HaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

21’inci Yüzyıl’ın ikinci çeyreğine yaklaşırken demokrasi/katılım gibi düşünceler…

0
demokrasi

[email protected]

Ukrayna’yı işgal etmek ve belki sömürgeleştirmek için savaş açan Putin, Prigrojin’in ayaklanmasını, Lenin’in Rus Çarlığının ulusal orduları bütün cephelerde başarılıyken, arkadan hançerleyen bir iç isyanla, Çarlığın savaşı kaybetmesine benzer olduğunu söyleyerek değerlendirmiş.

Bu değerlendirme ile ilgili, birden çok fazla düzeyden ve farklı yaklaşımdan doğru tartışma gerekiyor olabilir. Ama geleceğe doğru baktığımızda kaygılanacağımız tek kişi Putin mi? Trump’un ABD gibi demokrasinin beşiği sayılabilecek ülkede seçimleri kazanmış olmasını ve tekrar kazanabileceği düşüncesini, Xi Jinping’in Çin’de Komünist Partisi’nin başında olmasını, Hindistan’da 2014’den beri Narendra Modi’nin iktidarda bulunmasını, hesaba katmayacak mıyız? İtalya’da neo-faşist partinin iktidara gelişini, Macaristan’ı, Polonya’yı, Baltık ülkelerini, (Belarus benzeri ülkeleri saymaya gerek yok) hatta Brexit’e oy veren İngiliz toplumunu ve Fransa’yı faşist Marine Le Pen’den kurtaran Macron’un sağcılığını, Yunanistan’da seçimleri kazanan Kiriakos Miçotakis’in sağcı partisini görmezden gelebilir miyiz?

LGBT idamları için yasa çıkaran Uganda’yı, İran’ı ve Arap yarımadasındaki pek çok ülkeyi ve halkı görmeyecek miyiz? Avrupa ülkelerinin tamamını, bir ortaçağ şatosunu korur gibi göçmen ve mültecilere kapatmaya çalışan Avrupa Birliği’ni?

Savaşları, kuralsız ve teknolojik paramiliter şiddet-işkence-ölüm mekanizmalarını, giderek bütün emperyalist veya olmaya özenen (Türkiye dahil) ülkelerdeki paralı askerlerden oluşan özel orduları, milyonlarca insanı açlığa mahkum eden ve sonuç olarak ümitsiz göç selleri yaratan insafsız ve anlamsız yerel savaş gösteriyle milliyetçilikleri cilalayan generalleri ve “devlet” adamlarını sessizce geçebilir miyiz?

Türkiye zaten diktatöryal bir tek adam yönetimini, otoriterliği ve milliyetçi şiddeti, homofobiyi ve merkeziyetçiliği-güçlü üniter devleti seçtiğini açıkladı. Demokrasi gibi bir sorunla uğraşmak yerine, tek adam yönetimini (küçük bir farkla da olsa) yeğledi ve hukuku, adaleti, sorunlar üzerinde tartışarak karar alabilecek bir parlamentoyu, eşitlikçiliği ve demokrasiyi (temsili demokrasiyi bile) reddetti.

Dövüş kafesi teklifiyle gündeme gelen Elon Musk ve Mark Zuckerberg gibi teknokratik tekel imparatorluklarına, her şeyden muaf ve üstün olan oligarklara ve neoliberalizmin nerdeyse bütün dünyadaki benzersiz egemenliğine doğru dolu-dizgin gidilen günlerdeyiz. Bütün sol türlerinde ve kuşağındaki yıpranma, eskime ve güçsüzlük görülmeyebilir mi? Yeni bir söz söyleyemeyen, yeni örgütlenmeler geliştiremeyen sol örgütler… Fransa, İtalya, Yunanistan ve Türkiye seçim sonuçları…

Buna karşılık, ekolojik açıdan iflas etmekte olan bir yeryüzü ve canlılar dünyası… Herkes, her şeyi görüyor işte: Milyonlarca dünyalının suyu tasarruflu kullanması, uçak ve otomobil yolculuklarının bazılarından vazgeçmesi, plastik torba kullanımını reddetmesi, hatta bazı ülkelerin nükleer santrallarını kapatması gibi insancıl ve kolektif ekolojik duyarlıkların, Ukrayna savaşının ekolojik ve insani yıkımı karşısında bir önemi olabilir mi?

Bu tür savaşlarda kullanılan/kullanılmak üzere yedekte tutulan, kimyasal ve biyolojik silah üretiminin, yazılım programlarının geliştirilmesinin, taktik nükleer savaş tehdidi vb.’nin, bir anda parlayabilecek Formoza, ya da Keşmir veya İran Körfezi savaşlarıyla yenilenmeyeceğine/savaş lortlarının dünya egemenliğinde başat rol oynamayacağına güvenebilir miyiz?

Emeğin baskı altına alınması ve tekelleşme, zenginliğin yoksulu ezmesi ve sömürmesi üzerinde işleyen bir ekonomi ve bunun ideolojisinin politik olarak egemenleşmekte olduğu bir dünya… Toplumsal örgütlenmelerin buna göre biçimleniyor ve hak arama/haklar için direnme anlamına gelebilecek örgütlerin (başta emek örgütleri olmak üzere, toplumsal cinsiyet, ekoloji ya da çeşitli sol politik örgütler) güçsüzlüğü, etkilerinin çok azalmış olması… Teknolojik gelişmeler nedeniyle de, yolu giderek bağımsız-küçük birimlerden, egoist bireylerin küçük güç gösterilerinden veya saman alevi parlamalarının desteklenmesi gibi sanal örgütlenmelerden geçen bir toplumsal durum…

Topraklarının yağması ve spekülasyonu ana kuralına göre işleyen bir kent düzeni, toprak rantı veya (bir-kaçı dışında) çıkarcılıklar, rüşvet ve hırsızlık amacıyla kentleri yöneten belediyeler/ belediye meclisleri. Kentin kamusal yararlarının politik olarak tartışılmasının-savunulmasının zorlukları ve beton-asfalt veya kentsel altyapı tekelci müteahhitlerinin egemenliğinde, ya “gösterişçi tüketim”, ya da “öteki dünya” ayrımcı mabetlerinin ideolojik güdümünde, cılızlaşan bir kent toplumsallığı.

Bütün bunlar karşısında demokrasi çok zavallı ve önemsiz hatta gereksiz bir kavram gibi durmuyor mu? Daha da kötüsü, belki Aristotales’ten beri kentlerde tartışılan demokrasi, katılımcı demokrasi veya doğrudan demokrasi gibi kavramlar, daha da güçsüz ve gereksiz gibi değil mi?

Bunlara rağmen, yukarıda betimlenen gerçeğin yaşandığı ve son çeyrek yüzyıllık gelişmelerin de giderek kötüleşmekte olduğunu duruma karşı, demokrasi, katılım düşüncelerinde ısrar etmek, akıntıya karşı kürek çekmek mi?

Fotoğraf: Leonard Freed

*

Öyle olsa bile, uğraşmak gerekmez mi?

Dünyanın bütün tarihleri, beklenen politik-toplumsal gelişmelerin, daha rahat-dengeli ve mutlu yaşama ideallerinin, hangi erimde, hangi ivmede veya nasıl bir birikme bağlı olarak gerçekleşebileceğini veya gerçekleşmeyeceğini, tam olarak bilemeyeceğimizi gösteriyor.

Belki de kendi yaşam süremiz içinde hiçbir zaman görmeyeceğimiz “güzel günler” için uğraşmayı-çabayı ve alçak gönüllü deneylerimizi terk edebilir miyiz?

Dünya bu kadar kötüye gidiyorsa ve biz “hiçbir şey yapamadığımız” duygusuna kapılmışsak, bırakmalı mı mücadeleyi? Yenileceğimizi bilsek bile, yenilenmek için uğraşmayalım mı?

Belki, hemen bir sonuç beklemesek bile, gözaltılara, hapislere ve hapiste kötü muameleye karşı olsa bile, uğraşmaya ve daha iyi bir gelecek için almaşıklar üretmeye, denemeye ve paylaşmaya değmez mi?

Dayanışmaları güçlendirmeye çalışarak, dik ve onurlu, ayakta ve inatçı bir duruştan başka yapabileceğimiz hiçbir şey yok…

“Bu kadarı yetmez” diyebilir miyiz?

Daha iyi bir kent göremeyecek olsak, daha iyi ve dayanışmacı ilişkiler ve örgütler yaratamasak, temiz bir hava soluyamasak ve temiz bir deniz-su görmesek bile, bunların olabileceğini biliyorsak, yine de polis kalkanın karşısındaki yerimizi “Geziciler”le birlikte alabiliriz.

Yorucu ve çok çaba, daha da çok özveri gerektiren bir uğraş, demokrasi…

Katılımcı demokrasi, kitleler için toplumun yoksul ve yorgun kesimleri için, daha da zor ve gündem dışı. Ama bir diktatöre, bir zorbaya ve hırsıza, bir görgüsüzlük zenginine boyun eğmekten daha iyi. Daha dayanışmacı, daha adil ve daha haklı…

Demokrasiyle, geliştirebildiğimiz kadarıyla katılımcı bir demokrasiyle, kent hakları, kentli hakları, eşitlikçilik için ve ayrımcılık karşıtı, adil ve kaynakların kamusal kullanımını çoğaltarak-çeşitlendirerek yoksullukları aşabilen kentler için, uğraşmaya devam etmeliyiz.

Bunun için, demokrasiden, demokratik-katılımcı örgütlenmelerden, düşler ve senaryolardan, paylaşımcı ve dayanışmacı demokrasiyle uygulayabileceğimiz programlardan başka bir şeye ihtiyacımız yok.

Yeni düş ve bulutsu fikirler…

Yeni söz.

Yeni örgüt.

Yeni Gezi.

Yeni insan.

Yeni kent…

*

Küçük not:

Sevgili arkadaşlar,

Bir süre yurt dışında olacağım ve yazma olanağımın olup-olmayacağını henüz kestiremiyorum. Türkiye’ye geri döndüğümde, hiçbir zaman gelmeyen görüşlerinizi-eleştirilerinizi bekleyerek yazmaya devam edeceğim. Ama bir süre için ara vereceğimi duyurmak ve ilginç kentlerle karşılaşınca, eğer olanak bulursam paylaşmak üzere, şimdilik ayrılıyorum aranızdan.

 

 

More in Haftasonu

You may also like

Comments

Comments are closed.