Kültür-SanatManşet

Angelopoulos Sineması yarım kaldı – Ercüment Gürçay

0

“Benim sonum yine benim başlangıcım demektir.”

Sinema tarihine Ulis’in Bakışı, Sonsuzluk ve Bir gün, Kumpanya, Leyleğin Geciken Adımı, Arıcı ve Puslu Manzaralar gibi başyapıtlar armağan etmiş, sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden Yunan yönetmen Theo Angelopoulos, Pire- Drapetsona otoyolunda , “Gayrı Resmî Üçleme” nin Ağlayan Çayır ve Zamanın Tozu filmlerinden sonra üçüncü ve son filmi olan Öteki Deniz (L’altro Mare) için kurulmuş film setinde bir polis motosikletinin çarpması sonucu ağır yaralanmış, Faliro’ daki bir hastanede yoğun bakıma alınmış, tüm müdahalelere rağmen 24 Ocak 2012’ de 77 yaşında hayata veda etmişti.

O da tıpkı bu yıl 2 Ocak’ ta hayata veda eden yazar- düşünür John Berger gibi “göç ve mültecilik” meselesini yapıtlarında başat konu olarak seçmişti. Bir söyleşide “…Göç ve diaspora, yurtlarından kovulan mülteciler, sınırları aşıp sığınak arayanlar, işte bunlar zamanımızın en yakıcı toplumsal meseleleri arasındadır…” diyordu. Ona göre sınırlar, ortadan kaldırılması gereken kötülüklerdi.

Balkan göçmeni bir aileden geliyorum ve onun filmlerini izlerken, yurt diyebilecekleri bir yer arayan, yerinden sürülmüş Yunan ve Balkan insanlarının, atalarımın yaşadıklarını daha da çok duyumsuyorum. Angelopoulos karakterlerinin tümü göçen, yolda olan insanlardı. O da Sonsuzluk ve Bir Gün filminin kahramanı şair gibi (ki bu şairin hayatı Angelopoulos’ a benzetilir) hayatının sürgünde geçtiğini ifade ediyordu. Belki de en çok bu nedenlerle Angelopoulos her zaman en sevdiğim sinemacımdı.

Yaklaşık 40 yıl süren sinema kariyerinde Anaparastasi (1970), ’36 Günleri (Meres tou ’36) (1972), Kumpanya (O Thiassos) (1975), Avcılar (I Kinighi) (1977), Büyük İskender (O Megalexandros) (1980), Kitera’ya Yolculuk (Taxidi stin Kythira) (1984), Arıcı (O Melissokomos) (1986), Puslu Manzaralar (Topio stin Omichli) (1988), Leyleğin Geciken Adımı (To Meteoro Vima tou Pelargou) (1991), Ulis’in Bakışı (To Vlemma tou Odyssea) (1995), Sonsuzluk ve Bir Gün (Mia aioniothta kai mia mera) (1998), Ağlayan Çayır (To Livadi pou dakryzi) (2004) ve Zamanın Tozu (I skoni tou chronou) (2009) gibi yapıtlara imza attı.


THEO’ YA SAYGI/ THEODOROS ANGELOPOULOS (1935… paylaşan: ercumentgr

Angelopoulos da tüm diğer Yunanlı çocuklar gibi “ölü taşları okşayarak” büyüdü. Filmlerinde mitolojiye göndermeler yaparak o uzak geçmişi bugüne taşıdı. Özellikle tüm zamanların en büyük gezgini Odysseus’ a yapılan atıflar birçok filminde hissediliyordu. En çok sevdiğim filmi olan Kithira’ ya Yolculuk aslında Ulysees ile Penelope’ nin hikayesidir örneğin.

Film çekimlerini hep gerçek mekanlarda yaptı, hiç stüdyo kullanmadı. Çıplak manzaralar, karanlık gök yüzü, yağmur, soğuk bir hava… hüzün…Eleni Karaindrou’ nun müzikleri; Angelopoulos’ un kamerasının, uzun, karmaşık ve zarif hareketlerle yakaladığı görüntülerle birleşince, sinema bir eğlence aracı olmaktan çıkıp, gerçek bir sanat yapıtına dönüşüyordu.

Yunan Sineması daha başka birçok yönetmen çıkardı: Kakoyannis, Konduros, Vulgaris vs. Ama yaklaşık 30 yıl boyunca Yunan sineması onunla anıldı. Sinema tarihinde “klasik” tanımına onun kadar yakışan çok az yönetmen olduğunu düşünüyorum. Bana göre çağdaş sinemanın en önemli yönetmeniydi.

O da tıpkı Onat Kutlar gibi hukuk okurken bir anda ‘yola çıkıp’ kendisini Paris’ te, sinemanın peşinde koşarken bulmuştu. 68 öncesi öğrencilerinin isyancı- özgürlükçü ruhunu yaşamış; Paris’ te sinema okumuş; yaşamını idame ettirebilmek için Fransız Sinematek’ inde yer göstericilik dahi yapmıştı.

Yunanistan’ a dönüşünde solcu Demokratik Değişim dergisine sinema yazıları yazmış; 1970’ de bir grup arkadaşıyla, “…sakinlerince terk edilmiş, çürüyen bir ülkeye ağıt” olarak tanımladığı ilk uzun filmi Tatbikat’ ı çekmişti.

***

Angelopoulos’ un ölü taşları okşayarak geçen çocukluğundan sinemaya doğru uzanan yolculuğunun anlatısını, bir söyleşide yer alan sıcacık sözlerine bırakmak istiyorum:

“…Sinemayla ilişkim tıpkı bir kâbus gibi başlamıştı… 

1946 ya da 47 yıllarıydı, tam olarak hatırlamıyorum. Savaş sonrası yıllar. Birçok insanın sinemalara akın ettiği yıllar. Biz, çocuklarınsa gişenin önlerinde oluşan uzun kuyrukların arasından sıvışarak balkonun sihirli karanlığında kaybolduğunu hatırlıyorum.

O yıllarda çok film izledim, ama hatırladığım ilk film Michael Curtiz’ in oynadığı ‘Kirli Yüzlü Melekler’ filmiydi. Filmde kahramanın iki muhafızın kolları arasında elektrikli sandalyeye doğru getirildiği bir sahne vardır. Onlar yürüdükçe gölgeleri de duvarda büyür. Sonra birden bir çığlık duyulur… Ölmek istemiyorum!

‘Ölmek istemiyorum!’ Bu çığlık uzun bir süre rüyalarımdan çıkmadı. İşte sinema hayatıma böyle girmişti. Duvarda gittikçe büyüyen bir gölge ve bir çığlıkla…”

Angelopoulos söyleşinin devamında filmlerine esin kaynağı olan olaylardan ve sanat disiplinlerinden söz ediyordu.

“…Çok erken yaşlarda yazmaya başladım, yakın tarihin gürültülü ve duygusal olaylarının ben de çalkantılar yarattığı bir dönemde.

1940 yılında savaşın sirenleri. Alman İşgal Ordusu’nun terk edilmiş Atina’ya girişi. İlk sesler, ilk görüntüler. Sonra, 1944 yılında İç Savaş. Kıyımlar.

Babamın ölüme mahkûm edilişi. Boş bir alanda binlerce ölünün arasında babamı ararken annemin bana tutunan ve tirtir titreyen elleri. Çok uzun zaman sonra, çok uzaklardan, ondan bir haber almamız. Yağmurlu bir günde eve dönüşü.

İlk öyküler. Görüntüyü arayan kelimelerle ilk temas. O zamanlar pek farkında değildim. Nedense uzun zaman sonra anladım, ilk senaryomda bu kelimeleri kullanınca. Kelimeler şöyle dökülüvermişti, ‘yağmur yağıyor.’

Bizim zamanımızda, Homeros ve eski trajedilerin şiirleri okul müfredatında bir hayli yer alırdı. Eski mitolojiler üzerimize çökerdi ve biz de onların üzerine çökerdik. Anılarla dolu topraklarda yaşıyoruz, eski taşların ve kırık heykellerin üzerinde. Bütün çağdaş Yunan Sanatı bu ortak var oluşun izlerini taşıyor. İzlemiş olduğum yolun, almış olduğum derslerin, düşüncelerimin bütün bunlardan ilham almaması imkânsızdı.

Şairin dediği gibi, ‘Bu rüyaya daldıkça, bunlar da rüyadan çıktı. Öyle ki, hayatlarımız bile bir bütün oldu, onları birbirinden ayırmak zor artık.’

Erken yaşlardan itibaren edebiyat ve şiirle olan ilişkim, beni dil, estetik ve modernizm üzerine olan bütün araştırmalara yaklaştırdı. Daha sonra, 60’ların başından itibaren Paris’te, politik hareketliliğin arttığı günlerde, Aristo’nun dramatik sanat tanımını bir noktaya kadar çürütmeyi başaran Brecht’ in epik tiyatrosu benim için bir dayanak noktası olmaya başlamıştı…

Söyleşi sinemadaki macerasıyla devam ediyordu:

“…Sonra ilk filmlerim, yolculuk, sınırlar, sürgün. İnsan yazgısı. Ebediyete dönüş. Bütün saplantılarım filmlerime girer ve çıkar. Tıpkı bir orkestra enstrümanlarının müziğe girip çıkması, tekrar duyulmak için sessizliğe bürünmeleri gibi.

Saplantılarımızla uğraşmaya mahkûm edilmişiz. Aslında tek bir film çekiyoruz, tek bir kitap yazıyoruz. Aynı tema üzerine varyasyon ve fügler.


Film çekmeye başladığımdan beri hep aynı ekiple çalışıyorum. Onlar beni tanıyor, ben de onları tanıyorum. Yıllar geçtikçe de her biri benim ailem oldu. Çalışırken beni çok sık sinirlendiriyorlar, ama onları görmeyince çok özlüyorum. Takıma yeni bir teknisyen dahil olduğunda, sanki her şey ona bağlıymış gibi bir şüpheye kapılıyorum. Yeni gelenlerle çekim planları ve belirsizliklerim üzerine konuşuyorum. Bunca yıl geçti ama hala aynı heyecan, aynı belirsizlik, bizi bir araya getiren aynı istek, nefeslerimizi tutarak çekimin bitmesini beklemek.

Seyahatler, gidişler, başıboş dolaşmalar. Bir araba, fotoğrafçı bir arkadaşım sessizce arabayı sürüyor ve yollar. Sık sık hayatta kendimi dengede ve huzurlu hissettiğim yuvanın, arkadaşımın kullandığı arabada yanında oturmak olduğunu düşünürüm. Açık pencere, geçmişe giden manzara. Görüntüler işte bu yolculuklarda doğar, not tutmak zorunda kalmam. Siluetleriyle beraber doğarlar, kendi renkleriyle, kendi tarzlarıyla, hatta çoğu zaman da kendi kamera hareketleriyle, kendi estetik dengeleriyle ve ışıklarıyla. Yüzlerce fotoğraf bellek görevini görür, ama film çekilmeden de hiçbir şey bitmez.

Filmin çekimleri esnasında her şey yeni gerçekliğine dayandırılarak yeniden üretilir.

Oyuncular, talihli ve talihsiz beklenmeyen olaylar, ani fikirler…”

Angelopoulos, çocukluğundan bugüne yaşadığı yaşam ve sinema serüvenini anlattığı söyleşiyi şöyle noktalıyordu:

“…İlk filmimi yaptığımdan bu yana neredeyse otuz yıl geçmiş. Eliot’tan alıntı yaprak söyleyebilirim ki: ‘İşte buradayım, yolun yarısında.’ Tarihin öfkesiyle yıllarım geçti. Hala görüntüleri nasıl kullanacağımı öğrenmeye çalışıyorum.

Her teşebbüsüm yepyeni bir başlangıç ve bir çeşit de başarısızlık. Başarısızlık, çünkü yalnızca kendimizi ifade etmek zorunda kalmadığımızda öğrenmişiz demektir. Dolayısıyla her yeni girişim muğlak duyguların yarattığı bir karmaşıklığın da yeniden başlangıcı demektir. Bastırılıp dizginlenemeyen duygular demektir. Kendini ifade etmeye çalışmanın baskısı demektir. Kaybettiklerini ve bulduklarını, sonra tekrar kaybettiklerini ele geçirmek demektir.

İyileşmek… Benim sonum yine benim başlangıcım demektir.”

***

Angelopoulos son yıllarında, gücün sadece sağı değil, solu da yozlaştırdığını; siyasetin sinik bir oyuna, siyasetçiliğin de bir mesleğe dönüştüğünü düşünüyor; dünyayı da çoğu zaman insanın bir piyon olduğu büyük bir satranç tahtasına benzetiyordu. Bu nedenle giderek olayları etkileme ihtimalimizin de çok zayıfladığını vurguluyordu. Bugün benim gibi birçok insanın da geldiği nokta üç aşağı- beş yukarı bu. Kendimi hiçbir siyasi kampa- partiye ait hissetmiyorum artık. Bildiğimiz yöntemlerle, siyaset yapma alışkanlıklarımızla olayları etkileme gücümüzün giderek sönümlendiğini de hissediyorum. Ama elbette ki bu hiçbir şey düşünmediğim, hiçbir şey yapmak istemediğim anlamına gelmiyor.

Yaşamın her alanında her türlü şiddeti, erkek egemen dili- sistemi reddeden; üstenci- temsili demokrasi yerine yerel ve doğrudan demokrasiyi- katılımcılığı, çoğulculuğu talep ve teşvik eden; doğayla barışık, adil ve gerçek anlamda özgür bir yaşamı; her türlü ırkçı- milliyetçi yaklaşımların çok ötesinde ‘evrensel insanı’ savunan; ana fikrini özellikle 68 ruhundan alan Yeşil Düşünce ve Yeşil Siyasetin, bugün yaşadığımız kaostan çıkışta işimize yarayabileceğini düşünüyorum.

Bir de mevcut sol siyasetlerin insanlar için giderek anlamını yitirdiği günümüz dünyasında, hayatın açmazlarına içinden cevaplar arayan, yalnız ve çaresiz insanlara cesaret ve umut aşılayan, “…tarihsel gerçekleri masumların gözleri önüne seren…” sanatın, sağaltıcı- değiştirici- dönüştürücü gücüne inanıyorum.

***

Angelopoulos’ un filmlerinin çoğu klasik ‘The And’ le bitmezdi. Sanki bir filmin son sözü bir sonraki filmin ilk sözü olurdu… Yaşadığı bu talihsiz kaza Angelopoulos sinemasını yarım bıraktı. Keşke hayat izin verseydi, Ağlayan Çayır ve Zamanın Tozu’ ndan sonra üçlemenin son filmi olan “Öteki Deniz” de tamamlanabilseydi. Ama olmadı, bize de geride bıraktığı başka hayatların hüzünlü, dramatik ve büyüleyici hikayeleri, görüntüleri ile avunmak kaldı.

Kaynak: Theo Angelopoulos, Derleyen: Dan Fainaru, Agora Kitaplığı, 2001

 

Ercüment Gürçay

You may also like

Comments

Comments are closed.