Editörün SeçtikleriManşetYerelYeşil Gazete Doğu'da

[Yeşil Gazete Doğu’da-11] İnatçı meşelerin diyarı Mardin, su ve kent hakkı peşinde

0

Haber-İzlenim Dizisi: Alev KARAKARTAL

*

Diyarbakır’dan Mardin’e doğru yoldayız. Akşam çökmek üzere. Geceye kalmak istemiyoruz, çünkü hem yolda karşılaşabileceğimiz ‘güvenlik önlemleri’ konusunda tedirginiz hem de kalacak yer sıkıntımız, Van’dan bu yana artarak sürüyor. Bir yandan tur şirketlerinin düzenlediği paket turlarla büyük gruplar halinde gelenlerin oluşturduğu “sonbahar kültür turizmi”, diğer yandan toplantılar, etkinliklikler derken, bölgedeki otellerin neredeyse hepsi “ful çekiyor.” Yer ayırtmak için aradığımız kentteki iki öğretmen evinin de yurt bulamayan öğrencilere ayrıldığını öğreniyoruz ki, bu da ayrı bir mesele.

Araçta otel krizi sürerken, uzaktan seçtiğimiz manzara kalacak yer sıkıntısını unutturuyor.  Artık Diyarbakır’dan çıktık, güney yönünden Mardin’in Kızıltepe ilçesine doğru yaklaşıyoruz. Yerleşimin üzerine çökmüş kirli hava, sis, pus alacakaranlıkta bile ayırt edilebilecek gibi. Kızıltepe’den Mardin’e giden kentin yol üzerinde Organize Sanayi Bölgesi yer alıyor. Buradan yayılan emisyonların sürekli kontrol edildiğini söylüyor Çevre Bakanlığı internet sitesinden, ancak bu hava bakanlığı pek doğrulamıyor gibi.

Yol arkadaşım Metin Yoksu da ağır kirliliğin bir nedeninin de yerel halkın çoğunun ısınmak için kömür yakmaya devam etmesi olduğunu anlatıyor. Belediyeler ve valilik de ücretsiz kömür dağıtımına her kış devam ediyormuş hala. Ekim ayındayız henüz, üstelik oldukça sıcak bir ekim yaşıyor bölge. Henüz sobalar yakılmaya başlamamış olmalı, yine de etkisi olmuş olabilir mi, duraklarımızdan biri olmadığı için tespit edemiyoruz.

Ancak kenti saran kum ocaklarının çıkardığı toz duman ve henüz kent merkezine girmeden üst üste yığılmış beton binalar yığını baki. Bir de bitmek tükenmek bilmeyen anız yangınları… Bunların yarattığı kirlilik, mevsim dinlemiyor zira.

Yeşil sürpriz

Kent merkezine henüz var, gece de tam çökmedi. İyi ki öyle oldu, çünkü Van’dan bu yana hasret kaldığımız “yeşil”e Mardin kırsalında rastlamak epey hoş bir sürpriz yaşattı.  Ancak aklınıza Trakya ya da Karadeniz’in ormanları gibi bir manzara gelmesin. Güneydoğu Anadolu’da orman, çokça ‘bodur boylu’ meşe, maki ve çalılık demek. Üstelik artık Mezopotamya Ovası’na yaklaşıyoruz, yani ekili alanların, bağ ve bahçelerin yeşili yabana atılacak gibi değil.

Ertesi sabah erken saatlerde, güç bela oda bulabildiğimiz otelin kafesinde, Mardin Ekoloji Derneği’nden harita mühendisi Abdülvahap Irmak ile buluşuyoruz. İlk açtığımız konu ormanlar oluyor.

“Bizim dağlar ormanlıktır, yüzde 30’a yakını ormandır” diyor Irmak. Düzenli olarak her yıl bölgeden yaptığımız orman yangınları haberlerinin kaynağını anlatarak başlıyor:

“Ormanlar, kendiliğinden ya da sigara izmariti atanlar, piknik yapanlar tarafından yakılmaz buralarda. Bir devlet politikasının sonucu güvenlik güçleri tarafından, operasyonel olarak ateşe verilir. Yörenin çevre aktivistlerinin en büyük sıkıntısı bu.”

En çok da 1984-96 arasında en çok köy boşaltmaların yaşandığı Nusaybin, Midyat, Savur ve Yeşilyurt arasında kalan alanda, yani Ömeryan (Ömerli) bölgesinde bu politikanın yoğun olarak hayata geçirildiğini belirten Irmak, halen 40-50 köyün bulunduğu bu günlerde de yangınların çıktığını, ama mevsim itibarıyla artık azaldığını söylüyor. Yangınların ardından da onlar devreye giriyormuş:

“Önce yakılıyor, ardından drone ile görüntü alıyorlar. Sonra da biz gidip tespitlerimizi yapıyoruz.  Uydudan güncel görüntülere göre ne kadar alanın yandığını raporlaştırıyor, daha sonra da resmi tutanakları tutan Orman Müdürlüğü ile karşılıklı kontrol ediyoruz. 2018’deki tespitimize göre 4-5 bin dönüm orman yanmıştı.  2019’da çok daha büyük bir alanı yangına kurban verdik.”

İnatçı ‘sidikli meşeler’

Yangına en çok maruz kalan Ömeryan’daki ormanlık alanın en büyük şansı ise tıpkı insanı gibi, “inatçı oluşu.” Irmak’ın anlattığına göre, zor yanar, yansa yıkılsa da kendini yeniden onarır, kolay pes etmezmiş:

“Asker, buradaki ağaç formuna “sidikli meşe” der. Yandığı zaman terler, gövdesinden su bırakır ve kendini söndürür. Yaprakları yansa da kendini korur. Azıcık bir yağmurda da hemen sürgün verir. Bizim yörenin meşesinin yeraltında da gövdesi vardır, kökünü kazıdıkça ya da kökünü bile yakmadığınızda kendini çabuk onarır. Orman yangınlarından sonra hiç müdahale edilmezse, beş-altı yılda doğa kendini toparlar.”

Allahtan ne yetkililer ne de köylüler ve aktivistler yanan alanlara dokunuyormuş. Böylece de doğanın kendini onarması mümkün oluyor:

“2005’den 2017’ye kadar Diyarbakır’da çalıştım. Mardin-Diyarbakır yolunda o dönemde doğru dürüst ormanlık alan kalmamıştı. O zamandan bu yana herhangi bir fidan ekimi, bakım çalışması yapılmadığı halde birkaç yılda yolun çevresi  ormanlık bir alana dönüştü. Şimdi iki-üç metre yüksekliğinde çalı formunda meşe ağaçlarıyla donanmış durumda.”

Ormanlık alanın öneminin çok farkında Mardinli aktivistler. Yağış rejiminin değişmesinin hem nedeni hem de sonuçlarından biri olan, doğal nem ve sıcaklık sigortası, yağışları tutan, yeraltı kaynaklarının beslenmesini destekleyen ormanlık alanlara zarar verilmesi, bu yüzden en çok dertlendikleri konulardan biri.

Orman rahat bırakıldıkça, yaban hayatın popülasyonu da artıyormuş. Kızıltepe’deki Gurs Vadisi’nde yaban keçileri, yaban domuzu, sırtlan, vaşak, karakulak nüfusu şimdiden yükselmiş. Birkaç yıl önce de vadide bir Anadolu parsının öldürüldüğü haberini yapmıştık. Irmak, halen nadir de olsa bölgede görüldüğünü doğruluyor.

Gurs Vadisi.

İkili iklim ve ekosistem 

Mardin’de ikili bir iklim yapısı, iki ekosistem bulunuyor. Biri, Suriye’ye kadar uzanan muhteşem Mezopotamya Ovası, diğeri de dağlık alan. Kentin ikliminde en etkili katalizör ise rüzgar. Gündüzleri ovadan dağa doğru, akşam üzerleri ve sohbahar kış döneminde dağdan ova yönünde esiyor. Yönü de sürekli kuzey-güney aksinde değişiyor. Bu iki hakim rüzgar akımının yönü, yöre ikliminin yapısında belirleyici rol oynuyor.

Mardin de tüm Türkiye ve bölge illeri gibi, Van’dan beri izini sürdüğümüz küresel iklim değişikliğine bağlı kuraklıkla boğuşuyor. Bölge hem meteorolojik, yani yağış azlığına bağlı hem hidrolojik, nehir akımları ve sulak alanlardaki düşüşle kendini gösteren hem de tarımsal kuraklık yaşıyor. Birbirini besleyen üçlü bir felaket. Buna, yine bütün bölge boyunca tanık olduğumuz vahşi sulama alışkanlığı, tercih edilen su politikaları, çok su isteyen yanlış ürün deseninin gelişigüzel, plansız tercih edilmesi, yeraltı sularının aşırı sömürüsü, var olan su kaynaklarının fütursuzca kirletilmesi eklenince, durumun vahameti kat kat artıyor.

Kentteki yağış rejiminin, özellikle son yıllarda  çok değiştiğini söylüyor Irmak. Önceleri gündelik hayata hakim olan “40”; yani 40 gün kış, 40 gün aşırı sıcak döngüsü bozulmuş. Aradaki dönemde ılıman bir iklime sahip olan ve eylülden kasım ayına kadar yağmur alıp sonrasında karla kaplanan Mardin, artık eskisi gibi değil. Bizim kentte bulunduğumuz ekim ayında, henüz kent ve çevresi doğru dürüst bir yağmur almamıştı. Abdülvahap Irmak, “Sadece geçen gün çiseledi ama toprak bile ıslanmadı. Şimdiye dek en az üç-dört defa çok ciddi yağış alması lazımdı Mardin’in” diyor.

Bu durum da başta tarım olmak üzere herşeyi etkiliyor. Bu sene buğdayların boyu 10 cm’i geçmemiş mesela. Buğday, mercimek, arpa hepsi “yanmış”, köylü samanını bile toplamamış. Yolculuk güzergahı boyunca dinlediğimiz öykünün bir tekrarını, Türkiye’nin en verimli ovalarına ev sahipliği eden Mardin’de de duyuyoruz.  Önümüzdeki kışın, gıda tedariki bakımından zor geçeceğini söylemek kahinlik olmasa gerek.

Başta Mazıdağı‘ndakiler olmak üzere, kuruyan göl ve göletlerin haddi hesabı olmadığını da öğreniyoruz. Ovada, geçmişte Yol Su Elektrik işletmesinin (YSE) yaptığı büyük göletlerle, Kızıltepe-Derik arasında hayvan sulama  göletlerinin de hepsi kurumuş. İçlerindeki balıklar da yok olmuş.  Belediye bazılarına su taşıyarak sorunu çözmeye çalışıyormuş ama taşıma suyla nereye kadar?

Hayvan sulama göletleri küçük olsa da hayvancılığın yaygın olduğu bölgede hayati önemde. Mezopotamya Ovası’nda bir zamanlar 500-600 küçükbaş hayvan sahibi köylüler, şimdilerde 50-60 hayvanlık sürülerle yetinse de Savur, Mazıdağı, Ömerli, Derik ve Kızıltepe’nin köylerinde yoğun olarak küçükbaş hayvancılık yapılıyor hala. Bu göletler kuruduğunda, köylüler ya tarımsal sulama için aldığı sudan hayvanlarına da ayırmak ya da köyün su şebekesinden su almak ikileminde kalıyor. Her ikisi de hayvan sahiplerince hem maliyeti hem de suyun yeterli olmayışı yüzünden tercih edilmiyor.

Fırat ve Dicle üzerindeki dev GAP Projesi, 22 baraj ve 19 hidroelektrik santrali ile sulama şebekeleri öngörüyordu. 19 baraj, 14 HES tamamlandı. 1970’lerde planlanan ancak fiili olarak 1989’da hayata geçirilmeye başlanan proje, Mardin’in de içinde bulunduğu dokuz ili kapsıyor. Ancak bu devasa proje, elektrik üretiminde epey yol almış olsa da bölgedeki çiftçi ve köylülere sağladığı su yeterli değil. Bu nedenle de sulama göletlerine başvuruluyor. DSİ eliyle üç yerden sulama yapılması planlanmış. Biri Fırat suyunun kanallarla, Derik iç yolundan getirilmesini sağlayacak proje. 20 bin dönümlük bir arazide, büyük bir gölet inşa ediliyor. Duvar tahkimatları ve altyapı çalışmaları hızla sürüyor. Bir diğeri Mazıdağı tarafından yine Derik’in yukarı kesimlerindeki köylerinin kullanması için, Dicle suyunun Çınar yönünden gelen kısmından doğru inşa edilecek kanal. Bu kanal, Kralkızı Barajı’nın bıraktığı suyu aktaracak. Üçüncüsü de Dicle’nin Savur üzerinden gelen suyu almak için. Bu üçüncüsü ayrıca önemli, çünkü Batman’ın hemen arkasına düşen Savur’un da tıpkı Mardin gibi ikili bir iklim-habitat yapısı var. Savur Platosu’nun da ihtiyacı olan su, buraya aktarılacak.

Nusaybin’den sonra Cizre’den de su taşınması planlanıyormuş.

Bunların hepsi açık kanal. Viranşehir’e kadar olan bölüm bitmiş, kanallardan su akıyor. Ancak hepsi de buharlaşmayla, oluşabilecek çatlaklar, sızıntılar, dışarıdan müdahalelerle oluşabilecek su kaybına açık görünüyor. Derde deva olmaları ne kadar mümkün, hepsi soru işareti.

Su meselesine kısa bir parantez açıp GAP’ın sağladığı su ve enerjiyle ilgili bölge çiftçisinin başka derdini de dillendirmek gerek. Sınırlı ve yetersiz de olsa, proje kapsamında bölgeye verilen su, çiftçinin refahını artırıp bir kalkınma yaratmış başlangıçta. Ancak 2017’de DEDAŞ’ın (Dicle Elektrik Dağıtım Şirketi), bazen ilgili bölgeye gitmeden tahmini olarak, bazen de damlama su yapanla salma  sulamayı yapana toptancı bir bakışla yazdığı faturalar; halkla güvenlik güçlerini sık sık karşı karşıya getiriyor.

Sağlanan enerjinin neredeyse yüzde 70’ini çiftçi kullanıyor bölgede. Yaşanan anlaşmazlıklar yüzünden köylünün büyük kısmı faturaları ödemediği ya da ödeyemediği için, elektrik direklerinin sökülmesi, trafoların indirilmesi, Jandarmayla köylünün çatıştığı sahneler de sık sık yaşanıyor:

“Erdoğan buraya gelmişti, elinde bir Kuran’la bize ‘Mardinli Müslümandır, Müslüman da takva sahibidir, hırsızlık yapmaz’ demişti. Biz hırsız değiliz ki, sen vicdansız ve adaletsiz davranıyorsun. Damlama sulamayı zorunlu hale getirip hibe projeleriyle bunu desteklersen, o çiftçi de randıman alır ve bir daha da vazgeçmez bu yöntemden.”

 ‘20 yılda 50 bin yıllık arkeolojik suyu tükettik’

Parantezi kapatıp tekrar su meselesine dönersek, yeraltı sularının tüm ülkede olduğu gibi, burada da vahşice kullanılması, tıpkı yaraya tuz ekmek gibi. 2000’lere kadar Mardin’de sondaj kuyusu olmadığını, şimdilerde ise her yerde pıtrak gibi açıldığını dile getiriyor Irmak. Söylediğine göre ağırlığı ovada olmak üzere, 20 yılda neredeyse 20 bin kuyu açılmış. “20 yılda 50 bin yıllık bir arkeolojik suyu tükettik, kuruttuk” diyor.

Daha önce 70-80 metreden çekilen suyu bulmak için artık 350-400 metrelik kuyular açıyorlarmış. Yerin topografyasına göre, 700 metreye kadar açılan kuyular olduğunu öğreniyoruz:

“Sen bu derinlikten, bu yoğunlukta su çektiğin zaman, bileşik kaplar prensibine göre, başka bir yerde boşalıyor. Mesela Gurs’taki, Savur’daki pınarlar kuruyor. Üstelik orada şimdi tütün zamanı, suya en çok ihtiyaç duydukları zaman. Şelale vardır Gurs’ta, o da cılızlaştı. Kızıltepe’de Zergan deresine girip yüzerdik yakın zamanlara kadar, 20 yıldır suyu yavaş yavaş azaldı, şimdi tam kurudu, sadece kanalizasyon suyu akıyor içinden. Yine Kızıltepe’nin hemen çıkışında, Amrut’ta Pamukkale’ye benzer travertenler vardı, o da 15-20 yıldır kurumuş durumda.”

“Ekoloji, biyoçeşitlilik sınırlar ötesidir” diyor Irmak. Yeraltı suyunun giderek tükenmesi gibi, burada yaptığımız bir tahribat, Azerbaycan’ı da etkiler, Ermenistan’ı da, Karadeniz, Erzurum, Van’a da yansır. Oradaki pınarların seviyeleri de düşer, suyun debisi azalır.” Haklı. Irak’taki tarımsal sulamaya büyük katkı sağlayan Urumiye Gölü’nü, Türkiye’den Süleymaniye’ye ulaşan Zap Suyu’nu hep bölgenin nehirleri, pınarları, yeraltı suları besliyor. Yine barajlar meselesine geliyoruz:

“Dicle üzerinde, kolları dahil 30’dan fazla baraj ve HES bulunuyor. Sınıra kadar uzanıyor bunlar. Aşağıdaki ülkelere su akışı üzerinde büyük etkileri bulunuyor.  Bazıları güvenlik barajı, tek amacı alanı parçalamak,  geçişleri engellemek olan.”

‘Kuşlar da gelmiyor artık’

Bölgede çok görülen yabani kaz, ördekler ve sığırcıklar da artık uğramıyormuş kente. Bir zamanlar nehir kenarını saran sazlıklar, hem çöplüğe dönüşmesi, kesimler hem de iklim değiştiğine bağlı kuraklık yüzünden kurumuş, yok olmuş. “Göçmen kuşlar artık uğramıyor” diyor Işıklı.

Kışları yağan karın 2-3 metreyi bulduğu kent, artık bazı yıllar hiç kar almadığı bazen de 10 cm karla kaplandığı için sulak araziler teker teker yok oluyormuş. Mardin resmi “kuş göç yolu güzergahı”nda olmasa da yöre halkına göre, en son 15-20 yıl önce şehrin üzerinden kuşlar geçip gitmiş. Bir daha da gelmemişler. Kuşlarla ilgili araştırma yapan akademisyenler de KHK ile ihraç edilince, kimse peşlerine düşmemiş.

Abdülhalim Irmak.

Mardin’in tek üniversitesi olan Artuklu Üniversitesi’nde ne fen fakültesi ne de ziraat fakültesi bulunuyor. En lazım olanlar yani. Bölgenin, farklı iklim modellemelerini çalışacak, ona göre üretimi planlayacak, araştırma yapıp envanter çıkaracak bilim insanlarına ihtiyaç var. Umarız yakın bir dönemde planlamaya alınır ve yöre halkının ihtiyaçlarına uygun bilimsel çözümler üretilmeye başlanır.

Madenler

Mardin, bölgenin tümü gibi mermer, yerel taş, doğal taş ocakları, kırma eleme, kum ocaklarıyla çevrelenmiş durumda. Her yerdeler.. Şehir içinde, dışında, hemen eteğinde, dağda, ovanın dibinde…  Burada ek olarak bir de Mazıdağı Eti Bakır Fosfat tesisi var. Hikaye tanıdık:

70’lerde bölgede fosfat bulunmasının ardından 80’lerde kamulaştırmalar başlıyor. 90’lı yılların başında bir devlet işletmesi olarak çalışmaya başlasa da birkaç yıl sonra üretime son veriliyor. Bu arada bölgede yaşayan köylülere herhangi bir yer gösterilmiyor, evler taşınmıyor. İnsanlar evlerinde oturup arazilerini işlemeye devam ediyor, bazıları kamulaştırılan araziler üzerine yeni evler yapıyor vb. 2011’de Yeşil Gazete okurlarının yakından tanıdığı Cengiz Holding işletmeyi devralıyor. Adı da Eti Bakır olarak değiştiriliyor. Önce, hep yapıldığı gibi muhtarlar, komşu köyler ziyaret edilip “Sizden işçi alacağız” deniyor. İnşaat süreci bitince de köylülerin yaşadıkları alandan çıkması isteniyor. Tesisin güvenliği için madenin çevresi askeri yasak bölge ilan ediliyor, içine de bir askeri güvenlik noktası kuruluyor.

Köylüler, “zilyetliğe”, yani yıllardır yararlandıkları “kullanım hakkı”na istinaden yeniden kamulaştırma yapılmasını istiyor. Zaten haritalar da gelişigüzel yapıldığı ve mülkiyet durumlarına pek aldırış edilmediği için devlet, parsellerin bir kısmını devretmiş bir kısmı ise köylüye ait. Tapular eksik gedik. Tesisin bir çok noktası vatandaş tapularında…

Tesis, gümüş, altın ve uranyumu işliyor. Her gün devasa yığınlar halinde malzeme çıkarıldığını anlatıyor çevrede yaşayanlar. Atıklar için özel bir demiryolu yapılmış, kentin dışındaki Mazıdağı’na her gün seferler yapılıyormuş. Geri dönüştürme yapılıp yapılmadığını bilmiyorlar, ama biz ertesi gün kentten çıkıp Mazıdağı’na giderken, yolda gördüğümüz atık tesisinde, atıkların üzerinin sadece toprakla örtüldüğünü gördük. İnşaat sırasında tesiste çalışan eski işçiler, siyanür havuzunu gördüklerini anlatıyor, hatta Meclis gündemine de getirilmiş konu.

Gübre üretmeye de başlamış Eti Bakır. Bunun için 2019’da hazırlanan teşvik kararnamesine, 1081 km mesafedeki Kastamonu İnebolu Limanı, 900 km mesafedeki Samsun Limanı ile Dilaver Barajı su hattı ve doğalgaz boru hattında yapılması gerekli yatırımlar da dahil edilmiş. Kastamonu’daki limanın bu yatırım kapsamına alınmasının nedeni “oradaki tesislerde üretilen bir hammadde”; yani Küre’de çıkarılan pirit. Cengiz Holding’in bu konudaki sorulara verdiği yanıt şöyle:

“Metal geri kazanım sürecinde kullanılan ‘piritin kavrulması’ gerekiyor. Eti Bakır Küre madeninden sağlanan pirit cevheri, yapılacak boru hatlarıyla İnebolu Limanı’na taşınacak. Buradan da denizyolu ile önce Samsun’a, ardından demiryolu ile özel vagonlarda Mardin Mazıdağı’na getirilecek. Tesislerin diğer ihtiyaçları olan su ve doğalgaz ise bölgede yapılacak DSİ Diyarbakır Dilaver Barajı ve Bismil-Mardin doğalgaz boru hattından temin edilecek”

Çok büyük iş yani. Sadece maliyeti 100 ila 200 dolar, piyasa fiyatı ise  600 dolar olan gübre tekelini eline alması halinde, ithalat kısıtlamasının da konuşulduğu şu günlerde, çevre tahribatı pahasına nasıl bir kar elde edileceğinin yalnızca tek bir örneği.

Yeşil enerji

Yenilenebilir enerji konusunda ise bölgenin diğer kentlerinden birazcık daha şanslı Mardin. Güneş enerjisi panelleri yavaş yavaş kurulmaya başlamış, ama bürokratik engeller, lisans vermede çıkarılan zorluklar, elde edilen enerjinin elektrik şebekesine bağlanamaması gibi sorunlar, yenilenebilir enerjiye yönlenmek isteyenleri yıldırıyormuş.

Kentin ilk güneş santrali ise bölgede pek çok alanda iş yapan Global Yatırım Holding’in Artuklu’da kurduğu Ra Solar. 2019’da YEKDEM’e dahil olan ve 10.8 MWp kurulu güce sahip Ra Solar, geçen yıldan itibaren, 10 yıl boyunca 0,133 dolar üzerinden elektrik satışına başlamış. Bölgedeki en büyük güneş enerjisi santrallerinden biri olan tesis, yılda yaklaşık 20 milyon kWs elektrik üreterek 7 bin 500 hanenin elektrik ihtiyacını karşılıyor.

Rüzgar tirbünleri ise Derik’te kurulu. Derik Vadisi bir çanak gibi. Tam da çağın çevresine 37 tirbün yerleştirilmiş. Derik merkezine yaklaşık 800 metre kadar yakında, Zeytinpınar (Haramiya) ve Kale köylerinin hemen önünde. Mazıdağı’nda dokuz ve Kızıltepe’de dört adet olmak üzere toplam 50 adet rüzgar türbini daha sırada. İnsan düşünmeden edemiyor: Keşke bürokrasi bir nefes aldırsa, tirbünler verimli tarlalara, arkeolojik alanlara, insanların köyünün, kasabasının dibine kurulmasa… Bir şey de olması gerektiği gibi olsa…

TMMOB, rüzgar tirbünlerine karşı çıkıyor. Yerleriyle ilgili sıkıntılar ilk sırada, ama hemen ardından, yaydıkları elektromanyetik dalgaların sağlığı bozacağı, insanın elektromanyetik yapısını değiştireceği, kuşların, arıların yön duygusunu bozacağı, rüzgarın doğal akış yapısını değiştireceği, mikro iklim değişikliği yapacağı,  otlakları öldüreceği gibi gerekçelerle.. Henüz bu ikinci sıradakilerin bilimsel olarak ispatlanmadığını eklemek gerek.

Mardin’in Mazıdağı ve Kızıltepe’de kurulacak rüzgar tirbünlerinin rotası.

Abdülhalim Işıklı baraja da güneş panellerine ve RES’lere de, madenlere de karşı olmadıklarını, her şeyin belirli birkaç sermayedara zimmetlenmesine ve yanlış uygulamalara karşı olduklarını anlatıyor: “Diyelim Mardin’e 10 tane kırma taş ocağı lazımsa, 100 tane açılıyor. Benim arazime tarlama 5 dönümlük bir güneş paneli kuracaksan ve bu iklime, doğaya zarar vermeyecekse, ben buna karşı olmam. Ya da yerleşim yerlerine doğru uzaklıkta yapılacak RES’lere.  Ama sen 200, 500, 1000 dönüme güneş tarlası yaptığın zaman o da artık ısıyı hapsediyor, ısı adası oluşturuyorsun. Ya da belirli bir bölgedeki kuyular için 200 mg’lık bir tirbün yeterken, 30-40 tane dip dibe dev tirbünleri sıralı diktiğinde rüzgarın önünde bir duvar oluşturuyorsun, bölgenin ekosistemini değiştiriyorsun. Hiç enerji üretmeyelim, kullanmayalım demiyoruz. Doğru üretilsin, ihtiyaçlara göre, uygun büyüklüklerde yapılsın diyoruz. ”

Tıpkı dev barajlar yerine yerleşim yerlerinin ihtiyaçlarına göre, göletler yapılması önerileri gibi. Ekoloji birliği, Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Mardin Ekoloji Derneği, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’yle de işbirliği yaparak alternatifler üretmişler. Hasankeyf’i boğan Ilısu Barajı yerine iki metrelik baraj duvarlarının ardındaki çelik borularla Dicle’nin suyunun aşağıya taşınması, buradaki tirbünlerle elektrik üretilmesini önermişler. Tıpkı şu anda Midyat‘taki Beyazsu’da yapıldığı gibi. Dinleyen olmamış..

Kentsel dönüşüm

Henüz kente yaklaşırken gördüğümüz inşaat furyasının ve yepyeni bir kent inşa etme hevesinin sonuçlarına yakından bakma zamanı. Şöyle: Merkez ilçe Artuklu’nun altyapısı “yok”. Gerçekten yok. Müteahhit gidip binasını yapıyor, bina için hat çekiyor ve kanalizasyon sistemine ekleme yapıyormuş. Aslında bazen yapıyormuş. Kentsel dönüşüm projesi 6 milyon Euro’dan ilçeleri ekleyip imarı büyütünce bütçeö nce  22 milyar, sonra da 40 milyar Euro’ya çıkınca, işler çıkmaza girmiş.  Öyle olunca da bazı müteahhitler, kanalizasyon sistemine ekleme yapmak yerine, doğrudan açıktan derelere vermeye başlamış atıkları.

Yeni yapılan Saraçoğlu Mahallesi’nin projesi de yapılmamış. Böyle olunca boru döşenemiyormuş. Müteahhit de ya dereye bırakıyor ya küçük bir bertaraf tesisi yapıyor ya da foseptik çukuru açıyormuş. Artık vicdanına göre.

Burada da memleketin her yerindeki gibi  “kentsel dönüşüm”, aynı zamanda “soylulaştırma” demek. Kent yoksullarını, şehir merkezi büyüyüp yayıldıkça, bir zamanlar şehrin eteklerinde kalan şimdi ise “değerlenen” yurtlarından sürmek yani. Burada da yöntem aynı. Cüzi miktarda para karşılığı kamulaştırılan ev ve araziler milyonluk sitelere dönüşünce, bunları alacak ve orada yaşayacakların demografisi de değişiyor.

Merkezin hemen dibindeki Yeşilli’de belediye eliyle yapılan kentsel dönüşüm bu nedenlerle büyük tepki çekince, şu anda bekletiliyormuş. Önce buraya 400 konutluk proje yapıp sizi buraya taşıyacağız denmiş halka. Sonra da “teröristler barınıyor” gerekçesiyle konutların şehir merkezine inşa edilmesine karar verilmiş.  Yörenin sağ eğilimli Arap halkı da buna sinirlenip şimdiye dek hep AKP’ye verdikleri oylarını bu kez MHP’nin adayına yöneltmişler. Çevre Bakanı, kentsel dönüşümle ilgili yetkililerin ziyaretleri de pek işe yaramamış. Ancak bir dairenin fiyatı da 5-6 milyon liraya yükselmiş çoktan.

Tıpkı Diyarbakır Suriçi gibi, kent içi çatışmalara sahne olduktan sonra yerle bir edilen Nusaybin’de de aynı durum söz konusu. Yeniden yapılan evlerin yine dip dibe, taş değil, taş kaplama, bahçesiz blok sistemli apartmanlar halinde inşa edilmesi  ve şimdi milyar liralara satılması bir yana, çoğu hak sahibi ev sahibi de olamamış. Şimdilerde başkalarının yaşadığı rezerv alanlarından yer tahsis etmek istiyorlarmış; ama bu da bölgenin “geleneksel hukuku”na ters. Davalar halen sürüyormuş.

Üstelik yeni yapılan apartman modeli binaların hiç biri altyapı sistemine bağlanmayıp bölgedeki derelere boşaltıldığını anlatıyor Mardinliler.

Eski kent

Mardin’in eski, tarihi mahallesiyle yeni yapılanları birbirine bağlamak da mümkün değil, çünkü eski mahalle dağlık bir alanda. Diğerleri aşağıda. Kot farkından dolayı altyapılar birbirine entegre edilemiyormuş. Bir ana kolektör inşa edilmesi ve bütün atıkların oraya yönlendirilmesi gerekiyor anladığımız kadarıyla, ama şimdilik herkes kendi kişisel çözümünü bulup, atığı kendisinden ve binasından uzaklaştırmakla yetiniyor.

Eski kent ise başka bir hikaye. Kadim bir şehir burası. Binlerce yıllık yaşam kültürünü barındırıyor. 2009’da avukat Mehmet Beşir Ayanoğlu, belediye başkanlığı döneminde , eski kentteki altyapıyı değiştirmeye karar vermiş. Şehirdeki 100 yıllık, 500 yıllık, bin yıllık evlerin  içme suyu ve altyapısı, kullanıcıların ortaklaşalığıyla uzun yıllardır geleneksel şekilde çözülmüş aslında. Yeraltı sularına seramik borularla bağladıkları eviçi çeşmeleriyle sularını sağlayıp kanalizasyon sistemlerini ağ gibi sarmışlar kentin altına. Dönemin başkanı Ayanoğlu ise eskavatörleri dar sokaklara sokmuş;  her yer kazılmış, kırılmış, poliüreten borular döşenmiş. Ancak maksat hasıl olmamış. Aksine evlerin içindeki çeşmeler kurumuş. Eski kentlilerin belki yüzyıllardır tek tek döşediği seramik borular kırıldığı için yeraltı suyu, evlerin altından akmaya, en zayıf bulduğu yerden de patlamaya başlamış. “Çoğu evin duvarları, istinat duvarları çöktü. Birçoğu rutubetten oturulamaz hale geldi, şimdi de çare bulamıyorlar” diyor Irmak.

Biz de eski kentte gezerken hem zarar görmüş binaların belediye eliyle yeniden onarılmaya çalışıldığına hem de tekrar altyapı çalışmaları yapıldığına tanık oluyoruz. Suyun nereden geldiğini bulup tamir etmeye çalışıyorlar. Bu kez düzgün bir şekilde yapılacağını umuyoruz.

Bir de iyi haber verelim kente dair. İki biyolojik arıtma tesisleri var: Biri Kızıltepe’nin çıkışında diğeri de Yeşilyurt’ta. Bunun için Dünya Bankası’ndan 6 milyar Euro fon alınıp epey büyük bir alana kurulmuşlar. Umarız, Van’daki gibi aç-kapa çalışmıyordur.

Abdülvahap Işıklı, son olarak sorumuz üzerine Kürt illerinde çevre aktivisti olmanın anlamını  yanıtlıyor:

“Ekoloji vicdani boyutu olan bir şey; emek ister, gönüllülük ister. Bizim bundan kişisel bir çıkarımız yok. Zaten yedi –sekiz kişiyiz, zorlasanız 10 kişi çıkmaz. Hepimiz, bir yandan hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz, diğer yandan ekoloji mücadelesi yürütmeye… Siyasi bir faydası, karşılığında kazanılacak para, ego tatmini de olmayınca, insanları katmak zor oluyor.”

Belediye ve yetkili kurumlarının yanı sıra meslek örgütlerini harekete geçirmekte de zorlandıklarını anlatan Işıklı’nın son sözleri şöyle: “Bizim de suçumuz var, reflekslerimiz zayıfladı, kafamız sürekli, pire deneyindeki gibi başımızın üzerinde sınır çizen kartona çarptı. Orman yangınlarına karşı yangın yerine gittik, drone’lar tepemizde uçuyor. Her yerde jandarma. Diyarbakır’dan 50 kişi geldi, Mardin’den ancak 10 kişi.

Ancak bunu da anlamak gerek. Çok uzun yıllardır, bölge halkı herhangi bir konu için her itiraz edişinde bunun bedelini çok ağır ödedi. Çocuklarını kaybettiler, aileleri, evleri, yurtları dağıldı. Hele şimdi, ekolojinin de kriminalize edilmeye çalışıldığı bir ortamda, insanları harekete geçirmek kolay değil.

Anlayacağınız bizim buralarda, ekoloji sadece ekoloji değil. Hiçbir şey kendisi değil.”

You may also like

Comments

Comments are closed.