Hafta SonuManşet

Doğayı anlamak – Melih Aşanlı

0

Savaş uçakları ile propaganda broşürlerinin şehirlerin üzerlerine atılmasının üzerinden bir hayli zaman geçti. O zamanlar insanoğlunun ulaşabildiği en ileri teknoloji uçaklardı. Her çağın kendi içindeki sorunlarının ve bir önceki çağdan farklı olarak kat ettiği yolun, o çağda yaşayanlar için daha zor olarak tanımlanması, yaşanan çağların herhalde değişmeyen tek klişesi olmuştur. Bizler içinde yaşadığımız dünyanın tam olarak merkezine kendimizi koyduğumuz için çıkarımlarımız da haliyle pek bir değişiklik göstermemektedir. Şimdilerde savaş uçaklarının kullanılmamasının en büyük sebebi ise daha güçlü ve etkili propaganda araçlarını keşfetmiş olmamızdan başka bir sebebi olamaz. Son on yılda özellikle ülkemizde çığ gibi büyümüş olan ekoloji başlığı da yine böyle bir propaganda alışkanlığının bir sonucu olarak karşımıza çıkmakta.

Bir çok bilim insanı, çevre gönüllüsü ve daha bir çok ilgilisi son günlerimizin gelmesinden dolayı endişe duymakta, bunu kağıt üzerinde ispatlamakta, aksi yönde bir değişiklik yapmak için çaba göstermekte. Tüm bunlar yaşanırken, ekoloji başlığı hayatımıza hızla girdi, etkisini arttırdı, kendisine şöyle sağlam bir köşe edindi ve şimdi yaşantımızın içinde daha bir dingin edindiği köşesinde oturup bizlerden biri oldu.

Bu durumu ülkemizde yaşana ekonomik krizlere benzetiyorum, ya da ülkemizdeki terör olaylarına, Türkiye’nin bölünme meselesi, dış güçler ile olan oyunlarımıza da olabilir. Avrupa birliğine girmeye çalışmamıza da. Tüm bu meseleler büyük bir hızla yaşantımıza girdi, bir dönem etkin bir rol oynadı ve hepsi köşelerine çekilip sakince bizler ile birlikte yaşamlarına devam etmeye başladılar.

Çözülemeyen sorunlar hanemiz o kadar kalabalıklaştı ve biz bunlar ile yaşamaya bir o kadar alıştık ki artık pekte mutlu olduğumuz söylenemez. Büyük Türkiye misafirperverliği ile kapımızı kim çalsa içeri davet ettik ve hep birlikte sorgusuz sualsiz yaşantımıza devam ettik. Ekoloji de, diğerleri gibi zirvede ki yerini terk etmeye başlıyor gibi gözüküyor. Hepimizin öleceği ve yapabileceğimiz bir şeylerin olmadığı düşüncesini sanırım sindirmeye başladık. Her konuda olduğu gibi bizden daha büyük saydığımız ve hiçbir zaman tanımlayamadığımız birileri veya bazı güçler bu işe karar vermiş durumda.

Bilgi elde etme biçimimiz, iletişimde olduğumuz kişilerin anlattıkları, bir takım medya kuruluşlarının söyledikleri, marketlerde kasa yanlarında satılan kitaplar ile dergiler ve bu veriler ile oluşturduğumuz düşünceler karmaşası olduğu için çıkarımlarımız yine bizden önce yaşayan insanların çıkarımlarından farksız. Çözüm odaklı değil. İçimizde hissettiğimiz çaresizlik ve mutsuzluk da çağlar boyunca yaşanılanın aynısı. Biriktirdiğimiz safsatalar öylesine aynı ki bizden binlerce yıl önce yaşamış medeniyetlerden elimize geçen kaynaklarda gördüğümüz ağıtlar ve tanrıya yapılan çağrılar bile aynı.

Özel olma isteğimiz artık bir hastalık halini almış durumda. Bu çağ en zor olanı, yaşadığımız ülke en berbat ülke, bu berbat ülkenin en kötü şehri ise bizim yaşadığımız şehir. Ya da şehir fena değil ama bizim muhitimiz rezalet. İşimiz, zorla icra ettiğimiz mesleğimiz, arkadaşlarımız, ekonomik durumumuz ve daha bir çok sorun sadece bize özelmiş gibi yaşıyor ve tüm bunlara inanıyoruz. Öyle ki bizim dışımızda kim varsa sorumlu. Bu sorumlu tutma olayında doğayı suçlayanların sayısı da azımsanmayacak ölçüde.

En kırsalda yaşayanından, metropol sakinlerine sürdürülebilir yaşamlar kurmaya çalışıyoruz. Sanki durdurabileceğimiz bir yaşantımız varmış gibi. Hani bu gün oyunu bıraksak hayatımız sürmeyecekmiş gibi bir halimiz var. Ve bu sürdürülebilirlik tanımının içine soktuklarımız, yaşamlarımızı istediğimiz doğrultuda inşa etmek var. Bu inşa süreci bence bizim toprakların bir sorunu. Bizde inşaatlar hiç bitmiyor. Adı ekolojik, endüstriyel, konvansiyonel olsun, sürekli kafamızdaki bir modeli inşa ediyoruz.

Çiftlikler kuruluyor, meslekler değiştiriliyor, okullar okunuyor, evler satın alınıyor, içleri dekore ediliyor, hiç bitmeyen bir meşgalemiz var. Bu meşgaleye ise yaşam gayesi gibi bir isim vermiş durumdayız. İşte en tehlikeli kısmı da bence burası. Bu yazdıklarımdan kendimi dışarıda tuttuğum anlamı çıkarılmasın, ben en çok kendimden biliyorum ne kadar tüketici olduğumu. Maddeyi var etmeye, ona şekil vermeye, biriktirmeye başlamak tüketimden başka bir şey değil.

İnsanlara sormadan insanlık için çalışmak da öyle, köylünün ya da şehirlinin fikrini almadan, köyleri ve şehirleri daha yaşanır hale sokmak için mücadeleye başlamak da kendi yaşantımızı tüketmenin en güzel yöntemlerinden biri. Kendimize edindiğimiz ve kendimizden başka daha bir çok canlıyı ilgilendiren konularda bekçilik, bilirkişilik yapmakta. İnsan dünyasının fiziksel kırıntılarına takılmış durumdayız. Elimize geçirdiğimiz maddi dünyanın kırıntılarına mana yüklemek kadar manasız bir eylem olabilir mi?



Auguste Rodin

Rodin’in Le Musee dergisinde 1904 yılında yayımlanan bir makalesi antik sanattan bahseder. Auguste Rodin’in antik sanat ile olan bağı her ne kadar tartışmalı olsa da oldukça güçlüdür. Rodin bu yazısında doğadan bahseder. Konunun özü aslında doğadan öğrenmektir. ‘’Antikçağ sanatı yaşamı yansıtmayı başardı, çünkü o dönemin insanları gelmiş geçmiş en büyük, en ciddi, en mükemmel doğa gözlemcileriydiler.’’ der.

Doğadan kopmuş sanatçının bir aşırmacı olduğundan, ve hayat boyu aşırmayı sürdüreceğinden sonrasında ise yaşlı bir okullu olarak öleceğinden, insan olamayacağından bahseder.

Israrla her fırsatta tek bir okula gidin, ‘’doğa okuluna’’ diye tekrarlamaktan geri durmaz.

Bir sanatçı olarak konuya buradan yaklaşır, ama sanat sayesinde insan olmayı doğru bir biçimde açıklar. İnsanın doğadan başka bir beslenme kaynağı olmadığını savunur.

Bizlerin de okullu aşırmacılar olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerektiğine inanıyorum. Sadece taklit ediyoruz. Bu taklitte öylesine sınır tanımıyoruz ki yıllardır birbirimize aynı konularda aynı cümleleri sarf ediyoruz. Konuşmalar temcit pilavlarına dönmüş durumda. Yaşam sonsuz enerjisi ile bizle birlikte akmaya devam ediyor. Kendimize kurduğumuz imgeler dünyasında sıkışıp kalmış durumdayız. Her şey zihnimizde olup bitiyor. Koskoca bir gönlü zihnimize sıkıştırmayı başardık. Yaşadığımız her bir anı zihinsel bir süreçten geçiriyoruz, işliyoruz kendimizce sonuçlar çıkarıyoruz. Simetrik, öngürülebilir ve tutarlı olan akılcı yaklaşımlarımız dünyamızı değil, bizleri yok ediyor. Kaç yıl daha yaşayacağımız ne şimdi ne de bir başka insanlık zamanında bilinebilmiş ve müdahale edilmiş bir konu değil. Fakat nasıl yaşayacağımız tamamıyla bizlerin elinde.

Mutlu olacağımız dünyalar inşa etmeyi bırakıp, içinde yaşadığımız dünyanın tadını iyisiyle kötüsüyle tadına varmaya çalışmak yasaklanmış, bencillik olarak tanımlanmış, faydasızlık olarak adlandırılmış yaramaz işler sınıfına sokulmuş durumda. Siyaset tartışabilirsiniz, ekonomi de, çevreci olabilirsiniz, madenci de ama bu dünyada bir tek kendiniz için mutlu olmanız engellenmiş durumda. Mutlu olamazsınız. Çünkü zihninizle algılamayı öğrendiğiniz dünyada doğayı çözümleyemezsiniz. Doğa zihinsel bir süreç değildir. Fizik yasaları, kimya deneyleri ve matematikten bağımsızdır.

Doğa bildiğimiz her şeyden bağımsızdır, her bir parçası özgür ve başına buyruk hareket eder. Var olmakla değil, var olduğu anla ilgilidir. Gelecek ve geçmiş kaygısı taşımaz. Bir kişi ya da bilinç değildir. Merhametli bir tanrı, iyileştirici bir şifacı olmakla ilgilenmez. Acımak ya da acımasız olmak gibi doğaya atfettiğimiz her ne var ise bizlerin sakatlanmış zihinsel süreçlerimizin çıkarımlarımızdır. Bu ancak bizi ilgilendiren, kendimizi kandırdığımız ve inandırdığımız bir girdaptan başka bir şey değildir.

Böyle bir sonuca varamayız. Varamadığımız da ortada. Sorun yöntemlerimiz değil, sonuca varma isteğimizden kaynaklanmakta. Kafamızın içinde kurduğumuz dünyanın gerçek olmadığını ve asla gerçekleşmeyeceğini dürüstçe kendimize itiraf etmemiz gerekiyor. Harcanmış vakitler uğruna daha fazlasını harcamak. İşte yaptığımız belki de sadece bu. Mesleğimizi, şehrimizi, yaşam biçimimizi değiştirmemiz gerekmiyor. Sevdiğimiz şeylerden kendimizi mahrum bırakma inancı, insanoğlunun tüm yobaz ve karanlık devirlerinde yaşamış olduğu en büyük çıkmaz ve zulüm olmuştur.

Değiştirmemiz gereken tek şey zihnimiz ile gönlümüzün yeri. Var olmaya başlamamızın tek yolu daracık akıl yollarından çıkıp özgürleşebilmek.

Melih Aşanlı

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.