Japonya’da Fukuşima nükleer santralinde yaşanan felaket, Avrupa’da nükleer enerji konusundaki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Almanya, 2022 yılında nükleer enerjiden tamamen arınmış hale geleceğini açıklarken, onu komsusu İsviçre takip etti ve 28 Eylül 2011’de, 2034 yılında nükleersiz bir İsviçre için alınan karar kesinleşti. Tüm bu tartışmalara, gezegenin kişi başına en nükleer ülkesi olan Fransa’nın da katılmaması beklenemezdi. Üstüne bir de 12 Eylül 2011 tarihinde Marcoule nükleer atık işleme tesisinde meydana gelen ve bir kişinin ölümüyle sonuçlanan patlama da eklenince, Fransa’da nükleer enerji tartışması daha da alevlendi.
Le Monde diplomatique’in Ekim 2011 sayısında, gazeteci Tristan Coloma imzasıyla yayımlanan bir makaleyi temel alan bu yazı esas itibariyle, 2012’de yapılacak olan başkanlık seçimleri sırasında, adayların kampanyalarının çok önemli bir noktası olması beklenen, Fransa’daki nükleer tartışmasının bir fotoğrafını çekmek amacını taşımaktadır ve kesinlikle “atın ölümü arpadan olsun” seviyesiyle Fukuşima’daki trajediden sadece 1 (yazıyla bir) hafta sonra Rusya ile nükleer enerji santralleri kurmayı sözleşmeye bağlayan bir hükümete yönelik değildir. Nihayetinde bir patlama olması halinde, ağababaları gibi pişkince televizyona çıkıp, bir yandan “radyasyon mu? Ne radyasyonu?” diye çayını yudumlarken, diğer yandan da “ölmek insanların kaderinde var” açıklaması eşliğinde, kaşla göz arasında İsrail’e de bir laf sokarak milletin içini ferahlatmasını bileceğinden eminiz bu hükümetin.
Bugün resmi rakamlara göre Fransa, enerji ihtiyacının yüzde 74,1’ini nükleer santrallerden elde eden bir ülke. 65 milyon nüfuslu Fransa sınırları dahilinde tam 58 reaktör bulunuyor. Yıllarca Sosyalist Parti’de önemli görevler üstlendikten sonra, 2007 seçimleri öncesi Nicolas Sarkozy’nin kampanyasına destek veren ve bu desteğinin mükafatını enerji bakanlığı koltuğuyla alan (soldan sağa bu hızla geçip de bakan olamayan tek kişi olan Zafer Üskül’e buradan selamlarımızı iletmeyi ihmal etmeyelim, yeterince çalışırsa o da bir gün bakanlık koltuğuna oturacaktır elbette), Eric Besson’a göre 2012 seçimleri nükleer tartışmaları hakkında yapılacak olan büyük bir referandum olacak. Şüphesiz ki, UMP’nin başkan adayı olması beklenen Sarkozy nükleer enerjiye sonuna kadar sahip çıkıyor. Kuzey Afrika’daki yatırımların yani sıra, Almanya’nın 2022’de tamamen nükleerden arınacak olmasıyla yeni bir pazar daha elde etmenin hesaplarını yapan ve büyük enerji şirketlerinin sözcülüğü görevini heyecanla üstlenen Sarkozy’den başka türlü bir politika bekleyen olduğunu söylemek de mümkün değil. Keza göçmenlere karşı olmak dışında bir politikası olmayan ve Sarkozy ile arasındaki farkın ne olduğunu tam olarak kimsenin anlayamadığı, faşist parti Front National’in adaylığını babasından devralacak olan Marine le Pen’in de nükleer enerji ile bir problemi yok.
Fransa’nın sağında durum böyleyken, siyasetin sol cenahı tahmin edilebileceği üzere daha karmaşık bir yapı sergiliyor. 2009’da yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri sırasında çok büyük bir başarı kazanan ekolojistler, kampanyalarında nükleer enerji karşıtı bir söylemi ön plana çıkartmanın sözünü veriyor. Yeşiller 25 yıl içerisinde nükleer enerji üretmeyen bir Fransa kurmanın hayalinin peşindeler.
Bu aşamada kuskusuz ki, Sosyalist Parti’nin tavrı daha da ön plana çıkmakta. Şunu ilk elden söylemekte fayda var; Fransa’da Sosyalist Parti’nin, tarihsel olarak nükleer enerji ile bir sorunu olduğunu iddia etmek pek kolay değil. François Mitterand’ın iki dönem başkanlığında da, nükleer karşıtı bir politika izlemediğini biliyoruz. Fransızların, Avrupa ortalamasına göre enerjiye yüzde 30 daha az bir ücret ödemeleri ve nükleer enerjinin yarattığı iş kollarında örgütlenen sendikalardan çekinmeleri gibi sebeplerle açıklanmaya çalışılsa da, bu nükleer dostu politikanın esas sebebini, kar hırsı olarak özetlemekte bir sakınca yok. Hisselerinin büyük bölümünün devlete ait olduğu, EDF ve GDF gibi iki dev şirketin yani sıra, Areva ve Alstom gibi uluslararası kapitalizmin bayraktarlığını üstlenen nükleer yanlısı lobinin etkisinden çekinen sosyalistler, bugüne kadar nükleer enerji konusunda hep ikircikli bir söylem içerisinde bulundular. Bununla beraber, 2009’daki Avrupa seçimlerinin de gösterdiği üzere, Sosyalist Parti, başkanlık seçimini kazanmak istiyorsa, ekolojistleri kendisine oy vermeye ikna etmek zorunda. Bu bakımdan Sosyalist Parti’nin düzenlediği ön seçimde François Hollande’a geçilen Martine Aubry’nin tavrı, ekolojistler ile bu alanda bir ittifakın sinyallerini vermekteydi, fakat Hollande’in başkan adayı olacağının kesinleşmesi sonrası, Fransa solunda nükleer enerji tartışmasının ne yöne savrulacağı belirsizliğini korumakta.
Sosyalistlerin 2012’deki başkan adayı olan François Hollande’ın nükleer enerjiye karşı olmadığı biliniyor. General de Gaulle’dan, Georges Pompidou’ya geleneksel sağ politikacılar gibi, Hollande da, Fransa’nın nükleer enerji konusundaki “know-how”inin çok önemli olduğunu ve ülkenin bu ekonomik değeri kaybetmemesi gerektiğini düşünüyor. Hollande her ne kadar ön seçimler sırasında, “yenilenebilir enerji devrimi” gibi parlak laflar etse de, aynı seçimlerde ön plana çıkardığı “sorumluluk” söylemine dayanarak, nükleer enerjinin Fransa için vazgeçilemez bir kaynak olduğunun da üzerinde duruyor. Burada kendisini bekleyen zorluk ise çok açık; Hollande bir yandan desteğine ihtiyaç duyduğu ekolojistlerin seçim kampanyasının en önemli noktası olan nükleerden arınmış bir Fransa yaratmayacağını söylerken, diğer yandan ekolojistleri kendisine oy vermeye ikna etmek durumunda. Şunu da eklemek gerekir ki, Hollande’ın bu meselede elindeki en önemli koz, ekolojistlerin bir beş yıl daha Sarkozy veya bir başka sağ liderin başkanlığı altında yaşamak istemediğini bilmesi. Bu kozu iyi kullanmak isteyen Sosyalist Parti adayının, ekolojistlerin desteği karşısında onlara başka bir takim vaatlerde bulunması bekleniyor. Ekolojistlerin bu konudaki tavrını şimdiden kestirmek ise olanaksız. Her ihtimalde 2012 seçimleri sırasında Fransa’da, nükleer enerji tartışması çetrefilli bir konu olmaya devam edeceğe benziyor.
Seçim kampanyası sırasında meydanlardan “biliyorsunuz Alevi” (ya da Protestan?) diyerek bir inancın yuhalattırılması veya yağlı ilmek fırlatılması gibi gerçek bir ileri demokrasiye yakışır hareketlerin olmayacağını bilmek ise Fransa halkı ve statükocu demokrasisi açısından düşündürücü.
Gökçe Sinasos – www.tersyuz.org