Erken dönem gerçek bir çevreci olarak ifade edebileceğimiz Amerika’nın en özgün düşünür ve yazarlarından Henry David Thoreau, kült kitabı “Doğal Yaşam ve Başkaldırı”da Walden Gölü kıyısında iki yıl boyunca yaşadığı doğal hayat deneyimini anlatır. Thoreau’nun çevreciliğini ileriki yazılarda dile getirmek üzere sözleşelim. Zira, içinden geçmekte olduğumuz gündem tam da Thoreau’nun bir diğer önemli yönüne denk düşüyor. Thoreau, “sivil itaatsizlik” (civil disobedience) terimini siyasi literatüre ilk kazandıran kişidir.
Thoreau, 1849’da “Civil Disobedience” adlı makalesini yazdığında, ortaya attığı kavramla geleceğin en önemli siyasi eylemlerine ilham vereceğini öngörmüş müydü bilinmez ancak, ortaya koyduğu fikrin siyasi tarihte bıraktığı iz tartışma götürmez. Thoreau’ya göre, devlet bir makineye benzer ve bu makine zamanla çok fazla adaletsizlik oluşturabilir. Makine, çok fazla adaletsizlik ürettiğinde vatandaş, makineye müdahale etmek ya da makineyi durdurmak için bir direnç oluşturur. Bu da vatandaşın “sivil” olmasının gereği olarak, “şiddetsiz” şekilde gerçekleştirilir.
Sivil itaatsizlik, temel olarak şiddeti dışlayan, haksız bir uygulamaya karşı tüm yasal yollar denendikten sonra başvurulan bir yöntem olarak benimseniyor. Bir eylemi sivil itaatsizlik eylemi haline getiren en güçlü faktör, toplumun bir kısmının hak ve özgürlüklerinin tehdit altında olmasıdır. Yine, kavramın en önemli unsurları arasında eylemin kamuya açık şekilde hareket etmesi, kişisel çıkar arayışının ötesinde herkesin “adaletsizlik” karşısında çözüm arayışına katılması, dolayısıyla sivil itaatsizliğin kitlesel olması yer alıyor. Bireyler açısından bakıldığında ise, vicdani bir düşünsel ve duygusal süreçten söz edilebilir.
Zaman içinde direnme hakkıyla birlikte başvurulan sivil itaatsizlik, en kritik anlarda tarihin seyrini değiştirdi, hep yönetenlere, yasalara karşı ama şiddetsizliğiyle ve barışçıllığıyla karşı okunan tarafı şaşkınlığa uğratan bir özelliğe sahip oldu.
Günümüzde genel olarak, anti-otoriter, anti-ırkçı, ekoloji tabanlı hareketlerin, etnik kimlik, inanç ya da LGBTİ referanslı grupların oluşturduğu pasif direniş ve sivil itaatsizlik eylemleri, yeni toplumsal hareketlerin ortak paydasını oluşturuyor. Eylem ve ifade biçimleriyle de geleneksel işçi ve sınıf mücadelesinden ayrışır. Küresel krizin derinleştiği yıllarda Avrupa’da ve ABD’de yayılan Occupy, Indignados benzeri eylemler dikkat çekmişti.
Thoreau’nun sivil itaatsizlik kavramının etkileri 20. yüzyılda Mahatma Gandhi’ye, ortalarındaysa Martin Luther King’e ve onları takip eden binlerce adalet arayan insana uzanıyor. Gandhi’nin pasif direnişin sembolü haline gelen Tuz Yürüyüşü, ilhamını esas itibariyle Thoreau’dan alır. ABD’de 1955’te belediyenin otobüslere koyduğu ırklara göre oturma düzeninin çiğnenmesi, hafızalara en fazla yer etmiş sivil itaatsizlik eylemlerindendir. 1967’de Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için askerlik dairesinin önündeki oturma eylemi de bunlardan biri.
Thoreau, sivil itaatsizliği tarif ederken, “En iyi yönetim en az yönetendir” diye başlıyor ve bunun hayata geçmesi halinde“en iyi yönetim hiç yönetmeyendir” durumuna gelineceğini ifade ediyor. Ve çoğunluk hükümetinin her durumda doğruluk üzerine kurulmadığını düşünen Thoreau, “İyi ve kötü üzerinde çoğunluğun değil yalnızca vicdanların karar verdiği bir hükümet olmaz mı” diye soruyor.
Bugün, 7 Haziran seçimlerinin ardından kendi iktidarını sürdürebilmek, Başkanlık dayatmasını hayata geçirebilmek için Kürt coğrafyasında başlatılan çatışma hali, sokağa çıkma yasakları, sivillere yönelik infazlar, gözaltılar, tutuklamalar, Kürt coğrafyasına yönelik topyekün insansızlaştırma ve yok etme uygulamalarına karşı ortaya çıkan “Barış İçin Akademisyenler” bildirisi ve ardından dalga dalga gelen imza destekleri, bu anlamda bakıldığında gerçek bir sivil itaatsizlik eylemine dönüştü. Gazeteciler, edebiyatçılar, psikologlar, mimarlar, avukatlar gibi pek çok meslek grubu, akademisyenlerin yanında durdu.
Barışa karşı tehdit söz konusu olduğunda bireylerin sivil itaatsizlik hakkı doğar. Ne diyordu akademisyenler? Devletin Kürt illerinde sürdürdüğü baskı, şiddet ve katliam politikalarından vazgeçmesi, sorumluların cezalandırılması. Devletin kendi halkına yönelik olarak giriştiği kirli bir savaşın sona erdirilmesi, hakkaniyet ve vicdan çerçevesinde hareket edilmesi.
Elbette kışkırtıcılığı en üst seviyeden seslendirilen faşist çıkışlar da gecikmedi. Tehditler, fişlemeler, kan banyoları, üniversite kapılarına atılan kırmızı çarpılar, gözaltılar derken tetikçiler adeta sıraya girdi.
Ne yaparsanız yapın, bu ülkenin aklıselim insanları, sizinle savaşın yanında yer almıyor, eleştirisini yapıyor, kamuya açık, şiddetsiz, barıştan yana sivil itaatsiz tepkisini ortaya koyuyor, ölümden değil yaşamdan yana olduğunu ifade ediyor.
Maalesef, siyasetin kemikleşmiş ezberleri, öfkesi ve kibiri, toplumda dalga dalga yayılan örgütsüz, lidersiz hak arayışını, bu vicdanı duruşu anlamaya yetmiyor.
Bu yazının son cümlesini Thoreau’nun sivil itaatsizliğinin birinci temel ilkesiyle bitireyim: “Bir insanın ülkesinin yasasından daha yüce bir yasa vardır, o da vicdan yasasıdır.”