İnsanın insana, insanın diğer hayvanlara yaptığı zulmün örnekleriyle dolu çevremiz. Bu zulmün en iyi saklanmış hallerinden birisi de hiç kuşkusuz hayvanat bahçeleri. Zulmü savunabilenler, hayvanat bahçelerinin eğitici olduğunu, çocukların hayvanları tanımasını ve sevmesini sağladığını söylerler. Ama bu tamamıyla yanlıştır, çünkü bir yalandan, bir taklitten yola çıkar. Hayvanat bahçesinde gördüğünüz bir aslan, özgür(yani gerçek) bir aslanın gölgesinden ibarettir yalnızca. Dolayısı ile size bir aslanla ilgili hiçbir şey öğretemez. Bununla da kalmayıp, karşınızda nefes alan, yaşayan, özgürlük duygusu olan o canlıyı bir malzeme, vitrine konup sergilenecek bir eğlence aracı, tek varlık nedeni bizi güldürmek olan bir varlık olarak görmemize neden olur. Kafesler içinde gördüğümüz o canlı kafamızdaki bu resmi daha da güçlendirir, çünkü hayata küsmüştür, çünkü varlık sebebini kaybetmiştir, çünkü sıkılmaktadır. Ve üzgündür. Ve biz karşımızda bir aslan, bir kurt, bir fil var zannederiz. İşte bu yüzden hayvanat bahçeleri eğitim değil, cehalettir. Bunu, özgür hayvanlarla yolu kesişmiş olan herkes bilir.
İşte aşağıdaki hikaye de bununla ilgili. Filleri yakından tanıyıp sevme şansını bulmuş birinin hikayesi.
Haksızlık ettiğimiz tüm canlılar için…. – Tuğçe Tuğran
‘Hayatını kökünden değiştiren şey nedir?’ sorusuna cevap vermek çok zordur. Bildiğin tek şey, bir gün etrafına bakarsın ve her şey tamamen farklıdır. Marketteki kasiyer kızla olan ilişkin değişmiştir mesela veya en yakın arkadaşına bakışın; köpeğinle olan ilişkin farklıdır. Kalbin farklıdır artık. Aklın ve ruhun başkadır.
Benim için her şeyi değiştiren şey filler oldu. Hayvanat bahçelerinden ve sirklerden kurtarılan fillerin barındığı bir yerde bir süre çalıştım. Orada, hayat boyu süren işkenceden sonra, tekrar fil olmayı öğrenmeye çabalıyorlardı. Sanıyorum ki ben değişmeye, mutluluğuma eşlik eden bir filin çığlıklarını duyduğum anda başladım…
Yükseklik korkum vardı ve işim gereği yüksek bir yere çıkmam gerekiyordu. Zorunda olmasam asla tırmanmayacağım bir yüksekliğe. Korkarak tırmandım, titreyerek ve ter içinde. (Bu arada, terli ellerle çok değer verdiğimiz hayata tutunmak hiç de kolay olmuyor.) İş arkadaşım bana aşağıdan destek olmaya çalışıyordu. Bu sırada fillerden biri çitin diğer tarafından bizi izliyordu. İki elini yumruk yapıp yan yana getir, bir filin gözleri yine de daha büyük kalıyor. Bu kadar büyük gözlere bakmanın insanı zayıf hissettiren bir tarafı var. Hele ki o gözler senden daha yaşlı ve daha akıllı bir canlıya aitse. Sadece gözlerine bakarak, bir canlının ruhu hakkında çok şey söyleyebilirsin. Bunu aşık olan herkes bilir. Bir fil başını eğip gözlerinin içine baktığında, ruhunun derinliklerini görür. Ruhunda varlığından senin bile bihaber olduğun şeyleri keşfeder. Bunu bakışlarından anlarsın. Bu bakışlara karşılık verdiğinde, karşındaki ruhun derinliklerinde bulduğun tek şey bilgelik, sevgi ve şefkattir. Bu kadar bilge ve bu kadar sevgi dolu bir yaratığın gerçek olduğuna bir türlü inanamazsın. Yanında durup varlığının derinliklerine bakan ve senin için şefkat duyan, yaşayan her insan için şefkat duyan bir canlı… Onlara hem tek tek, hem de tür olarak topluca yaptığımız zalimliklere rağmen hem de. İnsanların fillerden etkilendiğini uzun zamandır biliyordum. Ama bir tanesinin yanında durup gözlerinin içine bakmadan önce, bunun gerçek nedenini hiç anlamamışım.
İşte oradaydım, yüksek demir kapıya tırmanmaya çalışıyordum. İş arkadaşım yapabilirsin diyerek beni rahatlatmaya çalışıyordu. Sesim titreyerek cevap verdim ‘Karşıdan bana bakan bir fil varken tırmanmak hiç kolay değil’. O zaman yeniydim ve fillerin ne kadar anlayışlı varlıklar olduğunu henüz bilmiyordum. Bizi izleyen fil arkasını döndü. Ben işimi bitirip aşağı indim. Ayaklarım yere değdiği anda ciğerlerimde tuttuğum nefes boşalıverdi. Dizlerimin bağı çözüldü ve olduğum yere yığıldım. Tam o sırada çitin diğer tarafındaki fil yeniden bize doğru döndü, bana baktı ve o hepimizin bildiği meşhur çığlıklarından birini attı. İşte o zaman arkasını dönüp bana bakmayışının rastlantı olmadığını anladım.
O anı hayatım boyunca asla unutmayacağım. Biliyordu, her şeyin farkındaydı. Benimle beraber seviniyordu. Benim korkumu hissetmiş, bana ihtiyacım olan rahatlığı vermişti ve şimdi de mutluluğumu paylaşıyordu benimle.
İlk kez o an fillerin benim asla bilemeyeceğim ve anlayamayacağım şeylere kadir olduklarını fark ettim. Defalarca hayvanlar (insanlar dahil) hakkında bildiğim her şeyin korkunç, umutsuz bir şekilde yanlış olduğunu gösterdiler bana. Ve bunu gülümseyerek yaptılar her seferinde, ‘sizi saşkın insanlar!’ dercesine.
Bir keresinde fillerden birini beslemek için gölün kenarına gitmiştim-filleri ilk kez birey olarak tanıdığım bu barınakta, hava güzel olduğunda yemeklerini fillere götürürdük. Günün ortasında yemek beklemek için kapalı alana geri dönmek zorunda kalmasınlar diye. Yemek yemeye bayılan fillerden birisi de o gün gölün kenarındaydı. Yemek saati günün en sevdiği anıydı ve zamanını diğer fillerden yemek çalmak için planlar yaparak geçirirdi. O gün, yemeğini yere bıraktım ve uzaktan onu izlemeye koyuldum. Yemeğe yaklaşırken birden durunca gözlerime inanamadım. Hortumunu ağzına götürdü- ki bu insanların tırnaklarını yemesine benzer bir davranıştır- ve sonra hortumuyla yemeğine ulaşmaya çalıştı. Aklıma ilk gelen hasta olabileceğiydi. Yemek yemediğine göre çok önemli bir derdi olmalıydı. Bu, bir çocuğun dondurmaya hayır demesine benziyordu. Kalbim korku dolu, ona doğru yürüdüm.
Yerde bir kaplumbağa vardı. Orada, çimenlerin üzerinde, 4230 kiloluk bir canlı ile yemeği arasında 2 kiloluk bir kaplumbağa duruyordu. Fil ona doğru bir adım atıyor, sonra geri çekiliyordu. Kaplumbağayı kazara ezeceğinden korkuyordu. Yemeğinin yerini değiştirdim, bana kendince teşekkür etti ve yemeğini sakince yedi. Sık sık gösterdikleri bu şefkat beni derinden etkilerdi-yollarına çıkan yavru hindileri ürkütmemek için, onların yoldan çekilmelerini soğuktan titreyerek bekleyen iki filin görüntüsü aklımdan hiç çıkmıyor.
Bazen elektrikli çiti çalıştırırdım ve filleri kontrol etmeye gittiğimde onları hep çitin dış tarafında bulurdum. Uzağa gitmezler, sadece çiti geçip orada öylece dururlardı. Yüzlerinde hep o yaramaz çocuk ifadesi olurdu. Yaramazlık yaparken yakalanmış çocuklar gibi: suçlu olduklarını bilirler ama yeterince sevimli görünmeyi başarabilirlerse başlarının derde girmeyeceğinden emindirler. Bir sonraki sefer yine gidip baktığımızda bu kez çitin iç tarafında olurlardı. Gülümser, ama nasıl olup da çiti aşabildiklerini asla anlayamazdık. Barınakta çalışanlardan biri, fillerden birinin ağaçtan bir dal koparıp teli aşağı ittiğini, çiti geçtikten sonra da kullandığı dalı ağacın arkasına sakladığını görmüş.
Akıllı hayvanların hayvanat bahçelerindeki yaşam koşulları hakkındaki gerçekleri görmek oldukça kolaydır, özellikle de karada yaşayan en büyük memeliden bahsediyorsak. Hayvanat bahçeleri kısıtlı alanlara ve imkanlara sahiptir. Sağlıklı bir yaşam için fillerin ihtiyaç duyduğu geniş alanları asla sağlayamazlar. Bir filin sağlıklı olması için, geniş alanlarda dolaşabilmesi, otlanabilmesi için çim, koparıp yiyebilmesi için ağaçlar gerekir. Bir filin mutlu olabilmesi içinse içinde yüzebileceği büyük su kütleleri, ve temizlenmek için de toprak gerekir. Bir hayvanat bahçesi hem bunları sağlayıp hem de sürekli ziyaretçi kabul edemez. Bu kadar büyük alanda bir fil barındırıp hem de diğer hayvanlara yeterli alan sağlayamaz. Sağlıklı olmak için ihtiyaç duydukları şeyleri fillere veremez. Bu basit bir gerçek. Ama bunun hayvanları nasıl etkilediği konusu o kadar da basit değil.
Filler sürüler halinde yaşarlar. Doğada dişi filler tüm hayatlarını anneleri ve ailenin diğer dişi bireyleri ile geçirir. Bir filin tutsak yaşama uyum sağlayabilmesi için çok gençken-genelde 6 aylıkken-annelerinden koparılmaları gerekir (bir filin 60-70 yıl yaşabildiğini unutmayalım). İsteyerek yavrusundan vazgeçecek bir anne bulmaksa, tabii ki çok zordur. Böylece yavru fil; annesinin, teyzesinin, kardeşlerinin, doğumundan beri tanıdığı tüm canlıların kurşunlanarak öldürüldüğüne tanık olur. Daha sonra, kendisini taşıyacak ulaşım aracı gelene kadar- ki bu 3 gün bile sürebilir- annesinin ölüsüne zincirli halde bekler. Bu ulaşım aracı onu hayatı boyunca tutsak edecek hayvanat bahçesine veya sirke götürecektir. Bütün bunlar bu kadar akıllı ve karmaşık bir canlıyı nasıl etkiliyordur acaba? Ruhunun yavaş yavaş, zaman içinde, ufak ufak kırılması nasıl bir şeydir?
Barınaktan tanıdığım bir filin, 10 yıl önce çekilmiş bir videosunu izledim geçenlerde. Barınağa getirildiği gün çekilmişti. Kamyondan indiği anı izlemek çok çarpıcıydı. Çok belirgin, somut farklar vardı: mesela ayakları. Tırnakları aşırı uzamış ve etine batmıştı. Yürürken acı çektiği belliydi. Filler doğada bir gün içinde kilometrelerce yol yürürler. Bu yüzden de tırnakları her zaman törpülenir ve ayakları sağlıklı kalır. Doğal olmayan bir zeminde -mesela betonda, tırnakları aşırı uzar ve şokun bir kısmını emen yumuşak bir zeminin yokluğunda, gün boyunca betonun üzerinde durmak eklem ağrılarına neden olur.
Ama benim tanıyıp sevdiğim fille, sirkten yeni kurtarılmış o fil arasında görmesi daha zor farklar da vardı. Başı daha aşağıda duruyordu örneğin. Gözleri bomboştu, sevgi yoktu, yaramazlık yoktu, merak yoktu gözlerinde. Teni daha renksiz, kulakları düşüktü. Hem benim tanıyıp sevdiğim fildi, hem de değildi. Bunu görmek, o videoyu izlemek, kalbimi öylesine kırdı ki, bunu anlatmak için kelime bulamıyorum. Onu sevmeme sebep olan küçük şeyler yoktu o görüntüde… Onu her gördüğümde gülümsememe neden olan o parıltı, çitin kenarına gelip bana selam vermesi, arka ayaklarını kaşımamı istemesi… Filmdeki canlı küçücük beton bir yerde yaşamaktan yeni kurtulmuştu. Kendisindeki parıltıyı görememek değildi kalbimi kıran. Araçtan inmekte olan o yaratıkta böyle bir parıltı olabileceğini bile hayal edememekti. Ekrandan ona dokunabilmek istedim; her şeyin iyi olacağını söylemek. Sonunda eve gelmişti. İçinde yüzebileceği bir göl, dolaşabileceği 2000 hektar alan, arkadaş olabileceği başka fillerin olduğu bir yere gelmişti. Kendisini sevecek ve ona hak ettiği saygıyı gösterecek insanlar vardı burada. Bunları ona söyleyebilmek istedim.
Sağlıklı ve mutlu filleri görüp tanıdıktan sonra, bir daha asla bir hayvanat bahçesine gidip onları o demirler arkasında görmeyi aklıma bile getiremiyorum. Ben bir hapishane görüyorum orada. Hiç işlemediği bir suç yüzünden-tam tersine, insanların ona karşı işlediği bir suç yüzünden- müebbet hapse mahkum olmuş bir canlı görüyorum. Onlar daha iyisini hak ediyor, ne dersiniz?’
Mary Shieva”
Fotoğraf: Saskia Richartz
Çeviri ve önsöz : Tuğçe Tuğran
(Yeşil Gazete)