Hafta SonuKültür-SanatManşet

‘İnsan kral yemiş bir kurtçukla balık avlayabilir. Sonra tuttuğu balığı ham diye yutabilir.’

0
Fotoğraf: Mehmet Çakıcı

İşbu, uzun gibi gözüküp aslen akıcı sohbet metni, spoiler dedikleri naneden içeriyor olabilir. Hatta bu keyifli muhabbete, Moda Sahnesi’nin Hamlet[1] yorumunu izledikten sonra daha iyi vakıf olacaksınızdır. Fakat ümidim, hamlamış, kötü bir tiyatro izleyicisi bendenizin, bu cesur ve meraklı hamlesinin, sizi Hamlet’e ve Shakespeare’e bir adım daha yaklaştırmasıdır. Severek başlayın! – Deniz Koloğlu

Moda Sahnesi‘nde sahnelenen Hamlet oyununun yönetmeni Kemal Aydoğan ve Hamlet’i Onur Ünsal ile Deniz Koloğlu konuştu

Kemal Aydoğan & Onur Ünsal  (Fotoğraf: Deniz Koloğlu)

Deniz Koloğlu: Nasılsınız, iyi misiniz?

Kemal Aydoğan: Çok iyiyiz. Sen iyi misin?

Onur Ünsal: Olağanüstüden bir tık daha iyi.

Deniz: Ben olabildiğince iyiyim.

Kemal: Böyle güzel bir ülkede yaşıyor olmak…

Onur: Olağanüstü virgül iki.

Deniz: Ama ben inanarak söylüyorum.

Kemal: Ben de! Tamam, bir sürü sıkıntı var ama hayat devam ediyor. Yaşıyor olmanın gereksiz bir sevinci var. Hiç bırakmıyorum onu. Bıraktık mı yandık zaten. “Tanrıya şükür!” bitmeyecek bende ya da “Doğaya şükür!”, artık ne diyorsanız.

Deniz: Öncelikle buraya geliş hikâyemi anlatmak isterim; ben çok kötü bir tiyatro izleyicisiyim…

Kemal: Süper!

Deniz: Olaylar şöyle gelişti, sevgili ev arkadaşım Sena Karahan bu sezon Hamlet’i izledi. Çok beğendi. Evin içinde bir süre oyundan replikler dolanır oldu.

Kemal: Eyvah! Bu riskli bir şeymiş yahu.

Onur: Sena, yükseltmeseydin beklentileri…

Deniz: Ben de onun sayesinde bu oyunu izlemiş oldum. İzledikten sonra Facebook’ta küçük beğeni notu ve künyesiyle paylaştım. Bunu üzerine Yeşil Gazete’den Alper Tolga AkkuşBize oyunla ilgili yazar mısın?” dedi. Ben de “Hayır ama seve seve bir söyleşi yaparım” dedim ve buradayım. Ortaya birkaç soru da hazırladım ama öncelikle 2013’den beri sahnelediğiniz Hamlet’le ilgili ne söyleyerek başlamak istersiniz?

 

Onur: Notlarına baktım da, çevirenler eksik yazılmış. Kemal Aydoğan da olmalı.

Deniz: Sitenizden aldım künyeyi.

 

Kemal: Hiçbir zaman yazmadı ki. İngilizce bilmiyorum ama çeviri sürecinde tabii ki vardım.

Onur: Bunun da bir adı olmalı bence. Her şeyi beraber yaptık aslında.

Kemal:Shakespeare ne demek istiyor”a dair birtakım sezgilerim var. Tabii o işe yarıyor. En azından ‘yanlış anlamalarım’ var, çok seviyorum onları. Galiba Hamlet üzerine söz bitecek gibi değil; üzerine en çok söz söylenmiş sanat eserlerinden biri. Büyük olasılıkla bizim söylediklerimiz de yeterli, bitmiş değildir.

Onur: Bu hem ilk çıktığımız üç oyundan biriydi, hem de mekânın prömiyeri gibi oldu. Bizi, bize hatırlatan bir oyun ve hoşumuza gidiyor. Her sahneye çıktığımda, bu oyunun niye böyle yapıldığının cevabını hatırlıyorum.

Kemal: Buranın tüm açılış bilgisini Hamlet taşıyor.

Onur: Evet, doğru.

Deniz: Yükünü de taşıyor mu peki?

Onur: Bir dönem taşıdı.

Kemal: Shakespeare ve Hamlet olma sebebiyle, yükünü taşımaya muktedir bir kuvvete ve kudrete zaten sahip. Onun için iyi bir yüklenici. Ama aynı zamanda iyi bir büyücü gibi, bize uğurlu geldi. Ben inanıyorum bu tür salaklıklara.

Deniz: Salaklıkları seviyoruz.

Onur & Kemal: Evet, evet!

➣ Tiyatronun zamanla çok değişik, çok güzel bir ilişkisi var

Hamlet afiş (Cem Dinlenmiş)

 Kemal: Burası açık kaldığı sürece Hamlet repertuvarda hep olsun gibi bir niyetimiz var. Nazar boncuğu o. Biz buradan yola çıktık. Başlangıç bilgisini unutmamak gerekiyor. Onunla hep hemhâl oluyor olmak önemli. Ayrıca zaten oyun da durduğu yerde durmuyor. Bünyesinde bizim hareketlerimizi taşıyor, bize ait izlerin hepsi onda da var. Mesela her yıl bir kere Hamlet izleyen izleyicilerimiz var. Zaman tiyatroya sahiden iyi şeyler kazandırıyor. Tiyatro, heykel gibi değil, yaparken de değişen bir sanat. Zamanla çok değişik, çok güzel bir ilişkisi var. Zaman, bozabilir de tabii.

Deniz: Bozulması oynayan, sahneleyen kişilerin kendini sorgulamayan bünyelerine bağlıdır diye tahmin ediyorum.

Onur: Tiyatro pratiğinde şöyle bir şey var, bu iş hakikaten, bir şeyi yapmakla değil, tekrar tekrar yapmakla ilgili. Onun da bir zorluğu var, hatta bence en zoru o.

Deniz: Tarif etmeni rica etsem.

Onur: Bir taraftan bir hayat yaşıyorsunuz ve bir oyuna çalışıyorsunuz. O oyunu çalışırken, o oyunun etrafında çok dönüyorsunuz. O oyun bir şekilde başlıyor, çok güzel başlıyor hem de. Fakat hayat aynı gitmeyebiliyor ya da o oyunu zamanla çok oynamış oluveriyorsunuz. Bazı negatif şeyler olabiliyor; oyunculardan biri ayrılabiliyor, oyunun seyircisi düşebiliyor. Oyun, çalıştığınız, başladığınız yerle bitmiyor. Bu bir pratik meselesi, galiba. Hayatta en çok da ona örgütlenmek gerekiyor.

Kemal: Biz başka türlü bir pratik kurmaya çalışıyoruz. Hızdan oluşan bir çağda yaşıyoruz. Çağ -kapitalist, neoliberal diyelim- bize “Sürekli yenile!” diyor. Tiyatro da diyor ki “Her gün aynı şeyi yapacaksın”! Çağın insanı, çok arkaik bir bilgiyle harmanlanmak zorunda. Aslında kökteki bir şeyi hatırlamak zorunda. Bu tekrar ederek, yavaş yavaş derinleşerek o izin üzerinden bir kere daha geçmekle ilgili bir şey. Zamanı başka türlü kullanma pratiğiyle, becerisiyle ilgili ve moda tabiriyle söyleyeyim, bu zamanın ruhunda barınmıyor. Ama siz bir oyuncu, bir tiyatrocuysanız onu hatırlamak zorundasınız, pratiğinizi o belirlemek zorunda. Çünkü aslında bunu iyi yapan ekiplerin hepsi biliyordur ki çok tekrarla birlikte bir şey değişiyor ve aslında iyi bir yere yerleşiyor. “Çok yaptık. Artık yeni bir şey yapalım” duygusuyla yapıldığında erozyon oluyor. Peki gerçekten yaptık mı, yüz oyunu sahiden oynadık mı?

Deniz:Moda Sahnesi var olduğu sürece Hamlet’i oynayacağız” mı dediniz biraz önce?

Onur: Hımmm… Vallahi kaldırmayı hiç düşünmedik.

Kemal: Ben oynasın istiyorum. En azından önümüzdeki yıl oynanacağı kesin. Ama, mesela hayat artık Hamlet’i istemez ya da seyircisi gelmez diyelim -bir sürü başka parametre de var- o zaman devam etmeye gerek yok. Ama şu haliyle onu taşımayı isteriz.

Onur: Aslında en çok seyirci belirliyor. Bizim hislerimizi de onlar belirliyor. İşin özü bu.

Kemal: Tabii.

Deniz: Tekrar, sizin için başat bir edim.

Kemal: Bizim bir bebemiz var Bengi’yle [Günay] üç buçuk yaşında, her şeyi tekrar ede ede öğreniyor. Dünya da sürekli dönüyor biliyorsunuz değil mi?

Deniz: Bir seyirci bir oyunu bir seferde anlar mı?

Onur: Hissedebilir.

Kemal: Bence anlar. Biz, bir kerede anlaşılacak bir oyun yapıyoruz. Ben iddia ediyorum. Ama o tadı üç kere talep etmesi de güzel tabii. Hem anlamak ne ki?!

Deniz: Anlamaktan kastım, oyunun seyirciye geçmesi. Mesela bu oyuna söyleşi yapacağım itkisiyle gelseydim, bambaşka izlerdim. Oysa çok daha özgür bir şekilde, Deniz olarak izledim.

Kemal: Şimdi, bir şeyin karşısına Deniz olarak geçtin ve durdun, sana bir şey dedi ve gittin. İşte o Hamlet zaten! Ama, mesela hâlâ “Aaa! Orada şunu diyormuş. Oğlum, şunu atlamışız yaa!” diyoruz. Çünkü Shakespeare bağlamında hep yeni bir şey öğreniyoruz.

Onur: Bir pencere açılıyor “Aaa! Bu, bunu diyormuş. Şunu şöyle mi söylesek” gibi şeyler oluyor. Ama Kemal Abi’nin dediği başka bir anlama biçimi.

Kemal: Bu kadar kasmamak lazım. Çünkü tiyatro aynı zamanda popüler de bir şey. Zaten Shakespeare de popüler düzlemde yapıyor; bir hikâyenin karşısına geçersin, dinlersin. Oradan kendi hayatına bakarsın, insana bakarsın, “Nasıl bir varlık bu?” dersin. Yapılar nasıl var oluyor, devlet nasıl bir şey, aşk nasıl, annelik nasıl vs. Tiyatro aslında her şeyi o gün, orada anlatmaz. Bir şeyleri anlamak için küçük uyaranlar gönderir.

Deniz: Uzama da ihtiyaç var. Sinema da öyledir ya; çıkarsın bir filmden, sahneler kafanda dönmeye devam eder.

Onur & Kemal: Tabii öyle.

Onur: Sadece çıkar çıkmaz değil ki, on- on beş sene geçtikten sonra “Haaa! Şimdi anladım filmi” dersin. Aslında filmi hissetmişsindir ama on sene sonra yaşadığın bir şeyle birlikte açılır kafanda.

➣  Hissetmek kıymetli bir şey

 Deniz: Serbest çağrışımlı bir soru olarak, izleyici izlediği oyundan ne kadar sorumludur?

Kemal: Bence yüzde yüz sorumludur. Kastım şu, seyircinin artık yapması gerekenler var; Dostoyevski bir kitap yazmış ve sen “Beş yüz sayfa yazmış, okuması zor değil mi?!”… Cin Ali mi okuyacağız arkadaşım!? Biri yazmış ve birileri de anlıyor, sen niye anlamıyorsun?

Deniz: Demek istediğim, bir izleyici bir oyunu anlamaktan yana ne kadar sorumludur?

Kemal: Anlamak bence çok tehlikeli bir kavram. Ben hissetmeyi daha kıymetli buluyorum. Anlamak, akla çok vurgu yapan bir şey. Hâlbuki biz bir duyular aracı, aygıtıyız.

Deniz: Metin çözümlemesi babında.

Kemal: Evet ama, tiyatro çok duyusal bir şey; bir tane insan var, orada, sahnede tepiniyor, bir şeyler yapıyor; biri geliyor, birini seviyor, birini sevmiyor… Niye yapıyor ki bütün bunları?!

Deniz: Onur, sen de hissetmek dedin az önce. Bu hususta ne zaman ortaklaştınız, fark ettin mi?

Onur: Çok uzun süredir beraber çalışıyoruz.

Kemal: Terminolojimiz birbirini tutmuş olabilir. Hissetmek kıymetli bir şey. Evet aklın da becerdiği bir şey var ama neden öncelik onun olsun?

Onur: Hissediliyordur çünkü biz yaparken hissettiğimizi düşünüyoruz. Tabii bazı günler hissedilmiyor de olabilir. Bazen de sadece cümlelerin söylendiği oyunlar oluyor.

Kemal: Oyuncunun bedeninden geçiyorsa senin bedeninden de geçiyordur bence. Geçmiyorsa da frekans cılızlaşıyordur. Ağza ve dudağa fazla yerleşmiş oyunlar da olabiliyor.

Onur: Aslında Hamlet ve diğer rejilerde bunu aşmaya çalışıyoruz. Kim diyebilir ki, “Hamlet’i sadece hissederek oyna!” Çünkü son derece ‘yazılmış’ bir metin ve her şey sözle oluşuyor. Ama yazım sebebi o değil; yazım, bir edim sadece.

Deniz: İkinizden biri bir söyleşide “Shakespeare şairdir, yazardır ama aslen bir tiyatrocudur” demişti.

Kemal: Evet doğru, sadece edebiyatçı değildir.

Onur: Evet. Biz Kemal Abi’yle, onu ‘dille öğrenmek’ tufasına hiç düşmedik. Hamlet’in içinde bile dili, sözü -retoriği de diyebiliriz- bozmaya çalışan bir adam var.

Deniz: Statükoyu sarsmaya çalışan biri.

Onur: Onu kendi yöntemiyle sarsmaya çalışan bir adam var. Aslında oyunlarına derinlemesine baktığında Shakespeare de çok hisli davranıyor.

➣  Her şey Hamlet’e çarptığında anlam buluyor

Fotoğraf: Mehmet Çakıcı

 Deniz: Size ulaşmamı Gülin Tekin sağlamıştı. İlk olarak ona meramımı izah etmeye çalışırken “Onur’un oyunculuğu diğer oyunculara oranla çok daha parlak, acaba oyun kurarken bu özellikle mi tercih edildi yoksa performans nitelikleriyle mi alakalı” dediğimde “Bence ona Hamlet ve diğerleri arasındaki frekans farklılığı diyelim” dedi.

Onur: Hamlet parlıyordur rol olarak.

Kemal: Bir kere oyun, Hamlet’in oyunu. Her şey ona çarptığında anlam buluyor. Diğerleri Hamlet’i var etmek için sahneye giriyor gibi.

Deniz: İtiraf edeyim, belki de ham bir izleyici olmamdan kaynaklanıyordur; izlediğimde Onur’un yeteneğinin daha ön plana çıktığını düşündüm.

Onur: Evet ondandır. Hamlet zaten yeteneği çok ön plana çıkaran bir rol.

Kemal: Onu yapamazsan olmaz zaten. Şöyle diyeyim, oynayamazsa yanarız!

Onur: Küçük bir gözdağı…

Kemal: Hayır, hayır şöyle, ortada bir Hamlet var ve o da oynayamıyor Hamlet’i… Yandık yani.

Onur: Diğer oyuncuların Hamlet’i var etmek için sahneye gelmesi tespitine katılıyorum; onlar beni ne kadar irite ederlerse Hamlet de o kadar iyi oynamak zorunda kalıyor. Herkes Hamlet’i besliyor. Zaten rolde de acayip bir şey var. “Ben deli taklidi yapacağım” deyip oynamak o kadar eğlenceli ki!

Kemal: Oyunculukla muhasebeni doğru yapamamışsan, oraya doğru akmamışsan kötü oynanır. O zaman bir kalıp olur ki, Hamlet bir kalıp değil.

Onur: Civa yani. Shakespeare’in döneminde en meşhur materyallerden biri olduğu için genelde bu örneği veriyoruz. Bütün tedavilerini civa buharıyla yapıyorlarmış.

Deniz: Daha önce yapılmış bir tespitten yola çıkarak; oyun boyunca herkesin hep sahnede olmasının arkasında yatanı merak ettim.

Kema: Daha önce iki-üç Shakespeare oyununu öyle yaptık galiba.

Onur: Othello’yu ve zorunlu giriş-çıkışları hariç Hırçın Kız’ın neredeyse tamamını.

Kemal: Shakespeare’den korkmamızı gerektirecek bir şey yok. Burada bir oyun oynanıyor sadece. Onu alımlamak, anlamak zor değil.

Deniz: Yüceltmeye gerek yok.

Onur: Ben Hamlet değilim, o da zaten Gertrude değil. Danimarka’da da değiliz.

Kemal: Bu sahneleme biçimi, olayın seyirciye geçmesine ve olayı tanıtmaya yarıyor. Hamlet’in ya da öbürünün başına gelenleri -Shakespeare’in dehası da bu bence, ironi!- rol kişisinden önce anlıyoruz. Oyunu seyrederken hep üstün konumdayız. Bu sahnelemenin işte buna hizmet etmesini istiyoruz. Çünkü Türkiye hikâye edişle anlıyor.

Deniz: Bu söylediklerinizi özgüven olarak da okuyorum naçizane.

Kemal: Estağfurullah ama aynı zamanda da evet öyle. Bu seyircinin hissine güvenerek oluşan bir özgüven. Gerilecek hiçbir şey yok, sakin olalım. Bir oyun oynayacağız sadece. Mesela benden önceki kuşak için Shakespeare herkesin temas edebileceği biri değildi. Zor ve biraz sınıfsal bir malzeme idi. Bu kuşak ve yeni kuşak için bu kutsiyetlere gerek yok. Bu kadar da dokunamayacaksam zaten istemem. Dolayısıyla tabii ki, bir temas isteği var bu sahneleyişte. Bunların hepsi o temasın getirdiği anlayışlar, kendiliğinde doğan fikirler. Shakespeare benim zamanımda, benim için gerçekten bir problemdi. Onur daha iyi anlatır.

Deniz: Sen, “Eyvah Shakespeare!” mi diyordun?

Onur: Şimdi, Shakespeare’in başka bir çalışmasına keşke daha önce girseydik diyorum. Çünkü bizim hocalarımız da Kemal Abi’nin tarif ettiği gibiydi. Her esere öyle yaklaşıyorlardı. Eserleri hep büyük büyük görüyorduk. Aşırı felsefi konuşuyorlarmış gibi düşünüyorduk. Tabii ki Shakespeare’in felsefesi var ama avamlığı da var. Eğlenceli yönünün hep kaçırıldığını söyleyebilirim.

Kemal: Yeni yeni insan muamelesi görmeye başladı. O bir tanrıydı.

Onur: Biz çalışırken bayağı bir araştırdık. Mesela dünyada da o avam dili oluşturamadıklarını düşünüp tekrar çevirmeye girişenler var.

➣ Bence her oynayan, kendi çevirsin

 Deniz: Çeviri demişken, Sabahattin Eyüboğlu, Hamlet[2] çevirisinde kendi sürecini çok samimi bir dille anlatmış. İnsanın içi ısınıyor.

Kemal: Onlar kurucu kuşak. Ama mesela biz şimdi onların yaptığı şeyi yeniden değerlendirmeyince problem çıkıyor. Mesela Emine Ayhan, En Kısa Gecenin Rüyası’nın çevirmenlerinden biri; Emine politik bir insandır, kadın hareketleriyle de ilişkisi vardır. Dolayısıyla metnin içindeki bazı kelime tercihleri tamamen o yönde. Dil değişen bir varlık. 1960’da yapılan bir çeviriyi artık bir tarafa bırakıp -emeklerini, çabalarını tabii ki yok saymadan konuşuyorum- yeniden yapılması gerekir diye sanıyorum.

Onur: Hatta ben her oynayan kendisi çevirsin diyorum.

Deniz: Sizin faydalandığınız çeviriler de olmuştur değil mi?

Onur: Tabii, Can Yücel, Orhan Burian, Sabahattin Eyüboğlu… hepsine baktık.

Kemal: Ama bununla birlikte iyi çeviriler de olabilir. Mesela Sabri Esat Siyavuşgil’in Cyrano de Bergerac çevirisinin bir daha yapılmasına gerek yok. O burun tiradı çok güzeldir ve o da çok güzel çevirmiş. Öyle çeviriler var ki, ‘damıtık’. Öte yandan Can Yücel’in Bahar Noktası [En Güzel Gecenin Rüyası], çok Can Yücelce, biz onu tercih etmedik.

Deniz: Kullanmamak, beğenmemek anlamına gelmiyor.

Onur: Biz zaten en iyi çeviriyi yaptık demiyoruz ama çevirmek bize yaradı. Bugün, bir oyunun çevirisine bakmak oyuncunun -yönetmen için zaten!- unuttuğu bir şey. Bundan daha bir iyi çalışma olabilir mi?!

Deniz: Ne kadar sürdü çevirmeniz?

Onur: Üç-dört ay. Araya Gezi Parkı girdi.

Deniz: Bugün hiç geri döndüğünüz oluyor mu metne[3]?

Onur: Oluyor. Şimdi tekrar bir yerin çevirisi için oturdum başına. Şu an fazlaca içindeyim. Hatta Kemal Abi’ye de bazı sunacağım önerilerim var.

Deniz: Hamlet bir yana, oyuncular içinde en edilgen karakterler hangileri?

Kemal: Ophelia değil! Ophelia’yı tartışmayı ve konuşmayı o kadar seviyorum ki ve hele de kadınlarla konuşmayı! Neden edilgen? Biz sana soralım.

Deniz: Tabii, severek söylerim fikrimi. Ama bu soruyu şimdilik bir kenara koyalım.

Onur: Yooo! Dur şimdi!

Deniz: Onu beslemesi için bir soru daha ekleyeceğim, Ophelia neyin kurbanı?

Kemal: Buna senin düşüncelerini aldıktan sonra cevap verelim…

Deniz: Bu sefer sorumu sordum.

Onur: Çaylar gelsin öyle cevaplayalım…

Kemal: Bir kere, Ophelia kendinin kurbanı.

Deniz: Peki, Ophelia aptal mı?

Kemal: Ophelia aptal değil, güçsüz. Hem, Shakespeare’deki tiplere, tipolojilerin temsilleri olarak bakalım. Ophelia neyi temsil ediyor?

Deniz: Cinsiyetleri değil kişilikleri veya onların duygu hallerini temsil ediyorlar, doğru mu?

Kemal: Cinsiyetle hiçbir ilgisi yok bence de. Ophelia’nın yaşadığı tam da şu: İki arada bir derede kalır isen, vaaz veren bir babanın boyunduruğundan çıkamazsan ve sevdiğini savunamazsan delirirsin arkadaşım!

Onur: Hem Ophelia, henüz aptal olup olmadığını anlayamayacağımız kadar küçük.

Kemal: Hamlet babasının hayaletini gördükten sonra ilk olarak Ophelia’ya koşuyor[4]. Hamlet, bir hayalet görmüş ve gördüklerini bir türlü aktaramıyor ona. Ophelia “Neyin var?” diye sorsa olacak. Aslında bence Shakespeare bize, “Neden sormuyorsun ne olduğunu, sorsana! Sormuyorsun ve hemen yargılıyorsun” diyor. Ophelia “Aaa herhâlde benden nefret ediyor” diyerek yanlış okuyor Hamlet’i.

Deniz: Ophelia’nın kişiliğiyle ilgili bir şey mi bu?

Onur: On altı-on yedi yaşında bir kız, babası onu sürekli şamarlıyor… O kıza nasıl bir güç atfediyorlar da ona edilgen diyorlar, ya da onu iyi ya da kötü yapıyorlar?! Ophelia çok güçsüz bir kız.

Kemal: Şuradan da bakalım, devlet -baba yani Polonius, o da devletin bir aygıtı ya!- nasıl bir yapılanma ki, içgüdüsel olanı, aşkı bile bastırıyor. Biz aslında o presin bu insaniyeti, bu içgüdüyü bastırma ve insanı delirtme faaliyetini görüyoruz. Hamlet ise dilsiz bir düzlemde ve gerçekleri söyleyemiyor. Bugün herhangi biri gelip “Arkadaşlar benim amcam babamı öldürdü ve annemle de böylece evlendi. Bana da bunu babamın hayaleti söyledi” dese…

Onur: Adama “Nereden biliyorsun?” derler.

Kemal: Bunu bugün ben söylesem hemen Bakırköy’ü ararlar. Hamlet koca bir gerçeği biliyor ve susmak zorunda. Nasıl olacak?! Ancak delilik enerjisinin saçılmasıyla direnebilir Hamlet.

Deniz: Ophelia güçsüz olduğu için deliriyor mu peki?

Kemal: Sevgiliyle baba arasında, yasayla içgüdü arasında bir yerde çırpınıyor kız.

Onur: Bir gün bir yerde yemek yiyordum. Lokantanın kapısında da, o eski, elinde menü olan bol renkli maket şeflerden bir tane vardı. Genç bir kız annesiyle yanımızdan geçiyordu ve kız maketteki o renklere ve güzelliğe bakıp ne yapacağını bilemeyip dudağından öpüverdi maketi ve annesi kızın ağzının ortasına bir tane koyuverdi. Ne olduğumuzu şaşırdık. Kız da salak oldu, ben de. Annesi, ben onu öyle gördüm diye delirdi herhâlde. O genç kız, Ophelia işte! Şimdi o kız edilgen mi, niye olsun?! Hamlet’le beraber oluyor Ophelia. Hamlet onun memelerini tarif ediyor[5]. Mesela Ophelia tiradında “Danimarka’nın güzel majesteleri nerede?”[6] diyor. Orada, ama nerede? En son giderken de “Sağ olun kadınlar, bütün hanımlar, sağ olun, sağ olun!”… Başka kadın yok ki! Ophelia’nın etrafında sadece erkek var ve onlar da onu baskılıyor.

Deniz: Sanırım, edilgenleştirilen demek gerekiyor.

Onur & Kemal: Evet, aynen öyle!

Kemal: Ophelia için sadece, bir direnişinin olmadığı söylenebilir. Ama Hamlet direniş sahibi.

Deniz: Ophelia’dan şu an uzaklaşmak istemiyorum ama… Gertrude acaba arzularına mı yenik düşüyor?

Onur: Güzel geldin soruya.

Kemal: Öyle bence. Gertrude bir tuhaf kadın ya!

Deniz: “Kadın zaaf demekmiş meğer”[7] derken Shakespeare Hamlet üzerinden, “Kadın işte böyle bir şey” demek istiyor olabilir mi?

➣ Ophelia’yı güçsüz göstermedik, biz bir durum gösterdik

Fotoğraf: Mehmet Çakıcı

 Onur: Ben burada bir hata olduğunu düşünüyorum. Bazı karakterlerin söylediği şeyleri Shakespeare söylüyormuş gibi geliyor. Her zaman öyle olmayabilir. Ona, tarafların tezini çok sağlıklı bir şekilde ortaya atabilen bir adam olarak bakmak gerekiyor. Amiyane tabiriyle, Shakespeare’in kötüleri, aslında kötü değildir denir ya, dolayısıyla her birinin bir nedeni, bir gerçeği, bir penceresi; her birinin sosyolojik bir durumu, konumu, varlığı, travması var. Iago için [Othello’nun karakterlerinden] en kötü karakter derler, iyi ama onun da başına neler gelmiş! Şimdi o da onu nasıl kaldırsın?! Bunlar hep oluyor. Dolayısıyla ‘edilgenleştirilen’ en doğru kavram bence.

Deniz: Bu ortaklaşma çok iyi oldu.

Onur: Bazen “Shakespeare böyle mi düşünüyor?” diyorlar hatta iş, Shakespeare kadın düşmanı mı noktasına kadar geliyor.

Kemal: “Ophelia’yı neden güçsüz gösterdiniz?” diyenler var. Ophelia’yı güçsüz göstermedik, biz bir durum gösterdik. Şöyle, Türkiye’de sol bugün çok güçlü bir konumda değil. Ne yapacağız şimdi?! Şimdi Türkiye’de solu niye iyi bir yerde anlatalım? Somut durumun tahlilini yapıyor olmak bence birincil. Belli ki Shakespeare döneminde kadın baskılanıyor. Ophelia’nın üzerinde baba üzerinden bir din baskısı, devlet baskısı görüyoruz. Bundan kaçabilen bir de Gertrude var. Hadi Gertrude ve Ophelia aynı yerden başlamış olsunlar. Ama Gertrude, bir noktadan sonra arzunun peşine düşüp kudreti ele geçirdi… Yani bir tarafta arzusunu gerçekleştiremeyen, babasını aşamayan bir kadın var; diğer tarafta ise arzusunu gerçekleştiren bir kadın var. Kocasının öldürülüşünün hemen üzerinden amcayla ilişkiye geçebiliyor. Hatta öldürülüşünden bile şüphe ediyor belki.

Onur: Belki de bunu hiç sormuyor, onun için çok fark etmiyor.

Kemal: Belki de cinayete ortak. Gertrude’u arzunun eylemliliğinin içine giren bir kadın olarak da anlayabiliriz. Oysa Ophelia bunu yapamadığı için deliriyor zaten.

Deniz: Peki oyunda Hamlet Ophelia’ya neden bu kadar öfkeli? Bize yansıtılan bu öfkeyi nasıl okumalıyız?

Onur: Tam da bu konuştuklarımızdan dolayı.

Kemal: Bence hiç öfkeli değil. Yani şöyle öfkeli değil…

Onur: Yok bir öfke kusuyor canım!

Deniz: Teknik bir soru: Ophelia’yı üzerine saldıkları sahnede Hamlet “Baban nerede?”[8] diye soruyor; kimi yorumlarda Hamlet Polonius’un orada olduğunu tahmin ediyor, biliyor ya da öğreniyor. Ama sizin sahnelemenizde onu gördüğünü görmüyoruz ya da bildiğine emin değiliz değil mi?

Onur: Güzel!

Kemal: Bir şey diyeceğim, o arada Ophelia ve Polonius konuşurken nerede Hamlet? Seyircinin arasında, bizim içimizde. Yani Deniz sahnede ne olup bittiğini gördü, e Hamlet de gördü!

Deniz: Bu okumayı yapamamışım.

Kemal: Olabilir.

Onur: Şöyle, biz Hamlet’in bunu gördüğünü net göstermek isteseydik yapardık. Arden serisinde “To be or not to be” tiradının yeri doğru değil diyorlar. Bu sayfa buraya sonradan mı eklendi? Aslında falan mıydı filan mıydı” derken o tirad kaotik bir şey olmuş. Shakespeare ise bir kurgu dehası ve sahnede biri varken Hamlet kendi kendine bu şekilde konuşmaz… Dolayısıyla Ophelia oradayken ve babası da saklanırken Hamlet arkadan bu tiradı atıyorsa orada bir durum var demektir. Biz de şöyle düşündük, görüyor ya da görmüyor, bakıyor ya da bakmıyor ama onların orada olduğunu biliyor. Aslında ironik bir soru ve o yüzden biz de “Baban nerede ya?!” diye sorduk.

Kemal: Aslında neden öfkeli olduğunu biliyoruz Ophelia’ya.

Onur: Bence o bir aşırı bir kırgınlık hali.

Deniz: Neden, gerçeği görmeye gayret etmediği için mi?

Onur: Ophelia’nın yerine koy kendini; Hamlet’le birbirinizi çok seviyorsunuz ya da sevdiğinizi düşünüyorsunuz. Gençsiniz, ateşlisiniz. Fakat sen “Neyin var” demek yerine babana gidip diyorsun ki “Buna bir şey oldu”… Hamlet’in gözünde Ophelia onlar konuşurken babasının bir kenarda saklanmasına izin veren bir sevgili.

Deniz: İzleyici olarak bir yanı zihnimde eksik kalıyor, hatta okurken de; Hamlet’in o dönüşümünü hiç vermiyor Shakespeare; Ophelia’yla Hamlet’in öncesini hiç görmediğimiz için, olay bize sadece sonradan söylenenlerle geçiyor.

Onur: Mektup?

Deniz: Mektup yetmiyor bana.

Kemal: Senin seyrini şöyle tamamlıyor aslında Shakespeare, ya da tamamlar mı? Ophelia’nın öldüğü sahnede Hamlet “Ophelia’yı seviyordum ben!”[9] diyerek yakarıyor ya; zaten bu, aslında dramayı sığıştırdığı yer, kuvvetini oradan alıyor. Öbür türlü her şeyi çok erken anlayıp, izlemezdik. Ama finalden başa dönebiliriz.

Deniz: Sizlerin sahnelediğiniz Hamlet’i izlediğimde sanırım Hamlet’in aşkına ikna olmadım. Hâlbuki, bu oyundan çok önce Kenneth Branagh ve Mel Gibson’ın sinema yorumlarını izlemiştim. Yani aslen Ophelia’ya aşık olduğunu biliyordum. Fakat size soracağım soruların arasında şu da vardı “Hamlet, Ophelia’ya gerçekten aşık mı sizin nazarınızda?

Kemal: Yüzde yüz aşık.

Deniz: Aslında kendinden mi kurtarmaya çalışıyor?

Kemal: Aynen öyle. Hamlet aslında; sen düşündüğünde haklı ol, beni böyle bil diyor.

➣ Gerçekliğin dışına çıkmak istediğinde Ütopya…

Fotoğraf: Mehmet Çakıcı

Deniz: Burada direksiyonu kırıyorum çünkü vaktimiz daralıyor. Hamlet neden Ütopya okuyor?

Onur: Ütopya rüyası gördüğü için olabilir. Thomas Moore okumasının da bir manası olduğunu düşünmüştük. Shakespeare, Thomas Moore’la ilgilenen bir adam.

Kemal: Thomas Moore’un hakkında yazılan bir oyun var.

Onur: Ve o oyunun Shakespeare’in el yazısından olduğu söyleniyor. Sahnede Ütopya sadece kitap olarak var. Ama benim tabutumda Thomas Moore ve Thomas Moore’un fikrinin etrafında örgütlenen bir sürü başka yazarın da ismi var.

Kemal: Biraz ütopyayla da ilgili. Hamlet’in bu dünyayla arasında mesafe koyacak başka bir bilgiye sahip olduğu için bir ütopya kuruyor diyelim. Bu taktiği zaten sadece gerçekliğin dışına çıkma isteğin olduğunda geliştirebilirsin; bu dünyada yaşamanın zeminini bir başka şeyle çarpıştırmazsan işin zor. Ursula Le Guin okumadınız mı? Mesela o olmasa ben bu dünyada yaşamayı beceremem. Ütopyaları okuyoruz, hayatımıza alıyoruz çünkü bu dünyayı bir de oradan düşünüyoruz, algılıyoruz.

Deniz: Claudius o sahnede neden suçluluk duyuyor?

Onur: Bence tam bir suçluluk duymuyor. Soruna bu cümlelerle cevap verilebilir; “Gerçekten suçluluk duyan ve suçlarımın affedilmesini isteyen bir insan mıyım ben, bütün hileyle kazandıklarım hâlâ bendeyken”[10]. Bu güzel bir cümle. Claudius bunu böyle gerçekten hissederek mi söylüyor, yoksa Shakespeare bunu gerçekten Claudius’a söyletmek mi istiyor, yoksa bu parantezi açmak mı istiyor?

Deniz: Ama burnuna pis kokular da geliyor.

Kemal: Hamlet’in aşktan delirmediğini tahmin ediyor, zeki bir adam sonuçta.

Onur: Bunun biraz günah çıkartmanın saçmalığıyla ilgili bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Kimse hiçbir şeyden vazgeçmiyor ama günah çıkartmaya da devam ediyor.

Kemal: Ben bundan, dinin, ibadet denen şeyin ne tür bir suç barındırdığını anlıyorum; aslında kilisenin de nasıl bir aklama mekanizması olarak iş görebileceğini, iktidarın bunu nasıl kullanacağını…

Deniz: O zaman da kilise ayrı bir devlet zaten.

Onur: Tabii ki!

Kemal: O dönem çok karışık.

Onur: Şu anki Orta Doğu orası.

Kemal: O zamanlar, Katolik’lerin ortadan kaldırılıp Protestanlığın hâkimiyetinin başladığı dönem. Shakespeare de Katolik.

Onur: Shakespeare’in bütün travmalarının başladığı yer de orası. Kaydının kaybolduğu zamanlar.

Kemal: Aslında din, Shakespeare döneminde çok hakim bir yapı, kilisenin neyi nasıl anladığı, neyin nasıl üstünü örttüğü, egemenin işine nasıl geldiği…

➣ Shakespeare doğanın döngüsüne güvenen biri

 Deniz: O zaman buraya tam, cuk oturan bir soru, Hamlet kaderci mi?

Kemal: Abi zor sorular ben sana söyleyeyim!

Deniz: “Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin”[11] derken babasının ölümünü kaderden saymıyor mesela.

Kemal: Bence Shakespeare’in de, Hamlet’in de kaderci olma ihtimali yok. Çünkü Shakespeare doğaya çok güvenen ve inanan biri. Doğanın döngüsüne diyelim, tüm o dönüşüme. Mesela tüm oyunları dönüşüm üzerine kurulu. Hamlet akıllıdan deliye, deliden akıllıya dönüşüyor. Doğadaki dönüşümlerden de bahseder. Fırtına’da vardır; babası ölür, “Baban denizin dibini boyladı. Şimdi onun gözleri mercan olma oluşumuna girdi, bir inci olacak şimdi” der. Sürekli doğanın bu faaliyetinin peşindedir. Kader dediği bu aslında, doğanın hareketi.

Deniz: Zaten o yüzden serçeyle imgelemiş herhâlde.

Onur: “İnsan kral yemiş bir kurtçukla balık avlayabilir. Sonra tuttuğu balığı ham diye yutabilir”[12],  “Ne demek istiyorsun?”, “Hiçbir şey”… O ‘hiç’ de bizim Kemal Abi’yle çok üzerinde durduğumuz bir şey. O bir hiçlik değil de, dönüşümde sabit olmama hali. Ona, sen bu kurtçuğun osuruğu olacaksın diyor.

Kemal: Krallığa da güvenme, bel bağlama diyor. Dolayısıyla kaderci olamaz.

Deniz: Sahneyle ilgili bir sorum var, gerçi tasarımcısı Bengi Günay biraz önce yanımızda oturuyordu ama kalktı, ona da sormak isterdim. Sizden başlayayım, Hamlet prova videosunda Murat Tüzün “Aslında hepimiz tabutlarla yaşıyoruz” diyor…

Kemal: “Biz aslında ölümle birlikte yaşıyoruz” diyor. Doğduğumuz andan itibaren ölüm her an peşimizde.

Onur: Mezarcılar sahnesinde[13] de, yine fikri olarak çok önemli şeyler olur; mezarcının Hamlet’i konuşmasıyla alt ediyor olması ve “Bu herifin gerçekliği hepimizi aşar” diyerek Hamlet’in bunu kabul ediyor olması… Bu, mezarcılar sahnesini bütün oyuna da taşıyan bir dekor. Bu arada tasarımcımız de geldi!

Deniz: Direkt neden tabut diye soruyorum?

Bengi Günay: Sence neden?

Deniz: Öncelikle estetik olarak çok beğendim, sonra da bir çözümleme olarak algıladım.

Bengi: Daha önce Othello yapmıştık. Orada, hepsi farklı şeyleri ifade eden sekiz sandalye vardı. Geleneksel sanatlarda ‘eli belinde’ motifi vardır, onları dönüştürüp sandalye yapmıştık. Hepsinin farklı farklı sembol ve anlamları vardı. Orada da hep sahnedeydiler. Bu oyunda da bir mekân arayışı doğdu. Sonra zaten hepsi finalde öldüğü için ve bir başka anlamda da yaşamıyor oldukları için tabut koymaya karar verdik. Evet bir artistliği var o nesnenin, ama aynı zamanda ölümü çağrıştırdığı için de ürkütücü. En azından benim için öyle. Zaten o ürkütücülük oyunun kendisinde de var. Bu, hoşlandığımız bir görüntü ama neden hoşlandığımızı pek düşünmüyoruz bence.

➣ Onu çok sevdiğimiz için bize açıyor kendini

 Deniz: Teşekkür ederim Bengi! Şimdiki sorum eleştiriye dair; bir şekilde size yaradığını düşündüğünüz eleştiriler alıyor musunuz? Tiyatronun ve tiyatronuzun eleştiriye ihtiyacı var mı? Maalesef toplumumuz, bir şeyi beğenmediğinde neden beğenmediğini söylemekle yükümlü hissetmiyor. Ben müzik camiasına hakim sayılırım, eleştiri mahiyetinde yok denecek kadar az. Tiyatro cenahında belki durum biraz daha iç açıcıdır…

Kemal: Tam senin tarif ettiğin gibi. Bence tiyatronun eleştiriye çok ihtiyacı var. Onur belki biraz daha iyi durumda olabilir ama ben on yedi yıldır oyun yönetiyorum, yaptığım işin ne olduğuna dair on yedi tane yazı okumadım. Bunun ihtiyacını duyuyorum. Bu yönetmenlik denen şey Kemal özelinde nasıl çalışıyor’u birinin anlamasına benim ihtiyacım var. Gaia kuyusu gibi orası. Bir şey yapıyorsun, atıyorsun ve şunlar söyleniyor “Allah belanı versin sakın bir daha oyun yönetme!” veya “Ayyyy! Ne kadar iyi yönetmen, hep yönetsin!”. İkisi de hiçbir şey ifade etmiyor benim için. Ayrıca şöyle olması gerekiyor, bir eleştirmenin bizim ortaya koyduğumuz tüm unsurların bilgisine çok iyi hâkim olacak, belki dönemlerini biliyor olacak, belki bir sürü değişik tarz tiyatro hakkında fikri olacak, onun niye oynandığını bilecek, Shakespeare bilecek… Metni okumadan gelenler var. Tabii ki bir şeyleri yanlış yapabiliriz. Temelde sorun şundan kaynaklanıyor, birbirini sevmeyen insanların bulunduğu bir ortamdayız.

Deniz: Sevmemeye niyetli olan.

Kemal: Ve çabanın çok kıymetsizleştiği bir çağda yaşıyoruz.

Deniz: Kötüyü ve beceriksizliği görmek için bakıyor yahu!

Kemal: Tam onu diyeceğim; gerçekten çok sinirleniyorum! Burada biz Deleuze ve Spinoza semineri yapıyoruz. Deleuze’ün şöyle bir cümlesi var: “Bir şeyin karşısına geçtiğinde onunla, onu yoğun bir şekilde severek temas edebilirsin”. Temeldeki ilişkiyi, hayranlık ilişkisine bağlıyor. Eğer bir şeyi anlamak istiyorsak önce ona hayran olmak zorundayız. Sahneye, onu sevmek için bakmalıyız.

Onur: Yapılan şeyin, yapılma sürecini kabul edeceğiz önce.

Kemal: O olmaya yanaşmazsak, yapılan hatayı nasıl fark edeceğiz?

Deniz: Hayranlık, biraz tehlikeli bir tanım gibi geldi bana.

Kemal: Günümüzdeki hayranlık gibi değil bu.

Onur: Seminerlere ben de katıldım, üne duyulan bir hayranlık değil bu. O aslında, o şeyin seninle tecelli etmesi.

Kemal: Sevmezsen üzerine düşünemezsin. Bence Shakespeare, biz onu çok sevdiğimiz, ona hayran olduğumuz için bize açıyor kendini. Yoksa açmaz. Biz de zaten onunla o kadar yoğun bir ilişkiye girmeyiz.

Onur: Shakespeare hayata bu kadar hayran olmasa nasıl yazacak bu kadar şeyi?

Kemal: Bir şeyin bizi etkilemesine izin verelim. “Beni hiçbir şey etkileyemez zaten” diyen insanlar var. Hâlbuki bunu bir geç ve…

Deniz: Bir rahat bırak kendini, değil mi?

Kemal: Bak bir bakalım! Oturmuşsun oraya ekşi ekşi izliyorsun. İyi duygularla başlayabiliriz izlemeye. Sonunda onu onaylamak ve ona biat etmek için değil onunla temasa geçmek için bu gerekli bir şey. Hayranlık ya da çok sevmek diyelim, tutkuyla sevmek.

Onur: Belki de Türkçe’de tam bir karşılığı yok.

Kemal: Ama hayranlıkla bakmak diye bir şey var ne güzel değil mi? Ben Deleuze’e, Spinoza’ya öyle bakıyorum. “Allahım nasıl güzel kurabilmiş bu aklı, bu düşünceyi buraya nasıl somutlamış?!” diyorum. Ne kadar önemli bir insan edimi! Peter Brook ne kadar iyi bir tiyatrocu, Thomas Ostermeier ne kadar iyi bir yönetmen! Nasıl yapıyorlar bu işleri diye baktıkça anlamaya başlıyorum onların ne yapmaya çalıştığını.

➣ Biz Hamlet miyiz? Biz neyiz, kimiz? Onlar, onlar mı?

 Deniz: Üçümüzün bu sohbetinden yola çıkarak kafamda şöyle bir soru belirdi: Referandum sonuçlarına baktığımızda, radikal seçmenleri bir kenara bırakırsak evet diyenler birer Ophelia mı sizce? Onları suçluyor muyuz, onlara kızgın mıyız? Biz Hamlet miyiz? Biz neyiz, kimiz? Onlar, ‘onlar’ mı?

Onur: Tabii ki Ophelia’lar var. Hamlet miyiz, kızgın mıyız bilmiyorum. Benim tanıdıklarımdan kızgın olduğum ve kendilerine karşı Hamletleştiğim insanlar var. Ama bu sorunun böyle çözülemeyeceğine de vakıfım. Bir sürü şeyle hiç temas etmemiş insanlarla, bir sürü şeyle temas etmiş insanları karşılaştırıp kötülüyoruz insanları. Bu sohbetlerde standart çizgisini yanlış yere koyuyoruz ve o zaman da bir kısım insan türbanlı, bir kısım da türbansız gibi oluyor.

Deniz: Ve niyeyse bütün türbanlılar kötü oluveriyor…

Onur: Fakat işin içine hile ve dezenformasyon girdiği zaman, kime kızmam, kime kızmamam gerektiği kısmına benim tevellüt yetmiyor. Ben bizim etrafımızda evet verenlerle karşılıklı konuşuyorum ama, evet’in gerçekten yüzde elli olduğundan emin olamayınca, hangi kesime ne söylememiz gerekiyor, yüzde elli bize ne anlatmak istiyor… işte bu bende karışıyor. Bence doğru bir soru sordun ve cevabım kısmen evet.

Kemal: Cumhuriyet tarihine “Sen nasıl bir insan yaptın ki bugün ‘evet’ diyor?” diye sorabiliriz. Bence ilk soru AKP’ye sorulmamalı. Köke dönüp nerede ne problem olduğunu anlamadığımız sürece güncel sonuçlara bakıp, oradan tahlil yapmamız hep yanlış sonuçlar verecek. Bugün Orta Doğu’da Dünya, başka türlü yaşamaya karar verdi. Biz isteyelim ya da istemeyelim. Geçen yüzyılın başında imparatorluktan cumhuriyete dönmeyi biz istemiş olamayız; şimdi de parlamenter sistemden başkanlığa dönmeyi biz istemiş olamayız. Dolayısıyla, egemen ne istiyorsa biz de onu yaşıyoruz aslında. Yaşanılacak şeyi iyi planladıklarını düşünüyorum. Gezi’nin de gerçek olmadığını düşünüyorum mesela. Şöyle ki, evet Gezi’deki potansiyelin gerçek olduğunu ama…

Onur: Duygusu da gerçekti.

Kemal: Evet duygusu gerçekti ama tüm o hareketin kurgulandığını düşünüyorum.

Deniz: Gezi’den yana size kalan duyguları aktarabilir misiniz?

Kemal: Benim için, bunu bize onlar da yaşatmış olsa çok iyi bir deneyimdi.

Onur: Benim için de.

Kemal: Ben kısa süreli bir devrim oluşumu tadı yaşadım. Aslında Hamlet’i yapma sebebimiz de oydu.

Deniz: Ben çok şanslı hissediyorum.

Kemal: Ben de. Bir yandan da ağzımıza bir parmak balı çaldılar ve bizi sürekli uyanık tutuyorlar.

Onur: Ben de öyle düşünüyorum; Fuat Avni’sinden şimdiki Türkiye gerçeklerine kadar hepsinin planlandığını…

Kemal: Ama kötü oynuyorlar.

Onur: Evet kötü oynuyorlar. Ben de iktidar olsam ve bu kitleyi yönetiyor olmak istesem “Merak etmeyin içeride casuslar var, sizin işinizi yapıyorlar” dedirtirdim. Ben bile bunu bu kadar düşünebildiğim için bu işi kötü yapıyorlar diyebiliyorum. Çünkü bu işi çok daha iyi yapan ülkeler var. Biraz Fabrikası’na gelirsen anlarsın, yani biliyorsun zaten de…

Kemal: Ama biliyorsun ülkeye göre program satıyorlar. Mesela Almanya’da biraz daha pahalı bu. Türkiye’ye ucuz versiyon satıyorlar. Kapasiteyle doğru orantılı bu.

Onur: Goebbels hâlâ geçerli bence bizde.

Kemal: Mesela Avrupa’da devlet başka türlü bir görünüm kazanmak zorunda çünkü orada halk yemiyor bunu. Ama bizim burada daha başka türlü. Çok iyi yönetildiğimizi düşünüyorum, yani dünya öyle yönetiliyor. Sermaye bunun peşini bırakmayacak. Gezi, aslında bir sürü yeni insan ilişkisi üretti. Bunun karşılıkları da gündelik hayatın içinde oluştu. Biraz da içi boşalarak kendi potansiyellerini kapattı, örttü. Ama içimizde bir arzu olarak dolaşıyor.

Deniz: İnsan ilişkileri ve sosyal dinamiklerle duyarlılık geliştirdiğinize vakıfım peki ekoloji Moda Sahnesi’nin gündeminde yer alıyor mu?

Onur: Melis Birkan sayesinde çokça yer alıyor.

Kemal: Şu kutuların hepsini o koydurttu. Atıkları tek tek geri dönüşüm kutularına attırıyor.

Onur: Çöpleri toplayıp kendi götürüyor çünkü burada attığımız geri dönüşebilir atıkların normal çöple karıştığını öğrendi. Mesela ben bunu öğrendikten sonra, “Ben buraya nasıl yetişeceğim?!” diyorum… Abi şimdi bir kişi şunu yapmaya nasıl muktedir olabilir ki?!: Oyu atıyorsun, oy oraya yazıldı mı diyorsun, yazılan oy oraya gitti mi, sayan doğru saydı mı, bilgisayara doğru girildi mi? Ben bunu ne kadarını kovalayacağım? En son çatlağı bulduğum yerde de dayak yiyorsam ben bunu nasıl yapacağım?!

Deniz: Ama sanırım tam öyle bir zaman, inat etmek gerekiyor sanki.

Onur: O zaman, o inadı biz başka bir yerde veriyoruz bence. İnadı, bu düşüncelerin çoğalmasında veriyoruz galiba. Birebir mücadeleyle, copa copla girmek değil de…

Kemal: Geçen yıl, insanın kıyıcılığını kavradığımız bir yerde Bengi’yle vejetaryen olduk. Bir süre sonra da vegan olmayı düşünüyoruz. Oraya nasıl gideriz bilmiyorum ama bu bile büyük adım benim için. Ekolojik anlamdaki tüm bu problemleri görüyor olmak… Onur’un dediği gibi, o kadar büyük ki!; oradan otoyol yapıyorlar, buraya termik santral, şuraya nükleer santral. Hangisine yetişelim?!

Onur: Bu arada çok çok özür diliyorum ama çıkmam lazım.

Deniz: Hadi bitirelim o zaman, daha fotoğraf çekeceğim. Kapatıyorum.

Kemal: Bence iyi oldu.

Deniz: Mükemmele yakın oldu bence!

[1]Yazan: William Shakespeare, Çeviren: Onur Ünsal – Emre Adıyaman, Yöneten: Kemal Aydoğan, Sahne Tasarımı: Bengi Günay,   Işık Tasarımı: İrfan Varlı / Hamlet: Onur Ünsal, Gertrude: Esra Kızıldoğan, Ophelia: Kübra Kip, Claudius: Murat Tüzün, Polonius, Osric: Timur Acar, Laertes, Guildenstern: İnan Ulaş Torun, Horatio, Rosencrantz: Çağlar Yalçınkaya, Hayalet, Oyuncu, Kral: Mert Şişmanlar, Oyuncu Kraliçe, Mezarcı: Alper Baytekin / Süre: 2 perde 120′  [09.10.2013 tarihinde oynanmaya başlamış]

[2] “Hamlet” – William Shakespeare / Çev. Sabahattin Eyüboğlu / Hasa Âli Yücel Klasikleri Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008 Sf.169

[3] Moda Sahnesi çeviri için, Shakespeare’in Arden serisini esas almış.

[4] II. Perde 1. Sahne – Sf.42

[5] II. Perde, 2. Sahne – sf.48

[6] IV. Perde, 5. Sahne – sf.118

[7] I. Perde, 2. Sahne – Sf. 13

[8] III. Perde, 1. Sahne – Sf. 74

[9] V. Perde, 1. Sahne – Sf. 148

[10] III. Perde, 2. Sahne – Sf. 95

[11] V. Perde, 2. Sahne – Sf. 159

[12] IV. Perde, 2. Sahne – Sf. 112

[13] V. Perde, 1. Sahne

 

Söyleşi: Deniz Koloğlu

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.