Hafta Sonu

Ferdan Ergut: “Gerçek üniversite iktidar fikrini boşa çıkaran bir mekandır”

0
Ferdan Ergut
Ferdan Ergut

Ferdan Ergut

Genç akademisyenler tarafından Ocak ayında yayınlanmaya başlayan edebiyat eleştirisi dergisi Monograf, ilk sayısında ODTÜ Tarih bölümü öğretim üyesi Ferdan Ergut’la Türkiye’de akademi kavramı üzerine yaptığı söyleşiyi yayınladı. Akademinin bir kavram olarak konuşulmasının, Türkiye üniversitelerinde eksik, farklı ve değiştirilmesi gerekene dair eleştirel ve pratik bir bakış açısı kazandıracağına inandıklarını söyleyen Monograf, bu konudaki söyleşileri bir seri halinde sürdürecek.

Söyleşiyi Monograf dergisinin izniyle yayınlıyoruz.

Ferdan Ergut, yüksek öğrenimini 1989 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde tamamladıktan sonra, 2000 yılında, New School for Social Research’te, “State and Social Control: The Police in the Late Ottoman Empire and Early Republican Turkey, 1839-1939” başlıklı tezle Siyaset Bilimi ve Tarihsel Çalışmalar alanlarında doktora derecesini aldı. Ergut, ODTÜ Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi olarak, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde devlet inşası, demokratikleşme, Avrupa’da devlet ve devrimler ve sosyalbilimlerde yöntem ile ilgili çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıca, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nde MYK üyeliği görevini yürütmektedir.

Türkiye akademisi için bir bilimsel gelenekten ve kurumsallıktan bahsetmek pek mümkün değil. Akademide, Türkiye’ye ait bir bilim ekolü oluşturmak için nelere ihtiyaç var?

Ben bilim alanında “Türkiye’ye ait bir ekol” olabileceğini düşünmüyorum. Hepimiz çalıştığımız alanlarda bilgi üreten ve sınırları ulus-devletin sınırlarını çok aşan büyük epistemik toplulukların “üyeleriyiz”. Aynı sorunsala, çok farklı açıklamalar getiren, farklı yöntemler benimseyen, birbiriyle rekabet halinde olan farklı topluluklar var. Ve bizlerin bu topluluklara “üyeliği” ulusumuz tarafından belirlenmiyor. İçinden geldiğimiz teorik ve/veya metodolojik gelenekler tarafından belirleniyor. Birbirimizle tartışıyoruz, fikirleri alıp veriyoruz.

Bu bilgiyi üretirken elbette yerelin bilgisini, bu topraklara özgü olanın bilgisini de ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Aslında  temel hedefimiz kendimizi yakın hissettiğimiz belirli bir epistemik toplumun ürettiklerini tekrarlamak ve hatta onu yerele uygulamanın da ötesinde… Hepimiz o geniş topluluğun bilgi dağarcığına veya teorik birikimine bir katkı yapmayı hedefliyoruz. Bir yanımızla yerelin bilgisini üretirken bir yanımızla da o bilginin, üyesi olduğumuz daha geniş bir bilim insanları topluluğuna ne tür katkı yaptığını da gözetiyoruz. Daha doğrusu gözetmeliyiz!

Üniversitelerde, sosyal bilimler çalışmaları için ayrılan bütçe, temel bilimler ve mühendislik bilimlerine ayrılan bütçelerden daha düşük oluyor. Akademi, sermayeyle beraber düşünülüyor ve özellikle üretime/paraya dönüşebilecek bilimsel çalışmalar daha fazla destekleniyor. Sermaye ve iktidara bu kadar bağlı bir üniversite ortamında akademik özgürlükten bahsedebilir miyiz/nasıl bir akademik özgürlükten bahsedebiliriz?

Benim sosyal bilimlerden anladığım öncelikle eleştirellik’tir. Sadece olanı ve görüneni sunmakla yetinmeyen; olan ve görünendeki sorunları açığa çıkartan ve daha iyi bir dünyaya dair ipuçlarını arayan bir sosyal bilim.

Eğer böyleyse,  elbette iktidar odaklarının nüfuz edemeyeceği bir dünyayı kurabilmesi gerekir sosyal bilimcilerin. Hem devlet, hem sermaye, hem dinsel kurumlardan özerk bir alan yaratılamadıkça bu tarz bir sosyal bilim imkansız olacaktır: İktidar, eleştirelliği kaldırmaz!

Neo-liberal düzen, insanî tecrübenin bütün alanlarını sermayenin tahakkümüne tabi kılmaya çalışıyor. Üniversiteye ayrılan kamusal kaynaklar sınırlanıyor ve üniversiteler özel fonların, piyasanın insafına bırakılıyor. Kamu üniversiteleri bile kendi kaynaklarını yaratma çabasına giriyor. Bütün bunlar piyasanın lüzum gördüğü alanlarda büyüyen, piyasanın lüzumsuz  bulduğu ya da düpedüz kendisine tehdit olarak algıladığı alanlarda bilgi üretmenin gittikçe zorlaştığı/zorlaştırıldığı bir üniversiteyi doğuruyor. Esnek istihdamın üniversiteye de yayıldığı, iş güvencesinin adım adım ortadan kaldırıldığı, öğretim üyelerinin piyasanın dikte ettiği bir “performans” endeksiyle değerlendirildiği bir üniversite oluşuyor…

Sermayenin mantığına bu kadar bağımlı işleyen bir üniversitenin özerkliğini koruması imkansızdır. Öte yandan özerkliğe tehdit sadece piyasadan gelmiyor. En az onun kadar, devletten de özerklik önemlidir. Hele de Türkiye gibi çok kuvvetli bir devlet geleneğinin/kültürünün olduğu bağlamlarda… Türkiye’de devlet -Osmanlı’dan itibaren uzun bir dönem içinde ele alarak söylüyorum- zaman zaman sermayenin çıkarlarından bile bağımsızlaşma kapasitesine sahip bir devlettir. Kendi çıkarını, ideolojik kırmızı çizgilerini dayatma kapasitesine sahiptir. Bizde “devlet üniversiteleri”, devletin üniversiteleri olarak anlaşılır. Başbakan’ın ODTÜ ziyareti sırasındaki öğrenci protestolarına ilişkin, sanırım Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü’ydü, şöyle şeyler söylemişti: “Bizlerin bütün maaşlarını, üniversitemizin bütün binalarını, alt yapısını Başbakanımız veriyor. Bu ne nankörlüktür”! Erdoğan’a tapan patetik söylemi bir kenara bırakırsak aslında birçoklarının paylaştığı bir zihniyeti açığa vuruyor rektör. Üniversite devletin malıdır. Devletin başındaki kişiye, devletin ideolojisine, devletin tercihlerine saygıda kusur edemez!

Sözün özü, Türkiye’de üniversite özgürlüğünün, birbirinden özerk iki ana tehdit var: Sermaye ve devlet. Her ikisine karşı da mücadele edilmelidir. Ve ediliyor da! Hayatın diğer alanları gibi üniversiteler de mücadele alanıdır. Her iktidar pratiği bir direnç de üretir. Üniversiteleri monolitik yapılar olarak alamayız. Müesses nizama alternatif bilgileri özgür bir ortamda üretmeye çalışanlarla, o müesses nizamın üniversite içindeki uygulayıcıları gibi ayrımlara ve üniversite içinde bunlar arasındaki mücadelelere de dikkat etmek lazım.

Çoğulculuk ve Evrenselcilik

Bir önceki soruyla bağlantılı olarak; şu anda siz bir siyasi parti içinde aktif görevdesiniz. Bu şekilde siyasi bir parti içinde yer almak akademik özgürlük açısından nasıl değerlendirebilir?

Sorunuzu basit bir parti üyeliği/akademisyenlik geriliminin dışına çıkarak yanıtlamak isterim. Söz konusu olan daha derinde, siyaset ya da önemsediğimiz değerler ile akademisyenlik arasındaki gerilim meselesidir.

Öncelikle sanırım “liberal ilke”ye değinmek gerekecek. Liberalizm, akademik özgürlüğe önem verir. Fakat önemli bir koşulu vardır: Akademisyen “tarafsız” olmalıdır. Kendi “değerler” dünyasını, akademiye taşımamalıdır. Bu değerleri, kamusal ya da özel alanda elbette dillendirebilir; ama üniversite mekanı disiplinlerin kendi ölçütlerinin geçeri olduğu alanlardır. Her disiplinin içsel kuralları vardır. Ve akademisyenin özgürlüğü, ancak o kuralları tatbik ettiği oranda geçerlidir. Başka bir deyişle disiplinini doğrudan ilgilendirmeyen konulara girdiğinde –mesela derste politik bir mesele üzerine kanaat açıkladığında, ya da politik meseleler üzerine sınıfta bir müzakere açtığında- akademik özgürlük ilkesinin koruması dışına çıkar. Örneğin birçok Batı üniversitesinde feministler tam da bu yorum nedeniyle uzun süre zorluklar yaşadılar. Bir sosyolog, herşeyden önce sosyolog olmalıydı. Feminizm politikti ve –tam da bu nedenle- “akademik özgürlük” ilkesinden yararlanamazdı. Üniversiteler siyaset mekanı olamazdı!

Son tahlilde sorunuz, ne için, kimin için sosyal bilim yaptığımızla ilgili… Sosyal bilim yaparken kime hizmet ediyoruz? Ürettiğimiz bilgiden kimler yararlanacak? Bunlar çok çetrefil konular; ve kolay yanıtları da yok.

Bir önceki sorunuza verdiğim yanıtı tekrarlamak ve verdiğim yanıtın da aslında oldukça sorunlu bir yanıt olduğunu söylemek isterim. “Daha iyi bir dünya” için  sosyal bilim tercihimden bahsetmişim. Böyle dedim ama, bu yanıtın barındırdığı risklerin farkındayım: Öncelikle “daha iyi bir dünya” için eylediğini düşünen bir özne –ben mesela!- çeşitli açılardan tehlikelidir; ve şimdi söyleyeceğim tehlikelerin hepsinin kaynağı aynıdır: Kendini böyle bir yerde konumlandıran akademisyende ister istemez “ahlaki bir üstünlük” duygusu peyda olur. Ahlaken doğru yerdedir. Bu nedenle yapıp ettikleri “son tahlilde” meşrudur. Bu “ahlaki üstünlük” nedeniyle kendi disiplininin içsel ölçütlerini tümüyle göz ardı edip bütünüyle politik bir duruş sergileyebilir. Bunun en uç noktası, “davasına” hizmet etmediğini düşündüğü ya da kafasındaki dünyayla çeliştiğini gördüğü verileri, çalışmasına dahil etmemesi olabilir. İkincisi ise, bu kertede bir “ahlaki üstünlük” kaçınılmaz bir biçimde otoriterliği besleyebilir. Öyle ya; ben daha iyi bir dünya için uğraşıyorum; ve ortalıkta bu dünyanın gerçekleştirilmesine engel olan –öznel ya da nesnel olarak engel olan- birileri var. O birilerini ötekileştirme ihtimalim yüksektir. Bu konuda tarih disiplininin terbiye edici bir işlevi olabilir. Tarih herşeyden önce “anlamanın bilimidir”. Bizim temel önceliğimiz anlamaktır. İnsanların farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda yaptıkları farklı tercihleri anlamak… Benzer sorulara/sorunlara verdikleri farklı yanıtları anlamak… “Daha iyi bir dünya” için sosyal bilim, benimkinden “daha farklı” bir dünyanın gayrı meşru olduğu anlamına gelmez, gelmemelidir.

Farklılık -daha doğrusu salt farklılık- ötekileştirmenin zemini olamaz. Bir akademisyenin politik duruşu, diskuru “çoğulculuğu” ve “evrenselliği” içermek zorundadır. Hobsbawm bir konuşmasında söyler: Kimimizin dünya görüşü evrenselcidir; kimimizin  değil… Yurttaş olarak eylediğimiz anlarda bu farklılık sorun yaratmayabilir. Fakat sosyal bilimci için, der Hobsbawm, evrenselcilik bir değer olmanın ötesinde işini iyi yapabilmenin zorunlu koşuludur. Sosyal bilimler, insanın, insan topluluklarının yapıp etikleriyle uğraşır. İnsanî etkinlikleri belirleyen ve/veya sınırlayan dinamikleri, nedensel mekanizmaları bulmaya çalışır. Ve hiçbir insanî etkinlik, herhangi bir grubun (ulusal, etnik, cinsel, sınıfsal) tek başına, diğer gruplara hiç bulaşmadan yapageldiği bir etkinlik biçimi değildir. Beşeri dünya böyle işlemez! Bizler alır ve veririz. Fikir alır veririz; hastalık alır veririz; para alır veririz; mal alır veririz; kültür alır veririz… Hiçbirimiz Robinson Crusoe değiliz; olamayız da… İşte bu yapıp ettiklerimizin arkasındaki nedensellikleri bulmanın birincil koşulu tam da o nedenle “evrenselcilik”tir. Hobsbawm’ın izinden giderek söylersem “Sadece Türkler için yazılan bir tarih; sadece eşcinseller için yazılan bir tarih, sadece Yahudiler için yazılan bir tarih her ne kadar o gruplar için rahatlatıcı bir etki yaratsa da iyi bir tarih değildir”.

Ben, bir akademisyenin siyasetle kurduğu/kurması gerektiği ilişkinin ancak çoğulcu ve evrenselci bir değerler dünyasından anlamlı olacağını düşünüyorum.

Bu böyle olmakla birlikte, yukarıda değindiğim gerilimlerin farkında olmamız lazım: Tarafsızlık elbette mümkün değildir ve dahası arzu edilir de değildir. Ama nesnellik idealinden de vazgeçmemiz mümkün değildir. Dar politik kaygılar yüzünden nesnelliğin feda edilebilir olduğunu söylediğimiz nokta, akademik dünyanın dışına çıktığımız noktadır.

Ben farklı alanların özerklikler olduğunu düşünürüm. Siyasetin alanıyla, edebiyatın alanı birbirinden özerktir. Siyaseten doğru bir şair, çok kötü şiirler yazabilir (Çoğunlukla da böyle olmaz mı!) Siyaset ve akademi arasındaki ilişkiyi de benzer bir yerden kurgulamak gerekiyor. “Liberal ilke”nin akademik disiplinleri nasıl mutlaklaştırdığına, dokunulmaz kıldığına yukarıda değinmiştim. Her türlü politik, kültürel değerden arındırılmış bir akademik dünya elbette mümkün değildir ve istenilir de değildir. Ama bunu söylemek disiplinlerin içsel ölçütlerinin hiç olmadığı anlamına gelmiyor.

Öğrencilerime hep söylerim: Hayat, bütün olumsallığı içinde farklı gerilimler barındırır. Gerilimleri, nihai olarak çözmeye çalışmayın; çözülmez zira! Ama gerilimlerin hangi noktalarda yoğunlaştığını iyi anlayın. O gerilimleri bilincinize çıkarın ve arasından kendi yolunuzu kendiniz çizin. “Daha iyi bir dünya için sosyal bilim” ne kadar önemli bir değerse, “sosyal bilimin iç ölçütlerine uymak” da o ölçüde önemlidir. “Ölçüt dediğiniz nedir ki, o da müesses nizamın koyduğu kurallar” diyerek de kurtulabileceğimiz bir gerilim değil söz konusu olan… Tarihçilikten örnek vereyim: Dünyada saygın tarihçiler, politik görüşlerinden bağımsız olarak bir epistemik topluluk oluştururlar. Birbirlerinin ürettikleri bilgilerden yararlanırlar, birbirlerini eleştirirler, belirli bir noktada uzlaşma sağlarlar. Tarihsel bir argümanın nasıl geliştirilebileceği, belgenin otantik olup olmadığı, belgenin bir zamanlar ait olduğu –ama artık varolmayan- gerçek bağlamının ne olduğu konusunda uzlaşmalar üzerinden ilerler dünya tarihçiliği… Demem o ki, kendine ait –içsel- ölçütleri vardır ve bu ölçütler bizim dünya görüşümüzden bağımsız ölçütlerdir. İkisi arasında gerilim var derken, bunu kastediyorum.

Bu gerilimin farkında olmak ve bu gerilimi, tümüyle uçlardan birine (değerler veya içsel ölçütler) yaslanarak çözmek mümkündür; ama önermem! Gerilimi tüketmeyin. O gerilimdir bizi üretken kılan, yapıp ettiğimiz üzerine sürekli düşündüren ve gerektiği durumlarda öz eleştiri mekanizmasını işleterek yeni bir yola bizi sokan…

Bir akademisyenin evrenselci bir dünya görüşüne sahip olmasının, daha nesnel bir duruşa sahip olmasını kolaylaştıracağını söylemiştim. Bunun dışında Barrington Moore bir “güvenlik sübabı” daha zikreder: Sosyal bilimci, bir ilk refleks olarak, der, yenilenden yana, ezilenden yana tavır almalıdır. Böylesi bir “tarafgirlik”, nesnelliğe giden kapıyı aralar. Zira, ortada olan çoğu belge ve/veya kamusal alanda hakimiyet kurmuş fikirler esas olarak yenenlerin süzgecinden geçmiş olanlardır. Bu hakim yoruma, anlatıya kapılmamak için bir sosyal bilimcinin çubuğu yenilenden yana bükmesi bir ilk adım olarak çok önemli ve anlamlıdır. Elbette bir sonraki adımda olası bir yanlışı düzeltmeye hazır olarak. (Malumu ilan: Her yenilen, haklı değildir. Bkz. Hitler!)

Başka ve daha iyi bir dünya için sosyal bilim yapan bir akademisyen zamanında o başka ve daha iyi bir dünya için uğraşmış ama daha sonra yenenler tarafından bastırılmış olanların seslerini ortaya çıkarmaya çalışmalıdır. Hem o yenilenlerden öğreneceklerimiz olduğu için, hem de “doğru” ile “kazanan” arasında mantıksal bir ilişki olmadığını göstermek için…

Sorunuzun ima ettiği önemli sorun alanı buydu. Önemsiz kısmı ise partiye dair olanı. Kısaca onu da söyleyeyim: Parti meselesini (isterseniz buna mikro siyaset diyelim) asla öğrencilerimle konuşmam. Partili olduğumu bilirler elbet; ama ne sınıfta ne de ofisimde partiye dair konuşmam. Sanırım öğrenciler de bunun farkında olduğu için konuyu açmazlar bile. Partiye dair fikir almak isteyen bazı öğrencilere de nazikçe yukarıdaki ilkemi söylerim.

Dünya görüşüm, elbette akademik faaliyetimin içindedir; onu dışarıda bırakmam, bırakamam. Tam tersine değerler üzerine konuşmayı, müzakereyi, tartışmayı teşvik etmek de isterim. Ama üyesi olduğum siyasal partiyi akademik alanın dışında bırakırım. Nedeni basit: hoca-öğrenci ilişkisi hiyerarşik bir ilişkidir. Bu hiyerarşiyi istediğiniz kadar bozmaya çalışın; yapabileceklerinizin sınırı vardır: Birincisi, sınavları yapan, notları veren hocadır! İkincisi, hocanın öğrencinin algısını belirleme şansı yoktur. Partisinden konuşan bir hoca –istediği kadar demokrat olsun- öğrencilerinin gözünde nesnellikten uzaklaşmış olarak görünebilir. Ve bu algının, ders ortamlarında oluşturmaya çalıştığım  demokratik ortamı etkileyebileceğinden endişe ederim. Söylemeye gerek yok: Bu dediklerim, sonuçta öğrenci üzerinde az ya da çok, sert ya da yumuşak bir otorite kullanan hoca için geçerlidir. Öğrencilerin ise örgütlü siyaset yapmalarında, örgütleri üzerine konuşmalarında, propagandalarını yapmalarında hiçbir sorun görmem. Demokratik bir üniversitenin ayrılmaz unsurudur bunlar…

Ötekileştirme, Türkiye toplumunun her düzeyinde geçerli: aile, devlet, sosyal hayat… Bu açıdan, akademide öteki olmak (eşcinsel, gayrimüslim, ODTÜ’de sağ görüşlü olmak, Gazi Üniversitesi’nde sol görüşlü olmak…) toplumun diğer katmanlarından ne ölçüde farklı seyrediyor?

Ben sivil kültüre dayalı açıklamalardan hazzetmem. Fazlasıyla toptancı bulurum; kültürü, dönemsel değişimlere duyarlı olmaksızın sanki bir kadermiş gibi sunmasına itiraz ederim. Ama bu itirazım, -solcu, sağcı- hepimizin paylaştığı belirli bir zihniyet dünyasının olmadığı anlamına da gelmez! Farklılıklarımız elbette önemli ve yer yer uzlaşmazdır. Ama farkında olmadığımız ve belki de uzun bir geçmişten tevarüs ettiğimiz zihniyet kalıplarımız da bazı davranışlarımızı belirliyor olabilir.

Yukarıda “çoğulculuğun” bir değer olarak öneminden bahsetmiştim. Maalesef sivil kültürümüz bu değeri besleyen bir iklim sunmuyor. Çoğumuzda monist bir düşünce hakim. İdeolojilerimiz her ne olursa olsun, o ideolojiyi tekçi bir dünyanın içinden kuruyoruz. Örneğin “müzakere” fikrinin bizatihi bir değer olduğu fikri bir türlü yerleşmiyor. Hepimiz hakikati biliyoruz ve o hakikati vaaz etmeye çalışıyoruz.

Oysa gerçek bir üniversite müzakere zeminlerinin özgürce kurulabildiği, herkesin fikrini özgürce ifade edebildiği ve hiçbir kutsalın hüküm sürmediği bir mekandır. İktidar fikrini boşa çıkaran bir mekandır. Bilgiye erişim imkanlarının, yollarının sunulduğu, hakikate ulaşmanın tek bir yönteminin olmadığının kavrandığı, dahası, “hakikat”in –öznenin durduğu yere göre, kullandığı dile göre değişen- farklı veçheleri olduğunun ve bu farklılıkların bire indirilemeyeceğinin bilince çıkarıldığı yerdir üniversite. Farklı bir toplumsallık biçimidir üniversite… Tarikata benzemez, siyasal partiye benzemez – ve yukarıda değindiğim “içsel ölçütler” meselesi nedeniyle – fikir kulüplerine de benzemez.

Buradan bakıldığında Türkiye’deki üniversitelerin bu idealin çok gerisinde olduğunu söylemek mümkündür. “Taşra üniversiteleri” olarak adlandırılan mekanların bu toplumsallığa en uzak yerler olduğunu söylemek gerekir. Rektör-Kral’ın yönetimindeki dominyonlar gibidir. Farklılıkların ifade edilmesi neredeyse bütünüyle engellenmiştir. Özellikle Kürt, Alevi ve solcu öğrencilerin başlarına gelenler açıkça ortada… Bırakın öğrencileri, araştırma görevlileri, öğretim üyeleri bile katıldıkları bir toplantı nedeniyle, sendikal faaliyetleri nedeniyle, hatta attıkları “tweet”ler nedeniyle bile soruşturma baskısı altındadırlar. O üniversitelerde hâlâ akademik faaliyet yapılabiliyorsa, akademik özgürlük mücadelesi veren bir avuç cesur meslektaşımız sayesindedir.

Lafı ODTÜ’ye getireceğim. ODTÜ’de de birçok problem var elbette. Farklılıklar burada da kendisini ifade etmekte zorlanıyor. Ama bu zorlukları, yukarıda sayılan üniversitelerle kıyaslamak bile benim vicdanıma sığmaz. ODTÜ’de hiçbir öğretim üyesi sendikal faaliyeti nedeniyle (karşıt iki sendika da ODTÜ’de faaliyet halindedir), ya da katıldığı bir toplantı nedeniyle soruşturmaya uğramaz. Kendimden örnek verebilirim: Fikirlerimin, ODTÜ kamuoyunun çok azı tarafından paylaşıldığını biliyorum. Her platformda fikirlerimi söyleyebiliyorum. Elbette tepki görüyorum; ama şu ana kadar kurum içinde müzakereyle/tartışmayla çözemeyeceğim hiçbir sorunla karşılaşmadım.

Bu, ODTÜ’nün güllük gülüstanlık olduğu anlamına gelir mi? Elbette hayır. LGBTİ öğrencilerimiz bir önceki rektör döneminde bir öğrenci topluluğu kurmak için başvurdular. Onlarcası olan topluluklardan birini kurmak için… Üstelik adını da göreli nötr bir isim olarak “toplumsal cinsiyet topluluğu” koymuşlardı. O dönemdeki rektörün verdiği yanıt “bizim üniversitemizde eşcinsel öğrenci yok” oldu! Rektör değişti; fakat hâlâ bu topluluğa izin verilmiş değil…

Başörtülü öğrencilerin mağduriyet yaşadığı yıllarda öğretim üyelerinin büyük bölümü başörtüsü yasağını şevkle uyguluyordu. O dönemde solcu öğrencilerin de –önemli ve çok kıymetli istisnalar olsa da- genel olarak başörtülü öğrencilerin mücadelesine destek verdiğini söyleyemem.

Örgütlenme özgürlüğünün önündeki bütün engellerin kaldırılmasından yana birisi olarak elbette kendi üniversitemde de Sosyalistler, Kemalistler kadar Muhafazakarların da, LGBTİ öğrencilerin de örgütlenme özgürlüğünü savunuyorum.

Benim için ölçüt müzakere zeminidir. Bu ölçüte uymayan tek grubun ırkçılar olduğunu düşünüyorum. Irkçılık doğası gereği müzakereyi tanımaz. Zira, bir faşistin gözünde “karşı taraf” müzakere etmeye değmeyecek kadar aşağıdadır. Dahası, onun varlığı ırkçının varlığına bir tehdittir. Müzakerenin diğer tarafını meşru görmeyen, daha en başından bir grubu –salt o grubun kimliği nedeniyle- müzakere zeminin dışında bırakan hiçbir ideolojinin üniversitede yeri olamaz diye düşünüyorum. Bunun dışında kalan bütün fikirlerin örgütlenme hakkı olduğu gibi, farklı grupların birbirleriyle temas edecekleri zeminleri kurmak da üniversite yönetiminin görevleri arasında olmalıdır diye düşünüyorum.

“Üniversite de bir mücadele alanıdır”

Daha özel bir konu olarak şuna değinelim. ODTÜ-iktidar çatışması daha önceki dönemlerde olduğu gibi, şu anda da devam ediyor. Hatta iktidara karşı muhalif ve eleştirel olan bir ODTÜ geleneğinden bahsedebiliriz. Bu geleneği göz önüne alarak, geçmiş dönemlerle karşılaştırdığınızda, şu anda ODTÜ’nün iktidarla olan ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle, ODTÜ deyince tek ve monolitik bir yapı yok. Çok kabaca, rektörlük, öğretim üyeleri, öğrenciler ve çalışanlar var. Herbirinin yer yer örtüşen, yer yer çatışan çıkarları, fikirleri var…  Dahası her birinin kendi arasında da önemli ayrımlar var. Sonuçta birinci soruya verdiğim yanıtı hatırlatayım: üniversite de bir mücadele alanıdır.

Bu farklılıklara rağmen bir de tarih var! Geçmişte otoriter iktidarlara karşı geliştirilen direniş kültürünün, kurumsal bir kültür haline geldiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Şimdi yine bir otoriter iktidar var ve ODTÜ yine direniyor. Ve Başbakan’ın hedef tahtasında… Ve şunu söylemeliyim ki, ODTÜ hocalarının çok büyük çoğunluğu iktidarın üniversitelerine dönük müdahalesine çok net bir biçimde duruş sergilediler. Öğrencilerine dönük polis şiddeti olduğunda hep birlikte seslerini yükselttiler. Açık imzalarıyla bildirgelere imza attılar. Türkiye üniversitelerinin “medeni cesaret” vasatına bakıldığında bunun başlı başına önemli olduğunu düşünüyorum. Bu cesaretin arkasında ise elbette işini iyi yapan insanların kendilerine duydukları özgüven var. ODTÜ, hiç şüphesiz dünya çapında saygınlığı olan, Türkiye’nin yüz akı üniversitelerinden biri…

Bu böyle olmakla birlikte, bu muhalefetinin içeriğindeki sorunları da görmek gerekiyor. ODTÜ’de, AKP’ye gerçekten özgürlükçü bir zeminde muhalefet eden, iktidarın ODTÜ’nün özerkliğine dönük saldırılarına ilkesel olarak karşı duran –çoğu genç- öğretim üyeleri var. Fakat ODTÜ hocalarının büyük çoğunluğu oldukça statükocu insanlardır. Kendilerini elbette “solda” görürler; ama aslında AKP’nin yıktığı eski rejime ve onun Kemalist ideolojisine bağlı insanlardır. Bu çerçeveden kurulan bir “muhalif” duruşun ardında yatan temel nedenin yenilgici bir ruh hali olduğunu düşünüyorum. AKP’ye karşı savaşı kaybettiler; eskiden güvendikleri hiçbir kurum da artık yerinde yok. Bu durumda AKP’ye karşı olan kim kaldıysa onları desteklemek gibi bir konuma kayılıyor. Kürtlerin mücadelesine bakışlarını da bu belirliyor, örneğin. Neredeyse, Kürtlerden sürekli  bir mücadele beklentisi var. Barış sürecinde AKP ile müzakere ettikleri ölçüde kötüler; direndikleri ve mücadele ettikleri oranda iyiler! Bir bölümünün bu aralar Gülen hareketine bile sempatiyle olmasa bile umutla baktığını söyleyebilirim. Bu tarz “muhalif” pozisyonun ilkesel olduğunu düşünmüyorum; son derece konjonktürel bir pozisyon.

(Muhalif olmanın temelini oluşturan bağımsız düşünebilmenin önündeki en büyük engelin kurumlarımıza, partilerimize, örgütlerimize vs. duyduğumuz aidiyet duygusu olduğunu düşünürüm. Bu aidiyet duygusunun bir akademisyenin ya da akademisyen olmayı düşünen bireyin özellikle uzak durması gereken bir duygu olduğunu vurgularım. Bizim üniversitede çok sık kullanılan “ODTÜ ruhu”, “ODTÜ’lü duruşu” vs. gibi güzellemeler aslında ODTÜ üzerine düşünmemizi de engelliyor.)

ODTÜ hocalarında bu tür bir aidiyet tanımı olarak görülebilecek ve kurumun tarihinden gelen bir “devrimcilik”, “muhaliflik” algısı var. Ben de her fırsatta Boğaziçi’nin, örneğin, kurumsal olarak ODTÜ’den daha özgürlükçü bir muhalefeti temsil ettiğini söylerim. Daha geçenlerde İsmail Beşikçi’ye fahri doktora verdiler. Çok yakında da Fener Rum Patriği Bartholomeos’a fahri doktora verecekler. Üstelik “Ekümenik” sıfatıyla! Bütün bunlar devletin kadim zihniyetinin dışında özerk davranabilen bir üniversitenin varlığını gösteriyor. Zikrettiğim bu iki örneğin ODTÜ’de olmasını düşünemem bile!

Bence ODTÜ’de daha özgürlükçü bir muhalefet zemini esas olarak asistanlar, -gittikçe çoğalan- genç öğretim üyeleri ve öğrenciler arasında yeşeriyor. Öğrenci romantizmi yapmak istemem. Onlar arasında da Marksizmin en ortodoks yorumları hala revaçta… Kendi payıma benim ilgiyle izlediğim öğrenciler ise, müesses nizamı rahatsız edecek özgürlükçü bir karşı-kültür oluşturmaya çalışan, farklılıklarıyla bir arada yaşayan, azımsanmayacak sayıdaki ODTÜ öğrencisi ve öğrenci toplulukları. Gelecek onlarda!

Söyleşi: Özge Ata (ODTÜ, Biyoteknoloji Bölümü, Doktora Öğrencisi)

İlk olarak Monograf dergisinin 1. sayısında yayınlanmıştır.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.