Bu yazı haberdar.com/ dan alınmıştır
Sur’da atılan kurşunların, patlayan bombaların seslerinden giderek uzaklaşıyorduk.
Yeni yapılan Diyarbakır Havaalanı’na giden bulvarın üzerindeki kavşağa varınca, asfalttan fışkıran alevler kesti önümüzü.
Göbekten sola kırdık direksiyonu. O tarafta da göz gözü görmüyordu dumandan. Göbeği dönüp sağa girdik. Bir polis Akrep’i geri geri giderken üzerine bir ses bombası atıldı. Ateş açmaya başladı Akrep’teki polisler. Biz sadece polisleri görüyorduk ateş ederken ama gelen seslerden bomba atanların da karşılık verdiği anlaşılıyordu.
Belli ki artık protestolar, kentin göbeğindeki bir ilçeyi neredeyse üç haftadır kuşatmalara karşı duyulan tepkiler Diyarbakır’ın yoksul mahallelerinin ötesine taşmıştı. Orta ve üstü gelire sahip yeni Diyarbakır’ın bazı mahalleleri de giderek artan bir hızla çatışma alanlarına dönüşüyordu.
“Çatışmasız” yollar bulup vardık Havaalanı’na.
Ardımızda patlayan bombalarıyla, öldürülen insanlarlarıyla, yakılıp yıkılan evlerleriyle, tarihi eserleriyle, yok edilen kentsel dokusuyla bir Diyarbakır bırakıyorduk.
Ama ölüm haberleri peşimizi bırakmıyordu.
Protesto gösterilerine yapılan müdahalede 16 yaşındaki Şiyar Baran, ardından Sur’daki operasyonlarda 19 yaşındaki Serhat Doğan öldürülmüştü. Şiyar toprağa verilirken, Barış Anneleri; kuru tahta bir tabutta gencecik Serhat’ın cenazesini, Emniyetle yaptıkları görüşmeler sonucu, YDG-H’lilerden alıp, Tahir Elçi’nin öldürüldüğü Dört Ayaklı Minare’nin önüne,Sur’daki “yasaklı bölge”nin dışına taşıyorlardı sırtlarında.
Özellikle 7 Haziran seçimlerinden, 24 Temmuz’dan sonra giderek yoğunlaşan bir biçimde AKP iktidarının yöneldiği operasyonlar, artık Diyarbakır’dan Mardin’e, Şırnak’tan Hakkari’ye doğru giderek büyüyen bir yangının tutuşturulmuştu olmuştu. Dalga dalga, doğudan batıya doğru yayılma potansiyeli taşıyordu.
Ama ne yazık ki; Türkiye’nin batısında yaşayan insanların büyük bölümü, kendilerine doğru büyük bir hızla yaklaşmakta olan bu felaketin hala daha farkında değildi.
FATİH İSTANBUL’U 53 GÜNDE ALMIŞTI!
İlki 16 Ağustos’ta Varto’da uygulanandan bu yana geçen yaklaşık 130 gün içinde devlet; yedi kentin 18 ilçesinde, tam 54 kez, toplamda 210 günü aşkın sokağa çıkma yasağı ilan etti.
Bölgedeki 18 ilçede toplam 1,5 milyon insan çatışmalı ve yasaklı bir süreç yaşadı.
Daha dün sabaha kadar sokağa çıkma yasağı uygulanan; çatışmaların, ölümlerin, yıkımların bütün şiddetiyle sürdüğü beş ilçede; Sur, Nusaybin, Dargeçit, Cizre ve Silopi’de yaşayan 500 bini aşkın insanın kaçanları kendi ülkelerinde “sığınmacı” oldu. Kalıp da direnenler ve hala yaşayanlar her an ölümle burun buruna.
Bu süreçte kentler dışarıdan askerlerin tanklarıyla, toplarlarıyla; ilçeler ve girebildikleri mahalleler de özel harekat timlerinin zırhlı araçlarıyla kuşatıldı. Yüzlerce, binlerce özel harekat polisiyle, zırhlı araçlarıyla operasyonlar yapıldı. Yetmedi, tanklarıyla toplarıyla asker de sokuldu kentlerin caddelerine, sokaklarına. Hatta bütün bu süreçte; ister inanın, ister inanmayın; değil mahalleler, değil caddeler, değil sokaklar, tanklarla girilen evler bile oldu.
Devlet, Sur’da 13 Eylül’den bu yana, yani 100 günü aşkın süredir kesintisiz beş, kesintili altı kez, şu ana kadar tam 34 gün uyguladığı ve hala süren sokağa çıkma yasağı ilan etme ihtiyacını neden duymuştur?
Fatih Sultan Mehmet bile 6 Nisan 1453’te dayandığı Konstantinopolis’e 53 günde girmeyi başarmıştı da, koskoca Türkiye Cumhuriyeti, örneğin Sur’a bir türlü neden giremiyordu?
Sur’da son olarak ilan edilen sokağa çıkma yasağında “halkın kenti terketmesi için verilen 17 saatlik ara” sayılmazsa 23 gündür tanklarla, toplarla süren çatışmalara karşın, devletin güvenlik güçleri hendekler ve barikatları neden aşamamıştır da, çevresindeki evleri yıka yıka mahalle içlerine girme noktasına gelmiştir?
Yanıtını net biçimde verelim:
Birincisi, bu barikatların ve hendeklerin arkasında halk vardır. Kimi can güvenlikleri için evlerini barklarını terk etse de, önemli bir kısmı anadilde eğitim hakkı için, kendi kendilerini yönetmek için, eşit yurttaşlık için, yaşadıkları devlette bir Kürt olarak statü sahibi olmak için, en azından çocuklarına destek vermek için öleceklerse bunun kendi evlerinde, sokaklarında, mahallelerinde olmasını yeğlemişlerdir.
İkincisi, hendekleri ve barikatları kuran çoğu YDG-H’li, çok az sayıda PKK’li ve çok büyük sayıda o sokağın, o mahallenin, o kentin gençleri kendilerinden önceki kuşakların yaşadığı gibi yaşamaktansa gencecik yaşta ölmeyi tercih edecek kadar yaptıkları eyleme inanmışlardır.
Çünkü çözümden çözümsüzlüğe, “Kürt sorunu vardır”dan “Ne Kürt sorunu ya”ya, “barış”tan çatışmaya dönüşen süreç; gencinden yaşlısına Kürtlerin önemli bir kısmına başka seçenek bırakmadı.
İşte bu yüzden de tüm bu yaşananlar, kucağında bulduğu Kürt sorununu AKP iktidarının taşıdığı son aşamanın bir sonucudur.
ÖLDÜRÜLEN SİVİLLERİN CENAZE TÖRENİNİ HİÇ GÖRDÜNÜZ MÜ?
AKP iktidarı; gelinen bu noktanın, yaratılan bu savaş görüntüsünün, Kürtlerin yoğunlukta olduğu kentlerin Suriye’nin Halep’ine, Humus’una, Hama’sına dönüşmesinin Türkiye’nin özellikle batısında yaşayan insanlardan gizlemek ya da gerçekleri tümüyle tersyüz ederek halka sunulması yani, milyonlarca insanın kandırılması için bütün organizasyonu daha 1 Kasım seçimlerinden önce yapmış.
Askerler ölüyor, polisler ölüyor; YDG-H’li, PKK’li gençler ölüyor; yaşlısıyla, genciyle, küçücük çocuklarıyla sivil insanlar ölüyor.
Sizin “yandaş merkez medya”dan ya da “sindirilirmiş merkez medya”dan gördüğünüz tek “gerçek” asker, polis cenazeleri, yakınlarının yaşadığı o dayanılmaz acı.
Bir de bütün yakmalardan, yıkmalardan ve ölümlerden; hendeklerin, barikatların arkasındaki “bir avuç teröristin” sorumlu olduğunu sanırsınız gazeteleriyle, televizyonlarıyla bu “AKP’nin savaş medyası”ndan.
Birkaç televizyon, gazete ve haber sitesinin dışında sokağa çıkma yasağı ilan edilen kentlerde yaşanan gerçeği Türkiye insanının tümüyle öğrenmemesi için her türlü yalan söyleniyor, bin türlü gizleme, saklama yöntemine başvuruluyor.
Örneğin hiç haberiniz olmuyor geceleri barikatların, hendeklerin arkasındaki halkın kurşun ve bomba yağmuruna karşın sabahlara kadar gösteri yaptığını, ateşler yakıp halaylar çektiğini, tencereleriyle tavalarıyla ses çıkarma eyleminde bulunduğunu…
Devletin güvenlik güçleri tarafından öldürülen sivillerin, YDG-H’li gençlerin cenazelerinin kitlesel bir katılımla; yeşil, sarı, kırmızı bayrağa sarılı tabutlarla nasıl bir isyana dönüştüğünü…
Bu gazeteler ve televizyonlar size hiç yaşamını yitiren askerlerin polislerin cenazesi dışında, bırakın “teröristleri”, sokağa çıkma yasakları sırasında öldürülen 10 yaşında bir çocuğun ya da 75 yaşındaki bir sivilin toprağa verilişini gösterdi mi? Elbette hayır!
Çoğunuzun hiç haberi olmamıştır Silopi’de 11 gündür kesintisiz süren sokağa çıkma yasağında öldürülen Hüseyin Güzel (70), Yusuf Aybi (80), Yusuf İnan (40), Şiyar Özbek (25), Reşit Eren (17), Axin Kanat (16), Ayşe Buruntekin (40), Mehmet Mete (11), İbrahim Bilgiç (25) ve Taybet İnan (57)’ın cenazelerinin toprağa verilmesinin engellendiğinden.
Bazılarının çürümeye, kokmaya başlaması üzerine sağ kalanların kurşun ve top mermisi yağmuru altında yakınlarının cenazelerini buz kalıplarıyla korumaya çalıştığını da öğrenememiştir bu ülke halkının çoğu.
SOKAKTA KALAN CENAZEYİ ALMAYA GİDEN DE ÖLDÜRÜLÜYOR!
Hele bu öldürülenler içinde olan 11 çocuk annesi Taybet İnan’ın cenazesi dört gündür vurulduğu sokağın ortasında duruyor.
Oğlu Mehmet İnan’ın anlattığına göre komşularından dönerken vuruluyor annesi Taybet. Amcası Yusuf da sokak ortasında yatan Taybet’in yardımına koşarken evlerinin avlusunda vuruluyor. 20 saat boyunca ambulansın gelmesini bekliyor yaralı olarak. Ancak ambulans gelmeyince kan kaybından yaşamını yitiriyor. Babası Halit de annesinin sokak ortasındaki cenazesini almaya giderken vuruluyor. Yaralı olarak evine de dönemediği için sokaktaki başka bir eve sığınıyor. Günlerdir Halit İnan’dan da haber alınamıyor.
Amcası ölen, babası yaralanan, annesinin cenazesi günlerdir sokak ortasında kalan Mehmet İnan yaşadıklarını anlatırken “Savcı ve güvenlik güçleri ile yaptığımız görüşmede beyaz bayrak ile sokağa çıkıp cenazeye alabileceğimizi söylediler. Biz cenazeyi almak için dışarı çıktığımızda beyaz bayrağa bile ateş ediyorlardı. Eğer biz devlet yetkililerinin dediğini yapmış olsaydık şimdi sokak ortasında bir değil birçok cenazemiz olacaktı” diyor (Evrensel Gazetesi, 24 ARALIK 2015, Beyar Özalp’ın haberi). AKP iktidarı denetimindeki medyadan da öğrenmezsiniz bu yaşananları.
İnsanlar sokağa çıkma yasağında; açlığı, susuzluğu, kurşun ve bomba yağmuru altında her an ölüm korkusunu yaşarken, hatta ölürken sizin bu medyadan öğrenebileceğiniz gerçek ancak Şırnak Valiliği’nin önceki gün yaptığı açıklamayla sınırlıdır:
“Operasyon sürecinde vatandaşlarımızın can ve mal güvenliği için konulan sokağa çıkma yasağı sebebiyle gösterdikleri duyarlılıktan ve güvenlik kuvvetlerimize verdikleri destekten dolayı da tüm Cizre ve Silopi halkımıza teşekkür ediyorum. İlimiz Cizre ve Silopi ilçelerinde vatandaşlarımızın başta sağlık olmak üzere diğer ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tüm tedbirler alınmıştır. Bölücü terör örgütü mensupları Silopi ve Cizre ilçelerimizde başta vatandaşlarımız olmak üzere hastane, okul vb kurumlara alçakça saldırmaktadır. Bölücü terör örgütü mensuplarının yaptığı alçakça saldırılarda hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. Yaralanan vatandaşlarımıza acil şifalar diliyorum.
Bölücü terör örgütü mensupları Cizre’de 3, Silopi’de 3 olmak üzere 6 okula patlayıcı madde ve roketlerle saldırarak alçakça yakmışlardır. Bu süreçte vatandaşlarımızın sağlık ihtiyaçları için sağlık görevlilerimiz 24 saat esasına göre hizmet sunmaya devam etmektedirler. Doktorlarımız, hemşirelerimiz, sağlık personelimiz görevlerinin başındadırlar.”
Cizre’de, Silopi’de yakılan, roketlerle saldırılan okulların sayısını veren Valilik neden öldürülen sivillerin adlarını, yaşlarını, nasıl öldürüldüklerini açıklamıyor. Onlar bu ülkenin yurttaşları değil mi?
Hayatın gerçeği, valiliği hiç de doğrulamıyor. Bırakın yaralıların hastaneye ulaşmasını, bölgeden gelen haberlere göre öldürülenlerin toprakla buluşmasına bile izin verilmiyor.
‘NETİCENİN YAKINDA KESİNLİKLE ALINACAĞI, FİKRİNİ YAZIN!’
Zaten siz bu ülkede, bölgede yaşanan gerçekleri öğrenmeyin diye bütün önlemleri titizliklerle e almış AKP iktidarı!
DİHA’dan Çağdaş Kaplan, dönemin İçişleri Bakanı Selamı Altınok’un imzasını taşıyan “gizli” ibareli “psikolojik savaş belgesi”ni yayınladı. Bu belge, bir merkezden üretilen yalanların, karalamaların, çarpıtılan gerçeklerin onlarca gazete ve televizyonda aynı başlıklarla, aynı cümlelerle yer almasının ardındaki “sırrı” da açıklıyor.
81 İl Valiliği’ne, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, Jandarma Genel Komutanlığı’na gönderilen Eylül 2015 tarihli belgede “amaç” kısmı iyice cilalanmış:
“Terörle mücadele konusunda provokasyon ve dezenformasyonu engellemek, kamu oyunu bilgilendirme noktasında geleneksel medya ve sosyal medyanın kullanımını düzenlemek…”
Bu belgeye göre Türkiye’de yayın yapan gazeteleri, televizyonları ve sosyal medyayı yönlendirme konusunda TRT ve Anadolu Ajansı’na görev verilmiş. İşte belgeden birkaç cümle:
“Basın Kuruluşlarının mahallinden hızlı bilgi aktarımı için özellikle Anadolu Ajansı olmak üzere basın kuruluşları ile valilikler ve kolluk birimleri arasında koordinasyon sağlanacak. (…) Terör örgütünün her türlü faaliyetinin kamuoyunca bilinmesi için bilgi dağıtımı ağı kurulacaktır. Terörle mücadele konusunda kamuoyunun bilgisine sunulması takdir edilen faaliyetlere öncelikle AA muhabirlerinin katılımı desteklenecektir.”
DİHA’nın, Özgür Gündem Gazetesi’nde (22 Aralık 2015) yer alan haberine göre “savaş medyası”nda neden ölen sivillerin hiç görünmediği, ekonomik zararların ve yakılıp yıkılan binaların daha çok öne çıktığı anlaşılıyor:
“Belgede, dikkat çeken başka bir maddede de Kürt kentlerinde ekonomi ön plana çıkartılarak, bunun üzerinden algı yaratılmaya çalışılması çabası. Aslında bir çoğu devlet güçlerince düzenlenen saldırılarda tahrip olan bina ve tesislerin ekonomik değerlerinin yansıtılması konusunda belgede yer alan ifade ise şöyle: “Terör olayları sonucunda yıkılan, tahrip edilen bina ve tesislerin ekonomik değerleri basın kuruluşları ile paylaşılacaktır.”
Habere yer veren Özgür Gündem Gazetesi, “Dersim’den bu yana aynı taktik” başlığıyla bir de hatırlatma yapmış:
“Türk devletinin katliamlarını gizlemek için basını yönlendirmesi yeni bir olgu değil. 1937’de Dersim Soykırımı’nın devam ettiği günlerde dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın gazetelere gönderdiği beş maddelik genelge bunun açık bir örneğini oluşturuyor. Kaya, sözkonusu genelgede aynen şöyle diyor:
(1) Hükümetin programı, Cumhuriyet’in temin ettiği huzur, refah ve medeniyetten bu zavallı, cahil ve görgüsüz vatandaşları da istifade ettirmektedir. Dersim havadislerini ve hadiselerini yalnız bu nokta-ı nazardan tetkik etmek.
(2) Askeri harekattan bahsetmemek.
(3) Neticenin yakında katiyetle elde edileceği fikrini yazmak.
(4) Bu Harekat’a iştirak edenlerden başkaları hakkında hiçbir suretle idareten bir karar alınmayacağını yazmak.
(5) Dersim havadislerini ikinci, üçüncü sayfalara intikal ettirerek vakayı hattı layıkına irca etmek (haberlerin ikinci, üçüncü sayfalara indirgenmesi).”
CHP’NİN DERSİM’İ, AKP’NİN SUR’U, CİZRE’Sİ, SİLOPİ’Sİ…
Yaşanılan sürecin giderek Dersim’e benzemesine yol açan başka görüntüler de var elbet.
Geçen hafta Genelkurmay Başkan’ı, Kara, Deniz, Hava kuvvetleri komutanları ve Jandarma Genel Komutanı Şırnak’a gitti.
Beş generalin “askeri harekat”ı gösteren bir harita önünde çekilmiş fotoğrafları yayınlandı.
Bu askeri bir tatbikatın ya da yabancı bir ülkeye açılacak savaşın strateji ve taktik planı değildi. Kendi ülkelerindeki bir ilçenin sanki “yeniden fetih planı”ydı duvarda asılı olan.
Aynen Trabzon Atatürk Köşkü’nün duvarında asılı olan ve altında “Dersim (ğ”ten kaynaklandığına inandırılmak isteniyor Türkiye’deki insanların çoğu. Ama bazen de itiraf ediyorlar işte. Ne diyordu geçen hafta Başbakan Ahmet Davutoğlu:
“Daha 2013 yılı kasım ayında yaptığımız değerlendirmede 12 kritik ilçeyi öngörmüştük. İki üç ay önceki mücadeleye bakarsanız, Lice, Silvan, Varto, Kulp var, Cizre devam ediyor, Doğubeyazıt, Yüksekova var. Bu kritik ilçelerin çoğunda kontrol sağlandı. Şimdi mücadelenin yoğun olarak seyrettiği 4-5 yer kaldı: Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, Dargeçit… Şu anda oraya yoğunlaşmış durumda.”
Davutoğlu’nun sözünü ettiği 2013 Kasım’ında bölgedeki tek bir ilçede, tek bir mahallede, tek bir sokakta ne bir hendek vardı, ne de bir barikat.
Bu da net biçimde ortaya koyuyor ki, uygulanan “Mesele üç-beş hendek meselesi değil. Sen hala anlamadın mı?” politikasıdır.
Aynen Dersim’in, 1925’lerde, 1926’larda hedef tahtasına oturtulup, bir “isyan” bahane edilerek 1937’lerde, 1938’lerde bir katliama dönüştürülmesi gibi yaşadığımız süreç.
Bölge kentlerinde yaşanan ablukalar, yasaklar, tankla, topla saldırmalar daha da derinleşir; çocuğundan yaşlısına sivil ölümleri daha da artarsa, bugünden söylemek gerekir ki bu süreç tarihe “AKP’nin Dersim’i” olarak geçmeye aday olur.
Sırf Dersim kökenli CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu partisinin tarihiyle vurmak için Dersim Katliamı’ndan dolayı devlet adına özür dilemişti Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.
Bakalım yıllar sonra, yaşanılan bu kanlı süreç nedeniyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu devletin yaptıklarından kim özür dileyecek?
Biri bana, 1930’lardaki CHP’nin Dersim’inden dönüp dolaşıp 80 yıl sonra aynen AKP’nin Dersim’i; Sur, Cizre, Nusaybin, Dargeçit, Silopi ve diğerlerine varmadığımızı söylesin!
Bu yazı haberdar.com/ dan alınmıştır
Celal Başlangıç