Yeşil Gazete olarak Onur Haftası (22-28 Haziran) boyunca sayfalarımızı LGBTİ+ hareketinin içinden çeşitli isimlerle söyleşilere ayırıyoruz. Bugünkü konuğumuz, biseksüel ve +’larla ilgili çeviriler ve yazılar içeren Bitopya sitesinin kurucusu vegan aktivist Umut Erdem.
Umut’la Gezi’den bu yana LGBTİ+’lar için nelerin değiştiğini, biseksüellerin görünürlüğünü, bazı feminist akademisyenlerin trans dışlayıcı argümanlarıyla sosyal medyayı meşgul eden tartışmaları ve vegan olmayan beslenmenin koronavirüs ile ilişkisini konuştuk.
Değişik bir Onur Haftası deneyimliyoruz. Sen nasıl buluyorsun? İyi mi kötü mü? Bol bol etkinlikler de yapıldı çevrimiçi…
Covid-19 pandemisinin ve karantinanın tabii ki psikolojik bir etkisi var, fiziksel mesafeyi şart koşmasıyla beraber. Yan yana olamamak, başka şehirlerdeki Onur Ayı etkinliklerine oralara gidip katılamamak buruk olsa da, bu şartlarda online olarak dünyanın bir ucundaki herhangi bir etkinliğe katılma şansımız var. O sebeple sağladığı olanaklar da oldu diyebilirim.
Mesela geçenlerde Oslo Pride kapsamında Robyn Ochs ile Zeynab Peyghambarzadeh’in bir söyleşisi vardı, bifobi ve biseksüel görünmezliği üzerine. Yani şu an yaşadığımız bu süreci yaşamasaydık herhalde bu olmazdı – Herhalde Oslo’ya gitmem mümkün olmayacaktı. Ama tabii ki olağandışı koşullarda yaşamaya devam ediyoruz. Kendi adıma “normalleşme”ye ani geçiş yapmadım. O yüzden “iyi” demem zor.
‘Hiçbir şey yapmama hakkını kendin yaratmalısın’
Karantinayı genel olarak nasıl geçirdin? Bitopya’yı nasıl geliştirdin bu süreçte?
Mart ayı, Biseksüel Sağlık Ayı idi. O yüzden Bitopya’da zaten var olan Biseksüel Sağlığı köşesinde daha fazla içerik üretildi o ay ve Bitopya, Bisexual Resource Center’ın bu sene “Direnç” temasıyla yedincisini düzenlediği Biseksüel Sağlık Ayı’nı, çeviri içerikleriyle ilk kez kutlamış oldu. Bisexual Resource Center’ın da radarına girdik.
Mayıs Ayı da Unicorn March tarafından bu sene ilk kez Biseksüel Tarih Ayı ilan edildi. Bitopya çatısı altında Türkiye bi+ tarihinin izini sürmeye çabaladım. Onun dışında metin ve video içerikleriyle işlevselliğini korudu bu karantina döneminde Bitopya.
Çeviri yaptık Bitopya çatısı altında. Kuirfest’in düzenlediği “Kuir Film Okumaları” atölyesine katıldım, bir ay sürdü. Genç LGBTİ+ Derneği’nin yürüttüğü “İlham Veren LGBTİ+ Gençlik Hikayeleri” kampanyasına katkı sunmak için bir video çektim. Yaptığım podcast kayıtlarına bir yenisini ekledim. İlgilendiğim konulara dair ve LGBTİ+ özelinde online etkinliklere de katılmaya çalıştım elimden geldiğince. Şevkle başladığım bazı şeyler, sonra etkisini yitirdi, baki kalanlar oldu.
Her şeye katılayım kafasında olmadım; hatta bu, biraz korkuttu bile beni, internet üzerinden pek çok şeyin yapılması, erişime açılması. Çünkü seni biraz, sanki olağandışı bir süreç yokmuş gibi “her şeye katılma zorunluluğu” psikolojisine sokuyor. Hiçbir şey yapmama hakkını kendin yaratmalısın.
Tacizkar olmayan iltifat…
Onur Haftası özelinde değil de genel olarak konuşursam pek çok şey erişime açılıyor, pek çok etkinlik oluyor falan, o da fazla yükleme… Hepsine katılma beklentisi biraz baskı kuran bir şey benim için. Çünkü her şeye yetişemezsin. Onur Haftası’nda ve aslında daha önce karantinaya girmemizle başlayan online LGBTİ+ etkinlikleri günümüz koşullarına uyum sağlama yöntemi oldu, lubunyaların seslerini duyurabilmesinin, fiziki olmasa da bir araya gelebilmesinin bir imkanı. Yalnız olmadığımızı hatırlatmanın bir göstergesiydi ve bana iyi geldi katılabildiğim etkinlikler.
İlk katıldığın Onur Yürüyüşü’nü hatırlar mısın? Bahsetmek ister misin?
Yanlış hatırlamıyorsam, İstanbul’da, 2013 yılı olmalı. Gezi Direnişi sırasında yapılan. Çok coşkulu ve heyecan vericiydi. Bol bol fotoğraf çektiğimi hatırlıyorum. Özellikle çekildiğim bir (aşağıda) fotoğraf kalbime oklar saplamıştı adeta. Üstümde kırmızı renkte bir salopet vardı ve yürürken bir yandan kırmızının bana ne kadar yakıştığını söyleyen biri olmuştu. Çok hoşuma gittiğini hatırlıyorum. İnsan yürürken tacizkar olmayan bir biçimde kaç kere beğenildiğini duyar ki?
Onur Yürüyüşü olunca daha bir but şugar (Lubunca’da çok güzel) oluyor. Ayaküstü bir muhabire röportaj vermiştim, bir yandan insanların arasına karışıyorum, bir yandan kenara geçip fotoğraf çekiyorum. Direnişin ritimleriyle coşuyorum. Dilimden slogan eksik olmuyor. Çok kalabalığız, çok coşkulu… Çok güzeldi kısacası.
‘Devlet eliyle düşmanlık teşvik ediliyor’
O zamanların bugün ile yasaklar, koronavirüs, görünürlük gibi açılardan bir mukayesesini yapar mısın?
Gittikçe daha fazla muhafazakarlaşan bir siyasi ortamın ve atmosferin daraltıcılığıyla boğuşuyoruz. Kendi olma cesaretimize ve mücadelemize dair nefret ve düşmanlık birçok cepheden bizlere yönelik had safhada. Sadece devletten bahsetmiyorum. Ama bu “dar alanda kısa paslaşmalar” haline oyuklar açacak birtakım stratejiler, yöntemler de bulmaya çalışıyoruz diye düşünüyorum. Lubunyalığın bir sınırı yok çünkü.
Hukuki anlamda mücadeleler devam ediyor bir yandan, yasaklara karşı. Belirli olumlu sonuçlar elde ediliyor olsa da devlet eliyle nefret ve düşmanlık teşviki çok belirgin. Tabii karantina zaten var olan eşitsizlikleri iyice harladığı için bu koşullar bazılarımız için çok daha zorlayıcı. Atanmış ailesiyle yaşayanlar ve orada çok da güvende, diledikleri gibi kendileri olamayanlar, işini kaybedenler, çok daha güvencesiz bir vaziyette kalanlar vs. Ama online olarak da bir araya gelip birbirimizi güçlendirmeye çalıştığımızı görebiliyorum. Zalimin zulmü varsa lubunyaların ve feministlerin de dayanışması, seslerini duyurmak için uygulamaya geçirdikleri birtakım icraatlar var.
Biraz da biseksüellerin görünürlüğünü konuşalım…
Geçen seneden itibaren bu konuda verilen mücadele çok daha belirgin. Tabii ki bunun temelini oluşturan bir geçmiş var ama özellikle geçen sene düzenlenen Bi+ Pride İstanbul ve Bi+ Forum, bi+ politikanın öneminin altını daha bir çizdi bence.
Sonra kurduğum(uz) internet sitesi Bitopya, bi+ görünürlüğünün sadece LGBTİ+ içinde bir harften ibaret olmadığını göstermeyi hedefleyen bir mecra olarak içerikler üretmeye devam ediyor. 2019 yılının Aralık ayında kuruldu ve gerçekleştirdiği şey, Türkiye’de ve Türkçe dilinde bir ilk. Bu yüzden bence çok anlamlı, kıymetinin bilinmesini diliyorum. Çünkü birtakım sözüm ona LGBTİ+ (gey merkezci demek daha doğru olabilir) platformların biseksüelliğe dair çok yanlış ve eksik bilgileri yaydığı, LGBTİ+ hareketin çok az konuşmaya değer gördüğü, hatta daha çok olumsuzlamalarda bulunduğu bir ortamda, önemli bir kaynak görevini görüyor.
‘İkilik üzerine kurulu dil bi+’ları halının altına süpürüyor’
Ama hâlâ şu “heteroseksüel/eşcinsel ilişki”, “heteroseksüel/eşcinsel çift”, “hetero/eşcinsel” gibi ikilik üzerine kurulu dille savaşmıyoruz yeterince. Böyle cümleler kurduğumuzda bi+’ları yine nasıl halı altına süpürdüğümüzü göremiyoruz. LGBTİ+ mecralarında yaşanan şeyler bunlar, can sıkıcı. Hâlâ biseksüelliğin ikili cinsiyetçi olduğunu düşünen var bir de, üstelik biseksüelliği görünmezleştiren tam da bu ikilikken.
Karantina süresince Bitopya’nın içerik üretmeye devam etmesinin yanında Lambdaistanbul Nisan ayından itibaren bi+ üzerine her ay buluşma gerçekleştirdi. Son olarak da Queertroublemakers bi+ dosyası konulu podcast’ler hazırlamaya başladı. Kıvılcım var gayet, inşallah kavuracağız ortalığı; monoseksüel (tek bir cinsiyete ilgi duyan kişi) egemenliği de sallansın biraz.
Bazıları koronavirüsü insanların yeryüzüne ve diğer canlılara verdiği zararın diyeti olarak okuyor, mistik yanını bir yana bırakırsak salgını hayvan hakları ve doğayla ilişkimiz bağlamında sen nasıl okuyorsun?
Bir vegan olarak Covid-19 pandemisi ile toplumda norm olan hayvan kullanımı arasında bir ilişki görüyorum tabii ki. Daha önceki salgınlara da baktığımızda bu salgınların insanlar arasında yayılmasında, insan harici hayvanların insanlarca zevk ve alışkanlık gibi sebeplerle kullanımının çok büyük bir rolü var. Çünkü bu virüsü taşıyan ana konakçı ve ara konakçı olarak tarif edilen hayvanları, yemek vs. için kullanınca biz de kaçınılmaz bir son olarak enfekte oluyoruz.
Dünya Sağlık Örgütü aslında salgınların (SARS, Covid-19 vs.) kaynağını, insan harici hayvanların gıda olarak kullanılmasında görüyor ama veganlığa çağrı yapmıyor ne yazık ki. “Yiyeceğiniz hayvanları şu kadar ısıda pişirmeye özen gösterin” demekle yetiniyor. Hissedebilen, acı çeken ve yaşamlarının farkında olan insan harici hayvanların, insanların mülkü olarak görülmesi, bu salgınların, Covid-19 pandemisinin temel etkenlerinden biri kuşkusuz.
Hayvanların yaşam haklarını nasıl ihlal ettiğimizin göstergesi, onların yaşam alanlarına, bedenlerine müdahale etmemizin kaçınılmaz sonuçlarından biri, geçirdiğimiz süreç. Ama işte biz ancak Nusret’e kızıyoruz. Sistemle mücadele edip yaşamımızda hayvan kullanımından kaçınmamız yani vegan olmamız gerekiyor aslında, değişime kendimizden başlayıp. (Konuyla ilgili daha fazla detay isteyenler Umut’un hazırladığı Korona başlıklı Podcast‘i dinleyebilir)
TERF (Trans Dışlayıcı Radikal Feminizm) tartışmaları ile ilgili ne düşünüyorsun? Bize bir faydası oldu mu, bir şey öğrendik mi, senin için oldu mu?
Trans dışlayıcılık hiçbir politik mecrada kabul edilebilecek, gerekçelendirilebilecek bir şey olmamalı.
Transların, intersekslerin hayatları, bedenleri ve iradeleri, özne olmayanların klavye tuşlarının mezesi olacak değersizlikte asla değil. Bunun ismine de feminizm denilemez. Benim öğrendiğim, üstüne neleri katıp şu anda sürdürmeye çalıştığım feminist yaşam böyle bir şey değil.
‘Trans dışlayıcı söylemin muhafazakarlaşmayla artışı tesadüf değil’
Muhafazakarlaşmanın her yerimizi sarmasından ötürü çok da tesadüfî bulmuyorum bu trans dışlayıcı tutumları ve söylemleri. Bir yandan da yaygınlaştırılmaya ve meşru hale getirilmeye çalışılan trans dışlayıcı “görüşler” sinirlerin harap olduğu, psikolojik şiddetin alasının yaşandığı bir sürecin yaşanmasına hizmet etti.
Sevgili Feride Eralp’ın Çatlak Zemin’de yazdığı yazıdan alıntı yapmak istiyorum:
Bu karman çorman dünyada birileri de gidip patriyarkayı biyolojiye indirgeyip, soyunma odasına bağlayıp, oradan toksik bir tecavüz korkusu devşirip, bu yolla insanların kimliğini reddetmeyi meşrulaştırıp adına feminizm diyor. Yaptıkları patriyarkayı da daha bile üzerine konuşulamaz hale getiriyor aslında. Keşke sussalar. Susarlarsa kendi sesleri dışında başkalarını duymak zorunda kalacaklarından susamıyorlar herhalde.
Sadece bu tartışmalar bana trans kadın-trans erkek ikiliğinde kalmamamız gerektiğini gösterdi. Bir “ne idüğü belirsiz” (non-binary) (kendini “kadın” ve “erkek”ten ibaret olan ikili cinsiyet rejiminin dışında tanımlayan kişi) olarak yer yer yok sayıldığımı hissettim hatta o zihniyete karşı, yine bir ikilik tedrisatı içinden mi ses çıkarıyoruz diye düşündüğüm zamanlar oldu. Ama trans dışlayıcılığa karşı güçlü bir ses çıkması, bu çerçevede bir politikanın örülmeye çalışılması, harcanan emek çok kıymetli.
Onur Haftası özel mesajın..?
Biraz klasik olacak belki ama, “Aşk, aşk, hürriyet, uzak olsun nefret!”