Sosyal medyadaki sıradan kötücüllüğü sanki ilk kez görmüş gibiyiz. Oysa bu insanlar hayatımıza aniden ışınlanarak girmedi. Belki bu kadar görünür değildiler ama hep vardılar.
Aslında tam da bu insanların varlığının kaçınılmazlığı yüzünden daha iyi bir dünya ve ülkeyi istiyor ve hak ediyoruz.
Üç gün önce, daha Konya‘daki yuhalamayla karışık tekbirleme gerçekleşmeden yazmıştım. O olayı da parantez içinde dahil ederek yayımlıyorum. Buyrun… (12 Ekim 2015)
*
Nefret söylemi içeren okuyucu yorumu, tweet ve benzerlerine bu kadar şaşırmak, sanki uzayda yaşıyormuşçasına hayretler etmek ve bu şaşkınlığın üzerinde yükselen gerçekçi olmayan bir umutsuzluğa sürüklenmek yaşadığımız bu uğursuz günlerin hastalığı herhalde.
Eğri oturup doğru konuşalım. Milyonların yaşadığı bu kocaman ülke ve dahi milyarlarca insanın kapladığı bu kocaman gezegende yaşayanların tümünün “insanî olan”a dair her fikrinin bizim gibi olduğunu, “vicdan” denilen şeyi aynen ve tıpkı bizim gibi ürettiğini ya da anladığını mı sanıyorduk gerçekten?
Henüz Twitter, Facebook filan yokken, gazete haberleri altına yorum yapmanın mümkün olmadığı, televizyon programlarının, yorumcuların doğrudan hedef alınamadığı internetsiz zamanlarda gazeteleri okuyan, haber kuşaklarını seyreden bazı insanların sayfaları öfkeyle bir kenara atmadığını ya da ekrandaki kişiye sunturlu küfürler savurmadığını mı düşünüyorduk?
Öğrenciler, işçiler, kadınlar, LGBTİ+ bireyler ve diğerleri hakları için ya da canları yandığı için sokağa çıktığında o bazı insanların kahvelerde, akşam sohbetlerinde, televizyon başlarında nefret kusmadığını mı sanıyorduk?
Görmedik, duymadık, bilmedik (mi?)
Bu yaşa gelene kadar, bugün twitlerde, okuyucu yorumlarında yazılan sözleri duyduğumuz bir amcamız, dayımız, teyzemiz, halamız ya da bir uzak akrabamız, bir mahalle abimiz / ablamız da mı olmadı? Bu kadar yakınımızda bile değil miydi bu tür sözler? Bu argümanları, bu kötücül yorumları bazı öğretmenlerimizden, bir taksiciden manavdan, kuaförde yan koltukta oturandan duymadık mı? Otobüse metroya bindiğimizde hiç mi kulağımıza çalınmadı bu laflar?
Bir milli maç öncesi atılan gazete manşetlerini, birahanede maç seyreden normal insanların gözlerindeki kini görüp hiç ürpermedik mi?
Hadi darbeleri, askeri yönetim zamanlarını konu dışına çıkaralım. Peki bizzat sivil politikacıların mecliste idamlar onaylanırken iki elini kaldırdığını, hatta seçmenlerinin (ki bugünkü versiyonları da milli maçta saygı duruşunu provoke ediyor) onları daha fazla oy vererek ödüllendirdiğini bilmiyor muyduk?
Dünyanın öbür ucundaki ülkelerde, elleri küçük diye devre kartları yaptırılırken gözleri kör edilen, bedenleri küçük, boyları kısa diye, pamuk tarlalarında omurgaları yamultulan çocukları çalıştıran çok uluslu şirketlerin varlığını bilmiyor muyduk? Kömür, bakır, altın, elmas ve kim bilir hangi değerli maddenin çıkarıldığı madenlerde ölümüne çalışma koşullarını umursamayan bu şirketlerin varlığını mı unuttuk? Yoksa o dünya devi firmalarda bu kararları verenlerin insan değil, makine ya da uzaylı filan olduğunu mu sanıyoruz?
Kendine ‘iyiliklerden bir iyilik yolu’ seçmenin mana ve önemi
Tarih orada duruyor. Yugoslavya’da, Kosova’da komşunun komşuyu katletmesine giden o korkunç yolda, Şili, Arjantin, İspanya, İtalya, Almanya ve daha nice ülkede yığınlarca insanın katledilmesi pahasına yükselen kötücül iktidarların kimin sessizliğiyle beslendiğini sanıyoruz?
Nazım’ın “Akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi” diye başlayıp “ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef” diyen dizeleri kimler için yazıldı sanıyoruz? Peki Brecht’in “Çığlıklar duyuluyor ama siz susuyorsunuz. Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki, sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz, bok yiyorsunuz!” dizeleri kimleri anlatıyordu ki?
İnsanlığı oluşturan yığınlar, hatta ve hatta kendi zihnimiz, yüreğimiz ve aklımız kötücüllüğe her zaman bir kaç adım uzaklıkta değildi ise, dünyayı daha iyi bir yer yapacağına inandığımız doktrinlerimize, ideolojilerimize, politik çizgimize, inançlarımıza niye sarılıyoruz?
Madem herkes iyiyi güzeli, insanlığı kendiliğinden biliyor, o zaman niye kendimize bir “iyilik yolu” seçiyoruz? Madem insanlar ve onları yönetenler kötülükten bu kadar uzaklar, neden kendimizi demokrat, sosyalist, sosyal demokrat, liberal, hümanist, dindar, ahlaklı filan diye tanımlayıp, “iyi bir dünya” düşlemenin yollarından birine ait olmayı seçiyoruz?
Her zaman, her yerde böyle değil miydi? İnsan sevmezlik, ırkçılık, türcülük, maşizm vb. türlü türlü kılıkta karşımıza çıkmış biçimlerinin yanısıra sıradan kötücüllük hep hayatımızın ortasında değilse de yakın mesafemizde değil miydi?
Hadi şaşırmak insanî yanımıza sarılmak anlamına geliyor diyelim. Peki bu kadar abartmak, dağa taşa “bu insanlar nereden çıktı?“ diye yazmak niye? Yüz yılların insanlık birikimine bakarak bu insanların hep var olduğunu, tam da bu yüzden güzel bir dünyanın bize çiçek demetleriyle sunulmayacağını, böyle bir lüksümüz olmadığını gerçekten bilmiyor muyuz?
İnsanî olanı savunmamız, kardeşçe yaşamanın yolunu bulmamız gerektiğini tekrar tekrar anlatmamız ve göstermemiz, bu fikirleri durmadan usanmadan anlatmak için ayakta durmamız, yani yüzyıllardır yapılanları yapmaya devam etmemiz ve daha yaşanası ve güzel bir dünya için yeni yollar bulmamız gerekmiyor mu?