyorum” diyor.

Kentleri nasıl bilirdik?

Ekolojik krize zemin hazırlayan nedenlerin en önemlilerinden biri de şüphesiz doğanın sınırlılığını gözetmeyen kentleşme biçimlerimiz, her açıdan yoğunlaşan kent yaşamı, tüketim toplumu halini alan kentliler ve onların sürekli artan ihtiyaçları.

“Kentleri ekonominin büyüme kaynakları ve alternatifi olmayan yaşam odakları olarak değil doğayla ve kırsal yaşamla bağları olan sosyal yaşam mekanları olarak görmemiz gerektiğine” işaret eden Çalışkan büyümeye dayalı ekonominin, kentleri krizlere açık hale getirdiğine dikkat çekiyor: “Neoliberalleşme dönemiyle birlikte kalkınmacı, büyümeci politikalar, 2000’li yıllarda ivme kazanan dijitalleşme mekânsal bağlılıkların giderek kırıldığı düzeyleri ortaya çıkardı. Kentleşme ve kent odaklı büyüyen ekonomiler krizlere açık hale geldi. Ancak kent odaklı büyüme ekonomilerinden uzaklaşmamız gerekiyor. Her kenti, kendi içlerinde kırsal yaşamı, tarımsal üretimi, ekolojik değerleri, yenilenebilir enerji imkanları, ekosistemi, doğal varlıkları, biyolojik çeşitlilikleri gibi sahip oldukları bütün varlıklarıyla dikkate alarak olabildiğince kendine yeten bir sisteme dönüştürmemiz lazım.”

Sorunlara çözüm arayışının çok farklı yönleri olduğunu söyleyen Çalışkan’a göre, sadece yerel ölçeğe odaklanmak çözüm değil.

“Özellikle 2000’li yıllardaki hızlı kentleşme ve ekonomik büyüme, inşaat sektörüne dayalı rant üreten, değişim değerinden nemalanan ekonomik büyüme politikasının (bugünlerdeyse kamu kaynaklarının elden çıkarıldığı, sürekli artan vergiler ve fiyat artışlarıyla farklı bir politik-ekonomik kriz ortamından söz edilebilir) değiştirilmesi gerektiğini söylememiz gerekiyor. Çünkü hakim ekonomik politikalar değişmeden yerel ölçekte yürütülen çalışmalarla sistemin gidişatını değiştirmek mümkün görünmüyor.”

Tersine göç, kır-kent dikotomisini aşabilir mi?

Bugün kenti algısal olarak, kırla bağlarını kopararak düşündüğümüzü ifade eden Çare Olgun Çalışkan, Türkiye’de kır kent ikiliği meselesinin aşılmaya, dönüşmeye başladığını söylüyor. Buna göre, hem kente hem de kıra yeniden bakıp yorumlamamız gerekiyor. Çünkü artık geçmişin aksine kent itiyor kır çekiyor dediğimiz zamanlardayız. Tersine göç kavramı da adını alışılagelmiş göç pratiklerinin tersyüz olmasından alıyor.

Bu kavramı anlayabilmek ise kent-kır dikotomisini yeniden tartışmaktan geçiyor. Tersine göç hareketi, kentin itici yanlarını geride bırakmak isteyenlerin bir istenci olarak kendini gösteriyor.

Şehir Plancısı, akademisyen Prof. Dr.  Murat Güvenç tersine göç hareketinin sanılanın aksine son yıllarda ortaya çıkmadığını, uzun soluklu bir süreç olduğunu söylüyor:

“19.Yüzyılda göç teorisi üzerine çalışan Ravenstein’ın ünlü göç yasalarından biri de,  her göçün orta veya uzun vadede varış noktasından geriye doğru bir göç akımı yaratacağıdır. Yani göç hareketleri, çıkılan yerlere geri dönüşle sonuçlanan ters bir akım yaratma eğilimi gösteriyor.”

‘Kırsal yaşam, mekânsal bağımlılığın kırıldığı alanlara dönüştü’

Çalışkan da kentlerin -özellikle hızla nüfusu artan metropollerin- artık kayırılan değil uzak durulan, kaçınılan bir özne haline geldiği kanısında:

“Sadece kentte değil kırda da bir dönüşüm var. Kırsal yaşam artık eskisi gibi kapalı, kendi içinde geleneksel normlara göre şekillenen bir yaşam olmaktan çıktı. Kırsal yaşam, kentin sunduğu internet/teknoloji temelli imkanları kullanarak mekânsal bağımlılığın kırıldığı alanlara dönüştü. Pandemi bu eğilimin gerçekleşmesinin mümkün olduğunu gösterdi.”

Kent ve kalkınma yaklaşımları birbirini destekler nitelikte gelişirken kırın arka plana itildi. Pandemide önemi daha da hissedilen taze gıda, tarıma bakış açısında bir kırılma da yarattı. Çalışkan’a göre, “Tarım ve kır ötekileştirildi. Tarım yıllarca geri kalmış bir ekonomik sektör ve geleneksel olarak yorumlandı. Halbuki gıdaya dayalı faaliyetler önemini giderek arttırıyor. Bir zamanlar ihmal edilen şeyler bugünün aranan değerlerine dönüştü.”

Yitirilen değerlerin peşine düşenler veya kentlerde aradığını bulamayanlar, tersine göç için harekete geçti. Çalışkan, “Bir yandan kırda tarımsal faaliyetlerini zorlukla sürdüren ve daha iyi imkanlar olabildiğinde kente göç eğiliminde olan eski köylüler/çiftçiler olsa da diğer yandan sayıları her geçen yıl daha da artan ve ekolojik duyarlılıklarla tarımsal üretime dayalı yeni ekonomik hareket alanı yaratan ve kıra göç eden yeni köylülerin, Türkiye’de kır-kent algılarının değişimini anlamak için önemli ipuçları verdiği”ni söyleyerek, tersine göç hareketiyle ilişkili olan dinamikleri yorumlamanın önemine değiniyor.

İstanbul gibi büyük kentlerde tersine göç hareketinin ivme kazandığını söyleyen Çalışkan’a göre, pandemi yitirilen değerlerin turnusolü olarak değerlendirilebilir.

Ya bu değerlerin arandığı yeni rotalar hangileri?

“Bütün artılarına rağmen katlanılamaz bir şehir haline gelen metropolden kaçış ve varış rotalarının birçoğu Ege ve Akdeniz gibi kıyı şeridi olan yerlere ya da kırsal ata topraklarına ulaşıyor.”

İstanbul’dan ayrılma talebiyle hareket eden nüfusa başka şehirlerin altyapısının hazırlıksız yakalandığını/yakalanacağını aktaran Çare Olgun Çalışkan, “Bugün İstanbul ihtiyaç duyduğu gıdayı sağlamak için başta Marmara bölgesine ve Akdeniz’deki tarım sahalarına bağımlı. Dolayısıyla kendine yetemeyen ve sorunlarını dışa vuran İstanbul’un tersine göç eğilimi, başka şehirlerde başka sorunların ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir” diyor.

Büyük şehirlerden kırsal kesimlere ve kıyı şeridindeki şehirlere yapılacak göç hareketlerinin belirli noktalara yönelmesi halinde bu noktalarda olası altyapı sorunlarının görülebileceğini söyleyen Güvenç, metropolden çıkan nüfusun farklı noktalara dağılması durumunda yaşanabilecek senaryoyu ise Çalışkan’dan farklı olarak şöyle aktarıyor:

“Tersine göç hareketi çok sayıda varış noktasına dağılacak şekilde sürdürülürse bazı noktalarda altyapı problemleri olsa da altından kalkılmayacak problemler yaşanacağını düşünmüyorum.  Kamu yöneticileri için tersine göç problemiyle uğraşmak, göç problemiyle uğraşmaktan çok daha kolay olmalı.  Çünkü kırdan kente göç sürecinde birden çok noktadan çıkan göç akımları  birkaç büyük kentte son bulur. Tersine göçte ise, birkaç büyük kentten çıkan göç hareketi çok sayıda varış noktasına dağılıyor.”

Gidenler gelenleri aştı: Net göç

Tersine göç eğiliminin başladığı ve sürdüğü görüşünü paylaşan akademisyen Murat Güvenç’e göre, İstanbul gibi deprem beklenen şehirlerde bu eğilim daha fazla:

“Tersine göç büyük bir devlet politikası üzerinden yaşanmıyor ama hane halkları bu eğilimi sergiliyor ve kendi tedbirlerini alıyorlar. Ayrıca deprem riski alışılmadık bir hareketliliği tetikledi. Emeklilerin, varlıklıların, büyük şehirlerin yaşanmaz koşullarından kaçmak isteyenlerin, büyük şehirlerden kaçma eğilimleriyle ilişkilendirilen tersine göç hareketi depremle hız kazandı. Son 4-5 senedir İstanbul aldığından daha fazla göç veren bir yer haline geldi. Yani gidenler gelenlerin sayısını aştı. Buna net göç deniyor.”

Tersine göçün devlet tarafından planlanmasının mümkün ancak süreç kolay değil. Güvenç, şunları söylüyor: :

“Türkiye’de bu konu üzerine yoğun çalışıldığı kanaatinde değilim. Tersine göç özendirilebilir. Çünkü kentlerimizdeki nüfus yoğunluğu, hem deprem hem de salgın hastalıklar açısından riskleri gündeme getiriyor. Bu risklerin azaltılabilmesi kentleri daha dirençli kılmak için, yerleşim düzenimizi ve nüfus coğrafyamızı yeniden, yeni kavramlarla anlamaya ihtiyacımız var. Kentlerimizde biz farkında olmadan çok önemli süreçler yaşanıyor. Biz eskiden, bu süreçleri izleyebilecek kaliteli veri setlerine sahiptik. Şimdiki veri setleri eskileri kadar kaliteli değil. Tersine göç sürecini anlamak için daha kaliteli, daha ayrıntılı veriye ve Türkiye’nin göç sürecini yeniden anlamlandırıp kavramsallaştırabileceği yeni araştırmalara ihtiyacı var.”

Küçülme hareketi soruyor: Büyümeye mecbur muyuz?

Kullandığımız şeylerin kullanım değerine değil, değişim sonrası yeni değerine odaklanan bir toplum haline geldiğimizi söyleyen Çare Olgun Çalışkan’a göre, ihtiyaçlarımız sürekli artırıyor ve çeşitleniyor. Küçülme hareketi ise aslında ihtiyaçlarımızın da tıpkı kaynaklarımız gibi sınırsız olmadığını söylüyor. Küçülme hareketi lineer dediğimiz kalkınmacı ve sürekli büyümeye dayalı ekonomik gidişatı eleştiren ve bunun karşısında büyümemeyi öncelikli kılan ve bu nedenle de radikal ve negatif bir kavram olarak değerlendiriliyor.

Peki küçülme; karşı karşıya olduğumuz krizlerden çıkış rotasını belirleyebilir mi?

“70’lerde ortaya çıkan küçülme hareketi,  basit bir soruyla temel tartışmasını başlatıyor: Büyümeye mecbur muyuz? Küçülme hareketinin öncüleri, ekolojik limitleri hatırlatarak, sonlu kaynakları olan bir dünyada sonsuz kaynak varmışçasına yaşayamayacağımızı vurguluyor. Zorunlu olmadıkça üretmemeyi ve tüketmemeyi bir ilke olarak benimsiyor ancak ne yazık ki bugün, tüketici bir topluma ya da bir başka isimle kullan at toplumuna dönüşmüş durumdayız.”

Küçülme: Yalnızca Yeşil Yeni Düzen değil

‘Bir yandan büyüyüp bir yandan sürdürülebilir olamayız’

Yaşamımızın döngüsü için gerekli hizmetler gezegenimizin kaynaklarıyla karşılanıyor. Oysa kaynaklar kısıtlı. Peki dünya bize daha ne kadar yetebilir?

“Biz sürekli büyüyen, tüketim ihtiyaçları sürekli artan varlıklar olarak yaşamımızı sürdürürken gezegenin sınırlarını görmezden geliyoruz. Bu başlı başına sürdürülemez bir gidişat haline geliyor. Oysa, bir yandan büyüyüp bir yandan da sürdürülebilir olamayız Dolayısıyla bu gidişat oksimoron olarak tanımlanıyor.”

Küçülme hareketinin bir denge arayışı olduğunu belirten Çare Olgun Çalışkan’ın aktardığına göre küçülme hareketi ekonomik modellerde de değişim talebinde bulunuyor ve yeni bir model öneriyor: “Küçülme hareketi Herman Daly tarafından tasarlanan bir model olarak durağan durum ekonomisini benimsiyor.  Model dört dinamik üzerinde duruyor:”

1-Ekosistem limitlerinin kendini yenileyebilme kapasitesinin üzerine çıkma

2-Atıkları azaltacak sınırlayıcı politikalar benimse

3-Yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş sürecinde dengeyi gözet (Bugünkü fosil yakıt kullanımını azaltarak yeni sistemlere geçişi planla)

4-Nüfus artış hızının önüne geçecek politikaların gereğini anlat

Küçülme çoğu zaman havada duran bir ekonomi-politik dönüşüm olarak algılansa da, son zamanlarda gerçekçi bir alternatif olma iddiası taşıyan güçlenmiş bir yaklaşım. Çalışkan’a göre “Hakim, klişe merkezi yerel yönetim politikalarının ötesinde, dikey hiyerarşileri reddeden yatay katılım mekanizmalarını öne çıkaran bir hareket” olan küçülmeyle ekolojik limitleri referans alan politikalar geliştirmek mümkün.

Küçülme hareketi  ekolojik krizlere bir çözüm olabilir mi, tartışması sürse de Çalışkan’a göre harekete geçmemiz gereken noktalar belli: “Ekonomik refahtan ziyade sosyal ve çevresel refahı ön plana çıkarmalı, şeffaf ve katılımcı politikalar geliştirmeli; dirençli olmamızı gerektiren koşulları ortadan kaldırmalıyız.”

You may also like

Comments

Comments are closed.