Yakınlarımın ayrılıkları,hastalıkları ve kayıplarıyla geçti.
Bu yazıyı yazarken geriye dönüp bakıyorum da, yüzümü gülümseten şeylerin çoğunun bisikletle ilgili olduğunu fark ediyorum.
Ekim’de Gökova’da neşeli bir tura katıldım, ardından Bursa’da bir belgesel çekiminin parçası oldum. Kuş sesleriyle pedal çevirdim, ciğerlerime huzur doldurdum.
Ve ‘İstanbul’…Bir tasarımcıya cok az nasip olacak bir bisiklet projesinin, İstanbul’un üstüne imzamı attım. Onunla ilgili iltifatlar aldıkça mesut, bahtiyar oldum.
Geçenlerde bahtiyarlığımı katlayan bir şey daha yaşadım. ‘İstanbul’, Rahmi Koç Müzesi’nde sergilenmeye başladı. Üstelik bu şahane müzenin yetkilileri ‘beyaz gelinim’i öyle bir bölüme koydular ki hissettiklerimi tarif edemem.
‘İstanbul’ büyük üstad Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ın heykeli ve velespitinin yanı başına yerleştirildi.
Dört tarafı camlarla çevrili bölümde, ayrıca birbirinden albenili vagonlar, tramvaylar var. Tramvaylardan bir tanesi atların çektiği cinsten. Bilenler biliyor: İstanbul’un üstünde de bir atlı tramvay çizimi var Oradaki at elbette bir bisiklet. (Bisiklete bir zamanlar demir at dendiği, hatta böyle bir bisiklet markası-Iron Horse- olduğu bu köşede çok yazıldı)
At deyince biraz duralım. Söylemesi ayıptır ben Çerkesim. (Hani Çerkes beyine sormuşlar, Çerkes olmasaydın ne olurdun diye. Bir süre düşündükten sonra: “vallahi azim mahcup olurdum” demiş ya, onun biraz hallicesiyim.)
Çerkesler atlara düşkün insanlardır. “At hırsızı” deyimi onlar için pejoratif değil, gururlu bir sıfattır.
Hakim: “Neden çaldın adamın atını?” sormuş Çerkes delikanlısına.
“Çalmadım hakim bey.” demiş bizimkisi. “Tanrı, deveyi Araplar, eşeği Acemler, atı da bizim için yaratmış. Ben o atı çalmıyorum. Sahip olduğu yere götürüyorum.”
(Sami Korkut’un Kafkas Derneği Yayınları’ndan çıkan ‘Çerkes Mizahı’ kitabında atlarla ilgili onlarca hikâye bulursunuz.)
Bir dönem Bonanza’nın yönetmenliğini de yapan ve bu ay Monaco Film Festivali’nde ‘Cherkess’ filmiyle 7 ödül birden alan Muhittin Kandur, John Huston’la dostluğunun atlara olan ortak sevgilerinden kaynaklandığını anlatır.
Anadolu’da özellikle Uzunyayla’da geleneksel dokunun çözülmesiyle birlikte Çerkeslerin atlarla ilişkisi de zayıfladı. Ama hipodromlar halen bu kökenden gelme jokeylerle dolu.
‘Göşeğağ’ annemle, ‘Aslan’ babamın televizyon başına oturup yarış izlemelerine vesile olan şey, her ikisinin de yeğeninin aynı yarışta koşuyor olmasıdır. Biri Ayhan Kurşun için, diğeri Sadettin Boyraz için tempo tutar. Ertül Cankılıç ise her türlü rekabetin üstündedir ve ailemizin ortak kahramanıdır.
Babam, açık açık söylemez ama, bisikletten çok atlarla ilgilenseydim daha memnun olacağını ima eder.
Araya kendi gençlik hikâyelerini katarak tabii ki.
Aşağıda aktaracağım diyalog onunla aramızda geçti. Satırı satırına aynı.
-Ben gençliğimde atı merdivenlerden çıkartır, hendeklerden aşırır, ovalarda uçururdum. Söyle bakalım kim yapabilir bunları?
-Zorro
-Zor tabii ki. Ne sandın?
**
Aziz okur. Hayat da yazı gibi. Bambaşka bir yerden başlayıp, hiç ummadığı yerlere götürüyor insanı.
2011 gönlünce olsun, seni dilediğin yerlere götürsün.