Hafta SonuManşet

Kendi dünyalarının Don Kişot’ları (Bölüm 5) – Mem Çelik

0

Çocukluktan üniversiteye, Mardin’den Van’a uzanan bir yolculuk…

Mem’in yolculuğu…

6 bölüm, 6 hafta…

5. Bölüm

Birinci bölümü okumak için tıklayın.

İkinci bölümü okumak için tıklayın.

Üçüncü bölümü okumak için tıklayın.

Dördüncü bölümü okumak için tıklayın.

***

“Aşağıda adı yazılı şu şu kişilerin, bölüm hocalarından felankesin yanına savunma için gelmeleri gerekmektedir” yazılmıştı. Yanına gideceğim kişi bizim bölümdeki bir öğretim üyesi, yani bize ders veren, doğruları öğreten hocamızdı.

Yazıyı görünce hiç kimseye danışmadan, can havliyle soluğu hocamızın yanında aldım. Kapıyı çalıp içeri girdim, “Merhaba, müsait misiniz?” dedim. “Buyur” dedi. İsmimi söyledim, “Kapıda soruşturma için yanınıza gelmem yazılıydı” dedim. Hoca elindeki işi bırakıp yüzüme baktı: “Haaa, buyur otur şöyle”. Oturdum. Hoca, “Niye böyle şeyler yapıyorsun?” dedi. “Nasıl şeyler yani?” dedim. Hoca, “Olmaması gereken şeyler, işte bölücü faaliyetler” dedi. “Hocam ben bölücü faaliyetler yapmadım” dedim. Aynı anda zihnimden şunu geçiriyordum: “Hocamı kandırmışlar. On iki yaşında bir çocuğun bedeninden on üç kurşun çıkartılmış. Bir üniversite hocası buna nasıl bölücü faaliyet der ki?  Yok yok, başka bir şeyler söylenmiş hocaya. Hoca bilse gerçeği… Bir çocuğa yaşından daha fazla kurşun sıkılmış. Bir çocuk nasıl öldürülebilir?”

“Durun hocam, size yanlış anlatılmış” dedim. Detaylı olarak anlatmaya başladım. Hocam bana aynen şunu söyledi: “O terörist.” Zihnim o anki gerçekliği kabul etmiyordu. Tekrarladım birkaç defa: “Hocam Uğur Kaymaz daha bir çocuk. Nasıl terörist olabilir ki?” Ama hoca konuşmaya devam etti: “O terörist Mehmet. Yanında da silah vardı. Eğer onu öldürmeselerdi, o başkalarını öldürecekti.”

Bir an acaba yanılıyor muyum diye zihnimi yokladım. Gazete fotoğrafı, Uğur’un ölü küçük bedeni, boyu kadar bir kalaşnikov. Bu çocuk nasıl bu silahı kaldırabilir? Bu çocuk bir kilo domatesi taşırken zorlanır. Haydi kaldırdı, nasıl karakol basar? Hiç mantıklı gelmedi. Hoca yüzüme bakarken, ben ruhumda öğretmenliğin bulunduğu o kutsal yerin yıkılışının verdiği acıyı yaşıyordum.

Soruşturma devam etti. Ne kadar ceza geleceğini bekliyordum. Her şeyin yıkıldığını, her şeyin saçma sapan bir hal aldığını, artık buralarda olmamam gerektiğini düşünmeye başladım. Günlerce düşündüm ve sonunda anladım ki, artık Mardin’e dönemem. Kendimi biliyordum. Kapitalizm denen bir şeyin olduğunu, nereye gidersem gideyim bu sorunun çözülmeyeceğini, kocaman bir sistemin varlığını, hocamın bile bu şekilde düşünmesi yüzünden bir karanlığın altında yok olduğum korkusunu ve inancımı kaybetmeyi düşündüm. Farkında olmadan kaçmaya çalıştım. Her şeyden. Okuldan, devrimcilerden, ailemden, kendimden…

***

Dayımlar ve amcamlar hesabıma para yatırmışlardı. O parayla bir fotoğraf makinesi aldım. İlk defa bu kadar pahalı bir eşyam oluyordu. Her şeyin fotoğrafını çekiyordum. Van denizinin, minibüslerin, kedilerin, köpeklerin, yolların… Fotoğraf makinesinin ipini boynuma asmıştım, bir yandan önemli değilmiş gibi bir tavırla, ama içten içe aman bir şey olmasın makinaya diye dikkat ederek… Avuçlarımın içi terliyordu makinaya bir şey olacak diye.

Bir an geldi ve kendimi kandıramadığımı itiraf ettim kendime. Hayır, dedim, benim hayatım bu değil. Artos Dağı’nın eteklerine gittim. Çiçeklerin, hayvanların, gökyüzünün fotoğrafını çekiyordum. Okula, derneğe, yurda, artık zorunlu zamanlarda gidiyordum. Geri kalan bütün zamanımı Van’ın kenar mahallerinde geçiriyordum.

Dağın eteklerindeki  mahallere gittim. Orası Mardin’di. Onlar da benim gibiydi. Bu kocaman, modern, fiyakalı hayata ait değildim. İçimdeki diğer bütün yalanları bastıracak bir yalan bulmuşum kendime. Birkaç çıplak çocuk fotoğrafı, birkaç doğal kare yakalayıp, bak bunu ben çektim demenin egosunu yaşıyordum.

IMG_5574

Van’ın o yakıcı sıcağının altında yürüyordum. Dağın eteğinde, mahallenin dışında bir harabe gördüm. İçimden bu harabenin fotoğrafını çekmek geldi. Yürüdüm. Harabenin önündeki tek dut ağacının dibinde mavi leğenin içinde çamaşır yıkayan bir anne gördüm. O kadar düşüncelere dalmıştı ki, çamaşırları ağır çekimde gösterilen bir film gibi ağır ağır yıkıyordu. Fotoğrafını çekmeye çalıştım. Birden beni fark etti. Başındaki beyaz tülbenti hızlıca bağlayıp ağzını burnunu kapattı. Sadece gözleri görünüyordu. Beni fark etmemiş gibi yapıp hızlı hızlı çamaşırları çitlemeye başladı. Biraz yaklaştım. Ama içime o kadar tereddüt doldu ki, ne yapacağımı şaşırdım.

Bu sırada uzun boylu, şalvarlı bir amca babacan bir gülümsemeyle yoldan bana doğru gelmeye başladı. Gülümseyerek sordu: “Öğrenci misin yiğenim?” “Evet” dedim. “Ben Musa” dedi. “Bak, bu çok mağdur bir kadındır.” Şaşırarak “Hayırdır Musa amca”, dedim “Neden çok mağdur?” “Ya, çok mağdur işte! Şaşırma o kadar. Sen nerelisin?” “Mardinliyim” dedim. O zaman Musa Amca benim şaşırmama daha çok şaşırdı: “Sen nesine şaşırırsın ki, hepimizin kaderi üç aşağı beş yukarı böyle değil mi yiğenim? Bu kadın da bunlardan biri. Eşi kaçakçılıktan cezaevine girmiş, 36 sene ceza yemiş.”

İçimden bir ses bu annenin yanına gitmemiz gerektiğini söyledi. Musa amcaya, haydi gidelim de bir çayını içelim diye ısrar ettim. Musa amca içi ne kadar el vermese de beni kıramadı. Kadına doğru yürüdük. Musa Amca kadını tanıyordu, selam verdi. “Bu genç öğrenci illa Türkân Ana’nın çayını içeyim diyor.” Kadın utangaç ve şaşkın “Tabii” dedi. Türkân Ana harabenin içine girdi. O içeri girer girmez üç çocuk dışarıya çıktı. Yedi yaşlarında küçük bir erkek çocuk, on beş-on altı yaşlarında biri kız diğeri erkek iki genç. Musa Amca’ya baktım, bakışları yerdeki leğene takılı bir şekilde sessizce, “Burada yaşıyorlar yiğenim” dedi.

Küçük çocuk gülerek Musa Amca’nın yanına koştu. Musa Amca cebinden bir bozukluk çıkartıp ona verdi. Ben hâlâ tek odalı bu harabede nasıl yaşadıklarının şokunu yaşarken, çocuk alıp elimi öptü. Sarıldım ona: “İsmin nedir?” “Reber”, dedi. “Anlamı nedir?” dedim. Gülerek “Reber” dedi. Güldüğünde fark ettim ön dişlerinin çoğunun dökülmüş, diş köklerinin zift gibi kararmış olduğunu. Musa Amca’ya dönüp çocuğun dişlerini işaret ettim, “Çürümüş”, dedi iç çekerek.

Kadın harabeden çıkıp komşuya gitti. Elinde iki çay bardağı. Tek göz ocağın üstüne çay suyu koyup, “Kusura bakma oğlum, semaverimiz kırıldı, fırsat bulmadık çarşıya inmeye. Ocağın üstünde biraz geç kaynar” dedi. “Bir şey olmaz”, dedim. Kız çocuk ve erkek çocuk da bize hoş geldin demeye geldi. Yetmiş yaşındaki bir yetişkin ciddiyetiyle elimi sıktı on beş yaşındaki çocuk. Afalladım, şaşkınlıkla “Kaçıncı sınıfsın?” dedim. “Ben okumuyorum, ama iki kardeşimi okutuyorum” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim.

Çocuk konuşmaya devam etti. Beş ay bilmem hangi köye gidip çobanlık yapıyordu. Onlar da bunun karşılığında biraz buğday veriyorlardı. O buğdayla kışın annesi ve iki kardeşi ile geçiniyorlardı. Darmadağın olmuştum, ne diyeceğimi bilemedim. Türkan Ana geldi: “Kusura bakmayın”, dedi “daha kaynamadı.” Dayanamadım. “Musa amca, ben derse geç kalacağım, başka bir gün Türkan annemin çayını içerim” dedim. Kalktık.

Musa Amca ile yürüdük. O bir şeyler söylüyordu, ama dinlemiyordum. Sadece son cümlesi hatırımda kalmış. “Memed yiğenim, bizi yadırgama. Kimse bu aileden daha iyi değil buralarda.”

Şehir içine indim, derneğe gittim. Deniz geldi, “Neyin var Memed” dedi. “Yok bir şey” dedim. “Bu akşam yurda gitme, bize gel” dedi. “Tamam” dedim. Akşam Denizler’e geçtik. Denizler’de birçok arkadaş vardı. Menemen yapmışlardı, yiyemedim. Yan odaya geçtim. Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Neye ağladığımı da bilmiyordum. Üniversiteyi kazandığım andan bu yana her şey değişmişti ve hiçbiri de ruhuma iyi gelen değişimler değildi. Durdurmaya çalışıyordum kendimi, ama tutamıyordum. Haykıra haykıra ağlıyordum.

Odaya Seyit geldi. Hiçbir şey demedi. Dizlerinin üstüne oturup göz yaşlarımı sildi. Bir şey söylemeye çalıştım, ama Seyit konuşmamamı söyledi. Ta ki sakinleşene kadar. Söyleyecek bir şeyim yoktu, ama bir şeyler anlatmam gerekiyordu. Türkân Ana’nın durumunu anlattım, onun da gözleri doldu. İçeri geçtik. Seyit konuyu açtı, tartışmaya başladık. Herkesin ekonomik durumu beliydi: “Kimin bursundan ne kalmışsa, onunla bir şeyler alıp ailenin yanına gidelim. Hiçbir şey yapamasak bile onların yanında olduğumuzu hissetsinler” dedi.

“Yarın gidiyoruz” dedik.

43-Mem Çelik

 

(Devam edecek – haftaya son bölüm)

Mem Çelik

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.