Dış Köşe

Eski dünya savaşın eşiğinde – Güven Gürkan Öztan

0

Türkiye’nin politik gündemiyle fena halde boğulmuş durumdayız; dolayısıyla etrafımızda olup bitenleri görmekten çoğu kez uzaklaşıyoruz. Yunanistan seçimleri ve SYRIZA’nın başarısı gözlerimizi Ege’nin diğer yanına çevirmemizi sağladı ancak imrenerek baktığımız bu zaferi de kısa sürede ‘burası’ için bir referans olur mu olmaz mı kısır döngüsüne indirgemeyi becerdik. Yunanistan’ın özgül dinamiklerini ve ülkenin son on yılında ekonomisinde ve toplumsal yaşamında tecrübe edilenleri dikkate alan bir analiz çerçevesi yerine kolaycı ve hatta çoğu zaman indirgemeci yorumlara iltifat eder duruma geldik. SYRIZA’nın yükselişini salt küresel kapitalizmin yıkıcılığına bir tepkiymişçesine yorumladık. Böylesi bir ittifakı mümkün kılan sol dayanışma kültürünün nasıl geliştiğiyle çok da ilgilenmedik. SYRIZA’nın Türkiye’deki muadilini ‘keşfetmek’ çabası da reel siyasete odaklı aceleci çıkarsamalardan ve niyet beyanlarından ilham aldı. Türkiye’yi merkeze koyan yorumlama ve politik reçete yazma teşebbüsünün baştan sorunlu olduğu aşikâr. Her bir ülkenin kendine özgü koşullarını göz ardı etmeksizin büyük resme bakmak ve SYRIZA’yı da Podemos’u da Türkiye’deki demokratik sol muhalefeti de bu resim içinde değerlendirmek çıkış yolu arayışlarımızda çok daha anlamlı ve işlevsel gibi görünüyor.

FAŞİZM AVRUPA’NIN HAYALETİ   
20. Yüzyıl Avrupa’sı faşist güçlerle, demokratik  sol ve sosyalist gruplar arasında en sert mücadelesini 1920’lerin sonlarından II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar olan süreçte yaşadı. Elbette 1945 sonrasının Avrupa’sında popülist sağcı politikacılarla sol ve sosyal demokratlar arasında siyasi rekabet devam etti ancak bu mücadele öncesiyle kıyaslanmayacak kadar ‘kitabına uygun’ bir biçimde cereyan etti. 1920’lerin sonlarına gelirken Avrupa’nın birçok yerinde liberallerin sahte zaferi dalgalanıyordu. İspanya’dan İtalya’ya, Yunanistan’dan Almanya’ya Avrupa’nın birçok ülkesinde değişen oranda olmak üzere sol siyasetin dinamizmi ve kitlesel gücü mevcuttu. Liberal hegemonyaya eleştiri yönelten sol siyaset, kimi örneklerde sosyal demokrat kimi örneklerde sosyalist bir kimliğe bürünmüştü. Ancak liberallerin sahte zaferini sona erdiren Avrupa solu değil faşist güçler oldu. Bunu da sol örgütleri ve tabanı ezerek gerçekleştirdiler. 1929 Buhranı faşist güçlerin kitlesel destek devşirmesinde şüphesiz etkiliydi; kriz esnasında oluşan atmosfer uyuyan toplumsal ve siyasal fay hatlarını tetikledi. Franco’nun muzaffer olması, Hitler’in iktidara yürüyüşü büyük bir felaketin kapıda olduğunu göstermişti. Maalesef demokratik ve sol güçler, faşist rüzgarın karşısında uzun süre direnemedi; sonrasını biliyoruz. Irk teorilerinin ve biyolojizmin muteber olduğu zaman aralığında anti-semitizm gibi daha köklü nefret ideolojileri bu yeni ‘bilimsel’ çerçevenin içine oturtuluyordu. II. Dünya Savaşında faşistlerin mağlubiyeti liberaller için mücadelenin kazanıldığına delil olarak gösterilse de mikro ölçekte faşizmin etkisi tamamen hiçbir zaman Avrupa’dan sökülmedi.

2014 sonbaharında Almanya’da Pegida’nın ilk eylemleri ile karşılaşıldığında bunu Avrupa’da yükselen sağın bir dışavurumu olarak hafifseyen bir eğilimi gözlemledik. Daha önceleri İsveç başta olmak üzere İskandinav ülkelerinde ve Doğu Avrupa’da yabancı karşıtı görüşlerin organize olmaya başladığına dair mebzul miktarda kanıt vardı. Tarihinde soykırım olan Almanlar ise politik doğruculuk gereği faşizmin hortlamasından uzun süredir endişe duyuyorlardı. Ancak bu endişeye rağmen Alman devletinin faşist örgütlenmeleri himaye ettiğine ilişkin bilgiler yakın zamanda etrafa saçıldı. Dresden’de küçük bir yürüyüşle başlayan Pegida eylemleri önce başka şehirlere oradan da kısa sürede Almanya’nın dışına sıçradığında hepimizin endişesi arttı. Avrupa’nın İslamileşmesine karşı mücadele verdiklerini iddia eden grupların bu motifi daha çok tabanını genişletmek için kullandığı aşikâr. Pegida ve ‘kardeş’ örgütleri, Avrupa’yı ‘hastalıklarından arındırma’ gibi faşist bir motto ile hareket ediyor ve gün geçtikçe de güçleniyor. Daha yaklaşık bir hafta önce Avusturya’da Nazi selamı ile yürüyen küçük kitle tıpkı Almanya’daki ‘kardeşleri’ gibi ‘biz halkız’ diye haykırıyordu. Faşizmin halkı organik bir bütün olarak gören ve kendinden olmayanı organizma dışına atmaya şartlanmış politik gramerine uygun bir biçimde hareket ediyorlar. Hedeflerinde yabancılar kadar çokkültürlülüğü savunan sol ve demokrat çevreler de var. Charlie Hebdo saldırısı sonrasında faşist güçlerin popülerliğinin arttığı da bir başka gerçek. Pegida UK facebook sayfası 12.000’den fazla beğenilmiş. Beğenenlerin yarısı İngiltere’den ve Charlie Hebdo saldırısı sonrasında sayı gözle görülür biçimde artmış durumda.

Almanya’da faşist örgütlenmelerin eylem yaptıkları bölgeler Müslüman halkın en az yaşadığı alanlar. Dolayısıyla nasıl anti-semitizm Naziler için siyasal projelerini gerçekleştirme uğruna kullandıkları bir manivela ise ‘Müslüman korkusu’ da şimdilerde benzer bir şey. Fransa’da Maria Le Pen’li Ulusal Cephe ile Macaristan’daki ya da Polonya’daki sağcıların ortak bir zemin üzerinden konuştuğunu iddia etmemiz pekala mümkün. Hemen hemen hepsi kendilerine yöneltilen ırkçılık ya da yabancı düşmanlığı eleştirilerini reddediyor. Sağda ya da solda olmadıklarını sadece Avrupa’daki köktenci Müslümanların artışına karşı çıktıklarını iddia ediyorlar. Danimarka’da Pegida benzeri bir oluşumun başını çeken ve daha önce göçmenlik karşıtı politikalarıyla bilinen Danimarka Halkın Partisinden aday olan Nicolai Sennels, eylemlerinin politik duruşla telif edilemeyeceğini, sadece endişeli Avrupalıların sesi olduklarını söylüyor. Bu ‘endişeli’ Avrupalı kategorisi aslında aşırı sağ hareketlerin kendilerini meşrulaştırma çabasının bir parçası.

Pegida başta olmak üzere Avrupa’daki faşist güçlerin yükselişini neyle açıklayabiliriz? Küresel kapitalizmin yaşadığı krizlerin net bir sonucundan mı bahsediyoruz? Tatmin olmayan, statü kaybı yaşayan, prekaryalaşan Avrupalılar faşizme mi kayıyor? Yaşadığımız sürecin kapitalizmin ve neoliberal iktisadın krizleri ile yakından ilişkili olduğu yadsınamaz. Özellikle küçük burjuvazi diyebileceğimiz kitlenin faşist sloganlara rağbet etmesi ekonomik dinamiklerle doğrudan bağlantılı. Ancak tanık olduğumuz şeyi sadece bununla açıklamak yazının başında sözünü ettiğim indirgemecilik hatasına yeniden düşmektir. Avrupa’nın yaşadığı yabancı korkusu ile mülteci korkusu birbirlerine eklemleniyor. Uzun süredir –bilhassa da 11 Eylül sonrasında- korku atmosferini yeniden üreten yayınlar, yorumlar ve analizler siyasi kaygıların kültürel zeminde ifade edilmesini tetikledi. Devletin güvenlik politikaları, faşizmin tam da istediği kolektif güvensizlik ruh halinin yaygınlaşmasına neden oldu. IŞİD ve benzeri örgütlerin katliamları ve bu örgütlere Avrupa ülkelerinden gerçekleşen katılımlar sağ akımların ayrımcı ve ırkçı argümanlarını kolaylaştırdı. Çokkültürlülük politikalarının ortak bir toplumsal vicdan yaratılmasına katkı yapacak düzeye ulaşamaması da ayrı bir sorun olarak karşımızda. Entegrasyon meselesinin kimi nereye ve ne için ‘entegre’ ediyoruz sorusunu sormadan işletilmesi mutabakatı değil ayrışmayı beraberinde getirdi.

ENTERNASYONAL MÜCADELE  

Bugün bir yanda faşist örgütlenmelerin organize ettiği yürüyüşler diğer yanda demokrat ve sol kitlenin anti-faşist etkinlikleri Avrupa’nın ana siyasi tartışma hattını belirliyor. Öngöremediğimiz herhangi bir kıvılcım Avrupa’daki aşırı sağın demokratik kazanımları yok edecek kadar güçlenmesine yol açabilir. Tam da bu noktada enternasyonal hale gelen aşırı sağ akımlara karşı enternasyonal dayanışma ağları kurmakla yükümlüyüz. Türkiye’deki sol ve demokrat muhalefet, ülke içindeki mücadeleyi sürdürürken uluslararası mecrada ırkçı, ayrımcı ve saldırgan akımlara karşı kayıtsız kalmamalı. Hep dediğimiz gibi kurtuluş yok tek başına!

Güven Gürkan Öztan – Birgün

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.