Yetim Ermeni olunca – Sennur Baybuğa

Yetim Ermeni çocukların yurdu olarak yapılan Tuzla Yetim mektebi ya da Kamp Armen’e devlet aklından beslenen ‘sıradan’ vatandaşlar dozerleriyle girdi birkaç gün önce.

Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi, Gedikpaşa’da yetimler mektebinde barındırdığı çocukları için topladığı bağışlarla 1962 yılında Allahın görmezden geldiği bir düzlük yerde Sait Durmaz isimli birinden 8.556 metrekare bir boş araziyi dikenleri ile parasını vererek satın alır. Kimsenin arazisine oturmadan, ‘helal’ para ile bildiğiniz, boş diye çökmeden, ucuza getirmeden. Ve ardı sıra Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün izni ile de kamp inşaatı ve çalışması başlar. İzinle, imara aykırı olarak değil, önce binayı konduralım yok, araya kat sıkıştırıp biraz daha kar edelim denmeden. O yetimlerden bir çocuk Hrant Dink anlatıyor, aynen aldım;

‘Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu… Gedikpaşa’dan yürüyerek Sirkeci’ye… Oradan vapurla Haydarpaşa’ya… Haydarpaşa’dan trenle Tuzla İstasyonu’na… İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler. O zamanın Tuzla’sı bugünkü gibi zenginlerin ve bürokratların villalarıyla dolu bir mekan değil… İnce kumlu, bakir bir deniz kenarı ve denizden kopma bir göl parçası… Uçsuz bucaksız arazide bir iki ev, tek tük incir ve zeytin ağaçları ve hendek kenarlarına serpilmiş dikenli böğürtlen çalıları… Ve artık… Bir de bizim kurduğumuz Kızılay çadırları… 8 ila 12 yaş arası biz 13 çelimsiz için yazları Gedikpaşa Yetimhanesi’nin beton bahçesine mahkûm olma sona ermişti… Ailelerimizi, yakınlarımızı ancak geceleri uzaklarda, parlayıp sönen kent ışıklarını izlerken anımsıyorduk. Yere düşmüş ve üst üste yığılmış yaşlı yıldızlara benzetiyorduk kent ışıklarını. Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan “Kütük” (Zakar’a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu’diye başlayan, küçük Ermeni yetimlerinin o araziyi nasıl bahçeye yurda çevirdiklerini anlatan iç acıtan yazısı..o eller hiç mi aklınıza gelmiyor..

Küçük yetimlerin ellerinden kanlar akarak, geceleri yorgunluktan altlarına işeyerek yurtlarına çevirdikleri okulları işte burası. Sızladı mi içiniz? Çocuklar, kendi ektikleri ağaçların uzun gölgelerinde hayatı anlamlandırmaya çalışırken, 1979 yılında aynı Vakıflar Genel Müdürlüğü, satın alınan mülkün tapusunun iptali ve eski sahibine iadesi için dava açtı. Dört yılın sonunda, araziyi yıllar evvel dikenleri ile yetimlere satan Sait Durmaz bedel ödemeden üzerindeki emekle birlikte geri almış oldu. Çocukları bir kez daha ‘gönderdiler’ oradan.

Ermeni’nin malına el koymak söz konusu olunca, yasallığı meşruiyet sanan devletin aklı burada da devrede elbette; yasal olmayan bir şey yok ortada diyecektir uluslar arası diplomasi sorarsa. 1936’da sözüm ona, irticai vakıflarla mücadele için bir çalışma başlatılır ve tüm vakıfların, ellerindeki mallarının envarterini beyan etmeleri istenir.. 1936 beyannameleri ismi verilen bu bildirim sonrası da vakıflar mülk edinmeye devam ederler Kıbrıs yıllarına rastgelen 1974 yılında Yargıtay ‘yabancıların’ mülk edinmelerinin yasadışı olduğuna karar verir ve azınlıkları da yabancıdan sayan o bikirim dolu yorumunu hayatımıza sokar..

1974 tarihli Yargıtay kararının Lozan anlaşmasının 42.Maddesi’ne aykırı olduğunu kimse görmez;‘‘Türk Hükümeti söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dinsel kurumlara her türlü korumayı sağlamayı yükümlenir. Bugünkü durumda Türkiye’de mevcut olan vakıflarına her türlü kolaylık ve müsaade gösterilecek ve Türk hükümeti yeni din ve hayır kurumlarının kurulması için bu gibi özel kurumlara sağlanmış olan gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir.’’

Evet, bu ülke uluslararası sözleşmeleri ihlal ederek bundan tam 41 yıl evvel bir hatalı karar verdi ve 1979 yılında da, daha büyük bir adaletsizlik yaparak, parası ödenmiş bir mülkü elleri kanayarak yurt edinen yetimlerin elinden aldı. 40 yıldır öylece vicdan sancısı gibi duran yurdu, yıkmaya çalışıyor şimdi de bedelsizce tekrar ‘mülkü’ edinenden satın alan kişiler.

Küçük, yasal hikayemiz tanıdık geldi mi. Ha mürteci vakıflarının mülklerine ne mi oldu, onu kimse bilmiyor aslında.

Senner Baybuğa – basnews.com

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR