Dış Köşe

Kalplerde seçicilik – Ferhat Kentel

0

Kobanê’de insanlık trajedisi yaşanıyor. Geçenlerde Şengal’de, Gazze’de, daha önce Kahire’de, daha da önce mesela Felluce’de yaşandığı gibi…

Ve algıda ve duyguda seçiciliğimiz her zaman devrede. Cemaatler ve uluslar gibi biraz tarihsel ve kültürel kökenleri olan ama daha da çok kurgu kimlikler altında yaşayan biz insancıklar, esas olarak sadece bize daha çok benzeyenlerle empati yapma yeteneğimizi geliştirmişiz. “Bizim gibi olmayanlar”ın ölümleri, katledilmeleri en fazla beynimizi, aklımızı harekete geçiriyor ve en fazla bir-iki “gerekli cümle” (“Tabii olmaması lazım; üzülüyoruz, insan hayatı çok önemli”) sarfediyoruz. “Bizim gibi olanlar”ın işlediği cinayetlerde de gene bir-iki tane “gerekli cümle” (“Tabii olmaması lazım; ama onları da anlamak lazım; onlar da çok çekti”) sarfediyoruz.

Oysa bize benzeyenlerin başına bir şey geldiği zaman, kalbimizde, en derinimizde hissediyoruz acıyı. Kendimize ait parçaları kaybetmişçesine canımız acıyor.

Bu durum aslında “normal”; genellikle böyle olur. Ama belki bu “normal” durumu biraz “sorunsallaştırmakta” yarar var.

Bir kaç gün önce İstanbul’da Kurtuluş son durakta, adına “insan” ya da “hayvan” sıfatlarıyla tanımlayamayacağımız bir takım yaratıklar Ugandalı bir göçmen tekstil işçisine toplu tecavüz ettiler ve kadını öldürdüler.

Uganda’lı Jesca Nankabirwa yaklaşık bir yıldır Türkiye’de yaşıyordu. Sultangazi’de bir tekstil fabrikasında aylık 900 liraya çalışarak memleketindeki iki çocuğunun masraflarını karşılıyordu.

Geçenlerde “yeni Türkiye”nin aparaçiklerden biri yazıyordu. Yazısında, çıktığı bir yurt gezisinde beraberindeki çağdaş kadınların yollarda gördükleri sarıklı, başörtülü geleneksel insanlar için “boyu devrilesiciler, dereye düşüp geberesiciler” diye köpürüp durduklarını anlatıyordu.

Bir başka hikayeye geçenlerde ben şahit oldum. Uçakta yanlış koltuğa oturan “hacı adayı” bir adam, hostesin kendisini göndermeye çalıştığı esas koltuğunu beğenmiyordu. Gerekçesi ilginçti: çünkü kendi koltuğunun yanında oturan Japon kadın için “kara kuru bir şey; niye gidip onun yanına oturayım!” diye itiraz ediyordu!

Sadece biyolojik özelliğiyle varolan yaratıklardaki, en seküler ya da en dindar görünümlü bu sıradan insanlardaki ortalama ırkçılığın sebebi nedir?

Bizans, Osmanlı geleneği? Otoriter devletin yarattığı korkular, nefret? Muhtemelen… Ancak bir boyut var ki, çok açıklayıcı görünüyor: “fark”tan korkmak!

Cemaati cemaat yapan şey, diğerlerinden ayırdedici özellikleri bulmak ve yeniden üretmek. Mesela bu ayırdedici özellik, “öldürmeyeceksin” ya da çalmayacaksın” değil; hiçbir grup, hiçbir cemaat zaten öldürmeyi, çalmayı, yalan söylemeyi vaz’etmiyor. Hatta oruç gibi kimi ritüelleri bile paylaşıyor. Ama bir cemaat, domuz yemekte, şarap içmekte sorun görmezken, başka bir cemaat bunu günah olarak görüyor ve hırsızlık yapmak, adam öldürmek değil ama şarap içmek (“aksırıncaya tıksırıncaya kadar içenler”) ve daha da çok “domuz yemek” ölümüne korkulan anlam yüklü sembolik farklar haline geliyor.

Ya da ayırdedici az sayıda fark bütün dünyaları birbirinden ayırmaya; farklı cemaatleri birbirinden nefret ettirmeye yetiyor.

Mesela bayrak da en ayırdedici sembollerden biri. Başka uluslardan, başka insan topluluklarından ayırdeden ve farklılığı kutsallaştırılan bir sembol.

Tabii, mesele sadece domuz, şarap ya da Hıristiyan, Müslüman, şu bayrak ya da bu bayrak ayrımı değil. Müslüman Müslüman’dan; solcu solcudan; Türk Türk’ten, Kürt Kürt’ten de nefret ediyor bulabildiği ayırdedici farklardan ötürü. O küçük fark koskoca bir anlam yükleniyor ve adeta din değiştirmekten, dinden çıkmaktan korkar gibi, insanlar cemaatini kaybetmekten, yapayalnız kalmaktan –ölümüne- korkuyor.

O zaman sonuna kadar şişirilmiş farklarımızı bir kenara bırakıp Kobanê’de Kürtlerin, Gazze’de Filistinlilerin, Şengal’de Ezidilerin acısını kalplerde hissetmek çok zor olmasa gerek.

Ferhat Kentel – basnews.com

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.