Dış Köşe

Bir allahını seven defansa gelsin hareketi olarak Gezi – Süreyya Evren

0

 

Gezi ile Occupy hareketlerini karşılaştırınca dikkat çeken farklılıklardan biri de Occupy belirlenmiş hedefe dönük bir analiz ve çıkışla yürürken Gezi’nin bir “Allahını Seven Defansa Gelsin Hareketi”1 olması. Açalım.



Occupy hareketinin sloganı “Biz %99″uz idi. 2008 krizinin de ardından ülkedeki (ABD) ekonomik adaletsizlikleri, gelir eşitsizliğini, fırsat eşitsizliğini deşifre etmek, ortaya koymak, tartışma konusu yapmak ve değiştirmeye yönelmek amaçlanıyordu. Bu yüzden de Amerikan ekonomisinde sömürücü yüzde 1’i hem en iyi temsil eden hem de pek çok üyesini bizzat barındıran Wall Street hedef seçildi. Zarar gören çoğunluğun kendine gelip baskın yapması ve eşitsizliği, sömürüyü egemenlerin yüzüne vurması, ve kendi içinde de bir dayanışma yaratması amaçlandı. Toplu hücuma çıkılan bir kontraatak oyunu hayal edildi. O yüzden de Wall Street’in mahallesine atak planlandı. Wall Street’te eylemler, yürüyüşler, devamında da işgaller organize edildi. İşgal formatı Tahrir esinli bir formattı. Sistemin kalbine, yüzde 1’in kalbine yüzde 99’u getirip oturtmak hedeflendi. Oturtuldu da ve kolay kolay da çıkartılamadı. Occupy ABD’deki siyaset söylemlerini etkiledi, gelir dağılımındaki eşitsizliği masaya getirdi. Bir şey planlandı ve o plan başarılı oldu; ABD ve dünya gündemine eşitsizlik ve adaletsizlikler karşıtı bir müdahalede bulunuldu ve bu meşruydu. Ulusal ve küresel adalet talebiyle plan yapıp uygulamanın meşru bir şey olmadığı algısı bizim sandık demokrasisi ortamımızda öne sürülebiliyor ama yok öyle bir şey elbette. Başka bir dünya hayal etmek ve bu başka dünyanın gerçekleşmesi için plan yapmak ve uygulamaya koymak meşrudur, ABD’de bile meşru oldu. Siz iktidarı değiştirmeyi planladınız, dünyayı değiştirmeyi planladınız, ayakların baş olmasını planladınız diye bir suç olmadığı için sadece somut kanunların ihlal edildiği yerler illegal sayılabildi. (İşlerine geldiğinde kanunları değiştirdikleri, iktidarın baskı ihtiyacına göre yasaları esnettikleri durumları da unutmayarak kuşkusuz2).
Eğer Gezi, Occupy benzeri bir hareket olsaydı, iktidarın komplo teorilerindeki gibi bir ayakları baş yapma daha doğrusu ayak baş hiyerarşisini bitirme girişimi olarak planlanmış olsaydı, hoş böyle olsa da meşru bir Occupy hareketi olurdu ama değildi, eğer öyle olsaydı, insanlar Ankara’daki AKP Genel Merkezi’nin dibindeki bir parkı işgal ederlerdi! İnisiyatif planda olurdu. Önceden hangi parkı hangi tarihte işgal edeceklerini ilan ederlerdi. OWS’nin (Occupy Wall Street) önceden ilan edilmesi gibi. Aylar öncesinden açıktan toplantılar yapar ve işgali örgütlerlerdi, AKP Genel Merkezi’ni işgal et afişleri, posterleri işgalden önce eleştirel dergilerce ilave olarak verilirdi, OWS’de Adbusters’ın yaptığı gibi. İlan edilen gün gelince de hem AKP Genel Merkezi’nin önünde eylemler yapar hem de hemen oracıktaki parkı işgal ederek seslerini duyururlardı. Türkiye’nin gündemine AKP iktidarının eşitsizliklerini, adaletsizliklerini sokana kadar da pes etmezlerdi, etmemeye çalışırlardı. Veya ‘iktidarın yeri’ AKP Genel Merkezi değil de başka bir yer olarak analiz edilirse aynı Wall Street tavrı oraya yönelirdi. Diyelim İstanbul Borsası’nın ülkedeki adaletsizliklerin, acıların, eşitsizliklerin müsebbibi olduğuna kanaat getirilirse oraya kurulurdu çadır kent.
Halbuki bizde olay sürekli bir zor durumda olana yardım etme telaşı şeklinde gelişiyor. Birilerinin başı sıkışıyor, masum birilerine acımasızca iktidar saldırısı gerçekleşiyor, bir yerde hak hukuk fütursuzca çiğneniyor, oradan bir “Allahını seven defansa gelsin” çığlığı yükseliyor ve insanlar işyerlerinden, yuvalarından, evlerinden, sokaklardan, kendi akışındaki hayatlarından kopup oraya yardıma koşuyorlar. O yüzden de koşulsuzca, neredeyse içgüdüyle taraftarlar yardım koşuyor. Taraftar ‘Allahını seven defansa gelsin’i iyi bilir. Gezi, önce hukuksuz bir inşaat girişiminin halka ait bir parkı, ağaçları yıkmaya kalkmasıyla başlıyor. Gece yarısı kimse görmeden yıkmaya çalışmaları kanunsuzluğun herkesce bilindiğini gösteriyor. O gece orada olan üç beş kişi kendilerini siper ediyorlar ve ‘Allahını seven defansa gelsin ağaçları kesip AVM yapacaklar’ diye bağırıyorlar. Duyan birileri geliyor. ‘Ağaçlar candır, biz de canız, hak hukuk da aynı fikirde, çekilin’ diyorlar saldırganlara. Biraz direniliyor, bu kez daha kötü bir saldırıya uğruyorlar. Daha kötü saldırıya uğrayınca daha yüksek sesle çığlık atıyorlar, yardım istiyorlar. Bu kez seslerini daha fazla kişi duyuyor. 31 Mayıs günü herkesin kendi kendine protestolara katılmayı ödev bilmesi bundandır, bu çünkü ahlaki bir ödev gibi hissedilmiştir. Çok düşünülerek yapılan birşey olmamıştır, OWS’deki gibi hazırlıklar da yoktur aynı sebeple. Gezi’yi korumak için aylar öncesinden imza toplayanlar, nöbet tutanlar dahi defans çağrısı örgütlenmeleriydi. Ama ne zaman ki darbe dümdüz geldi çığlık da kendiliğinden ve yüksek sesle yükseldi. Sonra Gezi sadece Gezi’deki ağaçların ve eylemcilerin yardım çağrısına koşma hareketi olmaktan çıktı. Mesele buzullar değil esprisi de buradan çıktı, mesele üç beş ağaç değil de buradan çıktı. Mesele üç beş ağaç değili Ezel dizisindeki Ramiz Dayı haliyle Tuncel Kurtiz’in sesinden hayal edemeyenler ne dendiğini anlamıyorlar tabii3. Neymiş mesele, mesele, her yerdeki her saldırıya karşı yardıma koşmakmış mesele, diye çınlamaya başladı böylece ses bombası yemiş bir Ramiz Dayı’nın sesi. Ve geriye dönük saldırılar da hatırlandı. Herkeste öncelikli motivasyon yardıma ihtiyacı olana yardıma koşmak oldu. Gaylere lezbiyenlere saldırı mı var, haydi hep beraber oraya, Kocamustafapaşa forumuna mı saldırmışlar, haydi oraya, Kürtlere ateş mi etmişler Her Yer Lice, Alevilere mi hücum var, Yavuz Sultan deyip göz mü korkutmaya çalışmışlar, haydi Alevi hatlarına takım olarak topun arkasına geçmeye. Kaotik, amatör ruhla oynanan ve başka türlü de oynanamayacak bir maç. Gezi ruhu bir baktık daha önce Kürtlere yapılan saldırılara kayıtsız kalmış kimilerinin bu kez Kürtlere yardıma koşmaya çalışmasına dönüştü. Öte yandan BDP ilk günlerde özellikle süreç engellenmesin diyerek harekete hiç destek olmamış olabilir ama ‘Tekil Kürtler’ sokaklardaki Türklerin yardım çığlığına koştular. Çünkü mesele buydu. Beşiktaş’ta yardım lazımmış arkadaşlar, haydi Dolmabahçe’ye, Fenerliler sıkışmış arkadaşlar haydi oraya, Avrupa yakasında durum kötüymüş haydi köprüyü geçelim yardıma gidelim, yeryüzü sofrasında bir tarafta az yemek var haydi oraya yemek aktarın, bir arkadaşımızı spamliyorlar haydi defansa herkes RT’lesin, Cihangir’de sıkıştırdılar kapıları açın otomatiklere basın, Kızılay’dakiler internet şifrelerini açın sıkıştık, kameranın ışığını kapat görmesinler, dünya duymuyor sesimizi çeviri lazım dil bilen bu tarafa koşsun, halk sokakta devlet kafasına biniyor müzik lazım müzik bilen çabuk stüdyoya, milleti gözaltına almışlar haydi oraya gözaltındakileri serbest bırakın demeye, limon lazım, sirke lazım, Talcid lazım, Rennie lazım, ekmek lazım, kitap lazım çocuklara haydi, ihtiyaç listesi hazırlamak, ihtiyaç listesi güncellemek lazım haydi! Bir şey lazımsa onu karşılamayı, defansı yardımsız bırakmamayı tek tek ödev bilen insanların ellerinden geldiğince bir ucundan tutması, bazen değişik formlarda, barikat kurulacak ben kamyonumla malzeme getirdim yettim, barikata malzeme mi lazım benim arabayı alın, gazeteciyi sokaklarda döve döve sürüyor musunuz Allah belanızı versin, küfürler ve eline ne geçirirse camdan atanlar, mahallesinden polisi kovup gençleri korumaya çalışanlar, önce yaralılara yardım için koşuşturan nereden yardım çığlığı gelse oraya yetmeye çalışan doktorlar, sonra doktorlara saldırı olunca doktorları korumaya çalışanlar, önce can derdine düşmüşlere camisini açanlar, can kurtaranlar, sonra propaganda makinesince dişlenen müezzine destek çıkma çabaları, derken arkadaşlar namaz kılacak aman koruyalım bir terslik olmasınlar, kendi kendine ödev bilip camda pencerede ekranda sokakta otelde revirde parkta bahçede yardıma ihtiyacı olan birisini arayanlar, neye gücü yetiyorsa onunla. Korner geliyor herkes adamını tutsun, adam tutmayan alanını tutsun, diren Gezi, diren Ankara, diren Adana, diren İzmir, diren Eskişehir, diren Iphone şarjı, diren antrikot, diren Gazi, diren Antakya, diren Armutlu, diren, etten kale ör, çünkü çok kötü saldırıyorlar. Özetle durmaksızın birbirini korumak için seferber olanların hareketi. Üstelik de dünya görüşleri hayli farklı insanlardan oluşabilmiş bir çokluğun. Şefkat, dayanışma, özen, dikkat devrede. Bu kadar çok duygu hissedilmesinin arkasında da bu var. Ve çok kötü saldırıyorlar derken şaka değil, metafor değil, bu harekette insanlar öldü, gözlerini kulaklarını kaybettiler. Ve gözlerini kaybedenlerin söyleşilerdeki vakur sesleri herkesin kulaklarında.
İnsanlar NBA takımına karşı kolej takımı gibi, savaş makinesinin karşısına direniş bedenlerini çıkarttılar. Silahlar, bütçeler, ordular, aldırılmayan yasalar karşısında birbirinin yüzüne solüsyon sıkanlar sanki okunmuş su sıkar gibiydiler. Gerçekten de fiziki etkisi çok tartışılırdı bu solüsyonların, limonların; psikolojik etkisi büyüktü ama. Her birini okunmuş Rennie, okunmuş Talcid, okunmuş limon, okunmuş solüsyon sayıyorum.
Her şey masalsı mı? Çatışmalar, iç çatışmalar, hırslar, egolar, itiş kakışlar yüzde yüz bitti mi? İyi de, masallarda bittiğini kim söyledi ki? Masallarda da var bunlar. Masalın farkı, iyinin mümkün olması…
BİZ YILLARDIR BURADAYDIK SİZ YENİ GELDİNİZ İNANIŞI
Kriz anında seçilecek iki an yol olduğu hep söylenir.
a)Krize bugüne kadar yanlış davranmam yol açtı, davranışımı değiştirmeliyim
b)krize mevcut yolumu yeterince radikal, yeterince yoğun tutmamış oluşum yol açtı, ne yaptıysam doğruydu, daha da arttırmalıyım, daha da yüklenmeliyim aynısını yapmaya.
Express dergisi, Gezi Özel Sayısı, Sosyal Haklar Derneği üyesi Can Atalay ile söyleşi. Atalay sözlerini şöyle bağlıyor: “…bir yurttaş hareketi var ortada, insanlar kendileri karar veriyor. Kitleler hakikaten kendi eylemlerinde öğreniyorlar. Solun bu meseleyi ciddi bir şekilde değerlendirmesi lazım.”4
Peki değerlendirebiliyor mu? Bir kısmı evet değerlendirebiliyor ve o yüzden de şu anda göze batmıyor, daha sonra olumlu birşey yaparken görülecekler. Bir kısmı değerlendiremiyor ve şu aşamada göze batıyorlar. Değerlendirememe refleksinin en net görünümü kriz anında b seçeneğine sapılmasıyla karşımıza çıkıyor. Biz zaten hep doğruyu yapıyorduk, her zaman bayrağı biz taşıdık, bugün de kitleler akıllandı, doğru yolu buldular, onlar da bizim dediğimize geldiler, sonunda haklı olduğumuz anlaşıldı, bize de şimdi bu uzun yıllar sürmüş kadri bilinmemişliğin ve sonunda teslim edilmiş büyük haklılığın kredisini toplamak düşüyor.
Bu yüzden kimi mevcut hareketlerin şu inanışı biraz sorunlu görünüyor: Herkes birden normalde arkadaki depoda çürüyen ürünlerimizle ilgilenmeye başladı! O tip bir ütopik an yaşanıyor, öncelikle herkes için değil öncelikle bizim için ütopik bir an sonra herkes için. Halbuki depodaki ürüne pazarda ansızın talep patlaması olmadı, köye yeni bir tohum gelmesinin heyecanıyla imece başladı!
Yani özetle, 40 yıldır söylenen şeyin doğru olduğunun sonunda herkesce anlaşıldığı günler değil, tersine 40 yıldır yanlış iş yapıldığını anlama zamanı.
Bu arada, bu saf ortodoks pozisyon değil, onu da not edelim. Saf ortodoks pozisyondakiler ortaya çıkan imecenin 40 yıldır vazettikleri şeyden farklı bir ürün olduğunu görüyor, tanıyor hatta ilan ediyor ve mahkum etmek için bekliyorlar. Aslında daha tutarlı.
Apolitik denilen gençler de yıllarca söylenenleri dinlemeyip sonunda abilerimiz haklılarmış diyen gençler değil. Aksine, kendi yollarında yeni bir politiklikle ortaya çıktılar. Bir politikayı ilk kez inşa etme mücadelesine katıldılar. O yüzden yeni ve heyecan vericiydi. O yüzden aşağıdan olanlar öne çıktı. Buradaki apolitika, bir politika sahibi olmamak anlamında değil mevcut politika yapma yordamlarını reddederek siyasi itaatsizlikle politika yapmak istemek anlamında apolitikadır. Yıllar önce, anarşistler Birikim benzeri -görünüşü, tasarımı dahi benzeyen- bir anarşist teori dergisi çıkarmaya giriştiklerinde adını Apolitika koymuşlardı. Hiç düşündünüz mü niye?
Şu olabilir mi sebep: çünkü devrimlerin yaptığı en temel şey “politikanın neyle ilgili olduğuna dair temel varsayımları dönüştürmektir.”5
Yine Express dergisi, aynı sayı, Müşterekler’den Foti Benlisoy ile söyleşide Benlisoy 2 Haziran günü alanda, Taksim Meydanı’nda gerçekleşen sol mitingi şöyle anlatıyor: “Şimdi karşı karşıya olduğumuz mücadele beklenmedik ve alışılmadık nitleikte, ama bütün bir kuşağı siyasallaştıran bir patlama bu. Bu kuşakla nasıl iletişim kurulacağı düşünülecek artık. Mesela Pazar günü (2 Haziran) alanda yapılan miting trajikti. Sloganıyla, türküsüyle, her şeyiyle geleneksel 1 Mayıs mitingi gibiydi. o alanda olanı yansıtıyordu aslında çünkü orada sol vardı, ama alan dışında olan biteni, direnişe dahil olan insanların havasını, ruhunu yansıtmıyordu.”6
Peki direnişe dahil olan insanların havası, ruhu neydi?
MESELE BİR YANDAN DA BUZULLAR ASLINDA
Gezi’nin OWS’den temel bir farkının altını yukarıda çizdik. OWS’deki iktidarın merkezine taarruzun tersine Gezi’de sürekli defans var. Ancak saldırının arkasında olduğu konusunda uzlaşılan bir figüre yönelik (küfürler, karikatürler ve istifa sloganlarında kendini gösteren) bir tür fiksasyon da mevcut (bu da kısmen Arap devrimleriyle benzeşen bir yanı). Ancak Gezi’nin farkları kadar diğer hareketlerle bağlarına, benzerliklerine, sürekliliklerine de dikkat etmek gerekir.


Gezi neden bütün dünyayı ilgilendirdi diye de soralım kendimize. Sadece seksi bir olay olduğu için mi? Çok hoş, çok güzel veya çok sert olduğundan mı sırf, yoksa dünyanın diğer yerlerindeki insanların hayatlarını da etkileme potansiyelini taşıdığından mı? Evet bizim için tarihi önemde, hem herkesin kişisel tarihinde eşi benzeri görülmemiş duygular, gerçeklikler, deneyimler yarattığı için; hem de yılların imparatorlukları, cumhuriyetleri, diktatörleri gelip geçerken ilk kez bu topraklar bir aşağıdan ayaklanma gördüğü, ilk kez Türkiye’de bir devletten çok bir toplum görünür olabildiği, ‘devlet ve güttüğü topluluğu’ hali ‘toplum ve yeniden biçimlendirmeye çalıştığı devleti’ne dönüşeyazdığı için. Yani herbirimizin kişisel tarihinde hem de toplumsal tarihimizde kilit bir moment olduğu aşikar, bir kırılmaya işaret ettiği ortada.
Gelgelelim, şu da unutulmamalı: Gezi aynı zamanda global bir devrimler çağının oyuncusu. Bu bir takım oyunu ve Gezi ile Türkiye de A takıma girdi. Birkaç olası okuma göze çarpıyor. Daha doğrusu şimdilik görebildiğim iki farklı ikinci raund teorisine varmak mümkün gibi.
Önce 2011 Devrimleri Sonra 2013 Devrimleri
Böyle bakarsak, Gezi, 2011 devrimlerinin 2013’deki İkinci Raundu’nun başlangıç gongu oldu diyebiliriz. 2011 devrimleri hem Tunus, Mısır gibi Arap ülkelerinde rejim değişikliklerine yol açmış, aşağıdan devrimcisiz devrimler örneklemiş, hem de Tahrir Meydanı’na yerleşen kitleler -‘halka açık’ mekanı halkın iradesine açan yerleşmeler- esprisinin Batı’ya da uyarlanması sonucunda Occupy hareketleriyle özellikle ABD’de etkili olmuş, Yunanistan ve İspanya’yı da katarak ve irili ufaklı pek çok ülkede bir ilk dalgalanma yaratarak küresel finansal kriz sonrası dünya kapitalizmini iyice bir sarsmıştı. Bu ilk raundda epey bir dağılan global sistem kendini hemen toparlamış, uluslararası askeri ve siyasi müdahalelerle Arap devrimlerini ele geçirmeye, onlara yön vermeye soyunmuş, Batılı ülkeler kendi içlerindeki muhalif hareketleri sertlikle bastırmış, Arap dünyasına da askeri manevralarla katılarak duruma hakim bir görüntü vermeye çalışmışlardı. Bizdeki her kötülüğü ABD’den beklecilerin büyüttüğü ABD algısı global iktidarın muktedirliğine hep gaz verip durur, ama biraz doğru olduğu ve epey muktedir gözüktükleri günler ortaya çıkmıştı. Bu muktedir küresel iktidarın kritik Ortadoğu’daki iki temel aktörünün, özellikle de Suriye devriminin ele geçirilmesi çabasında çok çok büyük rol oynayan, kendisi de emperyal iddialara sahip Türkiye ile Mısır’ın iktidarlarının aşağıdan halklarca sarsılması İkinci Raund’u başlatan ivme oldu.
İkinci raund ilk raundun aktörlerinden Rusya’da da başlayabilirdi, orada olmadı. Tekrar Yunanistan’da da başlayabilirdi, veya başka bir yerde. Bunlar olmadı, olaylar öyle bir gelişti ki sürpriz bir yerde, Türkiye’de başladı. Sürpriz çünkü Türkiye’nin tarihinde yok. Liberallerin bile ittihatçı reflekslerle yukarıdan aşağı toplumu dönüştürmek için iktidara yanaşıp devlet danışmanlığına soyundukları, tarihte bütün değişimlerin tepeden aşağı yaşandığı bir yer olarak biliniyor. Türkiye’yi hemen Brezilya izledi. Bulgaristan ve diğerleri kıpırdandılar. Mısır ise büyük oynadı: dünya tarihinin en büyük kitlesel protestosunu gerçekleştirdi. Devrimini sürdüren her yerin iktidarlarına da bir mesaj: isyanlarla halkın kondisyonu yükseliyor. Mısır aynı zamanda devrimcisiz devrimlerin devrime el koymaya çalışanlara karşı sabrettiğini ama sonra daha büyük devrimle hesap sorduğunu da ele güne gösterdi. Devrime bu kez de ordu el koymaya çalışıyor an itibarıyla. Kısa vadeli düşünmeye gerek yok. Mısır’ın kendi kendini isyanla erklendirmiş halkı orada, Mısır’da ayakta. Kendi kendini erklendirmeye de devam ediyor. Sizce Mısır’daki generaller rahat uyuyor mudur? Hiç sanmıyorum. Halkın aşağıdan olaylara nasıl bir hiza vereceğini göreceğiz. Mısır’ı herkes izliyor ve herkes ona göre değişmeye açık. İkinci raund sürüyor.
Önce Zapatistalar ve Seattle; Sonra Tahrir, Occupy ve Gezi
Böyle bakarsak 1994’de Zapatistalarla başlayan7 doğrudan demokrasi ve aşağıdan dönüşüm deneylerinin 2000’lerin başlarında aldığı Kürselleşme Karşıtı Hareket / Küresel Adalet Hareketi formunun Irak/Afganistan işgalleriyle kesilmesiyle küresel bir devrimler çağının birinci raundu kapanmıştı diyebiliriz. Aynı doğrudan demokrasi isyanlarının biraz daha küreselleşerek ve dünya halklarınca içselleştirilerek 2008 krizi (ve Wikileaks sızıntıları) sonrasında 2010’lardaki ikinci raundunu yaşıyoruz diye düşünebiliriz. Yani dünyanın farklı noktalarında benzer tatlarla görünürleşen 2011 ve 2013 ayaklanmaları tek bir küresel aşağıdan dönüştürme girişimi olarak okunmaya açıktır. Zaten çok fazla ortaklık barındırıyorlar.
Gezi’yi, daha ilk bakışta, Japonya’dan Norveç’e en uzak gözlemci için dahi, OWS’ye bağlayan noktalardan biri gene bir parkın çadır kente dönüştürülmesi ise diğeri de aynı parkta kolektif mutfakların, revirlerin ve özellikle de kütüphanenin kurulmasıydı. Kütüphane ile çadır aslında kafa karıştırıcı bir eşleşme. Çadır, göçebeliği çağrıştırıyor. Kütüphane ise yerleşmeyi. Göçebeler fırsat bulduklarında kütüphaneleri yakıp yıkarlarmış eskiden. Kütüphane bilginin, düşüncenin, araştırmanın biriktiği, hatta kurumlaştığı, oralı insanların sürekliliğine akıtıldığı bir yer. Kütüphaneyi yakmak uygarlığı yakmakla özdeşleştirilir hep. Kütüphaneyi imha etmek uygarlığı imha etmek gibidir. Belirli bir uygarlığı yok etmek için onun kütüphanesini yok etmeye girişir düşmanlar. Tersten bakarsak da belirli bir uygarlığın kurulduğunun bir işareti kütüphane. Uygarlık fazla bir kavram elbet, daha çok, bir sembol olarak bakmak gerek, bir yeni dünya, başka dünya fikri sembolü. Çadırın kentin en kentli öğelerince sahiplenilmesi de bir sembolün tersine çevrilmesi miydi acaba? İşte bu sembollerle kurumlaşma arasındaki gerilimlere bir bakalım.
İSYANIN KURUMLAŞMAYLA İMTİHANI ÜZERİNDEN GEZİ KÜTÜPHANESİ
29-30 Haziran 2013’de Gezi süreci olağanüstü bir haftasonu yaşadı. Takip eden 6-7 Temmuz ise pek içaçıcı olmadı. Öğreniyoruz ki bu iniş çıkışlar isyan denilen organizmanın nefes alıp verişleri imiş ve doğasında bulunurmuş. İsyan durdurulamıyor, geriletilemiyor ama hızlandırılamıyor da. 29-30 Haziran’ı olağanüstü yapan şuydu: Lice’den sonra ilk kez Gezi Kürt hareketiyle kaynaşmasını farklı bir seviyeye taşıdı. Hiç alışık olmadığımız sahneler yaşandı, ulusalcılarla BDP’liler karıştı, herkes bir günde yüzdeyüz değişmedi elbette, dahası hiç değişmemiş olanlar çoğunluktaydı, ama bir değişim olasılığını herkes görebildi ve gördüğünü kimse inkar edemedi. Kimse edemesin diye kimileri tamamen dönüşerek aşağıdan barış süreci olsa neye benzeri sembolik olarak örneklemeyi denediler. Yani devletle değil de halkla barışılsa nasıl olurdunun bir sembolik denemesi gibiydi. Pazar günü ise hem Türk hem Kürt tarafı için öteki olan LGBTT ile kaynaşma sahnesi muhteşemdi. Onur Yürüyüşü laf olsun diye değil gerçekten onur yürüyüşü olarak yaşandı. LGBTT bireyler hem kendileriyle onur duydular hem de herkes onlarla. Herkes varoldukları için onlara şükranlarını sundu -ki bu normalde gündelik hayatta karşılaşabildikleri varoldukları için lanetlenme tepkisinin tam tersiydi.


Forumlar, 29-30 Haziran girişimleri, hep Gezi’nin Gezi olarak sürmesinin formlarını arayan denemelerdi. Gezi Kütüphanesi, veya daha doğru deyişle çeşitli Gezi/çapulcu kütüphaneleri, Gezi’de başlayıp tüm yurda yayıldılar ve pek çok yerde belirip kayboldular. Hala da bir yerlerde belirip kayboluyorlar. Lice’de öldürülen Medeni Yıldırım anısına da hemen bir kütüphane kurma girişiminin başlamış olması Gezi/Çapulcu kütüphaneleri dalgasının sürekliliğinin bir kanıtı. kalekol değil kütüphane, kışla değil kütüphane, AVM değil kütüphane, bilgiyi kendisine saklayıp bizi gözetleyen ve denetleyen militarist yapılar ve/veya finans yapıları değil bilgiyi bizim ellerimize verecek yatay yapılar. 2011 New York OWS eylemlerinde de kütüphane çok önemliydi. Ama işte o da her şey gibi küreselleşirken farklı formlar farklı işlevler üstleniyor.
David Graeber, OWS’de her şeyin merkezinde iki kurumun bulunmasının önemine dikkat çekiyordu: mutfak ve kütüphane. Mutfak kuşkusuz mühimdi. Graeber’i Marina Sitrin’e bağlarsak8, dünya isyanlarının Küreselleşme Karşıtı Hareketler raunduna rastlayan 2001 Arjantin krizinden sonra da komünal mutfaklar çok önemli olmuştu. Mesela o zaman biz Arjantin ile kriz kardeşiydik9, aynı sarsıntıları yaşamıştık ancak aynı refleksleri gösterememiştik, aynı şekilde devrimci bir cevap verememiştik krize. Ailelerimize sığınmıştık. Belli ki zamanımız gelmemiş.
Zucotti Park’taki kütüphaneyi, Graeber aynı zamanda mekanda çok sayıda öğrenci olduğu için pratik de bir çözüm olarak anıyor. Ama daha önemlisi sembolikliğiydi elbet. OWS’deki kütüphane bedava kitap ödünç veren, kitap geç getirince ceza ödemediğin, üyelik aidatı ödemediğin bir kütüphane olmakla fark yaratıyordu. OWS polis tarafından dağıtıldığında yaklaşık 5500 kitabın kaydı yapılmıştı kütüphanedeki. Gezi/Çapulcu kütüphanesi ise parkta-kütüphane fikrine yenilikler ekledi. Hayli değişik bir deneydi ve geçicilik-kurumlaşmama üzerine kurulu gibiydi. Gezi Kütüphanesi’nde ödünç verme politikası yoktu, takas şenliği vardı. Bedava alıyor ve veriyordun. Nasıl bedava sandviç alıp veriyorsan aynı şekilde bedava kitap da alıp veriyordun. Bu kimilerine göre kitapların yağmalandığı bir yerdi. Ve çok ilginçti çünkü yağmalama davranışı neredeyse serbestti. Bir iki sahafa müdahale dışında sağduyuya bırakıldığı durumlar çoğunluktaydı. Ayrıca insanlara alın diye ısrar etmek de bazen gerekiyordu çünkü kimileri sadece vermek istiyorlardı. Gezi nasıl sembolikse kütüphanesi de sembolikti. Ve 5500 kitaptan çok çok daha fazlası el değiştirdi. Belki 1 milyon kitap el değiştirmiştir deniyor. Tekil olarak tek başına aynı kitaptan 1000 adet getiren insanlar oluyordu, günün neredeyse her saati insanlar evlerinden kitaplar taşıyorlardı, yayıncılar kitaplar taşıdılar, dergiler taşıdılar, ve arı kovanı gibiydi önü. İnsanlar kitapları incelediler, seçtiler, beğendiler, aldılar. Bazen gönüllüler çuvallardan çıkardıkları kitapları pazardaymış gibi ya da bir açık arttırmadaymış gibi bağırarak tanıtıyorlardı bir el uzanıp bana diyene dek. Kütüphanedeki kitaplar her bir çapulcudan bir diğer çapulcuya giden bağ oldu. Kütüphaneye defter açıldı ve insanlar bu anı defterlerinde kendilerini ifade ettiler. Kütüphane bir de insanların Gezi’den birşeyleri eve götürmelerine izin verdi ve bu şey kitap oldu. Ki kitap zaten önemliydi baştan beri Gezi direnişinde. Gezi’den bir nesnenin evlerde olması gibiydi eve götürülen kitaplar. Ve de çoğu kez bir başka çapulcunun gönülünden kopup gelmiş bir nesne -ki kitabın anlam evrenini, anlam yükünü de doğrudan taşıyarak. garip bir yerleşiklik -durmaksızın el değiştiren kitaplar asla tipik bir kütüphane görüntüsü değil. Raflarıyla bir yandan da en ‘inşa edilmiş’ görünen yerlerden biriydi bütün Gezi’de. Eğer Taksim Komünü günleri biraz daha devam etseydi, pek çok öğesi gibi kütüphanenin de kurumlaşması gerekecekti. 15 günlük süre her şeyin sembolik olarak işlemesinde bir sorun yaratmadı.
Sürekli saldırı altında ve sürekli ‘Allahını seven defansa gelsin’ modunda olmaktan dolayı sembolik ve ütopik bir deney olarak Taksim Komünü günleri üzerinde tartışma aralığı pek bulamıyoruz. Normal. Gene de birkaç not, başlık düşmeye çalışalım. Taksim Komünü deneyinin en büyük özelliklerinden biri sanırım ölçekti ve kurumsallaşma baskısıyla en fazla çarpışılan yerlerden biri de buydu. Taksim, halka ait olduğu süre boyunca hem halka hem de üniformasız olmak kaydıyla devlete açık oldu. Elini kolunu sallayan geldi. Barikatlar da sembolikti. Bekçileri kapısında beklemedi. Kimlik kontrolü yapılmadı. Devletlşemeye kimse kalkışmadı. Osmanlı zamanında olsa padişah kılık değiştirerek gelebilirdi Gezi’ye o günlerde. Devletin parkı ele geçirip halka kapatmasının tam zıttıydı yani. Ancak bu müthiş bir kalabalığın Gezi’ye ve Taksim’e akmasıyla sonuçlandı. Böyle büyük bir kalabalık normalde büyük de kargaşalar yaratmaya meyyaldir. Ancak Gezi’de büyük bir kargaşa yaşanmadı, dahası hiç kargaşa olmadı. Tek sorun, kısmi tıkanmalardı denebilir. Kalabalık öyle büyüktü ki. Ayrıca örgütlenme sorunları da doğuruyordu. Gezi’ye o günlerde gelen insanların sadece İstanbullular olmadığını da akılda tutalım. Farklı kentlerimizden insanlar geldiler, yerinde incelediler ve döndüler. Farklı ülkelerden insanlar da aynı şekilde geldiler, yerinde incelediler ve döndüler. Ama hepsi incelerken bir yandan da oluşturuyorlardı. Açıklık, güvenlik, kurumlaşma baskısı gibi sorunların ileride, bir kez daha böyle bir otonomi yakalanırsa daha tecrübeli bir şekilde ele alınacağını tahmin edebiliriz. Şu da var ki halk Taksim’deki geçici otonom bölge günlerinden10 sonra forumlarda ve zihniyet devrimlerinde çok deneyim kazandı. çok ufuk açtı.
ZİHNİYET DEVRİMLERİ VE ÇOKLUK
Zihniyet devrimleri ile kastettiğim erklenen Türkiye insanının kendi cemaati dışında bir ilişkisellik kurabileceğini farkettiği çeşitli anlar. Çokluk konusuna ise mutlak dönmemiz gerekecek. Gezi, Çokluk’un tüm dünyada somut olarak ilk belirişi miydi diye soruyor insanlar. Bu sorunun yanıtını aramak gerekiyor. Ayrıca 2011 İsrail’indeki çadır kentler hareketinin aşağıdanlığından alıp İspanya’daki Öfkelilerin yaklaşımlarına, Şili’deki Ankara metro eylemlerini andıran toplu öpüşme eylemlerine uzanmak; 2000’lerin başlarında küreselleşme karşıtı hareketin yaygınlaştırdığı doğrudan demokrasi formatlarının, el işaretleriyle evet hayır demelerin, forumların vs 10 yıl sonra birden kitleselleşmesini de incelemek gerekiyor. Yıllar önce okuyup unutmaya terkettiğimiz Seattle kitaplarını geri karıştırmanın sırası geldi.
İlkokuldan itibaren yoğun çevrecilik eğitimi almış bir kuşakla karşı karşıya olduğumuzu da bir türlü tam idrak edemiyoruz biz ve daha yaşlılar gibi de geliyor. Yani meselenin üç beş ağaç ve eriyen buzullar kısmı da iyi bir replikle söylenmeyi hakediyor kesinlikle.
Daha konuşacak çok şey var. Şimdilik duralım. Açıkçası, yoruldum, sabahtan beri yazıyorum. Canım Allahını seven defansa gelsin demek istiyor! :)
Süreyya Evren -http://surmetinler.blogspot.com/2013/07/bir-allahini-seven-defansa-gelsin.html

1Gezi’nin akılda kalıcı duvar yazılarından biriydi “Allahını Seven Defansa Gelsin”. Daha çok amatör maçlarda, halı sahada, sokak aralarında duyulan bir futbol çığlığına referansla.
2ABD polisinin sertliği ve demokrasi hareketlerinin mücadeleleri hakkında David Graeber’in kitabı çok sayıda örnek ve tartışma içeriyor: The Democracy Project, A History, A Crisis, A Movement, David Graeber, Allen Lane, Penguin Books 2013.
3Ezel (2009-2011) dizisindeki Ramiz Dayı’nın ‘mesele’leri meşhurdu. Aransa çok sayıda örnek arka arkaya getirilebilir. Ben şunu bulabildim: http://www.youtube.com/watch?v=deghs-a9mU8. veya http://www.youtube.com/watch?v=GEPsVpkzxlc. Gerçekten de Tuncel Kurtiz’in sesinden ‘mesele üç beş ağaç değil’ diye başlayan, ‘mesele buzulların erimesi de değil salt’ diye devam eden bir konuşma Ezel günlerini garip bir politizasyonla geri getirirdi!
4“Hukuksuzluğa Karşı Yurttaş Hareketi”, Can Atalay ile söyleşi, Yiğit Atılgan, Express, sayı 136, Haziran-Temmuz 2013, s.30
5Graeber, s.275
6“Anti-otoriter Ayaklanma”, Foti Benlisoy ile söyleşi, Siren İdemen, Express, sayı 136, Haziran-Temmuz 2013, s.41
7Bizde bu başlangıç tarihini 1992 Los Angeles ayaklanmalarına kadar geriye çekme eğilimi de o günlerde vardı. Bknz. 1992 Los Angeles Ayaklanması, çev: Erden Kosova, Karaşın, 1998.
8Marina Sitrin’in şu iki yazısı özellikle bağlara odaklı: ‘Occupy: Making Democracy a Question’, Marina Sitrin, What We Are Fighting Fo: A Radical Collective Manifesto içinde, haz. Federico Campagna &Emanuele Campiglio, Pluto, Londra 2012, s. 85-94. ve ‘One No Many Yeses, Marina Sitrin, Occupy!, Scenes From Occupied America içinde, haz. Astra Taylor, Keith Cessen, ve n+1, Dissent, Triple Canopy ve The New Inquiry dergilerinin editörleri, Verso 2011, s. 7-11. Bu yazının başlığındaki ‘bir tek hayır ve pek çok evet’ vurgusu 90’larda Zapatistalar tarafından epey yayılmıştı. Gezi’de de, en iyi anlarda, tek bir hayırın altında birleşen çok sayıda evet, yani çok sayıda farklı şeyden yana olan ama tek bir aynı şeye karşı olanlar hareketi hissediliyor.
92000’lerin başlarında Arjantin’e imrenerek bakarken altını çizdiğimiz şeyler şimdi Türkiye’de el eriminde. Bknz. Arjantin Potlaçı, Süreyyya Evren, Bianet, 18 Ocak 2002, http://bianet.org/bianet/ekonomi/7446-arjantin-potlaci. Erişim 13 Temmuz 2013. ve Güzel Arjantin, Bizim Kriz Kardeşimiz, Süreyyya Evren, Radikal Kitap, 25 Ocak 2002, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=886. Erişim 13 Temmuz 2013.

 

10Hakim Bey’in (Peter Lamborn Wilson) teorisi TAZ (Geçici Otonom Bölge) hiç bu kadar elle tutulur olmamıştı herhalde! Hem geçiciliğiyle, hem de otonom bölgeliğiyle. Bknz. T.A.Z., Geçici Otonom Bölge, Ontolojik Anarşi, Şiirsel Terörizm, Hakim Bey, çev. İnan Mayıs Aru, Altıkırkbeş Yayın, İstanbul 2009.

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.